Skip to main content
The main objective of this study is to determine the levels of aggression among healthcare workers who have been at the forefront of combating the COVID-19 pandemic and to identify the factors influencing these levels. Disasters are not... more
The main objective of this study is to determine the levels of aggression among healthcare workers who have been at the forefront of combating the COVID-19 pandemic and to identify the factors influencing these levels. Disasters are not only associated with economic and loss of life impacts; they can also leave deep socio-psychological imprints such as aggression and anger on different segments of society. The socio-psychological damage caused by a disaster can vary depending on the type of disaster. While some disasters emphasize economic losses, others may bring the socio-psychological context to the forefront of public attention. COVID-19 pandemic has directly affected various segments of society, including healthcare workers. In this research, both quantitative methods and the data collection technique of surveys were used in accordance with the subject matter. The survey used in the study consists of different sections. The first section of the survey includes participants' socio-demographic characteristics, while the other sections contain questions related to COVID-19, the aggression levels of healthcare workers, and factors influencing these aggression levels. The population of the study consists of healthcare workers working in different state hospitals in Bitlis province, while the sample consists of 435 individuals selected from these healthcare workers. The data obtained from the administered survey were analyzed using SPSS version 20 software. Descriptive statistical data were transferred to tables and presented. The research found that the healthcare workers within the sample had a moderate level of aggression. Participants who believed that the problems they experienced during the pandemic did not affect their personal lives had lower aggression scores (BPSÖ). It was also observed that participants who felt excluded from society due to being healthcare workers during the pandemic had higher BPSÖ scores. Similarly, individuals who perceived COVID-19 as an infuriating factor also had higher BPSÖ scores./Bu çalışmanın temel amacını Covid-19 sürecinde en ön saflarda salgınla mücadele eden sağlık çalışanlarının içinde bulundukları süreçte saldırganlık düzeylerinin ne olduğu ve etkileyen faktörleri belirlemeye çalışmaktır. Afetler sadece ekonomik ve can kayıplarıyla anılmamakta, farklı toplumsal kesimler üzerinde saldırganlık ve öfke gibi sosyo-psikolojik derin izler bırakabilmektedir.  Afetin meydana getirdiği sosyo-psikolojik hasar afet türüne göre değişebilmektedir. Bazı afetlerde ekonomik kayıp ön plana çıkarken bazı afetlerde ise sosyo-psikolojik bağlam daha fazla gündem olarak toplumu meşgul edebilmektedir. Küresel ve biyolojik bir afet biçimi olarak değerlendirilebilen Covid-19 salgını da birçok toplumsal kesim gibi sağlık çalışanlarını doğrudan etkilemiştir. Sağlık çalışanlarının salgın dönemlerinde taşıdığı misyon onların bu süreçten daha fazla olumsuz etkilenmesine yol açmıştır. Araştırmada konuya uygun olarak nicel yöntem ve nicel yöntemin veri toplama tekniği olan anket kullanılmıştır. Çalışmada kullanılan anket farklı bölümlerden oluşmaktadır. Anketin ilk bölümü katılımcılara ait sosyo-demografik özellikleri içerirken diğer kısımlar Covid-19, sağlık çalışanlarının saldırganlık düzeyleri ve saldırganlık düzeylerini etkileyen bazı unsurlar ile ilgili soruları kapsamaktadır. Çalışmanın evrenini Bitlis ilinde farklı devlet hastanelerinde görev yapan sağlık çalışanları, örneklemini ise bu sağlık çalışanları içerisinden belirlenen 435 kişi oluşturmaktadır. Uygulanan anket neticesinde elde edilen verilerin istatistiksel analizleri için SPSS versiyon 20 yazılımı kullanıldı. Tanımlayıcı istatistiki veriler tablolara aktarılarak sunuldu. Yapılan araştırma sonucunda örneklem kapsamındaki sağlık çalışanlarının orta düzey saldırganlığa sahip olduğu tespit edildi. Pandemi sürecinde yaşanılan sorunların özel yaşamını etkilemediğini düşünen katılımcıların BPSÖ puanlarının da düşük olduğu görüldü. Pandemide sağlık çalışanı olduğundan dolayı toplumdan dışlandığını düşünen katılımcıların BPSÖ puanlarının da yüksek olduğu gözlemlendi. Benzer bir biçimde Covid-19’u öfkelendirici olarak değerlendiren kişilerin de BPSÖ puanlarının yüksek olduğu izlendi.
Küreselleşme, ulaşım ve iletişim araçlarının gelişmesi, yoksulluk, çatışma, ekolojik dengenin bozulması gibi çeşitli faktörlere bağlı olarak uluslararası nüfus hareketinin günümüzde çok hızlı artmasına rağmen dünyadaki uluslararası... more
Küreselleşme, ulaşım ve iletişim araçlarının gelişmesi, yoksulluk,
çatışma, ekolojik dengenin bozulması gibi çeşitli faktörlere bağlı olarak
uluslararası nüfus hareketinin günümüzde çok hızlı artmasına rağmen
dünyadaki uluslararası göçmenler dünya nüfusunun yaklaşık %3,3’ünü
oluşturmaktadır (IOM, 2018, s. 2). Sirkeci’nin ifadesi ile “göç norm değil
istisna” (Sirkeci&Bardakçı, 2016) olma özelliğini korumaya devam
etmektedir. Fakat uluslararası göçmenlerin sayısının hızla artmaya devam
etmesi ve önemli bir kısmının dünyanın belli bölgelerine yoğunlaşması,
dünyada gündem oluşturmasının önemli bir gerekçesini oluşturmaktadır.
Uluslararası göçmenlerin ülkeler düzeyindeki mekânsal yoğunlaşması
üzerinde genel olarak hedef ülkenin refah düzeyi, hedef ve kaynak ülkeler
arasındaki tarihsel ve toplumsal ilişkiler, sosyal ağlar, aile bağları ve dilsel
benzerlikler belirleyici olmaktadır. Siyasal ve çatışma kaynaklı göçlerin
hedef yerleşim yerinin belirlenmesinde ise Suriye göçünde olduğu gibi hedef ülkenin göçmenleri kabul biçimi, fiziksel mesafe ve kültürel yatkınlık etkili olmaktadır (İnce, 2018). Dünya ölçeğinde sosyo-ekonomik nedenli göçlerin çoğu Avrupa kıtasına yoğunlaşmaktadır. Zorunlu göçmenlerin büyük çoğunluğu ise komşu ülkelere ve gelişmekte olan ülkelerde yönelmektedir. Türkiye yerinden edilmiş kişilerin yoğunlaştığı ülkelerin başında gelmektedir (BMMYK, 2015, s. 3; Penninx, Spencer and Van Hear, 2008).
İnsanlık tarihi incelendiğinde can, ekonomik ve sosyal açıdan büyük kayıpların yaşandığı afetlerde çoğu zaman insanların yaşadığı mekânları terk ederek daha güvenli olduğu düşünülen bölgelere göç ettiği görülmektedir. Bazen de zorunlu... more
İnsanlık tarihi incelendiğinde can, ekonomik ve sosyal açıdan büyük kayıpların yaşandığı afetlerde çoğu zaman insanların yaşadığı mekânları terk ederek daha güvenli olduğu düşünülen bölgelere göç ettiği görülmektedir. Bazen de zorunlu kitlesel halde göç eden insanların toplu ölümlere maruz kalarak göçün kendisi de bir afete dönüştüğü izlenmektedir. Afet ile göç arasındaki bu neden sonuç ilişkisi günümüzde de devam etmektedir. Bazen bir savaş bazen bir deprem, dünyada meydana gelen doğa ve insan kaynaklı afetler milyonlarca insanın zorunlu göçüne neden olmaktadır. Türkiye’de de yakın zamanda yaşanan afetler sonucu binlerce insanın yer değiştirmek zorunda kaldığı bilinmektedir. Sadece 1999 Gölcük Depreminde binlerce insan daha güvenli olduğu düşüncesi ve yaşam koşulları nedeniyle yer değiştirdiği bilinmektedir. Türkiye’de meydana gelen geniş ölçekli her afetin ardından az veya çok bu nüfus hareketliliği yaşanmaktadır. Bu çalışmada da göç ve afet ilişkisi Kahramanmaraş merkezli yaşanan deprem özelinde teorik olarak analiz edilmektedir. 6 Şubat 2023 tarihinde, aynı gün farklı saatlerde Kahramanmaraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerinde meydana gelen 7.7 ve 7.6 büyüklükteki deprem büyük bir yıkıma yol açarak resmi rakamlara göre yaklaşık 50 bin insanın hayatının kaybetmesine neden olmuştur. Türkiye’nin 11 ilini doğrudan etkileyen bu deprem bir afete dönüşmüştür. Sosyal hayatın birçok alanını etkileyen bu depremin yol açtığı olgulardan bir tanesi de göçtür. Deprem sonrasında deprem bölgesinde yaşayan insanların bir kısmı resmi kurumlar aracılığıyla başka illere aktarılırken bir kısmı ise kendi imkânlarıyla bölgeyi terk ettiği görülmüştür. Bu depremin deprem haricindeki bölgelerde de bir nüfus haraketliliğine yol açtığı gözlemlenmiştir. Bu çalışmada, bu depremin yol açtığı nüfus hareketliliği sosyolojik boyutlarıyla teorik olarak analiz edilmeye çalışılmaktadır.
Bu çalışma; risk, belirsizlik ve korku kavramlarını sosyolojik bir perspektifle COVID-19 özelinde tartışmaya çalışmaktadır. 2019 yılının aralık ayında, Çin'in Hubei eyaletinin Wuhan şehrinde ortaya çıktığı düşünülen ve daha sonra Dünya... more
Bu çalışma; risk, belirsizlik ve korku kavramlarını sosyolojik bir perspektifle COVID-19 özelinde tartışmaya çalışmaktadır. 2019 yılının aralık ayında, Çin'in Hubei eyaletinin Wuhan şehrinde ortaya çıktığı düşünülen ve daha sonra Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından salgın hastalık olarak ilan edilen COVID-19, doğrudan veya dolaylı olarak toplumlarda önemli hasarlara neden olmuştur. Biyolojik ve küresel bir afet türü olarak değerlendirilebilen COVID-19, modern çağın temel karakteristik özelliklerinden olan risk, belirsizlik ve korku kavramlarının tezahürlerini yansıtan bir fenomene dönüştüğü izlenmiştir. Çalışmada, sözü edilen bu kavramlar ile COVID-19 arasındaki ilişki; başta Ulrich Beck'in "risk toplumu" kuramından hareketle literatür taramasına dayalı analiz edilerek bir durum tespitinde bulunmaya çalışılmıştır. COVID-19, sosyal düzeni bozması açısından afetlerin genel özelliklerini yansıtmakla birlikte modern çağa özgü olan ve daha çok modern toplumlarda karşılaşılan risk, belirsizlik ve korku iklimi ile iç içe olduğu görülmüştür. Modern toplumlar; bir taraftan tehlikeleri kontrol altına almaya, "bilinmemezliği" bilinir kılmaya ve bu vesileyle toplumsal korkuları bastırmaya çalışırken yeni riskler, yeni belirsizlikler ve yeni toplumsal korkular üretmeye neden olmaktadır. Modern toplumlar; insan-doğa ilişkisinin bozulması, eşitsizlik, teknolojik ilerlemeler, küreselleşme gibi sahip olduğu özelliklerinden dolayı COVID-19'un çok daha hızlı yayılmasına neden olmuş, bu toplumlarda belirsizlik uzun süre devam etmiş, risk ve belirsizliğe bağlı olarak büyük bir korku yaşanmıştır.
Canlılar içinde insana en yakın tür olan hayvanlardan bir kuş dünyaya geldiğinde birkaç gün sonra uçmaya, balık yüzmeye, kuzu koşmaya başlar. Ancak insan hayvanla kıyaslandığında daha akıllı olmasına rağmen dünyaya geldikten sonra sosyal... more
Canlılar içinde insana en yakın tür olan hayvanlardan bir kuş dünyaya geldiğinde birkaç gün sonra uçmaya, balık yüzmeye, kuzu koşmaya başlar. Ancak insan hayvanla kıyaslandığında daha akıllı olmasına rağmen dünyaya geldikten sonra sosyal hayata dâhil olarak yaşamını sürdürebilmesi için uzun yıllara ve eğitime ihtiyacı vardır. Hayvanlar hayatta lazım olacak eğitimlerini kısa bir sürede tamamlarken insanların sosyal, bedensel, ruhsal, ekonomik eğitim öğretim faaliyetleri ölümüne kadar devam etmektedir. Daha sonraki başlıklarda değinildiği üzere farklı dönemlerde eğitimin farklı işlevleri olmakla birlikte insanın ve toplumun eğitime olan ihtiyacı eğitimin evrensel ve tarihsel olarak toplumsal hayatın ayrılmaz bir parçası hâline gelmesine neden olmuştur. Diğer taraftan tarihsel süreç içinde eğitim düzeyi yüksek toplumlar çoğu zaman ekonomik, sosyal, kültürel ve daha birçok açıdan diğer toplumlara göre daha ilerde olmuşlardır. Eğitim, birey ve toplum arasındaki tarihsel ilişkinin bir tezahürü olmuştur aynı zamanda. Eğitim ve inanç arasındaki ilişkiye odaklanan Şener (2009: 261) kâinatın neresine bakılırsa bakılsın kendine özgü bir eğitim metodu ve tekniğinin var olduğuna dikkat çekmektedir. Ona göre bir çiçeğin hayat bulması, meyvenin olgunlaşması, hayvanın birtakım içgüdülere sahip olması, insanın yetişmesi bir eğitimin varlığından söz ettirmektedir. Başka bir ifadeyle bitkide, hayvanda ve insanda olgunlaşma ve tekâmül eğitim aracılığıyla gerçekleşmektedir. Bu eğitim yukarıdan aşağıya doğru bir hiyerarşiyle vücut bulmaktadır. Toplumlar tarihsel süreçte maddi ve manevi birçok değer inşa eder ve bu değerler yeni kuşaklara aktarıldığı müddetçe varlığını devam ettirebilir. Değerleri yeni kuşaklara aktarılmasının en önemli toplumsal mekanizmalarından biri ise eğitim kurumudur (Kartal ve Göktuna Yaylacı, 2018: 223). Şener’e (2009: 255) göre insanların belirli bir düzen ve çabaya bağlı olarak birlikte yaşama gerçekliği ve kültürün aktarılması eğitim aracılığıyla gerçekleşmektedir. Kale’ye (1993: 269) göre Sofistler, Sokrates ve Platon gibi filozoflar da her şeyin ölçüsü olarak insanı esas almıştır. İnsanın bilgilenimlerinde ise akıl ve erdem öncülük etmektedir ve mutluluğun kaynağını bu unsurlar oluşturmaktadır. Erdem de ancak eğitimle elde edilebilir. Bu açıdan eğitim toplumların en önemli kurumlardan birini oluşturmaktadır. Özkalp (2011: 173) de eğitimi insanın bütün haya
Epidemic diseases are one of the main factors that cause mass human deaths and cause disasters to occur from past to present. Even though the names of these epidemic diseases recurring in history have changed, their common feature is that... more
Epidemic diseases are one of the main factors that cause mass human deaths and cause disasters to occur from past to present. Even though the names of these epidemic diseases recurring in history have changed, their common feature is that they cause people to die and disrupt daily life. One of these epidemics is a recent epidemic known as COVID-19. Despite all the advanced health technology, the COVID-19 epidemic caused thousands of people to die and the global order was turned upside down. The effects of the COVID-19 epidemic disease are felt directly or indirectly by all members of the community. Undoubtedly one of the social groups in Turkey who are experiencing closely this impact Covidien-19 health workers in hospitals. This study analyzes the experience of healthcare professionals working in the Bitlis-Tatvan State Hospital, where people suffering from the COVID-19 epidemic disease are treated in Turkey. In this study, the qualitative method, purposeful sampling technique was used, and 20 people were interviewed. Many different findings were reached in the study. As in many other disaster examples, it has been found that healthcare workers who have been in direct contact with the cases are very worried especially in the first phase of the epidemic, but anxiety and fear start to decrease over time. Keywords: Pandemic, epidemic disease, medical staff, pandemic hospital. EXTENDED ABSTRACT This study focuses on the experiences of and challenges encountered by the healthcare professionals in the process of fighting COVID-19 pandemic at Bitlis-Tatvan State Hospital which served as a pandemic hospital during COVID-19 process. COVID-19 has become a phenomenon that turned upside down not only the local order but also global order and created a disaster effect. According to Quarantelli et al. (2007, p. 16), disasters have been a part of human experience since the day when people started to live in groups. In that respect, mankind that has encountered many epidemics that caused disasters throughout the history (Kılıç, 2020, p. 15) is facing the impacts of COVID-19 which is a type of epidemic. Although COVID-19 that killed thousands of people in the world has affected all layers of social life, healthcare was the main theme of this process. Depending on the nature and type of each phenomenon that causes disasters, a certain social group is exposed to danger more and is at more risk. In that context, the public which is exposed to the risk of losing its health and dying on one hand and healthcare professionals struggling with the outcomes of COVID-19 as a type of disaster on the other hand have taken their places as important components of this process. While fighting COVID-19, healthcare professionals was one of the social groups which was at high risk and was affected by the pandemic the most (İzci, 2020, p. 335). In studies on healthcare professionals in Wuhan City of China where COVID-19 has originated, it was seen that healthcare professionals experienced a psychological breakdown (Kang et al., 2020). The number of healthcare professionals who get sick in China where the COVID-19 originated has increased significantly in a short time (Li et al., 2020). In that respect, healthcare professionals have experienced many difficulties together in fight against the pandemic unlike the civil public. The fact that healthcare professionals are at high risk of getting sick any moment creates a great impact in their semantic world. Those difficulties and experiences that healthcare professionals encounter are the main theme of this study. The study focuses on healthcare professionals’ encounter with the pandemic in the first process, their anxiety, concerns and fears, how the pandemic has transformed their psychology and social life, the difficulties and pride of being at the front line with their expression, the look of the environment on them and their various expectations. The study population consists of Bitlis-Tatvan Hospital and the sample consists of 20 people from different units. To analyse the healthcare professionals’ experiences during COVID-19, qualitative method and interview technique of the qualitative method, which is thought to be fit for purpose, was used. In addition to that, participant observation technique was also used. While determining the sampling method, the subject of the study was taken into consideration and purposive sampling technique, which was thought to be fit for the method used, was preferred (Glesne, 2013, p. 59) and views of people from different units were taken. The results section of the study contained which answers healthcare professionals gave about what their first perceptions were towards COVID-19. While a midwife working at the hospital expressed this first perception as “… I haven’t even thought about it. Such things only happened in the movies”, a technician working at the hospital evaluated the process saying “… I have thought about war, earthquake many times, but such a thing has never crossed my mind. I thought I am far away from that. In fact, I became pessimistic with the diagnosis of the first case.” Other people who were interviewed gave similar answers as well. Then, it was tried to understand which psychology and experience healthcare professionals had while establishing first contact with COVID-19 patients. In the answers given to the questions asked, it was determined that especially a great fear, concern, anxiety and uncertainties prevailed in the first process. A nurse working at the hospital expressed her feelings saying “I have never felt so much desperate in my work life of 4 years. I had a patient who asked for help from me, but I did not know what to do. She had labour pain. I did not know whether she was crying because of that or of the disease. Whenever I leave the room, had a lump in my throat.” Some healthcare professionals resembled the process of uncertainty, fear and concern to war environment and one of the persons who were interviewed expressed his thoughts as follows: “Think about it, during Cyprus Peace Operation, Turkish soldiers landed on the island with parachutes and they were asked to fight. We had the same psychology in this process. We did not know who and what our enemy was.” According other interview notes, it was observed that COVID-19 has shaken the psychology of healthcare professionals deeply. While an interviewed healthcare professional evaluated this situation saying “We have often displayed obsessive behaviours since we were at high risk. I was kept away from home because of shifts. I missed my wife and I was concerned about her. I was always thinking about home. In other words, my stress level was always high. My motivation has dropped. I was dispirited for working.”, other people who were interviewed gave similar answers as well. In addition, it was understood from the interviews that the fact that healthcare professionals were in high risk group has caused them to live an isolated life in COVID-19 process in general especially at the first stage. Despite all these difficulties, it was also determined based on interview notes that being on the frontline during fight against COVID-19 has made healthcare professionals proud. As a conclusion, it was seen that healthcare professionals who were in high risk group had great fear and concern especially at the first stage and their social life was restricted. However, it was observed that fear and concern have decreased in time and healthcare professionals grew tired as the process is extended.
