5. Uluslararası Türkiyat Araştırmaları Sempozyumu Bildirileri
ISBN: 978-975-491-405-4
OĞUZLAR Dilleri, Tarihleri ve Kültürleri
İLETİŞİM
Hacettepe Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
E-posta: turkiyat@hacettepe.edu.tr
Tel: +90 (312) 297 67 71
OĞUZLAR
Dilleri, Tarihleri ve Kültürleri
5. Uluslararası Türkiyat Araştırmaları Sempozyumu Bildirileri
Editörler
Tufan GÜNDÜZ
Mikail CENGİZ
HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ YAYINLARI
O ĞUZLAR: D İLLERİ, T ARİHLERİ
VE
K ÜLTÜRLERİ
5. U LUSLARARASI T ÜRKİYAT A RAŞTIRMALARI
S EMPOZYUMU B İLDİRİLERİ
EDİTÖRLER
TUFAN GÜNDÜZ
MİKAİL CENGİZ
ANKARA / 2015
Sempozyum Düzenleme Komitesi
Prof.Dr. Tufan GÜNDÜZ
Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Prof.Dr. Yunus KOÇ
Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Prof.Dr. Mehmet ÖLMEZ
Yıldız Teknik Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Doç.Dr. Cahit GELEKÇİ
Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
Doç.Dr. Bülent GÜL
Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Araş.Gör. Mikail CENGİZ
Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Araş.Gör. Tevfik Orçun ÖZGÜN
Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Araş.Gör. Meral UÇMAZ
Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Araş.Gör. Gülhan YAMAN
Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
ISBN: 978-975-491-405-4
Baskı
Hacettepe Üniversitesi tarafından
Hacettepe Üniversitesi Basımevine 500 adet bastırılmıştır.
Adres
Hacettepe Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Beytepe, 06532 Ankara-TÜRKİYE
Tel: +90 312 297 67 71, Belgeç: +90 312 297 71 71
E-posta: turkiyat@hacettepe.edu.tr
İÇİNDEKİLER
SUNUŞ ......................................................................................................................... 7
AÇIŞ KONUŞMALARI
Prof.Dr. Yunus KOÇ .................................................................................................. 9
Prof.Dr. Hayati DEVELİ ............................................................................................ 11
Prof.Dr. A. Murat TUNCER ...................................................................................... 13
BİLDİRİLER
Ahmet Bican ERCİLASUN
Oğuz Adının Etimolojisi ............................................................................................. 15
Ahmet TAŞAĞIL
Oğuzların Tarih Sahnesine Çıkışı Hakkında ........................................................... 21
Abdurrahman DEVECİ
Selçuklu Dönemi Resim Sanatı .................................................................................. 31
Akartürk KARAHAN
Dīvānü Luġāti’t-Türk’e Göre Oğuzca ....................................................................... 41
Ali AHMETBEYOĞLU
Uzlar .............................................................................................................................. 61
Ali AKAR / Banu SITKI
Oğuzcanın Kuzey Sınırları: Kırım Yarlıklarında Oğuzca Öğeler .......................... 69
Ali Sinan BİLGİLİ
Osmanlı Devlet Hukukunda Boy Beyi ..................................................................... 89
Andrey KUBATİN
Özbek Oğuzcası ve Onun Horasan Türkçesiyle Benzerlikleri ve Farklılıkları .... 111
Arif SARI
Dulkadirli Sahasında Oğuz Boyları .......................................................................... 121
Aydın USTA
Müslüman-Haçlı Mücadelelerinde Türkmenler/Oğuzlar ...................................... 127
Ayhan PALA
Oğuz Kağan Kimdir? .................................................................................................. 133
Ayşe ATICI ARAYANCAN
Karakoyunluların Menşeî Hakkında Bazı Görüşler ............................................... 137
Cahandar BAYOĞLU
Oğuzlar və Türk Kimliyi............................................................................................. 141
Cengiz BUYAR
Kırgız Tarihî Kaynaklarında ve Araştırmalarında Oğuzlar................................... 151
Ergin AYAN
Tuğrul Bey Döneminde Oğuzların İran Coğrafyasında Yayılmaları ................... 161
Erhan AKTAŞ
Oğuznâmelerde Nökerler ve Nökerlik Kurumu ..................................................... 179
Erkin EKREM
Çin Kaynaklarında Dokuz Oğuz Meselesi: Sayısal Yapısı ..................................... 189
Ersin GÜLSOY
XVII. Yüzyılda Yeni-İl Türkmenleri .......................................................................... 221
Fatma AKIN
XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında Avşarların İskânı .................................................... 229
Feridun M. EMECEN
Kayılar ve Osmanlılar: Sahte Bir Kimlik İnşası mı? ................................................ 237
Ferruh AĞCA
Eski Uygur ve Eski Oğuz Türkçelerinde Yuvarlaklaşma Eğilimleri..................... 245
Feruza DJUMANİYAZOVA
Özbeklerin Etnik Oluşumunda Oğuzların Yeri ....................................................... 255
Fikret TURAN
Erken Dönem Oğuz Sözlüklerinde Yaygın Olan
Ama Sonradan Kaybolan Kelimeler Üzerine ........................................................... 263
Firuz FEVZİ
Güney Türkistan’da Yaşayan Oğuz Türklerinin Üç Boyu Üzerine ...................... 269
Fuat BOZKURT
Oğuzcanın Dağılımı ve Horasan Türkçesi ............................................................... 273
Fuzuli BAYAT
Sözlü Tarihten Destana, Destandan Oğuznamelere ............................................... 285
Hassan ESMAİLİ / Rasoul ARABKHANİ
Zencan Avşarlarının Sosyo-Kültürel Yapıları Üzerine ........................................... 291
Hassan HAZRATİ
Yamçı’daki Türk Boyları Üzerine .............................................................................. 297
Hüseyin ÇINAR
Kınıklar ve Kınık Yerleşmeleri................................................................................... 301
Irina NEVSKAYA / Saule TAZHIBAYEVA
Sociolinguistic Situation of Oguz Turks in Post-Soviet Kazakhstan:
The First Results of a Sociolinguistic Survey Carried out in 2013-2014 ................ 321
Irina YUZVYAK
Türklük ve Hristiyanlık; Gagavuz Dinî Terminolojisi Üzerine Dil Araştırması........ 335
İsa ÖZKAN
Hazihi’r-Risâlet-, Min Kelimât-ı Oğuznâme El-Meşhûr Bi-Atalar Sözü ...................... 343
İsmail HASSANZADEH
Türk Boylarının Coğrafi Dağılımı ve Merend Şehri Değişimlerinde Rolü .......... 351
Kayrat BELEK
Kırgızistan’da Yeni Bulunan Oğuz Boylarına Ait Yazıtlar ve Oğuz Damgaları........... 357
Kazım Yaşar KOPRAMAN
Memlükler Sahasında Oğuzlar .................................................................................. 363
Marcel ERDAL
Ana Oğuzca ve Selçuklu Oğuzcası ........................................................................... 369
Mehmet ÖZ
İlk Osmanlı Kroniklerinde Oğuz-Türkmen İmgesi ................................................ 377
Mihály DOBROVITS
Oğuzların Batı Kolu Úz'lar ve Macaristanla Olan İlişkileri.................................... 383
Mualla UYDU YÜCEL
Karadeniz’in Kuzeyinde Oğuz-Guz-Uzlar............................................................... 385
Munire HATAMOVA
Çaç’taki Oğuz Şehirleri ............................................................................................... 405
Mustafa AKSOY
