Skip to main content

Ahmet Akman

Mahkemelerdeki hak arayışlarının belli bir yargılama usulüne tabi olması ve hu-kuki bir iddia ve talepte bulunan kişinin yargılama sürecinde bunları ispat etmesi gerekir. İslam hukukunda kabul edilen davacıya ispat ve davalıya da yeminin... more
Mahkemelerdeki hak arayışlarının belli bir yargılama usulüne tabi olması ve hu-kuki bir iddia ve talepte bulunan kişinin yargılama sürecinde bunları ispat etmesi gerekir. İslam hukukunda kabul edilen davacıya ispat ve davalıya da yeminin gerekmesi evrensel bir hukuk prensibi haline gelmiştir. Yargılama sürecinde mahkemelerde geçerli olan bazı ispat vasıtaları vardır. Osmanlı klasik döne-minde kadı mahkemelerinde var olan yargılama usulü ve ispat araçları Tanzimat sonrasında usul hukuku bakımından bazı değişimlere uğramıştır. Her iki alanda da ağırlıklı Fransız hukuku kaynaklı kanunlaştırmalar yapılmıştır. Mecelle’nin son dört kitabında yargılama usulü düzenlenmiş ve bu hükümler nizami ve şer’i yargıda uygulanmıştır. Konu Mecelle ile ve dolayısıyla özel hukuk alanı ile sınırlı olmak üzere ispat vasıtalarını ele almaktadır.
The resolution of similar cases according to the same or similar general rules is very important in terms of stability in legal understanding and practice. In this respect, universal rules (basic rules) contribute to the development of... more
The resolution of similar cases according to the same or similar general rules is very important in terms of stability in legal understanding and practice. In this respect, universal rules (basic rules) contribute to the development of legal logic. As of the history of Islamic law, practices and legal works that are the product of this logic have been encountered since the early periods. An important part of these rules are either taken directly from the Ḳur'ān and Ḥadīt̲ h̲ or they have emerged as the common meaning of the texts. However, these basic rules were subject to a legalization for the first time and comprehensively through Med̲j̲elle-yi Aḥkām-i̊ ʿAdliyye. These were arranged within the framework of the first hundred articles of the Med̲ j̲ elle, which can be accepted as the most important national code of the Ottomans. Among these, one of the important components of the compensation law in Article 91;"legal permissibility (cevāz-ı şerʿî) does not create liability." is included. After emphasizing the importance of remedying the damage and the consequences of the tortious act in different articles, it concisely regulates the relationship between the legal permissibility and the compensate of the damage, which is among the reasons for legality. Instead of being directly applied in courts, universal rules have a guiding and opinion-forming effect for judges, practitioners and lawyers.
Bu makale, iTenticate yazılımınca taranmıştır. İntihal tespit edilmemiştir/This article has been scanned by iTenticate. No plagiarism detected. Yayıncı/Published by: Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi/Sivas Cumhuriyet... more
Bu makale, iTenticate yazılımınca taranmıştır. İntihal tespit edilmemiştir/This article has been scanned by iTenticate. No plagiarism detected. Yayıncı/Published by: Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi/Sivas Cumhuriyet University, Faculty of Theology. Etik Beyan/Ethical Statement: Bu çalışmanın hazırlanma sürecinde bilimsel ve etik ilkelere uyulduğu ve yararlanılan tüm çalışmaların kaynakçada belirtildiği beyan olunur/It is declared that scientific and ethical principles have been followed while carrying out and writing this study and that all the sources used have been properly cited (Ahmet Akman). Bu makale Creative Commons Alıntı-GayriTicariTüretilemez 4.0 (CC BY-NC 4.0) Uluslararası Lisansı altında lisanslanmıştır./This article is an open access article distributed under the terms and conditions of the Creative Commons Attribution-NonCommercial-NoDerivatives 4.0 (CC BY-NC 4.0) International License.