Epidemic diseases are one of the main factors that cause mass human deaths and cause disasters to occur from past to present. Even though the names of these epidemic diseases recurring in history have changed, their common feature is that... more
Epidemic diseases are one of the main factors that cause mass human deaths and cause disasters to occur from past to present. Even though the names of these epidemic diseases recurring in history have changed, their common feature is that they cause people to die and disrupt daily life. One of these epidemics is a recent epidemic known as COVID-19. Despite all the advanced health technology, the COVID-19 epidemic caused thousands of people to die and the global order was turned upside down. The effects of the COVID-19 epidemic disease are felt directly or indirectly by all members of the community. Undoubtedly one of the social groups in Turkey who are experiencing closely this impact Covidien-19 health workers in hospitals. This study analyzes the experience of healthcare professionals working in the Bitlis-Tatvan State Hospital, where people suffering from the COVID-19 epidemic disease are treated in Turkey. In this study, the qualitative method, purposeful sampling technique was used, and 20 people were interviewed. Many different findings were reached in the study. As in many other disaster examples, it has been found that healthcare workers who have been in direct contact with the cases are very worried especially in the first phase of the epidemic, but anxiety and fear start to decrease over time.

This study focuses on the experiences of and challenges encountered by the healthcare professionals in the process of fighting COVID-19 pandemic at Bitlis-Tatvan State Hospital which served as a pandemic hospital during COVID-19 process. COVID-19 has become a phenomenon that turned upside down not only the local order but also global order and created a disaster effect. According to Quarantelli et al. (2007, p. 16), disasters have been a part of human experience since the day when people started to live in groups. In that respect, mankind that has encountered many epidemics that caused disasters throughout the history (Kılıç, 2020, p. 15) is facing the impacts of COVID-19 which is a type of epidemic.
Although COVID-19 that killed thousands of people in the world has affected all layers of social life, healthcare was the main theme of this process. Depending on the nature and type of each phenomenon that causes disasters, a certain social group is exposed to danger more and is at more risk. In that context, the public which is exposed to the risk of losing its health and dying on one hand and healthcare professionals struggling with the outcomes of COVID-19 as a type of disaster on the other hand have taken their places as important components of this process. While fighting COVID-19, healthcare professionals was one of the social groups which was at high risk and was affected by the pandemic the most (İzci, 2020, p. 335). In studies on healthcare professionals in Wuhan City of China where COVID-19 has originated, it was seen that healthcare professionals experienced a psychological breakdown (Kang et al., 2020). The number of healthcare professionals who get sick in China where the COVID-19 originated has increased significantly in a short time (Li et al., 2020). In that respect, healthcare professionals have experienced many difficulties together in fight against the pandemic unlike the civil public. The fact that healthcare professionals are at high risk of getting sick any moment creates a great impact in their semantic world. Those difficulties and experiences that healthcare professionals encounter are the main theme of this study.
The study focuses on healthcare professionals’ encounter with the pandemic in the first process, their anxiety, concerns and fears, how the pandemic has transformed their psychology and social life, the difficulties and pride of being at the front line with their expression, the look of the environment on them and their various expectations. The study population consists of Bitlis-Tatvan Hospital and the sample consists of 20 people from different units. To analyse the healthcare professionals’ experiences during COVID-19, qualitative method and interview technique of the qualitative method, which is thought to be fit for purpose, was used. In addition to that, participant observation technique was also used. While determining the sampling method, the subject of the study was taken into consideration and purposive sampling technique, which was thought to be fit for the method used, was preferred (Glesne, 2013, p. 59) and views of people from different units were taken.
The results section of the study contained which answers healthcare professionals gave about what their first perceptions were towards COVID-19. While a midwife working at the hospital expressed this first perception as “… I haven’t even thought about it. Such things only happened in the movies”, a technician working at the hospital evaluated the process saying “… I have thought about war, earthquake many times, but such a thing has never crossed my mind. I thought I am far away from that. In fact, I became pessimistic with the diagnosis of the first case.” Other people who were interviewed gave similar answers as well. Then, it was tried to understand which psychology and experience healthcare professionals had while establishing first contact with COVID-19 patients. In the answers given to the questions asked, it was determined that especially a great fear, concern, anxiety and uncertainties prevailed in the first process. A nurse working at the hospital expressed her feelings saying “I have never felt so much desperate in my work life of 4 years. I had a patient who asked for help from me, but I did not know what to do. She had labour pain. I did not know whether she was crying because of that or of the disease. Whenever I leave the room, had a lump in my throat.” Some healthcare professionals resembled the process of uncertainty, fear and concern to war environment and one of the persons who were interviewed expressed his thoughts as follows: “Think about it, during Cyprus Peace Operation, Turkish soldiers landed on the island with parachutes and they were asked to fight. We had the same psychology in this process. We did not know who and what our enemy was.” According other interview notes, it was observed that COVID-19 has shaken the psychology of healthcare professionals deeply. While an interviewed healthcare professional evaluated this situation saying “We have often displayed obsessive behaviours since we were at high risk. I was kept away from home because of shifts. I missed my wife and I was concerned about her. I was always thinking about home. In other words, my stress level was always high. My motivation has dropped. I was dispirited for working.”, other people who were interviewed gave similar answers as well. In addition, it was understood from the interviews that the fact that healthcare professionals were in high risk group has caused them to live an isolated life in COVID-19 process in general especially at the first stage. Despite all these difficulties, it was also determined based on interview notes that being on the frontline during fight against COVID-19 has made healthcare professionals proud. As a conclusion, it was seen that healthcare professionals who were in high risk group had great fear and concern especially at the first stage and their social life was restricted. However, it was observed that fear and concern have decreased in time and healthcare professionals grew tired as the process is extended.
COVID-19 küresel bir afete dönüşerek toplumsal hayatın birçok alanını derinden sarsan bir süreç oldu. COVID19’un en büyük tehdidi insan sağlığına yönelik olsa da bu tehdit sağlık alanıyla sınırlı kalmadı. Şüphesiz COVID19’un olumsuz... more
COVID-19 küresel bir afete dönüşerek toplumsal hayatın birçok alanını derinden sarsan bir süreç oldu. COVID19’un en büyük tehdidi insan sağlığına yönelik olsa da bu tehdit sağlık alanıyla sınırlı kalmadı. Şüphesiz COVID19’un olumsuz etkilediği temel alanlardan biri ekonomi oldu. Yerel ve ulusal sınırları tanımayarak küresel bir afete neden olan COVID-19, yerel dinamiklere bağlı olarak ekonomi üzerinde farklı yansımaları ortaya çıktı. Bu yansımaların bir boyutu esnaflar üzerinden okunabilir. Bu çalışmanın temel amacı COVID-19’un yerel yansımalarından biri olarak Bitlis esnafı üzerinde ne tür etkiler oluşturduğunu sorgulamaktır. Bu kapsamda COVID19 sürecinde Bitlis esnafının deneyimlerini elen bu çalışmada özel olarak esnafların sorunlarına eğilmektedir. Bu amacı gerçekleştirmek üzere nitel yöntemin kullanıldığı çalışmada Bitlis’te esnaflık yapan 16 kişi ile yarı yapılandırılmış görüşme gerçekleştirildi. Görüşmelerden esnafların COVID-19 sürecinde daha çok kira ve çalışanların maaşlarını ödemede sorunlar yaşadığı tespit edildi.
Öğrenci başarısını etkileyen birçok değişken olmakla birlikte okul ve aile bu konuda ön plana çıkan değişkenler olmaktadır. Eğitim alanında yapılan birçok çalışma öğrencinin akademik başarısı üzerinde aile kurumunun okul kurumundan daha... more
Öğrenci başarısını etkileyen birçok değişken olmakla birlikte okul ve aile bu konuda ön plana çıkan değişkenler olmaktadır. Eğitim alanında yapılan birçok çalışma öğrencinin akademik başarısı üzerinde aile kurumunun okul kurumundan daha belirleyici olduğunu ifade etmektedir. Ancak “etkili okul hareketi”ne göre özellikle gelişmekte olan ülkelerde ve sosyo-ekonomik düzeyi düşük çevreden gelen öğrencilerin akademik başarı düzeyi üzerinde okulun önemi daha büyüktür. Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programlarında (PISA) bazı ülkelerde öğrencinin başarı düzeyinin beklenenden düşük çıkması okulun öğrenci başarısındaki yerini yeniden sorgulamaya yol açmıştır. Bütüncül bir biçimde değerlendirildiğinde, ailenin öğrencinin akademik başarısındaki rolü tamamen önsel değil inşa edildiği düşünülmektedir. Başka bir ifade ile bu çalışma literatürden hareketle okulun sosyal sermayesinin yükseltilmesi, etkili liderlik, örgütsel bağlılık ve öğretmenlerin mesleki gelişimlerinin artırılması gibi etkili bir eğitim süreci ile sosyoekonomik açıdan dezavantajlı öğrencilerin akademik başarı düzeyinin yükseltilebileceğini ve bireyler arasındaki derin akademik başarı farklılığı minimize edilebileceğini öne sürmektedir. Bu çalışma, Türkiye’de okul kurumunun öğrenci başarısı üzerinde belirleyici olan bazı temel unsurlarını incelemektedir.