Damga (Tamga) Kavramı Bağlamında, Oğuz Damgaları mı, Türk Damgaları mı? . 413
Mustafa ALKAN
Yüreğirler ...................................................................................................................... 431
Mustafa KOÇ
Devlet Dilinin Oğuzcalaşması ve
Osmanlı Türkçesi Sözdiziminde Yeni Gramer Şekilleri ......................................... 437
Nagihan DOĞAN
Arap Kaynaklarında Dokuz-Oğuzlar ....................................................................... 445
Nevzat ÖZKAN
Gagavuz Kültüründe Oğuz Unsurları ...................................................................... 455
Nurdin USEEV
Kırgız Türkçesi Ağızlarında Oğuzcaya (Türkiye Türkçesi) Benzer Unsurlar ........ 465
Nurettin DEMİR / Emine YILMAZ
Aykırı Bir Metin: Kısas-ı Enbiya .................................................................................. 471
Özkul ÇOBANOĞLU
Yesi Şehri ve Oğuz Kağan Bağlamında Oğuzluk Olgusu ...................................... 477
Recepmuhammet GELDİYEV
Gozkankale ve Gozgançay (Oğuzkale ve Oğuzçay) ............................................... 485
Reşat GENÇ
XI. Yüzyılda Oğuzlar................................................................................................... 491
Rysbek ALİMOV
Kırgızcanın İçkilik (Güneybatı) Ağızlar Grubunda
Oğuzca Alt Katmana Ait İzler.................................................................................... 495
Sabir RÜSTƏMXANLI
Tarixşünaslığımızın Çağdaş Durumu və ya Bizə Tarix Lazımdırmı .................... 509
Saadettin Yağmur GÖMEÇ
Kök Türkçe Yazıtların Oğuzları Meselesi................................................................. 517
Sadettin ÖZÇELİK
Dede Korkut Destanlarında
Oğuzların Teşkilatlanması Hakkında Bazı Kültürel Unsurlar .............................. 523
Sadullah GÜLTEN
Oğuzların Karkın Boyu ............................................................................................... 533
Semih TEZCAN
Eski Anadolu ve Rumeli Türkçesinin Söz Varlığı Üzerine .................................... 545
Shahrouz AGHATABAI
İran Türkmenlerinde Sözlükçülük Çalışmaları ....................................................... 551
Sıddık ÇALIK
Ad Bilimi Çerçevesinde Tapu Tahrir Defterlerinin Değerlendirilmesine Örnek:
XVI. Yüzyılın Başlarında Ankara ve Çevresinde Konar-Göçerler ve Oğuz Boyları.. 555
Somayeh EASY CENGİZ
Oğuznâme ve Şehnâme’nin Başkahramanlarının Özelliklerine Genel Bir Bakış ...... 575
Suavi AYDIN
Tarihsel Oğuz Aşiret Grupları Bağlamında Konar-Göçerlik ve Aşiret Sorunu... 587
Tənzilə RÜSTƏMXANLI
Azərbaycan Aydınlarında Oğuzluq və Türklük Duyğusu .................................... 597
Tufan GÜNDÜZ
Bayındırlar .................................................................................................................... 609
Tuncer GÜLENSOY
Anadolu ve Rumeli’de Oğuz Boy ve Yer Adları Üzerine Bir Değerlendirme ..... 613
Turgut TOK
Denizli ve Yöresinde Oğuz Yerleşimine Dair Bazı Tespitler ................................. 617
Umut ÜREN
Oğuzluğun Batı Temsilcilerinden: Berendiler ......................................................... 629
Yaghoob RAHİMİ DASHLİBOROON
İran’da Oğuz / Türkmen Boyları ............................................................................... 635
Yaşar KALAFAT
Anadolu Türkmen/Oğuz Fes ve Düğün Bayraklarında Mitolojik İzler
Aranabilir mi? (Sıraçlar-Tülekler-Abdallar-Salurlar-Dadaliler-Bektikler) ........... 643
Yavuz KARTALLIOĞLU
Osmanlı Konuşma Dilinin Kaynakları...................................................................... 661
Yılmaz KURT
XVI. Yüzyılda Çukurova’da Oğuz Boyları ............................................................... 671
Yong-Sŏng LI
A Fieldwork Report on Salar...................................................................................... 687
Zekiye TUNÇ
Karadeniz Bölgesinde Hristiyan Oğuz Boyları........................................................ 695
Zeynep KORKMAZ
Oğuzcanın Orta Türkçe Dönemini Oluşturan Eski Anadolu Türkçesinin Tarihî,
Sosyal ve Kültürel Gelişmelerden Kaynaklanan Dil Yapısı Üzerinde Genel Bir
Değerlendirme ............................................................................................................. 705
Zeynep ŞİMŞEK UMAÇ
Anadolu Ağızlarında Etnik Yapının Tespiti ve Çepni Ağzı Örneği ..................... 717
Ziver HÜSEYNLİ
Türkçeden Farsçaya Geçmiş Kelimeler (Safeviler Dönemi) ................................... 721
Zühal ÖLMEZ
Ebulgazi’ye Göre Oğuz Boylarının Damgaları ve Kuşları ..................................... 729
DEĞERLENDİRME VE KAPANIŞ OTURUMU ......................... 751
KATILIMCILAR ...................................................................... 765
SUNUŞ
21-23 Mayıs 2014 tarihlerinde Hacettepe Üniversitesi Beytepe Yerleşkesinde iki ayrı
salonda gerçekleştirilen 5. Uluslararası Türkiyat Araştırmaları Sempozyumunun
Bildiriler kitabı nihayet elinizde. Enstitümüz tarafından düzenlenen ve artık
geleneksel hâle gelen sempozyumlardan birinin daha Bildiriler kitabını yayımlamış
olmanın gururunu yaşıyoruz.
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, aktif hâle geldiği 2002 yılından bu yana, önemli
işlere ev sahipliği yapmıştır. İki senede bir düzenlediğimiz bu türden “temalı”
sempozyumlarda; tüm dünyadan, alanında söz sahibi bilim insanlarını burada
ağırlamak bizim için büyük bir kıvanç kaynağıdır. Oğuzları konu alan bu
sempozyum bu tür uluslararası toplantılardan beşincisidir. Enstitü, hem bu
sempozyumlar hem de artık alanında saygın bir yere sahip Türkiyat Araştırmaları
Dergisi; teşekkül eden yeni akademik kadrosu ve yepyeni lisansüstü programları ile
başarısını sürdürme azminde olduğunu göstermiştir. Bunun en açık kanıtlarından
birisi 2014 yaz döneminden itibaren yayın hayatına soktuğu ve yine alanında bir ilk
olan Yabancı Dil Olarak Türkçe Araştırmaları dergisidir. Diğer bir deyişle Enstitü
bünyesinde yılda iki sayı yayımlanmak üzere ikinci bir süreli yayın, uluslararası
hakemli bir dergi olarak yayın hayatına başlamıştır. Bir başka yenilik ise Enstitü
bünyesinde Moğol Dili ve Kültürü Araştırmaları Anabilim Dalının 2014 yılı itibarıyla
kurulmasıdır. Enstitümüz gelecekte de alanında ilklere imza atmaya devam
edecektir.
“Dilleri, Tarihleri ve Kültürleri ile Oğuzlar” konusu, Türk kültürü ve Türkiye’nin
sosyal yapısı bakımından oldukça önemli bir konudur. Türk sosyal ve kültürel
kimliğinin, Oğuz etnokültürel tabanına dayandığı cümlenin malumudur. Biz,
Anadolu Türkleri Oğuz’uz. Sadece biz değil; Azerbaycan, İran, Türkmenistan, Irak,
Suriye, Kıbrıs ve Balkanlardaki Türkler, hepimiz Oğuz’uz. Bugün “Türk” üst siyasi
kimliği bütün bu alanı ve daha fazlasını kapsamaya ve tanımlamaya yetiyor. Ama bu
saydığım sahalardaki Türkler, ister Türk, ister Türkmen, ister Gagauz veya Azeri
hangi isimle anılırsa anılsın etnokültürel köken olarak Oğuz’durlar.
Oğuzlar ve Oğuzluk meselesi gündelik hayatımızda hep vardı ve var olmaya da
devam edecektir. Sempozyum başlamadan bir hafta önce, 13 Mayıs 2014'te
Soma’daki elim faciada hayatını kaybeden 301 madencimizden 60 kadarının toprağa
verildiği ilçenin adı KINIK’tır. Bu vesileyle kaybettiğimiz madencilerimize bir kez
daha Allah’tan rahmet diliyor ve ruhları şad olsun diyorum.