Türk Borçlar Kanununda beğenme koşulu ile satış, alıcının satılanı deneyerek veya gözden geçirerek beğenmesi koşuluyla yapılan satış olarak tanımlanır. Satış sözleşmesinin bu türünde alıcı satılanı kabul edip etmemekte tamamen serbest... more
Türk Borçlar Kanununda beğenme koşulu ile satış, alıcının satılanı deneyerek veya gözden geçirerek beğenmesi koşuluyla yapılan satış olarak tanımlanır. Satış sözleşmesinin bu türünde alıcı satılanı kabul edip etmemekte tamamen serbest hareket eder. İradesi beğenme yönünde olursa geçerli bir satış sözleşmesi olarak hüküm ve sonuçlar doğurur. Alıcı beğenme şartına bağlı olarak geciktirici iradi bir hakka sahip olmuş olur. Bekleme döneminde tarafların hak ve borçları söz konusudur. Bu dönemde alıcı maldan bazı yararlar elde etmiş olabilir. İradesi olumlu olduğunda bunlara sahip olmaya devam eder, aksi halde iade etmesi gerekecektir. Beğenme şartıyla satış sözleşmesi Türk Borçlar Kanununda 249-252 maddeleri arasında düzenlenmiştir. Bu satış türünün tanımı ise md. 249'da verilmiştir. Bu maddeye göre, "Beğenme koşuluyla satış, alıcının satılanı deneyerek veya gözden geçirerek beğenmesi koşuluyla yapılan satıştır." Yine kanun tarafların hak ve borçlarını 250. maddede tespit etmiştir. Buna göre, "Beğenme koşuluyla satışta alıcı, satılanı kabul etmekte veya hiçbir sebep göstermeksizin geri vermekte serbesttir. Satılan, alıcının zilyetliğine geçmiş olsa bile, satılanın mülkiyeti, beğenme koşulunun gerçekleştiği ana kadar satıcıda kalır." İslam hukukunda ve Mecelle'de bu müessesenin bir benzerini görmek mümkündür. Mecelle bu türden bir sözleşme için iki kavram kullanır: Sevm-i şirāʾ ve sevm-i naẓar. Bunlardan özellikle ilki beğenme koşulu ile satışla birçok bakımdan benzerlik gösterir. Bu sözleşme türünde malın beğenme şartına bağlı olarak teslimi söz konusudur. Ayrıca bedel taraflar arasında belirlenmiş ve üzerinde mutabık kalınmıştır. Bedel konusundaki bu hususiyet satılanın hasarı konusunda belirleyici olmaktadır. Sevm-i şirāʾ yolu ile satış sözleşmesinde bedelin konuşulmuş ve üzerinde anlaşılmış olması önemlidir. Ayrıca alıcının malı teslim alması gerektiği de Mecelle md. 298'de ifade edilmiştir. Mecelle md. 299'da düzenlenmiş sevm-i naẓarda ise malı görmek ve başkasına göstermek üzerinde durulmuştur. Bu ikincideki sorumluluk ilkinden farklı olarak emanet kapsamında değerlendirilmiştir. Sevm-i şirāʾ ve naẓar arasında belirtilen farklar dikkate alındığında, sevm-i şirāʾnın Türk hukukunda yer alan beğenme koşuluyla satış hükümleri ile önemli ölçüde benzerlik arz ettiği göze çarpar. Bu benzerliklerden en önemlisi genel görüşe göre beğenme şartıyla satış sözleşmesinin geciktirici şarta rağmen kurulmuş olması itibariyle sevm-i şirāʾda olduğu gibi teslime bağlı olarak hasarın alıcıya geçmesidir. Çalışma konuyu ağırlıklı olarak Mecelle özelinde ve İslam hukuku bakımından ele almakta, Türk Hukuku ile önemli ayrım ve benzeşim noktalarında konunun özü itibariyle karşılaştırmalar yapmaktadır.