Uluslararası göç hareketleri tarihsel bir perspektifle değerlendirildiğinde göçün nedenleri, biçimleri, yoğunluğu ve yönünün sürekli değişime uğradığı görülmektedir. Bu değişimin meydana gelmesinde egemen ekonomik sistem, siyasal ve... more
Uluslararası göç hareketleri tarihsel bir perspektifle değerlendirildiğinde göçün nedenleri, biçimleri, yoğunluğu ve yönünün sürekli değişime uğradığı görülmektedir. Bu değişimin meydana gelmesinde egemen ekonomik sistem, siyasal ve toplumsal koşullar ile göç veren ve alan devletlerin mevcut koşullara verdiği tepkiler büyük oranda belirleyici olmaktadır. Dolayısıyla hâkim ekonomik sistem, siyasal dönüşümler ve uluslararası eğilimler göç veren ve alan ülkelerin göç politikalarını etkilemektedir. Ayrıca ülkelerin uluslararası göç politikası farklılaşması büyük oranda tarihsel olarak ulus-devlet inşa süreciyle bağlantılı bir biçimde yerleşim, vatandaşlık ve kültürel çoğulculuk alanlarında ortaya çıkmaktadır (Castles ve Miller, 2008, s. 324; Somuncu, 2006, s. 20).  Uluslararası göç politikaları hedef ve kaynak ülke açısından iki kategoride değerlendirilebilir. Uluslararası göç alan ülkelerin göç politikası; göç kontrolü, göçmenlerle ilgili hukuki düzenlemeler ve sosyal çalışmaları içermektedir. Göç veren ülkenin göç politikası ise göç verme ve göç verilen ülkelerdeki vatandaşlarla ilgili bir takım düzenlemeleri kapsamaktadır (Tokol, 2014, s. 188). Uluslararası göç hareketleri; ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal anlamda geniş etkilere yol açmaktadır. Bununla birlikte göç, ülkenin istihdam, sağlık, ticaret, güvenlik ve daha birçok alanla yakından ilgilidir. Dolayısıyla göç veren ve alan ülkeler göçün meydana getireceği değişimi göz önünde bulundurarak öncelikleri dâhilinde göç politikasını belirlerler. Nitekim klasik göç ülkeleri olarak kabul edilen ABD, Kanada ve Avustralya ile Avrupa ülkeleri bu öncelikleri ve kâr-zararı hesaba katarak göç politikalarını oluşturmaktadır. Kâr-zarar hesabına bağlı olarak hedef ülkeler bir taraftan işgücü piyasasının duyduğu emek ihtiyacını göçmenlerle karşılamaya çalışırken, diğer taraftan göçmen işgücünün yerli işgücüne verdiği zarardan dolayı bazı sınırlandırmalar getirerek göçmenin gelişi kontrol altında tutulur. Bu bağlamda göçmene ya daimi ya da geçici oturma izni verilir  (Somuncu, 2006, s. 20-3).  Uluslararası göç alan ülkeler göçmenlere yönelik temel olarak iki politika benimserler. Bunlardan biri göçmenlerin sürekli yerleşimciler olarak görülmemesi. Diğeri sürekli yerleşimciler olarak görülmesi çerçevesinde entegre ve asimile edilme çabası. Örneğin geleneksel göçmen alan ülkelerden ABD, Kanada ve Avustralya tarafından 1960’lara kadar, göçmenler, sürekli yerleşimci olarak görülmezdi. Benzer bir biçimde geçici işgücü istihdam eden Batı Avrupa ülkeleri (1960-1970), Körfez petrol ülkeleri ve hızlı gelişmekte olan bir kısım Asya ülkelerinde göçmenler tarafından sürekli yerleşimci iskân oluşturmalarına rağmen bu ülkeler; sürekli yerleşimi ve aile birleşimlerini engellemeye çalışmakta, kendilerini bir göçmen ülkesi olarak görmemekte ve göçmenlere yönelik temel hakları reddetmektedir (Castles ve Miller, 2008, s. 20). İkinci Dünya Savaşından 1973 Petrol Krizine kadar kapitalizmin hızlı büyümesine paralel olarak endüstrileşmiş devletler işgücü ihtiyacını “konuk işçi” yöntemi ile gidermeye çalıştı. Ancak petrol krizinden sonra göçmen alan ülkeler göçmenlerin gelişi ile ilgili politika değişikliğine gitti. Konuk işçiler geri gönderilmeye çalışıldı ve buna yönelik politikalar geliştirildi. Eş zamanlı olarak yeni gelen göçmelerin gelişini engelleyen ve sınırlandırılan birçok düzenleme hayata geçirildi. Örneğin OECD ülkeleri tarafından 1990’lı yıllardan itibaren sınır kontrolleri sıkılaştırıldı, göçmenlere vize zorunluluğu getirildi, belgelerin bir kısmı eksik olan göçmenleri taşıyan firmalara ağır yaptırımlar getirildi, kimlik kontrolleri ve iş yeri denetimleri sıkılaştırıldı (Çakırer, 2012, s. 27; Danış, 2004). Değişen konjonktüre bağlı olarak ülkelerin göç politikası da değişime uğramaktadır. Göç alan ülkeler zamanın koşullarına bağlı olarak bazı dönemlerde göçmen alımını teşvik ederken bazı dönemlerde ise göçmenin gelişini engellemek üzere birçok enstrümanı birlikte kullanmaktadır. Klasik göç ülkesi ABD’nin göç politikası bu bağlamda iyi bir örnek oluşturmaktadır. 19.  yüzyılda ve 20. yüzyılın ilk yıllarında ABD, göçmenin kabulü ile ilgili herhangi bir kota uygulanmazken 1917 yılında kabul edilen “yeni göç yasası” ile birlikte göçmenlere okuryazarlık şartını getirmiş ve 1921 yılında göçü sınırlandırmak üzere “milli kota sistemi”  hayata geçirmiştir. Daha sonra ise nitelikli işgücüne sahip göçmenlerin gelişi teşvik edilmiştir (Somuncu, 2006, s. 23). Castles ve Miller, göç politikaları açısından göçmen alan ülkeleri üç gruba ayırmaktadır. Bunlardan birincisi; 1960’lara kadar Asyalılara karşı dışlayıcı bir politika izlese de ve göçmenlerin sürekli yerleşimci olarak görülmesi algısı zayıf olsa da genel anlamda aile birleşimine, sürekli yerleşime ve yasal göçmenleri vatandaş olarak görülmesi fikri çok teşvik edilmemesi ile birlikte bu konuda sert bir politika geliştirmeyen ABD, Kanada ve Avustralya gibi ülkelerin dahil olduğu geleneksel göç ülkeleridir. İkincisi; kolonilerden gelen göçmenleri vatandaş olarak kabul ettiği, aile birleşmelerine ve sürekli yerleşime genel itibariyle onay veren Fransa, İngiltere ve Hollanda ülkeler grubudur. Üçüncüsü; “misafir işçi” kabul eden Almanya, Avusturya ve İsviçre ülkelerinin dâhil olduğu gruptur. Bu ülkeler, diğer göçmen ülkelerinin aksine, aile birleşmelerini ve sürekli yerleşimi mümkün oldukça engellemeye çalışmış,, göçmenlere vatandaş olma ile ilgili katı kurallar getirmiştir (Castles ve Miller, 2008, s. 325). Bugün, göçmen alan ülkelerin göç politikaları birbirinden bazı konularda farklılaşsa da, genel olarak bir noktada uzlaşmaktadır. Göçmen alma potansiyeline sahip ülkeler; vasıfsız, sığınmacı ve mülteci göçmenlerin gelişini mümkün oldukça engellemeye çalışırken ve güvenlik politikaları üzerinden bunu meşrulaştırmaya çalışırken; nitelikli, uzman kişilerin kendi ülkelerine çekmek için adeta birbiriyle rekabet etmektedir (Li, 2008, s. 1). Dolayısıyla, güvenlik problemlerinden dolayı kendi ülkesini terk etmek zorunda kalan  mülteci ve sığınmacılar, özellikle gitmek istediği Avrupa ülkelerinde güvenlik açısından bir sorun kaynağı olarak görülmekte ve potansiyel suçlu olarak algılanmaktadır. Dahası,  güvenlik arayışında olan mülteci ve sığınmacılar güvenliği; sosyal politikaların ve dayanışma ilişki ağlarının zayıfladığı, işsizliğin ve yoksulluğun arttığı, farklılıklara yönelik şiddetin arttığı yerlerde aramaktadır. Bu bakımdan mülteci ve sığınmacıların güvenlik arayışı neredeyse sürekli devam etmektedir (Balta, 2016, s. 5).  Başka bir açıdan bakıldığında ise, Afrika ve Ortadoğu’daki şiddet sarmalından kaçan ve güvenli bir Avrupa ülkesine ulaşmak isteyen binlerce kişi mülteci kabul edeceğini taahhüt eden devletlerin mülteci ve sığınmacıları engellemesi sonucu güvenli olmayan yollara başvurmakta ve denizlerde alabora olarak hayatını kaybetmektedir (Akdeniz, 2016). Diğer taraftan göçmen sayısının artış gösterdiği ülkeler göçün nasıl yönetileceği üzerinde durmuşlar ve farklı yöntemlere başvurmuşlar ve bu yöntemlerin bir kısmı kullanılmaya devam etmektedir. Şimdi göç yönetimi ile ilgili gelişen ve geliştirilen politika ve konulara değinilebilir.
Bu çalışma, literatürden yararlanarak Türkiye’nin göç politikasının analizine odaklanmaktadır. Çalışma, Türkiye’nin göç politikası değişimini ele alarak ve göç politikanın şekillenmesinde belirleyici olan faktörleri irdeleyerek bir durum... more
Bu çalışma, literatürden yararlanarak Türkiye’nin göç politikasının analizine odaklanmaktadır. Çalışma, Türkiye’nin göç politikası değişimini ele alarak ve göç politikanın şekillenmesinde belirleyici olan faktörleri irdeleyerek bir durum tespitinde bulunmayı hedeflemektedir. Yapılan analizde Avrupa’nın, Türkiye’nin göç politikası tarihi üzerinde büyük oranda belirleyici olduğunu ortaya koymaktadır. Avrupa, ulus-devlet siyasal düşünce sisteminin mimarı olmakla Cumhuriyetin erken döneminde Türkiye’nin göç politikasını şekillendirdiği gibi yakın dönemdeki Türkiye-AB ilişkileri Türkiye’nin göç politikası üzerinde önemli izler bırakmaktadır. Diğer taraftan Türkiye’ye yönelen düzensiz, kitlesel, karmaşık nüfus hareketleri, devletin güvenlik algısı, ekonomik gelişmeler, yabancı düşmanlığı üzerine inşa edilen siyasal popülist yaklaşımlar ve toplumsal talepler de Türkiye’nin mevcut göç politikasını şekillendirdiği izlenmektedir. Bu bağlamda ilgili literatür incelendiğinde tarihsel süreç içinde Türkiye’nin göç politikasında önemli kırılmaların yaşandığı ve değişimlerin olduğu görülmektedir. Türkiye’deki göçmen nüfusun hızlı artışı siyasal popülizmin konusu olduğu gibi daha kurumsal ve uzun vadeli politikaların geliştirilmesini de gerekli kılmaktadır.
Bu çalışmanın temel amacı Bitlis ili Tatvan ilçesinde Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde çalışan imam ve Kur’an kursu öğreticilerinin bir afet biçimi olan depremi nasıl anlamlandırdıklarını ve algıladıklarını öğrenmeye çalışmaktır.... more
Bu çalışmanın temel amacı Bitlis ili Tatvan ilçesinde Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde çalışan imam ve Kur’an kursu öğreticilerinin bir afet biçimi olan depremi nasıl anlamlandırdıklarını ve algıladıklarını öğrenmeye çalışmaktır. Çalışmada depremin; kader, tevekkül, irade ve sorumluluk gibi dini kavramlarla ilişkisi tartışılmış ve bir durum tespiti yapılmak istenmiştir. Bu araştırmada nitel araştırma yöntem ve tekniklerinden yararlanılmıştır. Bu kapsamda 9 imam ve 6 kadın Kur’an kursu öğreticileri olmak üzere 15 kişi ile görüşme gerçekleştirilmiştir. Tezin amacına uygun yarı yapılandırılmış görüşme formu hazırlanmış, konu bağlamında 5 temel ve 17 alt soru olmak üzere 22 soru ile din görevlilerinin deprem hakkındaki düşünceleri/algıları anlamaya çalışılmıştır. Görüşme yapılan katılımcıların bir kısmı kader ve tevekkül kavranmalarının toplumda bağlamından kopartılarak ve Allah’ın tavsiye ettiği sorumluluk bilincinden soyutlanarak kullanıldığını ifade ettiler. Ayrıca din görevlilerine deprem hakkındaki görüşleri soruldu. Yapılan görüşme sonucunda din görevlilerinin bir kısmı depremin daha çok ceza, uyarı ve imtihan gereği meydana geldiğini belirtirken bir kısmı da depremin İlahi Kanunlar/Adetullah kapsamında meydana geldiğini ifade ettiler. Bu kapsamda depremlerin Adetullah Kanunu gereği meydana gelmesinin olağan olduğu ve önemli olan Allah’ın vermiş olduğu akıl ve irade ile insanların sorumluluklarının bilincinde olması, depreme karşı gerekli önlem ve tedbirlerin alınması gerektiğinin belirtildiği izlenmiştir. Zira inanç bağlamında din görevlilerinin kader ve tevekkülün insana bir sorumluluk yüklediği vurgusu yaptığı görülmüştür. Yapılan görüşmelerde bazı din görevlilerinin deprem gibi olayların afete dönüşmesinde insanların sorumsuzluğu ve tedbirsizliklerinin belirleyici olduğunu ifade ettiği anlaşılmıştır.
Bu çalışma terör saldırılarını afet kapmasında ele almakta, terörün yapısal dönüşümüne ve Türkiye’de terörün toplumsal sonuçlarına kısaca değinmektedir. Bir eylem biçimi olarak tarihte sürekli var olan terör, özellikle 11 Eylül... more
Bu çalışma terör saldırılarını afet kapmasında ele almakta, terörün yapısal dönüşümüne ve Türkiye’de terörün toplumsal sonuçlarına kısaca değinmektedir. Bir eylem biçimi olarak tarihte sürekli var olan terör, özellikle 11 Eylül saldırısından sonra yapısal özellikleri, sivil halkın hedef alınması, yıkıcılığı, küresel boyutu açısından tartışılmakta ve bir afet olarak da incelenmektedir. Terörist saldırılar, diğer afet türleri gibi müdahale ve iyileştirme süreci gerektiren olaylardır. Terör, insanların hemcinslerine karşı kasıtlı zarar vermeye yönelik bir eylem olması sebebiyle, sosyal bir afet olarak onu diğer afet türlerinden farklı kılmaktadır. Terör, öncelikle insan haklarının temel bir bileşeni olan yaşam hakkına karşı bir saldırıdır. Terör saldırılarından sonra doğrudan veya medya aracılığıyla insanların bu kaotik ortama şahitlik etmesi derin psikolojik travmalara neden olurken eylemin, insanın insana karşı kasıtlı zarar vermeye yönelik olması kırılgan ve güvensiz bir ortam oluşturarak birçok kişiyi olağan şüpheli haline getirmektedir. Terör saldırılarının amacı, beslendiği kaynaklar ve yol açtığı toplumsal sonuçlar, ülkelere göre farklılık arz etmektedir. Türkiye’nin yaklaşık 40 yıldır daha yoğun maruz kaldığı terör saldırılarının yerel ve dışsal olmak üzere farklı parametreleri bulunmaktadır. Terör saldırıları, Türkiye’de sivil halkın da dâhil olduğu binlerce kişinin yaşamını yitirmesine veya yaralanmasına; zorunlu göç, yoksulluk, işsizlik, kalkınmanın gecikmesi, istikrarsızlık, suça bulaşma gibi toplumsal sonuçlara da neden olmaktadır./This study discusses the terrorist attacks within the scope of the disaster; it shortly refers to the structural transformation of terror and the social consequences of the terror in Turkey. Terror, which has always been in the history as a form of action is, discussed in terms of its structural characteristics, directing at the civil society, its destructiveness, its global aspect particularly after September 11 attack and it is also reviewed as a disaster. The terrorist attacks are the events, which require intervention and rehabilitation process like the other disaster types. The fact that terror is an action aiming to give intentional damage on the fellows makes it different from the other disaster types as a social disaster. Terror is primarily an attack against the right to live that is a fundamental component of the human rights. While witnessing of people to such a sorrowful environment directly or by means of media after the terrorist attacks leads to deep psychological traumas, the action of people aiming to given an intentional damage against humans creates a fragile and unsafe environment and thus, it makes many people ordinary suspect. The aim of the terrorist attacks, the sources from which the terror feeds and the social results it leads to vary by the countries. The terrorist attacks to which Turkey has been exposed more intensively for about 40 years have different parameters; local and external. The terrorist attacks caused thousands of people including civil society in Turkey to loss their life or get injured; social outcomes such as forced migration, poverty, delay in development, instability, being involved in crime.
Bu çalışma, bir devlet hastanesi Covid 19 servisinde çalışan hemşirelerin salgın sürecindeki merhamet yorgunluğuna odaklanarak bir durum tespitinde bulunmayı hedeflemiştir. Çalışma, konuyu Covid 19 ve çalışma ortamı gibi değişkenler... more
Bu çalışma, bir devlet hastanesi Covid 19 servisinde çalışan hemşirelerin salgın sürecindeki merhamet yorgunluğuna odaklanarak bir durum tespitinde bulunmayı hedeflemiştir. Çalışma, konuyu Covid 19 ve çalışma ortamı gibi değişkenler üzerinden ele almaktadır. Araştırmada, Covid 19 olgusu ile tedavi sürecine fiili olarak katılan hemşirelerin merhamet yorgunluğu arasındaki ilişkiyi anlamak ve çözümlemek üzere nitel araştırma yönteminin içerik analizi perspektifinden yararlanılmıştır. Bu kapsamda Covid 19 servisinde çalışan 18 hemşire ile görüşme yapılmıştır. Merhamet yorgunluğu ile ilgili yarı yapılandırılmış form hazırlanarak örneklem kapsamına giren hemşirelere 16 soru yöneltilmiştir. Yapılan çalışmada, Covid 19 salgınıyla birlikte Covid 19 servisinde çalışan hemşirelerin merhamet yorgunluğunun artış eğiliminde olduğu ve görüşme yapılan hemşirelerin yarısından fazlasının ileri düzeyde merhamet yorgunluğu yaşadığı tespit edilmiştir. Hemşirelerin Covid 19 salgın sürecinde bakım ve teda...
Bu çalışma, bir devlet hastanesi Covid 19 servisinde çalışan hemşirelerin salgın sürecindeki merhamet yorgunluğuna odaklanarak bir durum tespitinde bulunmayı hedeflemiştir. Çalışma, konuyu Covid 19 ve çalışma ortamı gibi değişkenler... more
Bu çalışma, bir devlet hastanesi Covid 19 servisinde çalışan hemşirelerin salgın sürecindeki merhamet yorgunluğuna odaklanarak bir durum tespitinde bulunmayı hedeflemiştir. Çalışma, konuyu Covid 19 ve çalışma ortamı gibi değişkenler üzerinden ele almaktadır. Araştırmada, Covid 19 olgusu ile tedavi sürecine fiili olarak katılan hemşirelerin merhamet yorgunluğu arasındaki ilişkiyi anlamak ve çözümlemek üzere nitel araştırma yönteminin içerik analizi perspektifinden yararlanılmıştır. Bu
kapsamda Covid 19 servisinde çalışan 18 hemşire ile görüşme yapılmıştır. Merhamet yorgunluğu ile ilgili yarı yapılandırılmış form hazırlanarak örneklem kapsamına giren hemşirelere 16 soru yöneltilmiştir. Yapılan çalışmada, Covid 19 salgınıyla birlikte Covid 19 servisinde çalışan hemşirelerin merhamet yorgunluğunun artış eğiliminde olduğu ve görüşme yapılan hemşirelerin yarısından fazlasının ileri düzeyde merhamet yorgunluğu yaşadığı tespit edilmiştir. Hemşirelerin Covid 19 salgın sürecinde bakım ve tedavi uyguladığı hastalar ile aşırı empati kurması, hastaların çok acı çekmesi, tedavi görenlerin bakım gereksinimlerinin ileri düzeyde olması, genç hasta ölümleri, hemşirelerin hastaların son anlarına tanıklık etmesi, hastaların tedavi sürecindeki
belirsizlikler, bazı hastaların iyileşememesi, hastaların duygu durumu, ölüm korkusu gibi nedenlerin hemşirelerin merhamet yorgunluğunu yaşamasında etkili olduğu izlenmiştir.