Kınık gibi, Avşar, Kayı, Bayındır, Eymür, Karkın, Bayat, Yazır ve daha fazlasıyla,
tüm Oğuz boyları ve Oğuz varlığı, Türkiye’nin bin yıldan beri süre gelen toprağa
yerleşme serüveninde canlılığını korumuş ve korumaya da devam edecektir. İster
özgün adını taşısın ister taşımasın Kazakistan-Türkmenistan’dan Balkanlara kadar
tüm alanlarda Oğuz yerleşmesi bulunuyor, Oğuz alt boylarının adını taşıyan
milyonlarca aile, insan yaşamaya devam ediyor. Kısacası Oğuz’a mensubiyetimiz
devam ediyor.
Kültürümüzde, gündelik hayatımızda, geleneğimizde böylesine canlı olan Oğuzları
ve Oğuzluk meselesini dil, tarih ve kültür bakımdan disiplinler arası bir yaklaşımla
ele almak; elde edilen bulgu ve bilgileri bu çerçevede yeniden değerlendirmek,
Sempozyumun en önemli başarısı olmuştur. Oğuzlar konusunda ortaya konulan
yeni bulgu ve değerlendirmeler, geçmişten günümüze sosyal tabanımızdaki
zenginliğin; kültürümüzdeki değişim ve süreklilik unsurlarının anlaşılmasına da
katkı sağlamıştır.
Tüm faaliyetlerimizde bizi destekleyen kurumlara; T.C. BAŞBAKANLIK TİKA,
YUNUS EMRE ENSTİTÜSÜ, ATATÜRK KÜLTÜR; DİL VE TARİH YÜKSEK
KURUMU; TÜRK DİL KURUMU Başkanlığına destek ve yardımları için son derece
müteşekkirim. Sempozyumlar bu kurumlarımızın desteği ve katkısı sayesinde
gerçekleşmektedir. Diğer taraftan bu sempozyumların ülke tanıtımına olan katkısını
göz ardı etmek mümkün değildir. Bu sebeple meseleye bu yönüyle bakan ve
desteğini esirgemeyen T.C. BAŞBAKANLIK TANITMA FONU ve yetkililerine
sonsuz teşekkürlerimi sunarım. HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ BİLİMSEL
ARAŞTIRMALAR BİRİMİ’nin desteği ise bizim için hayati olmuştur. Bu sebeple tüm
birim çalışanlarına müteşekkirim.
Son olarak HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ’nin tüm imkânlarını sempozyum için
kullanma konusunda desteğini esirgemeyen; bu güveni her zaman hissetmemizi
sağlayan ve kapanış oturumuna katılarak bundan sonraki çalışmalarımız için de
sınırsız destek sözü veren değerli Rektörümüz Prof.Dr. Murat TUNCER’e sonsuz
teşekkürlerimi sunarım.
Prof.Dr. Yunus KOÇ
Hacettepe Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Müdürü
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
AÇIŞ KONUŞMALARI
YUNUS KOÇ *
Sayın Rektörüm, Yunus Emre Enstitüsünün Değerli Başkanı; Çok Kıymetli Hocalarım,
Saygıdeğer Katılımcılar, Değerli Misafirler,
Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, bundan yaklaşık 12 yıl önce
mütevazı bir salonda, bilim ve eğitim macerasına başladığında bu günleri hayal
ederek yola çıkmıştık. Kendi programları olan, projeler üreten, evrensel bilgiye etkin
katkılar sağlayan yayınlar yapan, sempozyumlarla tüm dünyadan bilim adamlarını
biraraya getirebilen, güçlü bir çekirdek eğitim kadrosunu oluşturmuş, kendi koyduğu
hedeflere doğru emin adımlarla yürüyen bir Enstitü…
Bugün bu hayallerin çok önemli bir bölümünü birlikte gerçekleştirmiş olmanın haklı
gurunu yaşayarak yeni bir buluşma günündeyiz. Bugün sizlerle, akademik dünyada
saygın bir yerde bulunmanın, evrensel niteliklerde ve yenilikçi bir bakış açısıyla
eğitim-öğretim yapıyor olmanın, evrensel bilgi birikime alanında ciddi katkı sağlama
hedefine kavuşmanın mutluluğunu paylaşıyoruz. Bilimsel anlayıştan asla taviz
vermeden, sadece ve sadece daha nitelikli eğitim, araştırma ve yayın yapma hedefiyle
kendi kadrosunu oluşturma yolunda önemli ilerleme kaydetmiş olarak
huzurunuzdayız. Bu sürecin en temel ve vazgeçilmez ögesi bilimsel üretim ve
yenilikçi eğitim anlayışıyla 12 yılı geride bıraktık ve bundan sonra da aynı anlayıştan
taviz vermeden yola devam edeceğiz.
Akademik anlayışımıza egemen olan tek kriter bilimsel bilgi üretimi ve nitelikli bir
eğitim hedefinden taviz vermeden daha nice on yıllara hep birlikte kavuşacağız. Biz,
bilimsel bilgi ürettikçe ve nitelikli eğitim yaptıkça Üniversitemiz, ülkemiz ve
insanımız kazanmaya, hak ettiği yer olan muasır medeniyetin mimarı konumuna emin
adımlarla ulaşacaktır.
Bu hedefler doğrultusunda biz çalışacağız, çok çalışacağız.
Yeni sempozyumlar, yeni yayınlar ve yenilikçi programlarla daha iyiye ulaşmaya
çalışacağız.
*
Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Müdürü
9
Bu hedefleri ve çalışma prensiplerini birlikte oluşturduğumuz ama bugün aramızda
olmayan değerli hocamız M. Cihat Özönder’i saygı ve minnetle yad ediyorum.
İnşallah huzur işinde yatıyordur. Prensipleri bundan sonra da prensiplerimiz olmaya
devam edecektir. Yeni sempozyumlar ve araştırmalarla hep yaşayacak olan
Enstitümüze yakışan, çalışmak, çalışmak ve hep iş üretmek olacaktır.
Bu vesileyle, sempozyumda emeği geçen tüm çalışma arkadaşlarıma, Enstiümüzün
idari personelinden başlamak üzere, Çiğdem, Kebire, İpek ve Enstitü Sekreterimiz
Şirin Hanıma, Taner Güşen’e… Artık sempozyum konusunda profesyonelleşen
Araştırma görevlilerimiz Gülhan, Meral, Tevfik ve Mikail’e… Tüm bir sempozyum
organizasyonunda en ufak detayı atlamadan, gece gündüz fedakarca çalıştılar.
Kendilerine huzurunuzda teşekkür ediyorum.
Sempozyum düzenlem kurulunda yer alarak fikir ve önerileriyle hep destek veren
değerli dostum Mehmet Ölmez’e sonsuz müteşekkirim.
Nihayet Oğuzları ele alan bu sempozyumun özellikle tarih kısmının sorumluluğunu
yürüten, düzenleme kurulu çalışmalarının yanı sıra diğer tüm çalışmalarda aktif bir
şekilde yer alan ve bulunmasıyla Enstitümüze güç katan kardeşim Tufan Gündüz’e
müteşekkirim.
Aramıza sonradan katılsalar da kıymetli mesai arkadaşlarım Evgenia ve Nazmiye
hanımlara, Bület Gül kardeşime müteşekkirim.
Şimdi katkıları ve destekleri olmasaydı bu sempozyumun yapılmasının mümkün
olamayacağı kurumlarımıza geçiyorum.
Yunus Emre Enstitümüz, değerli Başkanı aramızda, bu ve bundan önceki
sempozyumda desteklerini esirgemediler, Başkanı Sayın Prof.Dr. Hayati Develi
Hocama çok teşekkür ediyorum.
Bu sempozyumda ve birçok etkinliğimizde önemli destekleri bulunan Türk Dil
Kurumu ve başkanımız Sayın Prof.Dr. Mustafa Kaçalin beyefendiye ve şahsında
kurum yetkililerine müteşekkirim.