Sulh sözleşmesi, kişiler arasında ihtilafların çözümünde dava yoluna nispetle farklı bir yaklaşımı ifade eder. Dava süreci içerisinde sulhun gerçekleşmesi bir yargılama hukuku sorunudur. Yargılama dışında da tarafların sulh sözleşmesi... more
Sulh sözleşmesi, kişiler arasında ihtilafların çözümünde dava yoluna nispetle
farklı bir yaklaşımı ifade eder. Dava süreci içerisinde sulhun gerçekleşmesi
bir yargılama hukuku sorunudur. Yargılama dışında da tarafların sulh
sözleşmesi yapması mümkün ve bu halde bir maddi hukuk konusunu oluşturur.
İslâm hukukunda sulhun izlerini naslarda görmek mümkündür. Sulhun
daha hayırlı olduğu ayetinden ihtilafların çözüm yöntemi olarak sulhun
öncelendiği anlaşılmaktadır. Hz. Ömer, “Tarafları sulha yönlendirin, çünkü
davaların mahkeme kararıyla hükme bağlanması onlar arasında düşmanlık
meydana getirir.” demek suretiyle sulhun önemine işaret etmiştir. Sulh sözleşmesi,
bir hukuki anlaşmazlığı gidermek için tarafların hak ve davadan bir
bedel karşılığında vazgeçmesidir. Mecelle’de tarafların iradeleriyle meydana
gelen bir sözleşme olarak düzenlenmiştir. Hukuka bağlı bir devlette yargı
ve mahkemelerin varlığı temel bir husustur. Ancak yargı süreçleri bazen taraflara
yorucu bir süreç yaşatır. Bu sebeple tarihi süreç boyunca hâkim ve
bölgenin ileri gelenleri ile kişinin yakınları, tarafları sulha davet etmişlerdir.
Sulhun yaygın oluşu kadı sicillerindeki kayıtlardan anlaşılmaktadır. Özellikle
alış veriş, ticaret, aile hukuku ihtilaflarında ve kişi hukukunu ilgilendiren
ceza ve haksız fiil davalarında çokça sulha başvurulmuştur.
Mecelle, külli kaidelere başlamadan önce fıkıh ilminin ne olduğunu
açıklamıştır.
Dava konusu olan bir suçun belli bir süre içerisinde davaya konu edilerek cezai hükümle muhatap olmaması, yahut verilen ceza hükmünün belli bir süre içerisinde infaz edilmemesi halinde söz konusu kişinin cezalandırılması imkan dahilinden... more
Dava konusu olan bir suçun belli bir süre içerisinde davaya konu edilerek cezai hükümle muhatap
olmaması, yahut verilen ceza hükmünün belli bir süre içerisinde infaz edilmemesi halinde söz konusu
kişinin cezalandırılması imkan dahilinden çıkabilmektedir. Devlet cezalandırma hakkını, öngörülen
zamanaşımı süresi içerisinde kesinti ve durma olmaksızın kullanmamakla, bu hak kullanılır olmaktan
çıkmaktadır. İslam hukukunda zamanaşımı kavramının hukuk yahut ceza olsun içtihatla ortaya çıkmış
bir müessese olduğunu görüyoruz. İslam hukukunda olduğu gibi batı hukuk sistemlerinde de bazı
farklılıklarla zamanaşımı müessesesinin Roma hukukunda itibaren var olduğu görülür. Osmanlı
uygulamasında da Sultanın iradesi ile farklı zamanaşımı süreleri öngörülerek çeşitli düzenlemelere
konu olmuştur.
The relations between the religion-morality-law triad, especially in Islamic societies, have been strong and balanced in the course ofhistory. However, in Islamic societies, there were also periods when the relationship between these... more
The relations between the religion-morality-law triad, especially in
Islamic societies, have been strong and balanced in the course ofhistory.
However, in Islamic societies, there were also periods when the
relationship between these three was problematic.