Bu çalışma huzurevinde kalan yaşlı bireylerin huzurevinde kalma nedenlerini ve huzurevine yönelik temel düşüncelerini sorgulamaktadır. Modernleşme süreci özgürlük gibi bireye birtakım imkânlar sunsa da yalnızlık, aile bağlarının çözülmesi... more
Bu çalışma huzurevinde kalan yaşlı bireylerin huzurevinde kalma nedenlerini ve huzurevine yönelik temel düşüncelerini sorgulamaktadır. Modernleşme süreci özgürlük gibi bireye birtakım imkânlar sunsa da yalnızlık, aile bağlarının çözülmesi ve terk edilmişlik gibi birçok sosyal soruna da kaynaklık etmektedir. Bu sorunlar geç modernleşen toplumlarda daha derin izler bırakmaktadır. Huzurevini bu sürecin bir yansıması olarak değerlendirmenin mümkün olabileceği düşünülmektedir. Bu kapsamda bir huzurevi özelinde nitel araştırma yaklaşımı takip edilerek gerçekleştirilen bu çalışmada görüşme yapılan kişilerin neredeyse tamamı zorunlu tercihin bir sonucu olarak huzurevine yerleştiği görülmüştür. Ayrıca görüşme yapılan kişiler, huzurevinde sunulan imkânlardan büyük bir memnuniyet duysa da huzurevine yerleşme sürecini başta çocukları olmak üzere yakın akrabaları tarafından verilen değerle ilişkilendirerek huzurevine mutluluğu engelleyici bir unsur olarak baktığı anlaşılmıştır. Bazı kişiler bu durumu "huzurevi köşesine atılmak", "ölümün bir adım öncesi" gibi cümlelerle özetlediğine rastlanılmıştır. Huzurevinde kalan yaşlı bireylerin terk edilmişlik duygusuna sahip olması, aile bağlarının zayıflaması ve birbirine benzer sağlık sorunları olan kişilerle aynı ortamının paylaşıyor olması negatif duygunun algının oluşmasında etkili olduğu izlenmiştir. ABSTRACT This study questions the reasons for elderly people staying in a nursing home and their basic thoughts about a nursing home. Although the modernization process offers a number of opportunities for the individual, such as freedom, it also causes many social problems such as loneliness, dissolution of family ties and abandonment. These problems leave deeper impressions in late modernizing societies. It is thought that it may be possible to evaluate the nursing home as a reflection of this process. In this context, almost all of the people interviewed in this study, which was carried out by following a qualitative research approach in a nursing home, settled in a nursing home as a result of mandatory preference. In addition to this, although the interviewees were very pleased with the facilities offered in the nursing home, it was understood that they regard the nursing home as an element that prevents happiness by associating the process of settling in the nursing home with the value given by their close relatives, especially their children. It has been found that some people sum up this situation with sentences such as "being thrown into the corner of a nursing home", "one step before death". It has been observed that elderly people staying in the nursing home have a sense of abandonment, weakened of family ties and shared the same environment with people with similar health problems are effective in the forming of negative emotions and perceptions.
This study examines the spatial dynamics of spatial concentration and the migration process of Syrian immigrants from the perspective of Şanlıurfa province of Turkey. Syrians migrated to Turkey as a result of the civil war that started in... more
This study examines the spatial dynamics of spatial concentration and the migration process of Syrian immigrants from the perspective of Şanlıurfa province of Turkey. Syrians migrated to Turkey as a result of the civil war that started in 2011. There has been an increase in the number of international immigrants in the world and this continues to be a major issue. On the other hand, immigrants concentrate in certain countries of the world, certain cities of the countries and certain regions of the cities. Syrian immigrants have mostly moved towards Turkey among the neighbouring countries. In Turkey, Şanlıurfa is one of the cities where Syrian immigrants are concentrated. While there are almost no Syrian immigrants in some cities of Turkey, there are more than half a million Syrian immigrants living in Şanlıurfa. This study investigates why Syrian immigrants are more concentrated in Şanlıurfa in terms of spatial dynamics. As a result of interviews and observations made with the immig...
COVID-19 kuresel bir afete donuserek toplumsal hayatin bircok alanini derinden sarsan bir surec oldu. COVID-19’un en buyuk tehdidi insan sagligina yonelik olsa da bu tehdit saglik alaniyla sinirli kalmadi. Şuphesiz COVID’-19’un olumsuz... more
COVID-19 kuresel bir afete donuserek toplumsal hayatin bircok alanini derinden sarsan bir surec oldu. COVID-19’un en buyuk tehdidi insan sagligina yonelik olsa da bu tehdit saglik alaniyla sinirli kalmadi. Şuphesiz COVID’-19’un olumsuz etkiledigi temel alanlardan biri ekonomi oldu. Yerel ve ulusal sinirlari tanimayarak kuresel bir afete neden olan COVID-19, yerel dinamiklere bagli olarak farkli yansimalari ortaya cikti. Bu yansimalarin bir boyutu esnaflar uzerinden okunabilir. Bu calismanin temel amaci COVID-19’un yerel yansimalarindan biri olarak Bitis esnafi uzerinde ne tur etkiler olusturdugunu sorgulamaktir. Bu kapsamda COVID-19 surecinde Bitlis esnafinin deneyimlerini elen bu calismada ozel olarak esnaflarin sorunlarina egilmektedir. Bu amaci gerceklestirmek uzere nitel yontemin kullanildigi calismada Bitlis’te esnaflik yapan 16 kisi ile yari yapilandirilmis gorusme gerceklestirildi.
Bu calismada, Bitlis’teki ortaogretim okullarinda gorev yapan idareci ve ogretmenlerin egitim-ogretim iklimine yonelik tespitleri yer almaktadir. Okul idarecilerinin ve ogretmenlerin okula yonelik orgutsel bagliligi, egitim-ogretimin... more
Bu calismada, Bitlis’teki ortaogretim okullarinda gorev yapan idareci ve ogretmenlerin egitim-ogretim iklimine yonelik tespitleri yer almaktadir. Okul idarecilerinin ve ogretmenlerin okula yonelik orgutsel bagliligi, egitim-ogretimin diger bilesenleriyle olan isbirligi, okul iklimine yonelik tespitleri, farkli lise turlerine dair algilari, egitim-ogretim surecindeki sorunlarin cozumune yaptigi katki sorgulanmaya calisilmistir. Nitel yontemin takip edildigi bu calismada veri toplama teknigi olarak gorusme teknigine basvuruldu ve 21 idareci ve ogretmen ile mulakat gerceklestirildi. Verilerden elde edilen sonuclar egitim-ogretim surecindeki yerel sorunlarin neler oldugu ve bu sorunlarin cozumu icin gelistirilecek uygulamalara bir katki saglayacagi dusunulmektedir. Calismada; okul ve aile arasindaki isbirliginin oldukca zayif oldugu, basari duzeyinin okul iklimi uzerinde belirleyici olarak basari duzeyi dusuk okullarda disiplinle ilgili sorunlarin ortaya ciktigi ve bu kapsamda ogrenci p...
Modern ulkelerde nufus icerisindeki yasli orani giderek artarken yaslilar hayatlarinin son donemlerinde hayatin zor kosullariyla mucadelede savunmasiz bir pozisyona duserek bircok sorunla karsi karsiya kalmaktadir. Hastaliklara yakalanma... more
Modern ulkelerde nufus icerisindeki yasli orani giderek artarken yaslilar hayatlarinin son donemlerinde hayatin zor kosullariyla mucadelede savunmasiz bir pozisyona duserek bircok sorunla karsi karsiya kalmaktadir. Hastaliklara yakalanma ihtimalinin artmasi, bedenin ve zihnin gucunu kaybetmesi, toplum icindeki konumun zayiflamasi, dislanma ve yalnizlik bu sorunlarin basinda gelmektedir. Bu sorunlar ayni zamanda afet donemlerinde yaslilarin afetlerle mucadelede daha savunmasiz bir kategoride yer almasina neden olmaktadir. Afetler ortaya ciktigi toplumun tamamini etkilese de bu etkiler toplumun farkli kesimlerine orantisiz bir bicimde yansimaktadir. Yasli bireyler digerlerine gore afetlerin olumsuz etkilerine daha fazla maruz kalmakta ve daha fazla zarar gorebilmektedir. Bu calismada sosyal savunmasiz bir grup olarak yaslilarin COVID-19 ile mucadelede yaslilarin deneyimlerine odaklandi. Nitel yontemin ve gorusme tekniginin kullanildigi calismada kadin ve erkeklerden olusan 20 yasli bi...
Türkiye’de fen, Anadolu, düz ve meslek lisesi türleri arasında büyük bir akademik başarı farklılığı bulunmaktadır. Bu çalışma; bu başarı farklılığın temel dinamiklerini öğrencilerin ailelerinden miras aldıkları ekonomik, beşeri, sosyal ve... more
Türkiye’de fen, Anadolu, düz ve meslek lisesi türleri arasında büyük bir akademik başarı farklılığı bulunmaktadır. Bu çalışma; bu başarı farklılığın temel dinamiklerini öğrencilerin ailelerinden miras aldıkları ekonomik, beşeri, sosyal ve kültürel sermaye biçimleri üzerinden sosyolojik olarak analiz etmektedir. Bu çalışmada; farklı sermaye biçimleri ile akademik başarı arasındaki kompleks ilişkiyi analiz etmek için mixed metot kullanılmıştır. Orantısız tabakalı örneklem tekniğinin kullanıldığı bu çalışmada; anket uygulanmış, görüşmeler gerçekleştirilmiş ve gözlemlerde bulunulmuştur. Yakınsayan desenin kullanıldığı bu çalışmada, elde edilen nicel ve nitel veriler eklektik bir biçimde analiz edilmiştir. Nicel verilere Ki-kare, yüzde analizi testi uygulanırken nitel veriler tematik analize tabi tutulmuştur. Çalışma; ekonomik, beşeri, sosyal ve kültürel sermaye biçimleri açısından güçlü ve bu sermaye biçimleri arasında akışkanlığın olduğu ailelerden gelen öğrencilerin fen ve Anadolu liselerine gittiği ve daha başarılı oldukları sonucuna ulaşmıştır. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de bireylerarasında akademik başarı açısından derin farklılıklar bulunmaktadır. Bu durum, bütün yönleriyle araştırmayı hak eden bir sorun olarak devam etmektedir. PİSA’ya göre, Türkiye’de matematik puanlarındaki farklılığın %62’si okul türleri arasındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır (MEB, 2013). Benzer bir biçimde 2012 ÖSYS’ye göre; bu çalışmanın evrenini oluşturan Şanlıurfa’da, Fen Lisesi’nden mezun olan öğrencilerin %62’si herhangi bir lisans programına yerleşirken, bazı liselerden mezun olan öğrencilerin hiçbiri herhangi bir lisans programına yerleşememiştir (ÖSYM, 2013). Bireylerin akademik başarısının sağlanmasında -doğuştan getirmiş olduğu zeka düzeyi hariç tutulursa- rol oynayan iki temel bileşen bulunmaktadır. Bunlardan birisi öğrencinin aile geçmişi diğeri ise öğrencinin gitmiş olduğu okulun sahip olduğu avantaj ya da dezavantajlardır. Türkiye’de fen, Anadolu, düz ve meslek lisesi okullarına merkezi sınavla öğrenciler yerleştirilmektedir. Puanı yüksek olan öğrenciler fen ve Anadolu liselerine yerleşirken puanı düşük olan öğrenciler ise meslek lisesine yönlendirilmektedir (MEB, 2014). Fen ve Anadolu liselerine yerleşen öğrencilerin büyük çoğunluğu, daha sonra girmiş olduğu üniversite giriş sınavında yüksek puan alarak herhangi bir lisans programına yerleşmektedir. Ancak meslek lisesine giden öğrencilerin büyük çoğunluğu ise herhangi bir lisans programına yerleşememektedir (MEB, 2012). Öğrencilerin lise girişte aldıkları puanlar ile daha sonra üniversiteye yerleşmek için girdiği sınavlar arasında pozitif bir ilişki olduğu hesaba katıldığında, okul türleri akademik başarı üzerinde önemli oranda belirleyici olmadığı, var olan başarıyı yeniden ürettiği düşünülmektedir. Elbette öğrencinin öğrenim gördüğü okulun sosyal sermayesi, fiziksel imkânları ve niteliği, öğrencinin akademik başarısında belirleyicidir. Ancak bu çalışma, öğrencinin aile geçmişinin akademik başarısı üzerinde daha belirleyici olduğunu düşünmekte ve akademik başarı açısından aile geçmişinin önemini analiz etmektedir. PİSA’ya bakıldığında da gelişmekte olan ülkelerde öğrencinin akademik başarısının aile geçmişi ile birebir ilişkili olduğu görülmektedir. PİSA’nın Türkiye ile ilgili bulgular üzerine yazılan raporlar da bu durumu desteklemektedir (Oral ve McGivney, 2013; Dünya Bankası, 2013). Öğrenciler arası akademik başarı farklılığını aile geçmişi üzerinden açıklayan birçok çalışma, gelişmiş ülkelerde gerçekleşmekte ve aile geçmişini ele alırken ailenin sosyo-ekonomik durumunu ölçü almaktadır. Sosyo-ekonomik durum ise genel itibari ile hane halkı geliri, anne-baba eğitim düzeyi ve anne-baba mesleği referans alınarak ölçülmektedir (PİSA, 2012;Van Ewijk ve Sleegers, 2010;Şirin, 2005). Gelişmiş ülkelerde sermaye biçimleri arasında (ekonomik, beşeri, sosyal ve kültürel sermaye) büyük oranda bir denge olduğu için bu durum problem oluşturmayabilir. Ancak sermaye biçimleri arasında derin farklılıkların olabildiği (Katar ve Kuveyt iyi örneklerden biri) gelişmekte olan ülkelerde kültürel kodların değişmesi ile birlikte farklı sonuçlar çıkabilir (Oral ve McGivney, 2014). Ayrıca aile geçmişi açıklanırken sadece nicel tekniklerle ölçülebilen verilerle yetinilmemeli, sosyal ve kültürel sermaye gibi somut karşılığı olmayan bilgilere ulaşmak için nitel teknikler kullanılmalıdır. Bu çalışma böyle bir ihtiyacı karşılamaya çalışmaktadır. Bununla birlikte bu çalışma, bireylerarası akademik başarı farklılıkların daha derin nedenlerini tespit etme ve bireylerarası bu farkı en aza indirmeye yönelik karar vericilere, hizmet sağlayıcılara ve yöneticilere bir bakış açısı sunması açısından önemlidir. Bu çalışma; farklı lise türlerinde öğrenim gören öğrencilerin aile geçmişlerini analiz ederken ve karşılaştırırken ekonomik, beşeri, sosyal ve kültürel sermaye biçimlerini referans almaktadır (Coleman, 1966;Bourdieu, 1986). Ayrıca bu sermaye biçimleri arasında akışkanlığın olup olmamasının akademik başarıya nasıl yansıdığını sorgulamaktadır. Şimdi bu sermaye biçimleri kısaca açıklanacak ve akademik başarının sağlanmasında nasıl rol aldığı irdelenmektedir.
Bu çalışma huzurevinde kalan yaşlı bireylerin huzurevinde kalma nedenlerini ve huzurevine yönelik temel düşüncelerini sorgulamaktadır. Modernleşme süreci özgürlük gibi bireye birtakım imkânlar sunsa da yalnızlık, aile bağlarının çözülmesi... more
Bu çalışma huzurevinde kalan yaşlı bireylerin huzurevinde kalma nedenlerini ve huzurevine yönelik temel düşüncelerini sorgulamaktadır. Modernleşme süreci özgürlük gibi bireye birtakım imkânlar sunsa da yalnızlık, aile bağlarının çözülmesi ve terk edilmişlik gibi birçok sosyal soruna da kaynaklık etmektedir. Bu sorunlar geç modernleşen toplumlarda daha derin izler bırakmaktadır. Huzurevini bu sürecin bir yansıması olarak değerlendirmenin mümkün olabileceği düşünülmektedir. Bu kapsamda bir huzurevi özelinde nitel araştırma yaklaşımı takip edilerek gerçekleştirilen bu çalışmada görüşme yapılan kişilerin neredeyse tamamı zorunlu tercihin bir sonucu olarak huzurevine yerleştiği görülmüştür. Ayrıca görüşme yapılan kişiler, huzurevinde sunulan imkânlardan büyük bir memnuniyet duysa da huzurevine yerleşme sürecini başta çocukları olmak üzere yakın akrabaları tarafından verilen değerle ilişkilendirerek huzurevine mutluluğu engelleyici bir unsur olarak baktığı anlaşılmıştır. Bazı kişiler bu durumu "huzurevi köşesine atılmak", "ölümün bir adım öncesi" gibi cümlelerle özetlediğine rastlanılmıştır. Huzurevinde kalan yaşlı bireylerin terk edilmişlik duygusuna sahip olması, aile bağlarının zayıflaması ve birbirine benzer sağlık sorunları olan kişilerle aynı ortamının paylaşıyor olması negatif duygunun algının oluşmasında etkili olduğu izlenmiştir. ABSTRACT
This study questions the reasons for elderly people staying in a nursing home and their basic thoughts about a nursing home. Although the modernization process offers a number of opportunities for the individual, such as freedom, it also causes many social problems such as loneliness, dissolution of family ties and abandonment. These problems leave deeper impressions in late modernizing societies. It is thought that it may be possible to evaluate the nursing home as a reflection of this process. In this context, almost all of the people interviewed in this study, which was carried out by following a qualitative research approach in a nursing home, settled in a nursing home as a result of mandatory preference. In addition to this, although the interviewees were very pleased with the facilities offered in the nursing home, it was understood that they regard the nursing home as an element that prevents happiness by associating the process of settling in the nursing home with the value given by their close relatives, especially their children. It has been found that some people sum up this situation with sentences such as "being thrown into the corner of a nursing home", "one step before death". It has been observed that elderly people staying in the nursing home have a sense of abandonment, weakened of family ties and shared the same environment with people with similar health problems are effective in the forming of negative emotions and perceptions.