Sempozyumlarımızın neredeyse tamamında desteklerini hep yanımızda gördüğümüz
TİKA Başkanlığına, Serdar Beyler yoğun çalışma temposu içerisinde Filistin’de
bulundukları için şu an aramızda değil, onun şahsında tüm kurum yetkililerine…
Ayrıca hazırladığımız proje önerisine son anda da olsa olumlu cevap veren T.C.
Başbakanlık Tanıtma Fonu Genel Sekreterliğine sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
Her zaman desteklerini gördüğümüz Hacettepe Üniversitesi Bilimsel Araştırmalar
Birimine ve çalışanlarına ve tüm bu destek ve yardımlarla beraber, Enstitümüzün
eğitimden personele, kadro oluşumundan mekân sorunlarına, program ve ders
açılmasından görevlendirmelere kadar her zaman her konuda yanımızda olarak bize
desteğini hiç esirgemeyen Rektötümüz Sayın Prof.Dr. Murat Tuncer’e sonsuz
teşekkürlerimi sunarım.
Tüm katılımcılara, hoş geldiniz diyorum. Burada sunacağınız bildirler ve
katılımınızla, Oğuzlar konusunu tartışma fırsatı verdiğiniz için sizlere ayrı ayrı
teşekkür ediyorum. Sempozyum bildirileri, bundan önceki sempozyumlarda olduğu
gibi, hemen yayına hazırlanacak ve en kısa zamanda yayımlanacaktır. Bundan emin
olmanız dileğiyle hepinize tekrar hoş geldiniz diyorum.
10
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
AÇIŞ KONUŞMALARI
H AY A Tİ DEV ELİ *
Sayın Rektörüm, Saygıdeğer Hocalarım, Kıymetli Meslektaşlarım,
Bu toplantıda sadece açılış konuşmasını yapan bir enstitü başkanı değil aranızda
bildiri sunan bir bilim adamı olmaktan müthiş keyif alırdım. Ne yazık ki herhangi bir
bildiri hazırlayamadım. Ancak bir Oğuz olarak, Oğuz olduğumu düşünüyorum, Oğuz
adını taşımıyoruz ama Oğuz dili, kültürü, etnolojisi, arkeolojisi her şeyi ile ilgili bütün
araştırmaların en geniş şekilde desteklenmesi gerektiği kanaatindeyim. Bu ihmal
edilemez bir husustur. Bizler Oğuz etnonimini unutmuşuz. Kendimize artık Oğuz
demiyoruz enteresan bir şekilde; başka adlarla, Türk diyoruz belki de daha üst bir
adla. Dedem rahmetli kendi kimliğimiz tanımlarken hiç Oğuz demezdi ama Oğuzların
alt isimlerinden bahsederdi, birtakım daha alt boy adlarından bahsederdi.
Anneannemin doğduğu köyün ahalisi için de “Bunlar Heydeli Yörükleridir” derdi.
Bunu o bölge insanının biraz hırçın oluşuna bağlıyordum. Sonra fark ettim ki bu
heydeli sözü aslında hiç de öylesine bir söz değil. Aslında bir etnonimi gösteriyor.
Bunun Beydilli adının halk etimolojisine dönüştürülmüş şekli olduğu benim için açık.
Böylece kendimi en azından Oğuzların bilinen adının bir boyuna bağlamış oldum.
Elbette diğer taraflardan da var ama o isimleri bilmiyorum. Anadolu’da, eğer
katılabilseydim buraya böyle bir tebliğ ile katılacaktım: “Unutulan Oğuz Etnonimleri
Ne Oldu”, alt boyların isimleri... Bu Heydeli, Beydilli dendikten sonra birçok yerde
Halkalı denilen yer adlarına rastladım. Bu Halkalı nerden geliyor o da *halka evlü’den
geliyor muhtemelen. Benim kafamdaki etimolojiye göre halka evlü adı zamanla
Halkalı’ya dönüşmüş ve Anadolu’nun birçok yerinde Halkalı diye semtler köyler
kasabalar var. Yine Yuvacık, Yuvalı gibi isimler yıva’dan geldiği açık. Yine kendi
memleketimde iki köy vardır; Büyük Kayalı, Küçük Kayalı. Bunu Kayalı diye
normalize eder bizim bürokrasi. Onun da aslında kaya ile ilgisi yok çünkü etrafında
kaya yok o köylerin. Onun da Kayılı yani kayı döneminden geldiği benim için açık. Ne
*
Yunus Emre Enstitüsü Başkanı
11
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
yazık ki Oğuz etnonimi ile birlikte aslına biz Oğuz töresini de çok erken kaybeden bir
toplumuz. Yazıcıoğlu Ali Selçuknamesi’nde Osman Bey’in Bey seçilirken yapılan töreni
anlatıyor. Osman Gazi Bey seçilir, diğer bütün Kayı boylarının beyleri gelirler bu
seçimden sonra önünde yükünç yükünürler, yer öperler ve kımıran içerler. İlk
yazdığım Osmanlıca kitabıma bu bölümü aldım kımıranın da ne olduğunu
bulamadım biraz düşündüm herhalde kımıza benzer bir şeydir dedim. O sıralarda
Kazakistan’a henüz gitmemiştim. Meğer kımıran kımızın benzeri deve sütünden
yapılan Kuzey Kazakistan’da şubat, güneyinde kımıran denilen bir içkiymiş. Asıl
önemlisi Yazıcıoğlu diyor ki; “ol vakitte Oğuz töresinde bakiye var idi, bugünkü gibi
yok olmamış idi.” diyor. Demek ki biz Oğuzluğu biraz erken kaybetmiş bir toplumuz.
Bari izlerini araştıralım bugünkü hatıralarını ortaya çıkaralım. Çünkü biz Yunus Emre
Enstitüsü olarak Türk dilini dünyada öğretmekle görevli bir enstitüyüz. Aslında Türk
dilinden kastımız Oğuz dilidir yani Türkiye’de konuşulan Türk dilini öğretme görevi
taşıyoruz. Sempozyumun başarılı geçmesini temenni ediyorum. Uzaktan ve yakından
gelen tüm dostlara bilim adamlarına hoş geldiniz diyorum. Az önce programı
gördüm. Mutlaka bu zengin içeriğin kitap olarak da en kısa zamanda elimizde
olmasını temenni ediyorum. Bu konuda desteğimiz olursa elbette elimizden geleni
yaparız.
Saygılar sunuyorum efendim...
12
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
AÇIŞ KONUŞMALARI
A . M URA T TUN CER
*
Değerli Arkadaşlar,
Benim bu olaya bakışım biraz daha farklı. Günümüzde sosyal konulara sahip
çıkmanın çok büyük bir önemli var. Ben Oğuzlara belli bir köken olarak bakmıyorum,
daha geniş bakıyorum. Yüzyıllarca değişik imparatorlukların kurulmasına neden
olmuş, hâkimiyetini yüzyıllar boyunca sürdürmüş, kökenimizin hangi felsefe ile,
hangi hoşgörü ile, hangi sevgi ile, hangi anlayış ile, hangi yönetim biçimiyle, hangi
tavrı ile bu kadar uzun süre barış içinde yaşadığının anlaşılması açısından bakıyorum.
Buradan çıkarılacak çok dersler var. Biraz da bu açıdan bakmak gerektiğini
düşünüyorum.