Siinûf fi Ahkami'I-Vükûf about foundations, it is «٠، necessary for the foundation to be a Muslim. In this regard, by making foundation ofnon- Muslim home, to the poor and sick non-Muslim مء/ه Muslim's benefit is valid. It مء/ه applies... more
Siinûf fi Ahkami'I-Vükûf about foundations, it is «٠، necessary for the
foundation to be a Muslim. In this regard, by making foundation ofnon-
Muslim home, to the poor and sick non-Muslim مء/ه Muslim's benefit is
valid. It مء/ه applies ifa Mecûsi ءء، ه/ا، م' ا،ء his house first to his sons and
then to Jewish and Mecusi. In Article 325 o f the same work, if a
Muste'men [which enters into the Islamic country with an emanpassport,
visa etc.) declares a foundation is valid about the permissible
subjects fo r the non-Muslim foundations in the Islamic country. In Article
313, it is stated that non-Muslim foundations will be valid by stating that
the approach to Allah - kurbet - condition will be realized in the
foundations they have built fo r non-Muslims and then fo r Muslim and
then all the poor.
Foundations also play an im portant role in the convergence o f
individuals in the society along with some other issues in accordance
with the national system in Ottoman society. In this context, as it
prevents many social problems by including Muslim and non-Muslim
individuals through foundations established by Muslims; by providing the
same opportunity to non-Muslims in accordance with Islamic law, it has
been achieved mutual social solidarity through foundation and
maximum social contribution has been made in meeting essential needs.
Vakıflar hukukunda “tevliyet” kavramı vakıfların yönetimini anlatır. Vakıflarda esas olan bir mülkün mülkiyetini ebedi olarak alınıp satılmaktan alıkonularak, âmmenin menfaatine tahsis edilmesidir. Tahsis edildikleri âmme hizmetlerini... more
Vakıflar hukukunda “tevliyet” kavramı vakıfların yönetimini anlatır. Vakıflarda
esas olan bir mülkün mülkiyetini ebedi olarak alınıp satılmaktan alıkonularak,
âmmenin menfaatine tahsis edilmesidir. Tahsis edildikleri âmme
hizmetlerini kesintisiz ve sürekli idame ettirebilmeleri, vakıflarda hayati derecede
önemlidir. Vakıfların sürdürülebilirliklerinin sağlanması için vakfın
kendisi ve gelir getiren mallarının sağlam ve tahsis edildikleri vazifeyi yerine
getirebilir halde tutulması gerekir. Bütün bunları sağlayıcı temel fonksiyon
ise vakıfların iyi yönetilmeleridir. Vakıflarda esas olan onların kendi mütevellileri
vasıtasıyla yönetilmeleridir. Bunun için bazen vâkıf (vakfeden) bizzat
kendisi yönetici olur. Vakıf yönetiminde çeşitli şekillerde tevliyet fonksiyonu
yerine getirilemez durumda olursa, bu yönetim boşluğu mütevelli kaymakamlığı
müessesesi ile doldurulmaktadır. Eğer bu yapılmayacak olursa vakfın
menfaat ve maslahatı zarara görür. İ􀇚şte bu sebeple Mütevelli Kaymakamı
ihtiyaç olduğunda devreye giren önemli fonksiyonlardan birisidir.
Vakıflar, İslam Medeniyeti ile gelişip toplumun, hemen her alanda yaralarını sarmaya yönelmiş kurumlardır. İslam Peygamberi ve arkadaşlarının vakıf yaklaşımları, kendilerinden sonraki dönemlere model olmuştur. Vakıf kurmanın sahabe... more
Vakıflar, İslam Medeniyeti ile gelişip toplumun, hemen her alanda yaralarını sarmaya yönelmiş kurumlardır. İslam Peygamberi ve arkadaşlarının vakıf yaklaşımları, kendilerinden sonraki
dönemlere model olmuştur. Vakıf kurmanın sahabe
arasında çok yaygın oluşu, ilk dönemden itibaren
hayra yönelişin hangi seviyede olduğunu gösterir.