Bu çalışmada, Bitlis’teki ortaöğretim okullarında görev yapan idareci ve öğretmenlerin eğitim-öğretim iklimine yönelik tespitleri yer almaktadır. Okul idarecilerinin ve öğretmenlerin okula yönelik örgütsel bağlılığı, eğitim-öğretimin... more
Bu çalışmada, Bitlis’teki ortaöğretim okullarında görev yapan idareci ve öğretmenlerin eğitim-öğretim iklimine yönelik tespitleri yer almaktadır. Okul idarecilerinin ve öğretmenlerin okula yönelik örgütsel bağlılığı, eğitim-öğretimin diğer bileşenleriyle olan işbirliği, okul iklimine yönelik tespitleri, farklı lise türlerine dair algıları, eğitim-öğretim sürecindeki sorunların çözümüne yaptığı katkı sorgulanmaya çalışılmıştır. Nitel yöntemin takip edildiği bu çalışmada veri toplama tekniği olarak görüşme tekniğine başvuruldu ve 21 idareci ve öğretmen ile mülakat gerçekleştirildi. Verilerden elde edilen sonuçlar eğitim-öğretim sürecindeki yerel sorunların neler olduğu ve bu sorunların çözümü için geliştirilecek uygulamalara bir katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Çalışmada; okul ve aile arasındaki işbirliğinin oldukça zayıf olduğu, başarı düzeyinin okul iklimi üzerinde belirleyici olarak başarı düzeyi düşük okullarda disiplinle ilgili sorunların ortaya çıktığı ve bu kapsamda öğrenci profilinin oldukça önemli olduğu anlaşıldı. Ayrıca idareci ve öğretmenler eğitim-öğretim süreciyle ilgili belli temalarda yerel ve genel sorunlarla bağlantılı tespitlerde bulundu. Bu sorunlar idareci ve öğretmenler tarafından motivasyon, yeni teknolojiye uyum, başarısız öğrencilerin bir üst sınıfa geçebilmesi, aile ilgisizliği, yoksulluk, iklim koşulları, kuşak çatışması, model eksikliği ve öğrencinin herhangi bir amacının olmaması gibi başlıklardan başlıklar üzerinden vurgulandı.
In this study, the relationships between brain drain, brain circulation and development phenomena are tried to be analyzed theoretically through various samples. One of the main problems of low-welfare societies is that people with high... more
In this study, the relationships between brain drain, brain circulation and development phenomena are tried to be analyzed theoretically through various samples. One of the main problems of low-welfare societies is that people with high levels of human capital migrate to countries with high levels of welfare for many reasons. Although this form of migration brings some benefits to the source countries, it causes the further development of the target countries and offers them the main contribution. With the brain drain, the development gap between countries is getting deeper. In this context, there is usually no linear relationship between the development of the source country and the brain drain. But although brain drain is still widespread, the phenomenon of brain circulation instead of brain drain is becoming debatable within the framework of the erosion of borders and the policies developed by the source country, and there is a more optimistic view of brain circulation compared to brain drain. While brain drain causes the difference between countries to grow, according to some points of view, brain circulation can minimize this difference. When qualified programs that encourage return are accomplished, the benefits of brain circulation come to the forefront in terms of the source country. There are many programs for brain circulation between countries. While some of these programs are aimed at the mobility of the highly skilled workforce, some cover the mobility of students and staff for higher education. Intercollegiate cooperation on this issue is an important component of brain circulation. It is believed that individuals who raise their human capital through this mobility can contribute to the development of their country.
Öz: Bu çalışma COVID-19 örneklemi bağlamında afetlerle mücadelede neo-liberal politikalara sahip devletlerin başarısızlıklarının betimsel bir analizini yapmaya çalışmaktadır. Afetlerle mücadelede esas aktörler-den biri olarak devletlerin... more
Öz: Bu çalışma COVID-19 örneklemi bağlamında afetlerle mücadelede neo-liberal politikalara sahip devletlerin başarısızlıklarının betimsel bir analizini yapmaya çalışmaktadır. Afetlerle mücadelede esas aktörler-den biri olarak devletlerin COVID-19 salgın hastalığı ile mücadelede ba-şarısız bir tablo sergilendiği görüldü. Bu süreç devletlerin sosyal refah politikaları terk ederek yerine güçlü bir biçimde uyguladığı neo-liberal ekonomik politikaların afetlerle mücadelede ne kadar kırılgan bir ya-pıya sahip olduğu gerçeğini ortaya koydu. Bu durum aslında neo-liberal politikaların afetlerle mücadeledeki başarısızlığın bir manifestosu-dur. Neo-liberal politikaların; devletlerin sosyal hayatın birçok alanına müdahalesini sınırlandırarak yoksulluk, istihdam, eğitim, sağlık vb. hizmetleri özel teşebbüslere bırakması COVID-19 örneğinde olduğu gibi afetlerle mücadelede de çeşitli sorunların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Neo-liberal politikaların sermaye temelli hareket etmesi, kötü gidişin temelinde insan davranışlarını ele alması ve sorunların suç-lusu olarak insanın kendisini görmesi ABD gibi ülkelerde özellikle yok-sul, çaresiz, evsiz, savunmasız, sermayesiz insanların tıpkı COVID-19 örneğinde olduğu gibi afetlerin etkilerine daha fazla maruz kalmasına neden olmaktadır.
Эмиграция людей, как в прошлом, так и по сей день продолжается. Поводом которого является экономические, политические и культурные события. После второй мировой войны в Турции в разных формах начался эмиграционные процессы ивышёл поток... more
Эмиграция людей, как в прошлом, так и по сей день продолжается. Поводом
которого является экономические, политические и культурные события. После
второй мировой войны в Турции в разных формах начался эмиграционные процессы ивышёл поток людей в разные государства. По сегодняшний день за рубежом живут около 5 милионов выходинцев из Турции. В разных государствах они имеют разнае проблемы. Одни более серьёзные по сравнению с другими. Несомненно, что молодое поколение турецких эмигрантов имеет проблему образования и социального положения. В некоторых государсвах, среди компактно проживающих молодое поколения турецких эмигрантов отстаивают в учёбе по сравнению с местной молодёжью и в связи с этим предпочитывают професиональное образование. Малый интерес и дилетаетизм со стороны турецких эмигрантов к системе образования того же государства где они проживают, заставляет молодое поколение продолжить такое же социальное положение, которую имел предыдущее поколение.
В статье анализируется имеющая литература по поводу турецких эмигрантов в
некоторых европейских государствах.
ÖZET Refah düzeyinin artmasıyla birlikte nüfus içerisindeki yaşlı oranı giderek artarken, yaşlılığın son döneminde birçok sorun ortaya çıkmakta ve yaşlılar bu dönemde hayatın zor koşullarıyla mücadelede savunmasız bir posizyona... more
ÖZET Refah düzeyinin artmasıyla birlikte nüfus içerisindeki yaşlı oranı giderek artarken, yaşlılığın son döneminde birçok sorun ortaya çıkmakta ve yaşlılar bu dönemde hayatın zor koşullarıyla mücadelede savunmasız bir posizyona düşmektedir. Hastalıklara yakalanma ihtimalinin artması, bedenin ve zihnin gücünü kaybetmesi, toplum içindeki konumun zayıflaması, dışlanma ve yalnızlık bu sorunların başında gelmektedir. Bu sorunlar aynı zamanda afet dönemlerinde yaşlıların afetlerle mücadelede daha savunmasız bir kategoride yer almasına neden olmaktadır. Afetler ortaya çıktığı toplumun tamamını etkilese de bu etkiler toplumun farklı kesimlerine orantısız bir biçimde yansımaktadır. Yaşlı bireyler diğerlerine göre afetlerin olumsuz etkilerine daha fazla maruz kalmakta ve daha fazla zarar görebilmektedir. Bu çalışma da COVID-19 sürecinde yüksek risk grubunda bulunan 65 yaş üstü kişilerin diğer bireylerden farklı olarak ne tür zorluklarla karşı karşıya kaldığına ve bu salgın dönemini nasıl deneyimlediklerine odaklanmıştır. Nitel yöntemin ve görüşme tekniğinin kullanıldığı çalışmada kadın ve erkeklerden oluşan 20 yaşlı birey ile görüşme yapılmıştır. Çalışmada; genelde COVID-19'un özelde sokağa çıkma yasağının izole hayatların oluşması, yalnızlık düzeylerinin yükselmesi ve olumsuz psikolojik etkilerinin oluşması gibi örneklem kapsamındaki yaşlı bireyler üzerinde hasar meydana getirdiği tespit edilmiştir. Ancak yaşlı bireylerin en büyük sosyal desteğinin ailesinden ve yakın çevresinden alması bu etkilerin hafifletilmesinde belirleyici olduğu ve desteğin azalmasıyla birlikte yaşam koşullarının zorlaştığı sonucuna varılmıştır.
Disasters that we encounter, such as the coronavirus disease (COVID-19) situation, constitute an important part of human history. As in history, it causes many people to lose their lives even today, and it is a subject that poses a threat... more
Disasters that we encounter, such as the coronavirus disease (COVID-19) situation, constitute an important part of human history. As in history, it causes many people to lose their lives even today, and it is a subject that poses a threat to societies. It does not become outdated, and it focuses on politics, think tanks, and researchers. It is known that there is a transformation in the structure of disasters, which forms a permanent part of the social structure. In this study, the societies' efforts to make sense of disasters, the reasons for the increase of disasters, and the emergence of new types, such as the COVID-19, have been discussed; it theoretically deals with the context of globalization, new technology, social organization, and the complex relationship between forced mass migration and disaster. Also, the questions pertaining to how nature and man-made disasters are intertwined, the meaning change in society, and how globalization, advanced technology, and the new form of social organization increase the destructive power of disasters have been discussed. Besides, the study discusses how forced migration is both a cause and a consequence of disasters and individual and social unequal reflections of the disasters surrounding everyone, and it provides some general recommendations on reducing the number of disasters. Structured Abstract: The primary purpose of this study is to analyse how the disasters occurred in the modern era. The disaster that occurred and social actors need to identify the cause of the structural transformation to develop a policy against disasters and to determine the forms of struggle. This study has been prepared to contribute to such an effort by making use of the literature on disasters and establishing a relationship between disaster and various parameters of social life. In the modern age, radical changes have occurred in many areas of social life, as well as a transformation in the structure of disasters, which constitute a permanent part of the social structure. When disaster-related studies are examined, it is seen that disasters have started to have a multiple structure. The meaning attributed to the concept of disaster changes in the process. In traditional times and societies, disasters were based on the moral deterioration of human behaviors and were interpreted in terms of religious and cultural doctrines. However, in the modern age, the technical behavior of the human beings is considered to be responsible instead of moral behavior. For example, instead of describing the COVİD-19 as a divine punishment, prohibition of eating wild animals in heavenly books, it is often emphasized that the politicians are not getting enough attention, how it came into existence, and what it would result in. There is a significant increase in the number of disasters, especially human-induced disasters, in the modern age (Furedi, 2007). Disasters caused by nuclear, biological, chemical, and industrial accidents are only
ABSTRACT Due to the internal conflict in Syria, thousands of Syrians have immigrated to Turkey. These population movements, according to the process of the conflict continue to be directed towards the border of Turkey. The forced mass... more
ABSTRACT
Due to the internal conflict in Syria, thousands of Syrians have
immigrated to Turkey. These population movements, according to the
process of the conflict continue to be directed towards the border of
Turkey. The forced mass migration caused by war can be considered as
a form of social disaster and Syrian migration can be evaluated in this
context. The main purpose of this study is to discuss what kind of
services the non-governmental organizations (NGOs) offer to Syrian
migrants and the long-term needs of individuals. As in the Syrian
migration process, NGOs during disasters are an important part of the
particular concerning the basic services provided. Turkey’s Sanliurfa
province where nearly half a million Syrian citizens residents, disaster
survivors have faced and continue to face various problems in various
aspects such as meeting basic needs, housing, economy, politics,
psychological trauma, health, education, exclusion, law, and cultural
harmony. In times of disaster, those who are exposed to disaster need
different types of services depending on the form of disaster. This study
examines what local, national and international NGOs provide support to
disaster survivors and in which services they are inadequate. As a result
of interviews and observations with 20 NGO workers who have close
contact with the Syrian migrants, it has been found that NGOs make
important contributions to the provision of basic needs to Syrian victims
of forced migration. However, it was found that the work of NGOs
inadequate in long-term employees because of the lack of
institutionalization identity of local NGOs, prolongation of conflicts,
uncertainties about returns, and lack of coordination between NGOs.
STRUCTURED ABSTRACT
International migration is increasing rapidly, and it continues to
create an agenda in the world. Globalization, developments in
communication and transportation, and regional differences in
demographic and economic areas are effective for increasing migration.
Recent political problems and internal conflicts are especially important
in causing migration. The Arab Spring process, which started in the
Middle East, stands out as an important phenomenon in this respect.
Approximately half of the Syrian population had to be displaced as a
result of the demonstrations that started in Syria with the Arab Spring in
a short time.
Internal conflicts that started in Syria in 2011 are ongoing. Because
of internal conflicts, large numbers of Syrians had to migrate out of the
country, and more than half a million emigrated to Turkey’s Sanliurfa
province. The main purpose of this study is to analyze what kind of
services the NGOs in Şanlıurfa offer people such as emergency aid,
education, and adaptation to the. In this social disaster, NGOs are one of
the most important components for providing services to migrants in the
Syrian migration, and this study also evaluates the limitations the NGOs

have when serving to the immigrants. This study, which uses the
qualitative interview and observation methods, is limited to Şanlıurfa.
This study focuses on solidarity, specifically the solidarity of the
NGOs with migrants during the Syrian migration crisis. In this context,
the importance of the studies of the NGOs in the short and mid-term is
analyzed in Şanlıurfa, determined as the universe of the study. From the
fulfillment of basic needs to the integration, which has many parameters,
the study discusses the type of activities carried out by NGOs. To achieve
this aim, 20 people who work in NGOs and who have close contact with
Syrian migrants were interviewed. The study attempts to make a general
evaluation instead of analyzing the activities of each NGO.
Mutual adaptation concerns the immigrants who reside outside the
temporary shelter centers. In general terms, “harmony” refers to a
process that involves a change in the legal, economic, social, and cultural
aspects of the people of a region (Sirkeci Yüceşahin and Şeker 2015, p.
3). Particularly, meeting the migrants’ housing needs, improving their
employment conditions, and providing access to health and educational
facilities comprise essential elements of the adaptation process (Ager and
Strang 2008, p. 166). These factors are important problem areas for
migrants who live outside the temporary shelter centers. Turkey is
inadequately equipped to meet the needs of all the immigrants in the first
place and in the world to establish urban centers due to being separated
by a significant budget that is relative to the gross national product to
assist individuals who are exposed to a variety of disasters. Individuals
who are forced to migrate as a result of the conflict seek refuge in
underdeveloped and developing countries, as in the case of the Syrian
migration. In this context, the access of immigrants to various social
services becomes very difficult (Küseoglu 2015). In this process, the
activities of NGOs for Syrian migrants constitute an important parameter
of the migration process.
Although there are many problematic parties in the international
migrant camps worldwide, they also offer important opportunities for
migrants to meet the basic needs of access to certain institutions and
organizations. In this context, forced immigrants residing in the city face
many problems. Mostly, they either do not have the authority to report a
problem or do not possess such knowledge. In other words, forced
immigrants are lost in the chaos of cities where they are foreigners.
Therefore, the access of migrants to other migrants is slowly becoming
more important. According to the public and the authorities of the
Research Center on Asylum and Migration (IGAM 2014), not enough is
known about the number of NGOs that are undertaking such an
important mission. There is a lack of knowledge regarding issues such as
their working areas, qualifications, working hours, number of staff and
their qualifications, the funds they benefit from, the breadth of their
target groups, partnerships, obstacles and challenges, needs, and
success stories. Not only the national NGOs but also the small-scale aid
organizations have been an important part of the operation in the Syrian
migration process by trying to reach the migrants in their neighborhoods
and districts in their regions (Köseoglu 2015).
Especially in the first phase of migration, it is very important that
immigrants residing outside temporary accommodation centers have access to a safe environment and housing, food, nutrition, health, and
other basic services. Given that national and international actor behind
migration focus more on temporary sheltering centers, and partially
disregarded migrants are in cities where approximately 90% of Syrian
migrants reside, the work of NGOs is becoming increasingly
important. The rapid increase in the number of Syrian migrants in city
centers has drawn the attention of local and national charities, which are
interested in migrants residing in urban centers. Relevant charitable
organizations contribute to the lives of migrants with the help they
provide (IGAM, 2014). The flexible structure and rapid decision-making
of NGOs enable them to take an active role in aid activities and
improvement processes (Yavuz 2014, p. 158).