Bu toplantının benim açımdan başka bir önemi sosyal bilimlerde üniversitemizde çok
ciddi çalışmalar yapılıyor olması. Biliyorsunuz bir ülkeyi ülke yapan ve bir
üniversiteyi üniversite yapan asıl konu sosyal bilimlerdir. Tarih bilinci de bu sosyal
konuların için en önemlilerinden bir tanesidir. Üniversitemizin geçmişine baktığımız
zaman sosyal konulardaki çalışmalarımız çok zayıf arkadaşlar. 46 – 47 yıllık
üniversitenin tarihinde ilk kez bilimsel araştırma deyince sosyal bilimlerin de bunun
içinde olacağı ya da olması gerektiği ilk kez anlaşılmıştır. Bir arkeoloji çalışmasına ilk
kez bilimsel araştırmalar biriminden destek verilmiştir. İlk kez bir tarih çalışmasına
bilimsel araştırmalar biriminden destek verilmiştir. Bunun da bir bilimsel araştırma
olduğunun farkına vardık. O açıdan da o anlayışı geliştirmede bize destek olan ve bu
konuyu gündeme getiren bütün sosyal bilimlerdeki arkadaşlarımıza teşekkür ederim.
Sempozyum kitapçığından bahsettiniz Hocam. Bence bir sempozyum kitapçığı bu
konuya çok az gelir. Bence bir kaynak kitabı çıkarmamız lazım. Katılımcı arkadaşlara
baktım müthiş bir bilimsel yoğunluk ve renklilik var. Bir daha bir araya gelebiliriz,
gelemeyiz, bu çok önemli bir fırsattır. Bence bir kaynak kitabı yapmamız lazım. Bu
*
Hacettepe Üniversitesi Rektörü
13
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
sempozyumlar tabii burada tartışırken bir sempozyum havasında geçiyor ama çıkan
ürün aslında bir sempozyum kitapçığından öte bir özetler kitapçığından öte bir
kaynak kitabı özelliği taşımaktadır. Ne destek gerekiyor ise biz buna hazırız. Biraz
daha gayret edelim bu kitapçığı bir sempozyum kitapçığından öte bir kaynak kitabı
hâline getirelim. Türkiye’deki bütün üniversitelerde bu kaynak kitabı olsun. Hatta
birkaç dile çevirelim. Değişik dillerdeki bu kitabı yurtdışına de gönderelim. Yunus
Emre Enstitüsü’nün birçok yerde yerleri var biliyorum. Mesela oralarda değişik diller
de İngilizcesi, Fransızcası, Almancası, Rusçası Azerbaycan’da belki Azericesi olması
lazım. Bizim bu çalışmayı böyle planlamamız gerekiyor. Hacettepe Üniversitesi
deyince işimiz zor ama böyle olması lazım. Hacettepe Üniversitesine de bu yakışır.
Ben emeği geçen herkese çok teşekkür ediyorum. Geldiğiniz için sizlere de çok
teşekkür ediyorum. Umarım çok önemli bilgiler paylaşılacak ama eğer gerçekten kısa
bir süre içerisinde böyle bir kaynak kitabı değişik dillerde çıkaramıyorsak bu işi tam
yapmış sayılmayız. Bundan sonra da bunu planlayarak yapalım hocam. Ben bu
konudaki desteğe de varım. Bilimsel Araştırmalar Birimi’nden mi destekleyeceğiz
başka bir yerden mi? Mutlaka bu kitabı değişik dillerde yapalım. Mütercim
Tercümanlık bölümlerimiz var, Yabancı Diller Yüksekokulumuz var, ana dili değişik
konuda olan hocalarımız var. Sizin enstitünüzde birçok dilde konuşan arkadaşımız
var, artık çok genişledi kadronuz çok renklendi çok şekillendi. Bunu yapabilmemiz
gerekiyor. Ben bunu sizden rica ediyorum.
Geldiğiniz için çok teşekkür ediyorum.
14
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
OĞUZ ADININ ETİMOLOJİSİ
A HME T B İCAN ER CİLASUN
Oğuz kelimesinin etimolojisi üzerinde dururken ilk olarak belirtmemiz gereken
husus, kelimenin başlangıçta belli bir Türk boyunu ifade etmediği, doğrudan
doğruya cins isim olarak kullanıldığı ve cins isim olarak da “kabile, boy” anlamına
geldiği hususudur. Bu durum, kelimenin r’li biçiminin, Oğuzlar henüz teşekkül
etmeden, Bulgar Türk boyları için kullanılmasından açıkça bellidir. Bizans
kaynaklarında geçen ve içinde (o)gur kelimesi bulunan başlıca boylar şunlardır:
Şaragur, Kutrigur, Utrigur, Onogur (Golden, 2002, ss. 78-81). Bazıları için farklı
düşünceler bulunmakla birlikte bu kelimelerin etimolojilerinin “Sarı (ak) Ogur,
Tokur (dokuz) Ogur, Otur (otuz) Ogur, On Ogur” olduğu konusunda bilim adamları
müttefiktir. Genel Türkçe sarı kelimesi, Bulgar Türkçesinin devamı kabul edilen
Çuvaşçada şură biçimindedir ve “beyaz” demektir (Golden, 2002, s. 78). Kutrigur’un
etimolojisi şöyledir: Kutrigur < kutur ogur < tokur “dokuz” ogur (Golden, 2002, s. 79).
Bulgar Türkçesinde “dokuz” anlamına gelen tokur kelimesinde göçüşme olmuş, k ile
t sesleri yer değiştirmiştir. Utrigur < otur “otuz” ogur ve Onogur < on ogur etimolojileri
ise daha açıktır.
6. yüzyıl Bizans kaynaklarında bu kelimeler yer alırken Oğuzlar henüz teşekkül
etmiş değildi; bunlar Bulgar Türk boylarıydı. Bu boy adlarından Şaragur, “ak
boylar”, diğerleri “dokuz boy, otuz boy, on boy” anlamına geliyordu.
Köktürk bengü taşlarında geçen Tokuz Oguz (KT G 3, 4, KT D 14… BK D 1, 12, 29… T
9) ile Şine Usu Uygur yazıtında geçen Sekiz Oguz (ŞU D 1, 3) örneklerinde de oguz,
“boy topluluğu” anlamında kullanılmaktadır. Bu durum, bu kelimelerin Çinceye
“dokuz boy topluluğu, sekiz boy topluluğu” olarak çevrilmiş olmasından (Golden,
2002, ss. 169-170) bellidir.
Oğuz kelimesini başlangıçta bir cins isim kabul ettiğimize ve anlamını da “boy,
boylar topluluğu, kabile” olarak tespit ettiğimize göre etimolojisini de bu anlam
üzerinden yapmamız gerekir. Konuyla ilgili pek çok görüş vardır; fakat yaygın
olarak kabul edilen görüş Gyula Németh’in 1921 yılında ortaya koyduğu görüştür.
15
AHMET BİCAN ERCİLASUN
Ona göre kelime ok + z şeklinde tahlil edilebilir; ok, “kabile” demektir, z de çokluk
ekidir (Orkun, 1935, ss. 4-5). Hüseyin Namık Orkun, Németh’in görüşünü
naklettikten sonra Thomsen’e dayanarak ok kelimesinin “en eski zamanlarda kabile
manasına” geldiğini, z’nin de biz ve siz zamirlerinde çokluk olarak kullanıldığını
ilave eder (Orkun, 1935, s. 5). Orkun, ok’un “kabile” anlamı için ayrıca Viyana Millî
Kütüphanesi’nde bulunan Seyit Lokman Risalesi’nden bir anekdot nakleder ki o da
şudur: “Gazneli Mahmud kendisine tâbi olan Selçukîlerden asker iktiza ettiği vakit
ne mikdar gönderebileceklerini sorunca şu cevabı almıştır: Bir ok gönderirseniz on
bin asker göndeririz.” (Orkun, 1935, s. 5).