İlk İslam devletlerinden itibaren gelişmesini sürdüren vakıflar, Selçuklu ve özellikle Osmanlılar
devrinde zirveyi yakalamıştır. Erken cumhuriyet
devrinde vakıfların tasfiye sürecinin başlatılması,
tarihi gelişim açısından bir kesinti oluşturmuştur.
Vakıf adının tesise çevrilmesi, vakıf mülklerin satılması, vakıf yönelişinde duraklamayı getirir. Fakat sonraki yasal düzenlemelerle vakıflar; tarihi,
kültürel yapısı ile bütünleştirilmeye çalışılmıştır.
Toplumun bütünlük ve dayanışmasının sembol kurumu olarak vakıflar, günümüzde de insana, topluma, ülkeye sahip çıkmanın özgün kurumları olarak
etkinliğini sürdürmektedir.
Avârız vakıfları, İslam-Osmanlı vakıf medeniyeti içerisinde kendine özgü bir vakıf çeşididir. Osmanlı döneminde klasik vergiler dışında, doğal afet ve savaş durumlarında para, mal ve hizmet şeklinde nakdi ve ayni talep edilen düzensiz... more
Avârız vakıfları, İslam-Osmanlı vakıf medeniyeti
içerisinde kendine özgü bir vakıf çeşididir.
Osmanlı döneminde klasik vergiler dışında, doğal
afet ve savaş durumlarında para, mal ve hizmet
şeklinde nakdi ve ayni talep edilen düzensiz vergiler,
avârız olarak adlandırılmıştır. Avârız vakıf türü
ile belirtilen örfi vergileri ödemeye gücü yetmeyen
belde ve mahalle sakinleri desteklenmiştir. Sonradan
bu vergilerle ilgili yükümlülük eski önemini
kaybedince, bu vakıfların gelirleri, köy ve mahalle
sakinlerinin beklenmedik, ani gelişen zaruri
ihtiyaçlarına sarf edilmeye başlandı. Günümüzde
sosyal yardım kuruluşları ve belediyeler tarafından
yerine getirilen hizmetler, Osmanlı döneminde bu
vakıflar aracılığı ile yapılmaktaydı. Bu vakıflardan
istifade noktasında Müslim ve gayrimüslim ayrımı
yapılmaz, vakfın bulunduğu yerleşim yerinde
karışık halde oturan herkes, eşit şekilde bu vakıf
hizmetinden istifade ederdi. Esnaf kuruluşları da
kendi üyeleri için avârız vakıfları yöntemiyle sandıklar
oluşturmuşlardır. Sosyal yardımlaşma amacına
yönelik olarak bazı masraflar, aniden meydana
gelen ortak ihtiyaçlar başta olmak üzere, iflas ve diğer şekillerde işleri kötüye giden üyelerin, borç
almak ve fon sağlamak şeklindeki ihtiyaçları da bu
sandıklardan karşılanmıştır. Cumhuriyet döneminde
avârız vakıflarının mal ve paraları, eğitim için
harcanmış ve belediyelere aktarılmıştır.