Most working areas of NGOs involve meeting the basic needs of
migrants, which is undoubtedly the most needed area in the first phase
of migration. NGOs established by local, national, and Syrian migrants
play an important role in these issues. However, with the ongoing conflict,
the continuation of the stay of the immigrants, and the strengthening of
their opinion on their permanence, the aid areas of NGOs are
diversifying; training, employment, social acceptance, and adaptation are
increasing. As stated by Kaya in his study (2015), some Syrian
associations attempt to rehabilitate migrants; inform migrants about
human rights, democracy and citizenship; and organize language
training courses in addition to training for the basic needs of theater,
such as painting, music, and games.
This study examines the spatial dynamics of spatial concentration and the migration process of Syrian immigrants from the perspective of Şanlıurfa province of Turkey. Syrians migrated to Turkey as a result of the civil war that started in... more
This study examines the spatial dynamics of spatial concentration and the migration process of Syrian immigrants from the perspective of Şanlıurfa province of Turkey. Syrians migrated to Turkey as a result of the civil war that started in 2011. There has been an increase in the number of international immigrants in the world and this continues to be a major issue. On the other hand, immigrants concentrate in certain countries of the world, certain cities of the countries and certain regions of the cities. Syrian immigrants have mostly moved towards Turkey among the neighbouring countries. In Turkey, Şanlıurfa is one of the cities where Syrian immigrants are concentrated. While there are almost no Syrian immigrants in some cities of Turkey, there are more than half a million Syrian immigrants living in Şanlıurfa. This study investigates why Syrian immigrants are more concentrated in Şanlıurfa in terms of spatial dynamics. As a result of interviews and observations made with the immigrants and the field actors who have close contact with migrants, the issue was tried to be analysed. In this context, a total of 76 people including immigrants and field actors were interviewed. As a result of the study, it was observed that the border sociology; historical, kinship and tribal relations between target and source settlements; collective memory and social (ethnic, linguistic, cultural) similarities and the social texture of the target settlement were the determining factors in the concentration of Syrian immigrants in Şanlıurfa and in the immigration process.
International migration continues to set the world agenda in terms of both its causes and the outcomes of its sociological and political aspects. Economic differences between regions, poverty, civil wars, political transformations,... more
International migration continues to set the world agenda in terms of both its causes and the outcomes of its sociological and political aspects. Economic differences between regions, poverty, civil wars, political transformations, deterioration of ecological balance and many other factors caused migration of many people in the 21st century and it seems that this phenomenon will remain dynamic in the future. On the other hand, international immigration deeply affects both immigrant sending and immigrant-receiving countries. In addition, migration has many effects on economy, politics, social and cultural areas. Moreover, the most affected ones are displaced persons during the forced migration process. In this context, international migration comes to the forefront as a basic fact that needs to be researched in different disciplines. In particular, the reasons for the mass migrations from Syria to other countries as a result of the internal conflicts in recent years, encourage comprehensive investigation
of the migration process and the sociological consequences. In this study, the aim is to analyze Syrian migration process in terms of the migration theories. It is generally possible to deal with the issue of international migration in terms of liberalism, realism, nominalist, Marxist approach, determinist, capital raising approach, humanist approach and micro, meso, macro evaluations. When the issue is viewed from the aspect of liberalism, it is seen that liberalism has not directly developed an approach for international migration, refugees, displaced persons or stateless persons. But there are mechanisms that it has developed throughout he course of events (Çelebi, 2011). Nominalist approach, on the other hand, makes an analysis of asylum seekers and other immigrants, based on factors such as restrictive migration policies of states, domestic market and racism (Çelebi, 2011; Black, 1991). Marxist view emphasizes that the migration phenomenon is a structural consequence of the capitalist system (Çam, 2014, p.20-1; Bal et al., 2012, p.194). According to this view, international migration analysis can only be possible by explaining the relationship between labor and capital with the reconstruction of capitalism on a global scale (Erbaş, 2002).
International migration can be analysed on micro, meso and macro scales. According to the the micro analysis, people migrate to places where their relatives live or places that are familiar to them. Meso analysis claims that immigrants compare the conditions of the country in which they live in and of the country to which they will migrate and decide accordingly. Macro analysis, on the other hand, asserts that migration occurs in cases where population is high and employment is low. While determinist approaches focus on the qualities of immigrants, capital raising approach makes an analysis focusing on wages. Humanist approach analyses the decision an individual makes on expatriating (Parnwell, 2006; Faist, 2000). Two phases might be emphasised while analysing Syria migration in terms of migration theories. One of the phases is reasons and actors of the Syrian migration and the other one is migration process and the analysis of the sociological consequences of the migration. In this context, the realist approach, which focuses on the determinant conditions in cases where immigrants become refugees, offers an important perspective for the Syrian migration. This pragmatic view that prioritizes interests and power preference of states causes the migration to continue and become an area of exploitation by providing a basis for conflicts in Syria to become chronic (Babahanoğlu and Bilici, 2018). According to Ravenstein (1885, 1889), one of the basic principles of migration is that it occurs within short range. As in many forced migration cases, majority of Syrian immigrants migrated to neighboring countries. Physical distance, poverty of immigrants, the possessed cultural capital and the migration policies of target countries have been effective in this process. According to the theory of push and pull factors (Lee, 1966), when Syrian migration is considered, there are many push factors, and there are many pull factors regarding the target country. The primary push factors are safety and public life destroyed by safety concerns (unemployment, poverty etc.). The primary pull factors regarding Turkey are safety, physical proximity, migration policy, business opportunity and cultural resemblance. As factors such as conflict, poverty, unemployment support each other, economy theories(macro and micro theories of neoclassic economy, new economy theories, segmented labor market, world-systems theory) have a potential to explain the Syrian migration as well. Historical and cultural unity and resemblances between Turkey and Syria are among the factors that have caused Syrians to mostly migrate to Turkey (Çağlayan, 2015). In this context, migration systems theory also explains the Syrian migration to some extent. The network theory also contributes to the explanation of country and city preferences of Syrians who migrate to another country. In conclusion, different forms that international migration takes in time, causes theories explaining the migration phenomenon to change. In this context, when the reasons, process and consequences of Syrian migration are considered in terms of migration theories, it is obvious that each form of explanation falls short of explaining the Syrian migration in its entirety. That the Syrian migration is multidimensional, that there are people migrating on economic grounds along with forced immigrants, that different migrations at different times have different traits and that immigrants differ from each other in many respects make it difficult for the theories to explain this migration phenomenon. Due to increases in migration types, their complicated structures and uniqueness of each migration phenomenon at the present time, it is not possible to analyse population
movements with only one theory and there are also common traits between population movements. These common traits show that international political economics such as "imperialism", "operation of capitalism" and "exploitation" are determinant regarding migration phases and directions according to Erbaş (2018).
Öz Uluslararası göç hem nedenleri açısından hem de sosyolojik ve politik sonuçları açısından dünya gün-demini belirlemeye devam etmektedir. Bölgeler arasındaki ekonomik farklılıklar, yoksulluk, iç savaş, si-yasal dönüşümler, ekolojik... more
Öz Uluslararası göç hem nedenleri açısından hem de sosyolojik ve politik sonuçları açısından dünya gün-demini belirlemeye devam etmektedir. Bölgeler arasındaki ekonomik farklılıklar, yoksulluk, iç savaş, si-yasal dönüşümler, ekolojik dengenin bozulması ve daha birçok faktör 21. yüzyılda birçok insanın göç etmesine neden olmuş ve gelecekte de bu olgunun dinamik kalacağı görünmektedir. Diğer taraftan ulus-lararası göçler hem göç veren hem de göç alan ülkeleri derinden etkilemektedir. Bununla birlikte göç ekonomi, politika, sosyal ve kültürel olmak üzere birçok alanı dönüştürmektedir. Dahası özellikle zo-runlu göç sürecinde en çok yerinden edinmiş kişilerin kendisi etkilenmektedir. Bu bağlamda uluslararası göç birçok açıdan farklı disiplinler tarafından incelenmesi gereken temel bir olgu olarak ön plana çık-maktadır. Özellikle yakın dönemde iç çatışmalar sonucu Suriye'den diğer ülkelere gerçekleşen kitlesel göçlerin nedenleri, göç süreci ve meydana getirdiği sosyolojik sonuçları bütün boyutlarıyla araştırılmayı teşvik etmektedir. Bu çalışmada Suriye göçünün göç süreci göç kuramları açısından analiz edilmeye çalışılmaktadır.
Türkiye’de fen, Anadolu, düz ve meslek lisesi türleri arasında büyük bir akademik başarı farklılığı bulunmaktadır. Bu çalışma; bu başarı farklılığın temel dinamiklerini öğrencilerin ailelerinden miras aldıkları ekonomik, beşeri, sosyal ve... more
Türkiye’de fen, Anadolu, düz ve meslek lisesi türleri arasında büyük bir akademik başarı farklılığı bulunmaktadır. Bu çalışma; bu başarı farklılığın temel dinamiklerini öğrencilerin ailelerinden miras aldıkları ekonomik, beşeri, sosyal ve kültürel sermaye biçimleri üzerinden sosyolojik olarak analiz etmektedir.
Bu çalışmada; farklı sermaye biçimleri ile akademik başarı arasındaki kompleks ilişkiyi analiz etmek için mixed metot kullanılmıştır. Orantısız tabakalı örneklem tekniğinin kullanıldığı bu çalışmada; anket uygulanmış, görüşmeler gerçekleştirilmiş ve gözlemlerde bulunulmuştur. Yakınsayan desenin kullanıldığı bu çalışmada, elde edilen nicel ve nitel veriler eklektik bir biçimde analiz edilmiştir. Nicel verilere Ki-kare, yüzde analizi testi uygulanırken nitel veriler tematik analize tabi tutulmuştur. Çalışma; ekonomik, beşeri, sosyal ve kültürel sermaye biçimleri açısından güçlü ve bu sermaye biçimleri arasında akışkanlığın olduğu ailelerden gelen öğrencilerin fen ve Anadolu liselerine gittiği ve daha başarılı oldukları sonucuna ulaşmıştır.

Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de bireylerarasında akademik başarı açısından derin farklılıklar bulunmaktadır. Bu durum, bütün yönleriyle araştırmayı hak eden bir sorun olarak devam etmektedir. PİSA’ya göre, Türkiye’de matematik puanlarındaki farklılığın %62’si okul türleri arasındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır (MEB, 2013). Benzer bir biçimde 2012 ÖSYS’ye göre; bu çalışmanın evrenini oluşturan Şanlıurfa’da, Fen Lisesi’nden mezun olan öğrencilerin %62’si herhangi bir lisans programına yerleşirken, bazı liselerden mezun olan öğrencilerin hiçbiri herhangi bir lisans programına yerleşememiştir (ÖSYM, 2013).  Bireylerin akademik başarısının sağlanmasında -doğuştan getirmiş olduğu zeka düzeyi hariç tutulursa- rol oynayan iki temel bileşen bulunmaktadır. Bunlardan birisi öğrencinin aile geçmişi diğeri ise öğrencinin gitmiş olduğu okulun sahip olduğu avantaj ya da dezavantajlardır.
Türkiye’de fen, Anadolu, düz  ve meslek lisesi okullarına merkezi sınavla öğrenciler yerleştirilmektedir. Puanı yüksek olan öğrenciler fen ve Anadolu liselerine yerleşirken puanı düşük olan öğrenciler ise meslek lisesine yönlendirilmektedir (MEB, 2014).  Fen ve Anadolu liselerine yerleşen öğrencilerin büyük çoğunluğu, daha sonra girmiş olduğu üniversite giriş sınavında yüksek puan alarak herhangi bir lisans programına yerleşmektedir. Ancak meslek lisesine giden öğrencilerin büyük çoğunluğu ise herhangi bir lisans programına yerleşememektedir (MEB, 2012). Öğrencilerin lise girişte aldıkları puanlar ile daha sonra üniversiteye yerleşmek için girdiği sınavlar arasında pozitif bir ilişki olduğu hesaba katıldığında, okul türleri akademik başarı üzerinde önemli oranda belirleyici olmadığı, var olan başarıyı yeniden ürettiği düşünülmektedir.
Elbette öğrencinin öğrenim gördüğü okulun sosyal sermayesi, fiziksel imkânları ve niteliği, öğrencinin akademik başarısında belirleyicidir. Ancak bu çalışma, öğrencinin aile geçmişinin akademik başarısı üzerinde daha belirleyici olduğunu düşünmekte ve akademik başarı açısından aile geçmişinin önemini analiz etmektedir. PİSA’ya bakıldığında da gelişmekte olan ülkelerde öğrencinin akademik başarısının aile geçmişi ile birebir ilişkili olduğu görülmektedir. PİSA’nın Türkiye ile ilgili bulgular üzerine yazılan raporlar da bu durumu desteklemektedir (Oral ve McGivney, 2013; Dünya Bankası, 2013).
Öğrenciler arası akademik başarı farklılığını aile geçmişi üzerinden açıklayan birçok çalışma, gelişmiş ülkelerde gerçekleşmekte ve aile geçmişini ele alırken ailenin sosyo-ekonomik durumunu ölçü almaktadır. Sosyo-ekonomik durum ise genel itibari ile hane halkı geliri, anne-baba eğitim düzeyi ve anne-baba mesleği referans alınarak ölçülmektedir (PİSA, 2012;Van Ewijk ve Sleegers, 2010;Şirin, 2005). Gelişmiş ülkelerde sermaye biçimleri arasında (ekonomik, beşeri, sosyal ve kültürel sermaye) büyük oranda bir denge olduğu için bu durum problem oluşturmayabilir. Ancak sermaye biçimleri arasında derin farklılıkların olabildiği (Katar ve Kuveyt iyi örneklerden biri) gelişmekte olan ülkelerde kültürel kodların değişmesi ile birlikte farklı sonuçlar çıkabilir (Oral ve McGivney, 2014). Ayrıca aile geçmişi açıklanırken sadece nicel tekniklerle ölçülebilen verilerle yetinilmemeli, sosyal ve kültürel sermaye gibi somut karşılığı olmayan bilgilere ulaşmak için nitel teknikler kullanılmalıdır. Bu çalışma böyle bir ihtiyacı karşılamaya çalışmaktadır. Bununla birlikte bu çalışma, bireylerarası akademik başarı farklılıkların daha derin nedenlerini tespit etme ve bireylerarası bu farkı en aza indirmeye yönelik karar vericilere, hizmet sağlayıcılara ve yöneticilere bir bakış açısı sunması açısından önemlidir.
Bu çalışma; farklı lise türlerinde öğrenim gören öğrencilerin aile geçmişlerini analiz ederken ve karşılaştırırken ekonomik, beşeri, sosyal ve kültürel sermaye biçimlerini referans almaktadır (Coleman, 1966;Bourdieu, 1986). Ayrıca bu sermaye biçimleri arasında akışkanlığın olup olmamasının akademik başarıya nasıl yansıdığını sorgulamaktadır. Şimdi bu sermaye biçimleri kısaca açıklanacak ve akademik başarının sağlanmasında nasıl rol aldığı irdelenecektir.
İnsanlık tarihi incelendiğinde can, ekonomik ve sosyal açıdan büyük kayıpların yaşandığı afetlerde çoğu zaman insanların yaşadığı mekânları terk ederek daha güvenli olduğu düşünülen bölgelere göç ettiği görülmektedir. Bazen de zorunlu... more
İnsanlık tarihi incelendiğinde can, ekonomik ve sosyal açıdan büyük kayıpların yaşandığı afetlerde çoğu zaman insanların yaşadığı mekânları terk ederek daha güvenli olduğu düşünülen bölgelere göç ettiği görülmektedir. Bazen de zorunlu kitlesel halde göç eden insanların toplu ölümlere maruz kalarak göçün kendisi de bir afete dönüştüğü izlenmektedir. Afet ile göç arasındaki bu neden sonuç ilişkisi günümüzde de devam etmektedir. Bazen bir savaş bazen bir deprem, dünyada meydana gelen doğa ve insan kaynaklı afetler milyonlarca insanın zorunlu göçüne neden olmaktadır. Türkiye’de de yakın zamanda yaşanan afetler sonucu binlerce insanın yer değiştirmek zorunda kaldığı bilinmektedir. Sadece 1999 Gölcük Depreminde binlerce insan daha güvenli olduğu düşüncesi ve yaşam koşulları nedeniyle yer değiştirdiği bilinmektedir. Türkiye’de meydana gelen geniş ölçekli her afetin ardından az veya çok bu nüfus hareketliliği yaşanmaktadır. Bu çalışmada da göç ve afet ilişkisi Kahramanmaraş merkezli yaşanan deprem özelinde teorik olarak analiz edilmektedir. 6 Şubat 2023 tarihinde, aynı gün farklı saatlerde Kahramanmaraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerinde meydana gelen 7.7 ve 7.6 büyüklükteki deprem büyük bir yıkıma yol açarak resmi rakamlara göre yaklaşık 50 bin insanın hayatının kaybetmesine neden olmuştur. Türkiye’nin 11 ilini doğrudan etkileyen bu deprem bir afete dönüşmüştür. Sosyal hayatın birçok alanını etkileyen bu depremin yol açtığı olgulardan bir tanesi de göçtür. Deprem sonrasında deprem bölgesinde yaşayan insanların bir kısmı resmi kurumlar aracılığıyla başka illere aktarılırken bir kısmı ise kendi imkânlarıyla bölgeyi terk ettiği görülmüştür. Bu depremin deprem haricindeki bölgelerde de bir nüfus haraketliliğine yol açtığı gözlemlenmiştir. Bu çalışmada, bu depremin yol açtığı nüfus hareketliliği sosyolojik boyutlarıyla teorik olarak analiz edilmeye çalışılmaktadır.