Vilhelm Thomsen, ok ile ilgili görüşlerini 1916’da yayımladığı Turcica’da on ok
terimini açıklarken vermektedir. Ona göre oklara ayrılmak Türklerin bir örgütlenme
biçimiydi ve Batı Türkleri 635 yılına doğru, hatta belki de daha önce on boya
ayrılmıştı. “Her boyun başkanı, kağandan bir ok alıyordu; dolayısıyla, ‘On Ok’
deyimi ‘On Boy’ ya da ‘On Ordu’ anlamına geliyordu. Bunlar da her biri beş ‘ok’tan
oluşmuş iki kanata ya da iki tümene ayrılmıştı; biri sağdaki (yani batıdaki, Çinlilerin
Nou-che-pi diye adlandırdıkları) kanat, diğeri ise soldaki (yani doğudaki, Çinlilerin
Tou-lou dedikleri) kanat idi.” (Thomsen, 2002, ss. 319-320). Thomsen, aynı görüşte
olan Melioranskiy’nin de, “ok” anlamındaki tire’nin Türkmenlerde “kabile”
anlamında kullanıldığını, ayrıca Ramstedt’ten alınan bir bilgiye göre yine “ok”
anlamındaki sumun kelimesinin de Moğolcada 120-200 kişilik askerî birlikler için
kullanılabildiğini bildirmektedir (Thomsen, 2002, ss. 321-322). On Ok’un Batı
Türklerini ifade ettiği ve bunların beş Nu-şe-pi ile beş Tu-lu boyundan oluştuğu
bugün artık genel kabul gören bir bilgidir. Şu hâlde ok+uz’un “oklar” yani “boylar,
kabileler” anlamına geldiği rahatça kabul edilebilir.
Németh’ten önce Marquart da ok+uz etimolojisini yapmıştır; ancak o, ok kelimesine
“ok”, uz kelimesine de “adam” anlamını vermiştir (Orkun, 1935, s. 4). Denis Sinor,
“uz kelimesi ‘adam’ mânâsında mevcut değildir” diyerek bu görüşe itiraz eder
(Sinor, 1950, s. 4). Aynı şekilde Faruk Sümer’in de belirttiği gibi Türkçede “adam”
anlamında uz diye bir kelime yoktur ve bu sebeple “Marquart’ın bu görüşü ilim
âlemince kabul görmemiştir.” (Sümer, 1992, s. 13).
Paul Pelliot tereddütle de olsa oguz kelimesiyle oguş arasında ilgi kurar: “… Orhon
yazıtları bize oġuz diye sık kullanılan bir sözcük öğretti; bu sözcük, Uygurcadaki oġuş
gibi, Çinlilerin sing [xing] ‘klan, boy’ sözcüğüne karşılıktır… Dolayısıyla, Orhon
Türkçesindeki oġuz’la Uygurca metinlerdeki oġuş’un kökensel özdeşliğini iddiaya
kalkışmamakla birlikte, bu varsayımı meslektaşlarımın incelemelerine sunulacak
kadar akla yakın (ve dikkate değer) buluyorum.” (Hamilton, 1997, s. 189). James R.
Hamilton, Pelliot’nun “dikkate değer” bulduğu görüşünü benimser ve daha ileri
götürerek şöyle der: “İmdi, ben burada Pelliot’nun, gerçekten Oġuz adının
kökenindeki sözcüğü yakalamış olduğu kanısındayım. -ş’li okunuşu, özellikle
Kaşgârlı’yla artık kesinleşmiş olan oġuş ‘boy’ sözcüğü, görünüşe göre, *oġ- ya da
*oġu- (‘döl vermek, doğurmak’?) gibi bir kökten, ad yapmağa yarayan -ş ekiyle
türemiştir; aynı kök, -l ekiyle, oġul ‘ardıl, oğul’ sözcüğünü de vermiş olmalıdır.”
(Hamilton, 1997, s. 189). Ancak Hamilton oguz ile oguş’u ayrı türevler olarak kabul
etmemiş; oguz sözündeki z’nin oguş’taki ş’den dönüştüğünü ileri sürmüştür. Ona
göre “başlangıçta ‘dokuz boy’, yani toķuz oġuş’tan oluşan bir konfederasyon vardı. Bu
deyim bir süre sonra özel ad gibi algılanır olunca, Türkçedeki genel uyumlulaştırma
16
OĞUZ ADININ ETİMOLOJİSİ
eğilimi ve ‘yankılı’ sözcüklere düşkünlük işe karışarak, başarısız bir yarım uyak
izlenimi veren *Toķuz-Oġuş’u tam uyaklı Toķuz-Oġuz ifadesine dönüştürmüş
olmalıdır.” (Hamilton, 1997, s. 189). Bu görüş, hem “döl vermek, doğurmak”
anlamında og- veya ogu- diye bir kökün Türkçede bulunmayışı hem de ş-z değişimi
için ileri sürülen faraziyenin zayıflığı bakımından tenkide açıktır. Ayrıca Tokuz
Oguz kaydını, bütün diğer oguz ve ogur kayıtlarından önceki bir tarihe alması, ş-z
değişmesi için geçmesi gereken zamanı da dikkate alırsak, kolayca kabul edilebilecek
bir görüş olamaz. Peter Golden de oguz için farazi bir kök tasarlamıştır: “Oğuz,
akrabalık ifade eden Türkçe *oğ/uq kökünden türemiştir.” (Golden, 2002, s. 169).
Ancak Türkçede akrabalık ifade eden oğ/uq kökü de mevcut değildir.
Benim de katıldığım Németh’in oq+uz etimolojisine, iki ünlü arasındaki q sesinin o
dönemde henüz tonlulaşmadığı şeklinde itirazlar bulunmaktadır. Faruk Sümer’in de
belirttiği gibi “ok+uz’daki k, söylene söylene pekalâ g’ya dönebilir.” (Sümer, 1992, s.
14). Biz dil bilimine uygun bir ifade ile bu görüşü şöyle anlatalım. Sık kullanılan
kelimelerdeki ses olayları sık kullanılmayanlara göre daha hızlı meydana gelir. Söz
gelişi kelime başı t’yi koruyan Türkistan ve Kıpçak lehçelerinde de- fiilinde tkorunmayıp tonlulaşmıştır; çünkü de- çok sık kullanılan bir kelimedir. Maamafih
Faruk Sümer’in önemli bir tespitini nakletmekte de fayda vardır. Şöyle diyor:
“İlhanlılar devletinin ilk hükümdarı Hülagu’nun en büyük zevcesi Tokuz Hatun’un
adının çok defa Toguz Hatun şeklinde yazılmış olduğu görülür.” (Sümer, 1992, s.
14/dipnot).
Başlangıçta “boy, boylar” anlamına gelen ve etimolojisini ok+uz > oguz biçiminde
yaptığımız kelime daha sonra belli bir boylar topluluğunun, yani Oğuz boyunun
özel adı olmuştur. Ben Faruk Sümer (1999, s. 31) ve Hüseyin Salman (1998, s. 86) gibi
Oğuzların atalarının Türgişler olduğunu ve “Türgişlerin, 760’larda Karlukların
önünden batıya çekilerek Aşağı Seyhun boylarındaki Oğuzları oluşturduğunu”
(Ercilasun, 2008, s. 228) düşünüyorum. İstemi Kağan’ın yönettiği Batı Türkleri de
Türgişlerin ataları olduğuna göre onları Oğuzların ataları kabul edebiliriz. Bu
duruma göre Oğuzlar, başlangıçta beş Nu-şe-pi ve beş Tu-lu olmak üzere on kabile
idiler. Seyhun boylarına göç sırasında Oğuz etnik teşekkülü devam etmiş ve kabileler
24’e çıkmıştır. Bazı araştırıcılar Nu-şe-pi kabilelerinden Pa-sai-kan boyunun adını
Peçenek ile birleştirmişlerdir. Ben de gerek Türk Dili Tarihi kitabımda gerek
Oğuzlarla ilgili bir makalemde On Ok boylarından üçünü Oğuz boylarından üçü ile
eşleştirmiştim: Hu-lu-u = Üregir, Şu-ni-şe = Çepni, A-si-kie = Yazgır. Türgiş boyunun
itibarının artması dolayısıyla onlara ait alt boyların da Oğuz boylarını
oluşturabileceğini düşünmüş ve şu eşleştirmeleri yapmıştım: Sou-ko = Salgur, A-li-şe
= Ala Ebçi, Kiu-pi-şe = Kara Ebçi, Tu-hu-lo = Töger (Ercilasun, 2006, ss. 91, 358;
Ercilasun, 2008, s. 232). Oğuz teşekkülünün Seyhun boylarında tamamlandığı
sonucunu, Kâşgarlı Mahmud’un Oğuz boylarının sayısını 22 olarak vermesinden ve
iki Halaç boyunun katılmasıyla bu sayının 24’e ulaştığını belirtmesinden de
çıkarabiliriz. Demek ki Kâşgarlı’nın eserini yazdığı 11. yüzyılın ikinci yarısında bu
bilgi henüz taze idi.