Günümüzde yaşanan virüs salgınına İslam ve Türk hukuk tarihi perspektifinden baktığımızda Darüşşifaların önemli fonksiyonlar icra ettiğini görürüz. İslam tarihinde konunun Hz. Peygamber’den itibaren özellikle salgın boyutundaki vak’alara... more
Günümüzde yaşanan virüs salgınına İslam ve Türk hukuk tarihi perspektifinden
baktığımızda Darüşşifaların önemli fonksiyonlar icra ettiğini
görürüz. İslam tarihinde konunun Hz. Peygamber’den itibaren özellikle
salgın boyutundaki vak’alara ilişkin bugüne de ışık tutabilecek ölçüde
bulaş tehlikesine karşı tedbirler alınmıştır. Bu tedbirlere Hz. Peygamber
sonrası dönemde de riayet edildiğini görüyoruz. Hz. Ömer’e Şam’da
veba çıktığı haberi verilince vebanın olduğu yere gitmemiş, kendisine,
“Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” sorusuna Allah’ın kaderinden yine
O’nun kaderine sığındığını cevabını vermiştir. (Buhârî, Ṭıb 30; Müslim,
Selâm 98-100) Salgın olan yere yaklaşmamak ve salgın olan yeri terketmemek,
bu tedbirler arasında bugün de benzer şekilde görülen sosyal mesafe
ve karantina altında kalmak tedbirlerine oldukça benzer yönleri bulunmaktadır.
749 (1348) yılında geniş bir coğrafyaya yayılan tâun sırasında
Şam şehri ve yakınlarında günde 300’den fazla insanın öldüğünü, sadece
Emeviyye Camii’nde bir vakitte on beş kişinin cenaze namazının kılındığını
kayıtlarda geçmektedir. Osmanlı döneminde salgın bulunan yeri
terk konusunda hukukçuların eserlerinde çeşitli tartışmalara rastlanır. 16.
Yüzyıldan sonra bulaşıcı hastalık olan bölgeden havası daha temiz bölgelere
intikalin cevazıyla ilgili fetvalar verilmiş olduğunu gibi, salgından kaçarak
görevini yerine getirmeyen kamu görevlilerine de ta’zir ve azil cezaları
verilmiştir. İslam dünyasında ilk darüşşifa 707 yılında Emevi Halifesi
Velid b. Abdülmelik tarafından kurulmuştur. Bundan sonraki dönemlerde
bîmaristan ve darüşşifa olarak sağlık hizmetleri belli ölçüde kurumsallaşmıştır.
İlk Selçuklu eserinin de Nizamülmülk tarafından kurulduğunu görüyoruz. Yine Bağdat’da 1066’da Nizamiye Medresesi ve
Hastanesi bunu takip etmiştir. Sonrasında Harran ve Mardin’deki hastanelerinin
de içinde olduğu birçok şehirde benzer darüşşifaları görüyoruz.
Anadolu Selçuklularında da bu atılımın sürmesi ile yine birçok yerleşim
yerinde bölgesel hizmet kabiliyeti de olan darüşşifaları görmekteyiz.
Bunlar arasında en bilinenlerinden olarak Kayseri Gevher Nesibe, Sivas
Keykavus ve Konya Alaeddin darüşşifaları zikredilebilir.
Bu darüşşifaların kuruluş ve işleyişlerinde İslam tarihinde önemli bir
yer tutan vakıf medeniyetinin izlerini görmek mümkündür. Birçok alanda
vakıf yoluyla kamu hizmeti yerine getiren vakıflar, sağlık alanında özellikle
devletin önemli ölçüde yükünü almış görünmektedir. Bu müesseselerin vakıf
yoluyla sürdürülebilirlikleri sağlanmıştır. Vakıf hukukunda kuruluş ana
statüsü olan vakfiyelerde vakfın kurucusunun iradesi çok önemli yer tutar.
Vâkıfın ortaya koyduğu şartlar şâriin (kanun koyucunun) nassı gibidir. Bu
vakfiyelerde özellikle gelirlerin neler olduğu ortaya konurken, bir hastane
kurumu düşünüldüğünde harcama yerleri de detaylı ortaya konmak durumundadır.
Darüşşifaların işletmesi için gereken kaynağın tedariki bakımından
han, hamam, ürün veren arazi işletmeleri türündeki gelir getirici
müsteğallat ve müsakkafat belirtilir. Sonraki dönemlerde de vakıf kurucusu
yahut başkalarının bu amaçla tasarrufta bulunmaları hep görülen hususlardandır.