Bu çalışma; uluslararası göçmenlerin sosyal yoğunlaşmasını, gruplar arası ilişkiler özelinde “sosyal kimlik” ve “sosyal temas” kuramları bağlamında teorik olarak tartışmaktadır. Bireyler sahip oldukları kimliksel özelliklerine bağlı... more
Bu çalışma; uluslararası göçmenlerin sosyal yoğunlaşmasını, gruplar arası ilişkiler özelinde “sosyal kimlik” ve “sosyal temas” kuramları bağlamında teorik olarak tartışmaktadır. Bireyler sahip oldukları kimliksel özelliklerine bağlı olarak, belli sosyal gruplara dâhil olmakta ya da dâhil oldukları sosyal gruplar; onların kimliklerinin inşası üzerinde etkili olmaktadır. Bu durum, bireyin kimlik oluşumunu ve aidiyetini tahkim ederken diğer gruplardaki bireylerle sosyal teması zorlaştırabilmektedir. Diğer taraftan farklı gruplara mensup olan bireyler arasındaki sosyal temasın yokluğu çatışmayı beslerken, bu bireyler arasında kurulan sosyal temas toplumsal bütünleşmeye zemin hazırlamaktadır. Bu durumu, toplumların farklı nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan birtakım sosyal grupları üzerinden okumak mümkün olduğu gibi göçmenler ve ‘yerel halk’, ‘ev sahibi toplum’ gibi kategorileştirmeler ve gruplaşmalar açısından da analiz etmek mümkündür. Göçmenler göç ettikleri ülkelerde ve mekânlarda birçok yapısal faktörle birlikte hem yerel grupların dışlamalarına bağlı olarak hem de “sosyal kimlik” oluşturmaya bağlı olarak içinde bulunduğu göçmen grubun bireyleriyle daha fazla sosyal temas kurmaktadır. Bu kapsamda göçmen gruplar, grup üyeleriyle alışveriş yapmakta ve zamanının önemli bir kısmını bu bireylerle geçirmektedir. Bu durum, göçmenlerin yoğun olduğu ülkelerde çift taraflı bir uyum sorununa yol açmakta ve yerel halk ile göçmen gruplar arasındaki çatışmayı körüklemektedir. Böyle bir çatışmayı azaltmanın yöntemi olarak “sosyal temas” kuramı bir çözüm olarak sunulabilmektedir. Bu kurama göre, farklı kimlik ve kültürlere sahip olan göçmen grubun üyesi olan bireyler ile yerel halk arasındaki sosyal temas artırıldığında bu grup üyelerinin birbiri birbirileri hakkındaki ön yargıları azalacak, toplumsal bütünleşme kolaylaşacaktır. purpose of this study is to discuss the social concentration of international immigrants in the context of "social identity" and "social contact" theories regarding intergroup relations. Depending on the characteristics they possess, individuals are included in certain social groups, or the social groups they belong to influence the development of their identities. While this situation strengthens the sense of identity and belonging in the individual, it can cause difficulties in social contact between individuals of different groups. The absence of social contact between individuals belonging to different groups feeds conflict; therefore, establishing social contact between these individuals lays the groundwork for social integration. It is possible to analyze this situation in terms of social groups within societies that emerged due to unique circumstances, as well as in terms of categorizations and groupings such as immigrants and the "host society." Immigrants are frequently exposed to the individuals of the immigrant group they belong to and often create social identities exclusive to their group in the countries and places they migrate to. In this context, these individuals spend a significant amount of their time with the other members of their immigration group. This situation causes a bilateral integration problem in countries where immigrants are concentrated and fuels the conflict between the host society and immigrant groups. As a method of reducing said conflict, the theory of social contact can be recommended. According to this theory, when social contact between members of immigrant groups with different cultural identities and the local people increases, the prejudices between these groups decreases, and social integration will be facilitated.
Bu çalışma; uluslararası göçmenlerin sosyal yoğunlaşmasını, gruplar arası ilişkiler özelinde “sosyal kimlik” ve “sosyal temas” kuramları bağlamında teorik olarak tartışmaktadır. Bireyler sahip oldukları kimliksel özelliklerine bağlı... more
Bu çalışma; uluslararası göçmenlerin sosyal yoğunlaşmasını, gruplar arası ilişkiler özelinde “sosyal kimlik” ve “sosyal temas” kuramları bağlamında teorik olarak tartışmaktadır. Bireyler sahip oldukları kimliksel özelliklerine bağlı olarak, belli sosyal gruplara dâhil olmakta ya da dâhil oldukları sosyal gruplar; onların kimliklerinin inşası üzerinde etkili olmaktadır. Bu durum, bireyin kimlik oluşumunu ve aidiyetini tahkim ederken diğer gruplardaki bireylerle sosyal teması zorlaştırabilmektedir. Diğer taraftan farklı gruplara mensup olan bireyler arasındaki sosyal temasın yokluğu çatışmayı beslerken, bu bireyler arasında kurulan sosyal temas toplumsal bütünleşmeye zemin hazırlamaktadır. Bu durumu, toplumların farklı nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan birtakım sosyal grupları üzerinden okumak mümkün olduğu gibi göçmenler ve ‘yerel halk’, ‘ev sahibi toplum’ gibi kategorileştirmeler ve gruplaşmalar açısından da analiz etmek mümkündür. Göçmenler göç ettikleri ülkelerde ve mekânlarda birçok yapısal faktörle birlikte hem yerel grupların dışlamalarına bağlı olarak hem de “sosyal kimlik” oluşturmaya bağlı olarak içinde bulunduğu göçmen grubun bireyleriyle daha fazla sosyal temas kurmaktadır. Bu kapsamda göçmen gruplar, grup üyeleriyle alışveriş yapmakta ve zamanının önemli bir kısmını bu bireylerle geçirmektedir. Bu durum, göçmenlerin yoğun olduğu ülkelerde çift taraflı bir uyum sorununa yol açmakta ve yerel halk ile göçmen gruplar arasındaki çatışmayı körüklemektedir. Böyle bir çatışmayı azaltmanın yöntemi olarak “sosyal temas” kuramı bir çözüm olarak sunulabilmektedir. Bu kurama göre, farklı kimlik ve kültürlere sahip olan göçmen grubun üyesi olan bireyler ile yerel halk arasındaki sosyal temas artırıldığında bu grup üyelerinin birbiri birbirileri hakkındaki ön yargıları azalacak, toplumsal bütünleşme kolaylaşacaktır.
Afetler, ortaya çıktığı toplumlarda türüne, şiddetine ve toplumsal yapıya bağlı olarak politik, ekonomik ve sosyal olmak üzere farklı alanlarda farklı etkiler oluşturmaktadır. Bu etkilerden biri de insanlar arasında ortaya çıkardığı... more
Afetler, ortaya çıktığı toplumlarda türüne, şiddetine ve toplumsal yapıya bağlı olarak politik, ekonomik ve sosyal olmak üzere farklı alanlarda farklı etkiler oluşturmaktadır. Bu etkilerden biri de insanlar arasında ortaya çıkardığı sosyal dayanışma ve çatışmadır. Bu çalışma, COVID-19 salgın hastalık sürecinde mikro ve makro çerçevede dayanışma mı ya da çatışma mı meydana geldiğini sorgulamaktadır. Afet anı ve sonrasında insanlar arasındaki dayanışma ve çatışma psikolojik bir olgu olsa da sergilenen davranış biçimi sosyalleşme sürecinin ve bireyin içinde yetişmiş olduğu toplumsal yapının bir ürünüdür. Çalışma, afetlerde sosyal dayanışma ve çatışmanın nasıl ortaya çıktığını COVID-19 salgın hastalığı sürecinde medyada rastlanan görüntüler, haberler ve ilgili alanda yapılan akademik çalışmalar neticesinde ulaşılan bilgiler üzerinden analiz etmeye çalışmaktadır. Deprem, sel, savaş ve diğer olaylar neticesinde ortaya çıkan afetler; bireylerin en çaresiz olduğu, bireyler arasında dayanışma duygusunun ve ihtiyacının en güçlü olduğu ya da çatışmanın yükselmeye başladığı dönemlerden birini oluşturmaktadır. Bazı toplumlarda birbiriyle herhangi bir akrabalık bağı olmayan bireyler bile bu dönemde birbirine destek olmaya çalışırken diğer toplumlarda insanlar hayatta kalmak için rekabet edebilmektedir. COVID-19 da dayanışma ve çatışmanın yükselmesine neden
olan bir süreç olduğu düşünülmektedir. Afetlerin bireyler arasında dayanışma duygusunu mu güçlendirdiği ya da çatışmaya mı yol açtığını öğrenmek için COVID-19 salgın hastalığın farklı ülkelerde yayılmasıyla
birlikte bireylerarası yaşam pratiklerine bakılabilir. COVID-19’un dünyaya hızla yayılmasıyla birlikte hükümetler tarafından insanların hareketliliğine yönelik birtakım kısıtlamalar getirildi. Bazı ülkelerde ise belli
dönemlerde sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Özellikle salgın hastalığın yayılmaya başladığı ve sokağa çıkma yasağının ilan edilmeye başladığı ilk dönemlerde market alışverişlerinde yığılmalar görüldü. Bazı ülkelerde evlerinde stok yapmak isteyen insanlar ulaşmak istediği yeterli ürüne ulaşamayınca marketlerde alışveriş yapan insanlar arasında kavgalar çıktı. Yine bazı ülkelerde tedbir kurallarına uymayan bireyler sert bir biçimde cezalandırıldı. Cezalar sadece maddi yaptırımla sınırlı kalmadı yer yer fiziksel şiddete dönüştü. Uzun süre belli mekanlarda birbiriyle kalmak zorunda kalan insanlar arasında da şiddet ortaya çıktı. COVID-19 sürecinde ortaya çıkan çatışma bireyler ve sosyal gruplar arasında ortaya çıktığı gibi devletler arasında da birtakım çekişmeler meydana geldi. Salgın hastalığın önlenmesinde ve tedavisinde kullanılan birçok sınırlı ürüne ulaşmak için devletler arasında büyük bir rekabet yaşandı. Ülkeler arasında yaşanan çatışmalardan biri de COVID-19’un sorumlusunun hangi devlet olduğudur. Bununla birlikte COVID-19 birçok tartışmanın daha başlangıcını oluşturdu. Küresel bir afete dönüşen COVID-19 çatışmayı körüklediği gibi yardımlaşma ve dayanışma ruhunu da ortaya çıkardı. Hem bireyler ve sosyal gruplar arasında dayanışma ve yardımlaşma duygunu besledi hem de ülkeler arasında karşılıklı dayanışma duygusunu pekiştirdi. Birçok afet örneğinde olduğu gibi COVID-19 sürecinde de acil ihtiyacı karşılanması gereken bir kesim oluştu. Bazı ülkelerde bu ihtiyaç devlet tarafından karşılansa da birçok ülkede özellikle dezavantajlı kesime destek sunmada yetersiz kaldı. Bu eksiklik diğer bireyler tarafından karşılanmaya çalışıldı. Özellikle yaşlı bireyler bu dönemde kendi ihtiyaçlarını salgın hastalık döneminde karşılayamadığı için sivil toplum örgütleri ve gönüllü bireyler önemli hizmetler sundu. Sonuç olarak birçok afet örneğinde olduğu gibi COVID-19 sürecinde de bireyler arasında yardımlaşma ve dayanışma duygusu pekişse de yer yer insanlar arasında şiddetin oluşmasına kaynaklık ettiği tespit edildi. Bu çatışma yerel düzeyde bireyler arasında olduğu gibi makro düzeyde de meydana geldiği görüldü. Afet dönemlerinde dayanışma ve çatışma birlikte ortaya çıksa da hangisinin daha baskın olacağı toplumsal hafızanın etkili olacağı bilinmektedir. Afetlerde dayanışmanın baskın olması için toplumsal hafızanın güçlü tutulması gerektiği öngörülmektedir.
This study, disadvantaged in international refugee and forced migration movements, the risks faced by children, who are a socially vulnerable group, and the disadvantaged, special needs of children, the complex relationship between... more
This study, disadvantaged in international refugee and forced migration movements, the risks faced by children, who are a socially vulnerable group, and the disadvantaged, special needs of children, the complex relationship between children, vulnerability, and migration, especially in the case of thousands of children who have recently disappeared, leaving their places to survive and move to European countries. as arguing. Especially in refugee and forced population movements, although all individuals involved in the migration process face various problems, socially vulnerable groups such as the disabled, the elderly, and children are deeply affected by this process. Most of the children who migrated are disconnected from their families, migrated unaccompanied or thought to be abducted by gangs. The reports that have been prepared find that thousands of children disappeared in Germany, France, Italy, Spain, Sweden, England, and other European countries after 2015. The disappearing refugee and migrant children are not only limited to Europe but when thousands of children migrate either unaccompanied or with their families in other geographies, they lose their connection after a certain period and are not traced. It is fact that the disappearing population consists of children indicates how vulnerable children are during the migration process. The deeper exposure of children to the challenges of the migration process in population movements necessitates the development of an effective and humanitarian policy for migrant and refugee children on a global scale/Bu çalışma; uluslararası mülteci ve zorunlu göç hareketlerinde dezavantajlı, özel gereksinimleri ve sosyal savunmasız bir grup olan çocukların maruz kaldıkları riskleri, hayatta kalmak için bulunduğu ve ait
oldukları mekânları terk ederek Avrupa ülkelerine yönelen fakat yakın zamanda kaybolan binlerce çocuk özelinde çocuk, savunmasızlık ve göç arasındaki karmaşık ilişkiyi teorik olarak tartışmaktadır. Özellikle mülteci ve zorunlu nüfus hareketlerinde göç sürecine dahil olan bütün bireyler az veya çok çeşitli sorunlarla karşılaşsa da engelliler, yaşlılar ve çocuklar gibi sosyal savunmasız kesimler bu süreçten daha derin bir biçimde etkilenmektedir. Göç eden çocukların önemli bir kısmı göç ettikten sonra aileleriyle bağlantıları kesilmekte, refakatiz göç etmekte ya da çeteler tarafından kaçırıldığı düşünülmektedir. Hazırlanan raporlar Almanya’da, Fransa’da, İtalya’da, İspanya’da, İsveç’te, İngiltere’de ve diğer Avrupa
ülkelerinde 2015 yılından sonra binlerce çocuğun kaybolduğu bulgusuna ulaşmaktadır. Kaybolan mülteci ve göçmen çocuklar sadece Avrupa coğrafyasıyla sınırlı kalmamakta diğer coğrafyalarda da binlerce
çocuk ya refakatiz olarak ya da aileleriyle birlikte göç ederken belli bir süre sonra bağlantıyı kaybetmekte ve izine rastlanılmamaktadır. Kaybolan kesimin çocuklardan oluşması çocukların göç sürecinde ne kadar savunmasız olduğuna işaret etmektedir. Nüfus hareketlerinde çocukların daha derin bir biçimde göç sürecinin zorluklarına maruz kalması küresel ölçekte göçmen ve mülteci çocuklara yönelik etkili ve insani bir politikanın geliştirilmesini zorunlu kılmaktadır
Bu çalışma, afet ve mekân arasındaki karşılıklı ilişkiyi teorik olarak analiz etmeyi amaçlamaktadır. Mekân afetin ortaya çıkmasında belirleyici olduğu gibi mekânda gelen afetler de mekânın dönüşmesinde oldukça etkili olmaktadır. Sadece... more
Bu çalışma, afet ve mekân arasındaki karşılıklı ilişkiyi teorik olarak analiz etmeyi amaçlamaktadır. Mekân afetin ortaya çıkmasında belirleyici olduğu gibi mekânda gelen afetler de mekânın dönüşmesinde oldukça etkili olmaktadır. Sadece doğa kaynaklı afetler mekâna içkin olarak ortaya çıkmamaktadır. Bizatihi insanın bir eseri olan mekânlar da afetlerin ortaya çıkmasını ya da şiddetinin daha yüksek olmasını etkilemektedir. İnsanın inşa ettiği bir nükleer santralin afete dönüşme ihtimali her zaman bulunmaktadır. Dolayısıyla hem doğal kaynaklar hem de insanın eseri olan mekânlar afetin yapısı ve türü ile ilişkili olduğu anlaşılmaktadır. Özelikle modern dönemde insanlar tarafından inşa edilen yapay mekânlar afetlerin artışında aktif rol almaktadır. Bununla birlikte insanın yerleşme düzeni, biçimi ve alışkanları da afetlerle ilişkilidir. COVID-19’un neden Çin’in Vuhan kentinde ortaya çıkıp dünyaya yayıldığı aynı zaman da konunun mekânsal boyutunu yansıtmaktadır. Bununla birlikte mekândaki nüfus ve insan ilişkileri yoğunluğu bir salgın hastalık olarak COVID-19’un tarihte görülmemiş bir biçimde hızlı yayılmasında etkili olmuştur. COVID-19 mekânı ve mekânda gerçekleşen insan davranışlarını şekillendirmektedir. COVID-19’un yoğun olduğu mekânları terk eden insanlar mümkün oldukça yayılımın az olduğu mekânlara yönelmekte ve bu mekânları tercih etmektedir. Diğer taraftan insanlar COVID-19 sürecinde mekânı salgın hastalığa karşı tepkisel bir biçimde yeniden tasarlama yoluna gitmektedir. Restoranlar, marketler, oteller, tatil merkezleri ve insanların topladığı diğer mekânlar COVID-19 kapsamında yenilenmektedir. Hastalığın yayılım hızına bağlı olarak mekân yeniden tasarlanırken birey davranışlarını değiştirmek zorunda kalmaktadır. Daha önce aynı mekânda sergilemiş olduğu bir davranış normal karşılanırken aynı mekânda COVID-19 sürecinde aynı davranışı sergilemek anormal bir davranış ya da suç unsuru olabilmektedir. Mekân sahip olduğu özelliklere bağlı olarak bir fırsata ya da tehlikeye dönüşebilmektedir. Bu kapsamda temasın oldukça az ve zorunlu olmadığı kırsal mekânlar COVID-19’un en az yayıldığı bölgeler olmaktadır. Diğer yandan insan hareketliliğinin en fazla olduğu diğer mekânlar COVID-19 yayılımı açısından bir tehdit aracına dönüşmektedir. Dolayısıyla riskin en fazla olduğu mekânlar en dönüşüme maruz kalan mekânlar olmaktadır. İnsanların birbiriyle temasın az olduğu mekânlarda sosyal ilişkiler normal seyrinde ilerlerken temasın fazla olduğu mekânlarda sosyal ilişkiler yeniden düzenlenmekte ve mekân buna uygun bir hale getirilmektedir./This study aims to analyze the mutual relationship between disaster and space theoretically. As the place is determinant in the emergence of a disaster, the disasters that come in the space are also very effective in the transformation of the space, which are the work of human beings themselves, affect the emergence of disasters or their higher intensity. There is always the possibility that a human-built nuclear power plant could turn into a disaster. Both natural resources and human-made spaces are related to the nature and type of disaster. Artificial spaces built by people play an active role in the increase in disasters. Human habitation and habits are also related to disasters. Why COVID-19 emerged in Wuhan, China, and spread to the world also reflects the spatial dimension of the issue. COVID-19 shapes space and human behavior in space. People who leave the places where COVID-19 is intense are turning to and preferring places with less spread as much as possible. In the process of COVID-19, people are going to redesign the space in a reactive way against the epidemic. Restaurants, markets, hotels, holiday centers, and other places where people gather are being renovated within the scope of COVID-19. Depending on the spread rate of the disease, the individual has to change his behavior while space is redesigned. While a behavior that he previously exhibited in the same place is considered normal, exhibiting the same behavior during the COVID-19 process in the same place may be an abnormal behavior or an element of the crime. Space can turn into an opportunity or a danger depending on its features. In this context, rural areas where contact is not very low and not compulsory are the regions where COVID-19 is the least spread. Other places where human mobility is greatest are turning into a threat tool in terms of the spread of COVID-19. The places with the highest risk are subject to the most transformation while social relations progress normally in places where people have little contact with each other. Social relations are rearranged in places where there is much contact, and space is made suitable for it.