Buraya kadar, önce cins isim, sonra boy adı olan Oğuz kelimesi üzerinde durdum.
Bence destan kahramanı olan Oğuz Kağan’ın adındaki Oğuz’un etimolojisi farklıdır.
Araştırıcılar genellikle böyle bir fark gözetmemişler ve kelimenin etimolojisini
yaparken Oğuz Kağan’ın adını da göz önünde bulundurmuşlardır.
17
AHMET BİCAN ERCİLASUN
Paul Pelliot, Oğuz’un doğduğu zaman annesinin sütünü içmesiyle ilgili uğuz-ni içib
ibaresini açıklarken şöyle der: “Eğer burada, gelecekteki Uğuz Han’ın, ilerde yalnızca
etli yiyecekler ve sert içecekler isteyebilmek için ‘ilk süt’ uğuz’u içtiğinden söz
ediliyorsa, bu, efsanenin Uğuz Han adını ‘ilk süt’ ile bağlantılı görmesinden ileri
gelmektedir… Uğuz Han, ad veren hükümdar olduğuna göre ve eğer Uğuz-qağan
biçimi gerçekten eski bir biçim olarak kabul ediliyorsa, kuşkusuz, eskiden
benimsenmiş olan Toquz-Oğuz biçiminin de artık Toquz-Uğuz (Toğuzğuz)
biçiminde değiştirilmesi gerekecektir.” (Pelliot, 1995, s. 15).
Görüldüğü gibi Paul Pelliot, boy adı ile kağanın adını ilişkili görmekte ve “ilk süt”
anlamındaki uğuz dolayısıyla kabile adının da Tokuz Uğuz olarak değiştirilmesini
teklif etmektedir. Ancak burada kağanın adının, “ilk süt” anlamındaki uğuz ile
ilişkilendirilmesinin bizzat Pelliot tarafından yapılmadığını, Pelliot’nun, “efsanenin
Uğuz Han adını ‘ilk süt’ ile bağlantılı gördüğünü” belirttiğini ifade edelim. Ayrıca,
ölümünden sonra, 1949’da basılan bir çalışmasında Pelliot tekrar Oguz okuyuşuna
dönmüştür (Hamilton, 1997, s. 189).
Denis Sinor, Pelliot’nun “ilk süt” ile bağlantılı görüşünü eleştirdikten sonra kendi
görüşünü şöyle ifade eder: “Benim fikrime göre, kahramanımızın adının mânası
‘boğa, öküz’dür ve Oğuz okunmalıdır. Öküz kelimesi bütün Türk dillerinde
bulunmaktadır ve mânâsı bazen ‘öküz’, bazen ‘boğa’dır. Burada, bunun hakkındaki
bütün bilgileri tekrarlamak faydasız olacaktır. Bununla beraber, Türkçe sâhâsında,
her tarafta ince sesli şekillere müvâzî olarak biraz kalın sesli şekillerin bulunduğuna
işaret edelim: Yakutça oguz ‘öküz’, Osmanlıca (Kamûs-i Türkî) oguz ‘genç boğa’…
İmdi, yukarıda söylediklerimizden açıkça şu netîce çıkmaktadır ki, Oguz
kelimesinde, altaik öküz ~ ögüz ‘öküz, boğa’ kelimesinin kalın sâiteli, değişik bir
şeklini görmek ve aynı zamanda benzer değişik şekillerin birçok Türk şivelerinde
hakîkaten mevcut olduğu vâkıası aleyhinde olmak üzere, hiçbir lisâniyât delîli
serdedilemez. ” (Sinor, 1950, ss. 5-6).
Sinor dil dışı delil olarak da Uygur harfli Oğuz Kağan destanının ilk satırlarındaki
öküz resmini ileri sürer. Ona göre bu resim ya Oğuz Kağan’ı ya da babasını (daha
büyük ihtimalle babasını) temsil eder. Kimi temsil ederse etsin bu resim Oğuz adı ile
öküz arazındaki münasebeti gösterir (Sinor, 1950, ss. 6-12).
Louis Bazin de “boğa” ile Oğuz arasında ilgi kuranlardandır. Bazin, Kamûs-ı Türkî’de
“tosun” anlamında geçen oğuz ile Yakutçada “boğa” anlamında geçen oğus
kelimelerinin Oğuz Kağan’daki Oğuz ile aynı olduğunu düşünür (Bazin, 1994, ss.
173-174). Faruk Sümer “Türkiye Türkçesinde ve hatta diğer Türk lehçelerinde tosun
(jeune taureau de deux ans = iki yaşında genç boğa) manasına gelen Oğuz şeklinde
bir kelime yoktur” diyerek Bazin’in görüşüne itiraz eder. Sümer, ilgili dipnotta
Şemseddin Sami’nin Ahmed Vefik Paşaya dayandığını ve Paşanın da “izahı
mümkün olmayan bir yakıştırma”da bulunduğunu ileri sürer (Sümer, 1992, ss. 1314). Gerçekten de “tosun” anlamında bir oğuz/uğuz kelimesi ne Tarama Sözlüğünde ne
de Derleme Sözlüğünde vardır. Yakutçada “boğa” anlamına gelen oğus biçimi ise öküz
kelimesinin bu lehçede aldığı biçimdir.
Ben de destan kahramanının adı olan Oğuz’un öküz ile bir ve aynı olduğunu
düşünüyorum. Bu konuda Sinor’un dil dışı delil olarak ileri sürdüğü resim
önemlidir. Uygur harfli Oğuz Kağan destanı şu cümlelerle başlamaktadır: “bolsun-
18
OĞUZ ADININ ETİMOLOJİSİ
ğıl dep dediler. Anung angağu-su uşbu durur: (öküz resmi). Dakı mundın song
sevinç dapdılar.” (Bang – Rahmeti, 1936, s. 10).
Resimden sonra Oğuz’un annesi Ay Kağan hamile kalıyor. Şu hâlde Sinor’un
düşündüğü gibi bu resim ya Oğuz’u ya babasını temsil ediyor ve bence de Oğuz
adıyla öküz arasındaki ilişkiyi açıkça gösteriyor. Daha önce yazdığım bir yazıda bu
konuda iki delilden daha bahsetmiştim (Ercilasun, 2008, ss. 230-231). Bunlardan
birincisi Şecere-i Terâkime’de geçen “Oğuz Han Keyûmers zamânında irdi” (Ölmez,
1996, s. 166) ibaresidir. İran efsanelerine göre Keyûmers ilk insandır ve onun baş
düşmanı da öküzdür. İkinci delil Boğaç Han adıdır. Dede Korkut Kitabı’nın ilk
boyunun kahramanı olan Boğaç ile Oğuz Han arasında, başta Ziya Gökalp olmak
üzere (Gökalp, 1339, ss. 70-71; 1976, ss. 104-105) birçok araştırıcı ilgi kurmaktadır;
yani Boğaç, Oğuz Kağan’ın Dede Korkut’taki yansımasıdır. Boğaç ile öküz arasındaki
anlam paralelliği de açıktır.
Sonuç olarak ben şu ana kadarki görüşlerden Németh ve Sinor’un görüşlerine
katılmakla birlikte farklı olarak şunu ifade ediyorum:
“Kabile” anlamına gelen ve sonradan bir Türk boyunun adı olan Oğuz ile destan
kahramanı Oğuz farklı kelimelerdir ve dolayısıyla etimolojileri de farklıdır. “Kabile”
anlamındaki oğuz, “oklar, boylar” anlamındaki ok+uz’dan gelir. Destan kahramanının
adı ise öküz kelimesi ile aynıdır. Ve ilave olarak şunu söylüyorum: Destan
kahramanının adı olan öküz kelimesi, boy adı olan Oguz kelimesi ile bulaşmaya
(kontaminasyona) uğramış ve bu sebeple Oguz biçimini almıştır.