Bunlar vakfiyelerin kadı sicillerine tescili ile ve ayrıca bu belgelerde
şahitlerin (şühûdu’l-hal) imzaları ile kayıt altına alınırdı. Ayrıca bu gelirlerin
câbiler tarafından toplama usulleri, kimlerin vakfın amaçlarına uygun
olarak bu gelirlerden harcama yapacakları vakfiyelerde açık olarak belirtilmekteydi.
Hazırlanan vakfiyelerde darüşşifanın işleyiş şekli kesin kurallara
bağlanırdı. Vakfiye artık o hastanenin tüzüğü mesabesindeydi. Vakıf mütevellileri
sistemin idaresinden sorumlu oldukları kadar, görevliler üzerinde
iç kontrol mekanizmasını sağlamakla da yükümlüydüler. Ayrıca genellikle
mütevelliden farklı bir kişi olarak, nazır adı verilen bir kontrol görevlisi de
bu konuda daha özel bir misyon üstlenmişti. Hastanenin düzeni ve işletilmesinden
esasen mütevelli sorumlu olup, bu şahıs vakıf kurucusunun güvendiği
ve işin ehli bir kimse olmak durumundadır. Vakfiyede sonraki mütevelliler
için açık ve bağlayıcı bir tanımlama yapılmamışsa bu konuda yetki
mahkemede olmaktadır. Mütevelli ayrıca hastalıkların teşhisi ve tedavisikonusunda gereken tedbirleri almakla yükümlüdür. Bunlar yapılmadığında vakfın amacına uygun davranılmış olmaz. Konunun vakıf darüşşifa ilişkisini ortaya koymak bakımından vakfiyeler en temel hukuki belgelerdir.
AhmetAKMAN in sa n ın A n a y a s a la rd a ve u lu sla ra ra sı sö z leşm elerd e g a ra n ti altın a alın m ış şe k liy le en ö n e m li h a k k ı, h a y a t h akkıdır, in s a n ın m ad d i v e m a n e v i v arlığ ı, b e d e n ve ru h... more
AhmetAKMAN in sa n ın A n a y a s a la rd a ve u lu sla ra ra sı sö z leşm elerd e g a ra n ti altın a alın m ış şe k liy le en ö n e m li h a k k ı, h a y a t h akkıdır, in s a n ın m ad d i v e m a n e v i v arlığ ı, b e d e n ve ru h sa ğ lığ ı b ü tü n lü ğ ü içerisin d e k o ru n m alı v e sü rd ü rü lm elid ir. H a sta lık ise, h a y a t h a k k ım o rta d a n k a ld ıra b ile c e k en ö n e m li teh d itlerd e n d ir. B u h a k ü z e rin d e e n etk ili tasarru fla rd a b u lu n a n h e k im ile h asta arasın-d ak i ilişk i v e b u n u n so ru m lu lu k b o y u tu g ü n d e m e g elm ek ted ir. S ağ lık lı b ire y le rd e n o lu şa n b ir to p lu m m e y d a n a g e tirm e k k o n u su n d a tıp ilm in in g e lişm e sin e p a ra le l o larak , h u k u k u n d a b u ala n a m ü d a h il o ld u ğ u n u g ö rm ek tey iz. İn sa n h ay atı, İs lâ m 'da k o ru n m a sı g e re k e n b eş tem el e sastan b irisidir. B u da a n c a k insan sa ğ lığ ın a v e rile c e k ö n em le g e rç e k te k o ru n ab ilir. B u n o k ta d a in sa n h k tarih i k a d a r esk i o la n he-k im v e o n u n so ru m lu lu ğ u d e v re y e girm ek ted ir. H e k im m ü d a h a le sin d e n z a ra r g ö rm ü ş h a sta n ın z a ra rın ın k a rşılan m ası, h a s ta h a k la rın ın g e lişim in e p a ra le l o la ra k g ü n d e m e g elm iştir. G erek li e ğ itim le ri alm ış, te d a v i k a s tıy la v e ö zen le h a s ta y a m ü d a h a le d e b u lu n a n h e k im le rin so ru m lu o lm a m a la rı T ü rk h u k u k u n d a o ld u ğ u kadar, Islâ m h u k u k u n d a d a te m e l h a re k e t n o k tası o lm u ş, so ru m lu o lu n m ası g e rek en d u ru m la r ise g id e re k k u su r so ru m lu lu ğ u k a v ra m ıy la ilişk ilen d iril-m iştir.