ÖZET Genel olarak afet, belli bir bölgede hayatın merkezinde olan insanı tehdit eden, normal akışında devam eden gündelik hayatı alt üst eden, can ve önemli oranda mal kaybına neden olan, alt yapıyı tahrip eden, birçok açıdan sosyal... more
ÖZET Genel olarak afet, belli bir bölgede hayatın merkezinde olan insanı tehdit eden, normal akışında devam eden gündelik hayatı alt üst eden, can ve önemli oranda mal kaybına neden olan, alt yapıyı tahrip eden, birçok açıdan sosyal yaşamı kesintiye uğratan ve kısa vadede üstesinden gelinemeyecek olaylar olarak tanımlanmaktadır. Afetler; tanımlama biçimine, karakterine, nedenine ve daha birçok unsura göre sınıflandırılabilmektedir. Afet tanımının sahip olduğu özellikler, savaş ve iç çatışmalarla da birlikte ortaya çıktığı için savaş ve iç çatışmaların da insan tarafından imal edilmiş sosyal afetler olarak değerlendirilmesinin uygun olabileceği düşünülmektedir. Günümüzde dünyanın birçok bölgesinde ve özellikle Ortadoğu coğrafyasında adı konulmamış savaşlar ve iç çatışmalar devam etmektedir. Tarihsel olarak insan yaşamını tehdit eden koşullar belirginleştiğinde ve savunmanın mümkün olmadığı düşünüldüğünde mücadelenin bir biçimi olarak insanların riskler barındıran mekânları terk etmesi başvurulan ana stratejilerden biri olmuştur. Bugün de iç ve dış faktörlerin etkisiyle çatışmaların ve adı konulmamış vekâlet savaşlarının hâkim olduğu Suriye, Irak, Afganistan gibi ülkelerden ve bölgelerden savunmanın ve riskleri ortadan kaldırmanın bireysel çabalarla mümkün olmadığını düşünen milyonlarca insan, hayatını tehdit eden unsurları ortadan kaldırmak ve daha iyi bir yaşama sahip olmak için bulunduğu mekânları terk etmek zorunda kalmaktadır. Ancak afetle bir mücadele biçimi olarak başvurulan ve afet sonrası iyileşmeyi sağlayacak olan göç, birçok risk ve belirsizliği barındırmaktır. Her yıl binlerce düzensiz göçmen göç etmeye çalışırken hayatını kaybetmekte; bedensel, psikolojik ve sosyolojik birçok riskle karşı karşıya kalmaktadır. Dolayısıyla göç, savaş ve iç çatışma gibi sosyal afetlerle mücadelede başvurulan etkin yöntemlerden biri iken göçün kendisi taşıdığı risklerden dolayı bir afete dönüşebilmektedir. Bu çalışmada; sosyal afet türlerini oluşturan savaş, iç çatışma ve göç arasındaki karmaşık ilişkileri teorik bir yaklaşımla analiz etmeye çalışmaktadır.
Problem durumu:Türkiye’de eğitimle ilgili temel problemlerden biri lise türleri arasında yaşanan derin akademik başarı farklılığıdır. Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PİSA) 2012 Ulusal Ön Raporu’na göre, Türkiye’de matematik... more
Problem durumu:Türkiye’de eğitimle ilgili temel problemlerden biri lise türleri arasında yaşanan derin akademik başarı farklılığıdır. Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PİSA) 2012 Ulusal Ön Raporu’na göre, Türkiye’de matematik puanlarındaki farklılığın %62’si okul türleri arasındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır (MEB EARGED, 2013). Benzer bir biçimde 2012 Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Sınavı (ÖSYS) soncuna göre, Şanlıurfa Fen Lisesi’nden mezun olan öğrencilerin %62’si herhangi bir lisans programına yerleşirken, bazı liselerden mezun olan öğrencilerin hiçbiri herhangi bir lisans programına yerleşememiştir (ÖSYM, 2013). Farklı lise türleri (fen, Anadolu, düz ve meslek lisesi) arasında yaşanan bu akademik başarı farklılığın temel belirleyicilerinden biri öğrencinin aile geçmişidir. Aile geçmişi ise ekonomik sermaye, beşeri sermaye, sosyal sermaye ve kültürel sermaye olmak üzere çeşitli sermaye formlarına odaklanarak analiz etmek mümkündür. Öğrencinin araç-gereç gibi eğitim ile ilgili temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için ekonomik sermaye gereklidir. Ancak akademik başarı için ekonomik sermaye tek başına yeterli bir unsur değildir. Çünkü ÖSYM’nin gerçekleştirdiği “2002 ÖSS Aday Anketi” çalışmasına göre, ailenin ekonomik sermayesi ile öğrencinin akademik başarısı arasında ancak belli bir noktaya kadar pozitif ilişki vardır. ÖSYM’nin bu çalışmasına göre, öğrencinin akademik başarısının esas belirleyicisi, aile fertlerinin eğitim düzeyini gösteren beşeri sermayedir. James Coleman yaptığı çalışmalarda (1966, 1988) öğrencinin akademik başarısında etken olan durumları açıklarken aile geçmişinin ve sosyal sermayenin önemi üzerinde durduğu görülmektedir. Coleman’a göre aile; ekonomik ve beşeri sermaye açısından güçlü olsa bile eğer çocuğunun eğitim süreçlerine katılmıyorsa, akademik başarısı için çaba göstermiyorsa öğrencinin başarısız olma ihtimali yüksektir. Başka bir ifade ile çeşitli açılardan ailenin sosyal sermayesi zayıf kalmışsa ekonomik ve beşeri sermaye var olan olumlu işlevini yitirir. Bourdieu ve Passeron (1996) ise öğrencinin akademik başarısını analiz ederken ailenin kültürel sermayesini merkeze alır. Bourdieu ve Passeron’a göre, toplumun üst ve orta katmanlarından gelen öğrenciler okulda öğreneceği bilgileri, aile içerisinde sosyalleşme sürecinde edindiği habitus ve pratikler sayesinde öğrendiği için okula hazır bir biçimde gelir ve diğer öğrencilere göre birkaç adım ilerde başlar. Kültürel sermayeden kaynaklanan ve öğrenciler arasında okulun ilk yıllarında meydana gelen bu ayrışma, yeniden üretilerek daha sonraki yıllarda devam eder. Araştırmanın amacı: Bu araştırmanın amacı, farklı ortaöğretim kurumlarında (fen, Anadolu, düz ve meslek liseleri) öğrenim gören öğrencilerin akademik başarılarını ailelerinden miras aldığı ekonomik, beşeri, sosyal ve kültürel sermaye formlarına odaklanarak açıklamaya çalışmaktır. Araştırmanın yöntemi: Bu araştırmada; ekonomik, beşeri, sosyal ve kültürel sermaye ile akademik başarı arasındaki kompleks ilişkiyi analiz edilirken karma araştırma yöntemi kullanılmıştır. Dolayısıyla daha fazla öğrenci kitlesinin görüşlerine ulaşmak amacıyla nicel yöntem, ailelerin eğitime yönelik algı ve tutumunu öğrenmek amacıyla da nitel yöntem kullanılmıştır. Bu çalışmada, eş zamanlı karma araştırma modeline (Creswell, 2009) dayanarak bir taraftan öğrencilere anket uygulanırken diğer taraftan öğretmen ve öğrenci velileriyle de görüşmeler yapılmıştır. Çalışmanın evrenini, Şanlıurfa merkezde farklı ortaöğretim kurumlarında öğrenim gören öğrenciler, öğrencilerin velileri ve öğretmenlerden oluşturmaktadır. Çalışmanın örneklemi ise tabakalı örneklem tekniği kullanılarak fen, Anadolu, düz ve meslek liselerinden toplam 10 okul seçilmiştir. 410 öğrenciye anket uygulanmış; öğrenci, veli ve öğretmen olmak üzere 30 kişi ile görüşme gerçekleştirilmiştir. Nicel verilerin analizinde frekans, yüzde ve Ki-kare testi analiz teknikleri kullanılmış, nicel ve nitel veriler eklektik bir biçimde analiz edilmiştir. Araştırmanın bulguları: Araştırma bulguları fen lisesinde okuyan öğrencilerin ailelerinin ekonomik durumunun iyi olduğu, çocuklarının eğitim süreçlerine katıldığı, eğitim ve sosyal mesleki statülerinin yüksek olduğu, okullarda verilen eğitim pratikleri hakkında bilgi sahibi oldukları ve eğitime yönelik olumlu bir tutum besledikleri görülmektedir. Başka bir ifadeyle bu lisede okuyan öğrencilerin büyük çoğunluğunun aile geçmişinin bütün sermaye formları açısından güçlü olduğu görülmüştür Düz ve meslek liselerde okuyan öğrencilerin ailelerinin ya bütün sermaye formlarından yoksun olduğu ya da sadece ekonomik sermaye açısından güçlü olduğu görülmektedir. Lakin diğer taraftan ailelerin diğer sermaye formları açısından zayıf kaldığı için ekonomik sermayenin var olan olumlu işlevinin de yitirildiği görülmektedir. Örneğin düz ve meslek liselerinde okuyan bazı öğrencilerin velileriyle yapılan görüşmelerde ve yapılan ev ziyaretlerinde ailenin ekonomik durumunun iyi olduğu, geçim sıkıntısı ile ilgili bir problemin olmadığı görülmüştür. Ancak bu tür ailelerin eğitim düzeyi, sosyal mesleki statüsü düşük ve eğitimle ilgili temel kültürel kodlara sahip olmadığı için çocuğun eğitim süreçlerine daha az katıldığı ve eğitime yönelik güçlü bir beklentinin olmadığı görülmüştür. Bunun yanında Anadolu lisesi öğrencilerine bakıldığında; hem fen lisesinde hem de düz ve meslek liselerinde okuyan öğrencilerinin bazı karakteristik özellikleri taşıdıkları bulgusuna ulaşılmıştır. Anadolu liselerinde okuyan öğrencilerin ailelerin bir kısmı ekonomik durumumu iyi, sahip olduğu sosyal ağların eğitim düzeyi yüksek ve kültürel eğitim kodlarına sahip olduğu görülmüştür. Ancak Anadolu liselerinde okuyan ve bütün sermaye formları açısından dezavantajlı bazı bireyler, STK ağlarına dahil olarak akademik başarı için bir kaynağa sahip olduğu tespit edilmiştir. Araştırmanın Sonuçları ve Öneriler:Araştırmanın sonucunda; ekonomik, beşeri, sosyal ve kültürel sermaye formları açısından güçlü ailelerden gelen öğrencilerin ÖSYS bakımından akademik başarı düzeyi yüksek fen ve kısmen Anadolu liselerine gittikleri tespit edilmiştir. Diğer yandan bu sermaye formlarının bütününden yoksun ya da bazı sermaye formları açısından güçlü fakat sermayeler arası akışkanın olmadığı ailelerden gelen öğrencilerin büyük çoğunlukla düz ve meslek liselerine gittikleri görülmüştür. Sonuç olarak bu çalışma göre, öğrencilerin akademik başarı düzeylerini artırmak için sadece ekonomik destek değil, bunun yanında öğrencilerin beşeri, sosyal ve kültürel sermayelerini güçlendirmeye yönelik çözümler üretilmesi gerekmektedir. Kaynakça Bourdieu, P. and Passeron, J. C. (1996). Reproduction in education, society and culture (Translated from the French by R. Nice). Londra: Sage Publication. Coleman, J. (1966). Equality of educational opportunity -coleman study (EEOS). Codebook and study report. ICPSR Interuniversity Consortium for Political and Social Research. Coleman, J. (1988). Beşeri sermayenin yaratımında sosyal sermaye: sosyal sermaye – kuram, uygulama, eleştiri (Der: M.M. Şahin ve A.Z. Ünal). İstanbul: Değişim Yayınları. Creswell, J. W. (2009). Research design: qualitative, quantitative, and mixed method approaches. London: Sage Publications. EARGED http://yegitek.meb.gov.tr/earged/ (Erişim tarihi: 12.2.2014). ÖSYM http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/311268.asp (Erişim tarihi: 5.11.2013).
Bu çalışmada sosyal politikanın bir unsuru olan eğitim olgusu Şanlıurfa ili özelinde analiz edilmektedir. Bu bağlamda Şanlıurfa’da yakın dönemde eğitim alanında meydana gelen gelişmeler ve sorunlar sosyal politika açısından... more
Bu çalışmada sosyal politikanın bir unsuru olan eğitim olgusu Şanlıurfa ili özelinde analiz edilmektedir. Bu bağlamda Şanlıurfa’da yakın dönemde eğitim alanında meydana gelen gelişmeler ve sorunlar sosyal politika açısından incelenmektedir. Bu doğrultuda idareci, öğretmen, öğrenci, veli ve eğitim sendikaları ile yapılan görüşmelerden yararlanılmış ve eğitimle ilgili istatistik verileri değerlendirilmiştir. Elde edilen verilerden yola çıkarak Şanlıurfa’da yakın dönemde eğitimle ilgili gelişmeler olmakla birlikte spesifik problemlerin devam ettiği görülmüştür. İstenilen düzeyde olmamakla birlikte son yıllarda öğretmen ve derslik başına düşen öğrenci sayısının düştüğü ve okullaşma oranının hızla arttığı tespit edilmiştir. Eğitime erişimle ilgili problemin azaldığı ancak nitelikli eğitime erişimin ve yoksulluğun eğitim üzerindeki olumsuz etkisinin devam ettiği görülmüştür. Meslek edinmede yerel unsurların kısmen göz ardı edildiği belirlenmiştir. Sosyal politika bir yönüyle ülke insanının refahının yükseltilmesi ise bunu eğitim kurumu ile bir ölçüde gerçekleştirmenin olanağı mevcuttur ve Şanlıurfa buna dâhildir.