Özet: İstishâb, genel manada geçmişte mevcut olan bir hükmün, aksine hukuki bir de-lil bulunmadıkça varlığını devam ettirmesi olarak tanımlanır. Hukuki olarak delil olma niteliği tartışmalıdır. Mahiyeti ve deliller sıralamasında nerede... more
Özet: İstishâb, genel manada geçmişte mevcut olan bir hükmün, aksine hukuki bir de-lil bulunmadıkça varlığını devam ettirmesi olarak tanımlanır. Hukuki olarak delil olma niteliği tartışmalıdır. Mahiyeti ve deliller sıralamasında nerede yer aldığı konularında farklı değerlendirmeler olmuştur. Hanefi doktrininde genel kabul gördüğü şekil, var olan hükmü muhafazaya yöneliktir. Yeni hakların edinilmesinde olumlu katkısı yoktur. Bunun için yeni ve farklı delillere ihtiyaç vardır. Hanefi hukukçu Serahsî'nin de bakışının aynı olduğunu görüyoruz. Serahsî, konuyu dört başlıkta ele alır. Ona göre değişikliğin olmadığı kesin ise, istishâb geçerlidir. İslâm hukuk tarihinde istishâb delilinden kaynak-lanan önemli genel kurallar oluşmuştur. Kavaid-i külliye tabir edilen bu prensiplerin de istishâb uygulamasında geniş kapsamlı etkileri olmuştur. Abstract: Istishab is generally defined as the continued validity of a jurıdical verdict that was rendered in the past, unless there is a legal proof contrary to it. Its acceptance as a proof is debatable from the perspective of Islamic law. There have been various considerations among jurists with regard to its status and place in the hierarchy of proofs. The way it is accepted in the Hanafi legal school is mainly for maintaining the existing legal verdict. It has no positive role in the acquisition of new rights. There is a need, therefore, for new and different proofs. We find Sarahsî, a Hanafi jurist, looking at this matter from the same angle. He takes up this subject under four headings. In his view, istishab is valid if there is no change at all. In the history of Islamic jurisprudence there have been significant universal rules derived from the proof of istishab. These universal principles, known as al-qawâ'id al-kulliyya, have been effective in the application of the istishab.
ÖZ Vakıflar İslam tarihinde derin kökleri bulunan, İslam hukukçu ve tarihçilerinin yoğun ilgisine muhatap olmuş önemli bir kurumudur. Farklı din ve medeniyete ait birçok toplumda farklı görünümlerde varlığı müşahede edilen, ancak birçok... more
ÖZ Vakıflar İslam tarihinde derin kökleri bulunan, İslam hukukçu ve tarihçilerinin yoğun ilgisine muhatap olmuş önemli bir kurumudur. Farklı din ve medeniyete ait birçok toplumda farklı görünümlerde varlığı müşahede edilen, ancak birçok yeni boyutuyla müslümanlarca geliştirilen kurumların başında gelmektedir. Başlangıçtan itibaren hayatın içinde var olan ve toplumsal dayanışmaya yaptığı katkılarla ön plana çıkan vakıf anlayışı hakkında en erken dönemlerden itibaren vakıf hukuku tarihimizde birçok referans bulmak mümkündür. Hayırlı eserler yaparak insanlara ve topluma faydalı olma duygusu insanlık tarihi kadar eski bir olgudur. Ancak hayrın