KAYNAKÇA
Bang, W. ve G. R. Rahmeti. (1936). Oğuz Kağan Destanı. Makaleler – Cilt I (O. F.
Sertkaya, Yay. Haz.). Ankara, (1987). Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü.
Bazin, L. (1994). Les Turcs, Des Mots, Des Hommes. Budapest: Akadémiai Kiadó.
Ercilasun, A. B. (2006). Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla Türk Dili Tarihi. Ankara: Akçağ
Yayınları.
Ercilasun, A. B. (2008). Oğuzlar ve Oğuz Adı Üzerine. Türk Kültürü. 2008/2, Ankara:
Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü.
Ergin, M. (1970). Orhun Âbideleri. İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı.
Golden, P. (2002). Türk Halkları Tarihine Giriş. (O. Karatay, Çev.). Ankara: KaraM
Yayınları.
Gökalp, Z. (1339). Türk Töresi. İstanbul.
Gökalp, Z. (1976). Türk Medeniyeti Tarihi. İstanbul.
Hamilton, J. (1997). Toķuz-Oġuz ve On-Uyġur. Journal Asiatique. sayı CCL -1962-‘den
çevirenler: Yunus Koç, İsmet Birkan), Türk Dilleri Araştırmaları, Cilt 7,
Ankara: Simurg.
Orkun, H. N. (1935). Oğuzlara Dair. Ankara: Ulus Basımevi.
Orkun, H. N. (1936). Eski Türk Yazıtları I. İstanbul: Türk Dil Kurumu.
19
AHMET BİCAN ERCİLASUN
Ölmez, Z. K. (1996). Şecere-i Terâkime (Türkmenlerin Soykütüğü). Ankara: Simurg
Kitapçılık ve Yayıncılık.
Pelliot, P. (1995). Uygur Yazısıyla Yazılmış Uğuz Han Destanı Üzerine (T’oung Pao, cilt
XXVII -1930-‘dan çeviren: Vedat Köken), Ankara: Türk Dil Kurumu.
Salman, H. (1998). Türgişler. Ankara: Kültür Bakanlığı.
Sinor, D. (1950). Oğuz Kağan Destanı Üzerinde Bazı Mülâhazalar. (A. Ateş, Çev.).
Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, Cilt IV, sayı: 1-2, İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi.
Sümer, F. (1992, 1999). Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri – Boy Teşkilatı – Destanları.
İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı.
Thomsen, V. (2002). Orhon Yazıtları Araştırmaları (V. Köken, Çev. ve Yay. Haz.).
Ankara: Türk Dil Kurumu.
20
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
OĞUZLARIN TARİH SAHNESİNE ÇIKIŞI HAKKINDA
A HME T TAŞ A ĞI L
Avrasya bozkırlarındaki Türklerin tarihinin en dikkat çekici özelliklerinden biri,
boylar ya da boy grupları oluşturarak yaşamış olmalarıdır. Nitekim Oğuzlar ve
Oğuzluk kavramı bunun zirvesidir denilebilir. Çünkü Milattan önceki çağlarda başlayan bozkır Türk boyları kompozisyonun son halkası Oğuzlardır. Aslında boylar ve
boy grupları meydana getirerek yaşama biçimi Avrasya bozkırlarının derinliklerinde
tarihin en erken devirlerinden 20. yy. başlarında kadar sürmüştür. O hâlde Türk
tarihine farklı bir bakış açısı ile bakarak değerlendirme yapmak daha doğru olacaktır.
Hun, Tabgaç, Gök Türk Uygur, Karahanlı, Selçuklu ve Osmanlı gibi büyük hanedanların yanında her devirde boylar ya da boy grupları söz konusudur. Bir başka ifade
ile arka planında adı geçen büyük imparatorlukların hanedanların dayandığı boy
kitleleri bulunmaktadır. Dolayısıyla boy gruplarını anlamak Eski Türk tarihini öğrenmenin başlıca yollarından biridir. Bu açıdan bakıldığında Oğuzlar, Avrasya’nın
kuzey hattında yayılmış Kıpçaklar gibi başlangıç değil, sonuçtur.
766’dan sonra ise (Batı) Oğuzları diye adlandırılmaları doğudaki Dokuz Oğuzlardan
farklarını göstermek mümkündür. Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarını kuran
Oğuz Türkleri işte bunlardır. Karluklar, Gök Türklerin ve Uygurların devletlerinin
içinde yer aldıktan sonra bağımsız hareket etmeye başladılar. Nihayet en önemli
tarihî rollerini Karahanlı devleti içinde oynadılar. Günümüzde Fergana (Özbekistan
ve Kırgızistan) vadisi ağırlıklı olmak üzere Kuzey Afganistan’da yaşamaktadırlar.
Dokuz Oğuzlar, en doğuda oturduklarından Uygur devletinin esas kütlesini teşkil
ettiler. 840’ta Büyük Uygur Kağanlığı yıkılınca bir kısmı Çin’e gitti. Bir kısmı da
Turfan civarına gelerek Karahanlı devletine katıldılar. Kırgızlar zaten eskiden beri
Yenisey bölgesinde yaşıyorlardı. Cengiz Han döneminden sonra yavaş yavaş Altay
dağlarından güneye inerek Cungarya’ya ulaştılar. Ardından adım adım Tanrı dağları
havalisine yayıldılar. Ama bu durum 1700’lü yıllara kadar devam eden bir süreçti.
Bir kısmı ana yurtlarında kaldı ve Hakas adıyla anılmaktadır. Uygurlar, Töleslerin
doğu grubundan idiler. Dokuz Oğuzların üzerine devletlerini kurdular. Devletleri
yıkılınca bir kısmı Çin’e (Kansu) bir kısmı Turfan’a geldi.
21
AHMET TAŞAĞIL
Tablo 1. Büyük Devletlere göre geniş bozkırların ana boy grupları:
HUN
TABGAÇ
Ting-ling/Ogur
Kao-ch'e/ Kanglı
Töles (627 öncesi)
GÖK TÜRK
Türgiş+Dokuz Oğuz
UYGUR
KARAHANLI
Karluk+Dokuz Oğuz+Oğuz
Oğuz+Kıpçak
Kısacası Orta Asya sahasında mevcut ana kitleden bir boy yükselmiş, diğerlerini
kendine bağlamış ve siyasî bir kuruluş hâline dönüşmüştür. Bu bozkır Türk devletlerinin kuruluş biçimidir. Ana kitle ise yaşamaya devam etmiştir. İşte, söz konusu ana
kitle boylar grubudur.
Çin kaynaklarına göre kuzey ve kuzey batıda devlet kuramamış boy grubu (Hunlar
hariç) Ti 狄 (Türkçe okunuşu Di)'lerdir. Daha sonra bunlar Kızıl Ti 赤狄 ve Ak Ti
白狄 olmak üzere ana kütle hâlinde gösterirler. MÖ 3. yüzyılın başında Hun İmparatorluğu Mo-tu (MÖ 209-174) liderliğinde yükselmeye başladığında farklı boy adları
karşımıza çıkar. Zamanla bunlar devlete bağlanır ve devletin önemli bir unsuru
hâline gelirler.
Büyük Hun İmparatorluğu zamanında devlete bağlı Ting-ling 丁零, Ke-k’un (Kırgız)
隔昆, Ho-chie 呼揭 gibi bazı boy isimlerinden bahis vardır. Bunların içerisinden geniş
bozkır sahasında Altaylardan Urallara kadar uzanan geniş bölgede yaşayan Tingling’ler de çok sayıda alt boya ayrılan bir boy grubu idi. Genel çerçeveden yaklaşıldığında ve yayıldıkları alanlara bakıldığında ana kitlenin Ting-ling'ler olduğu açıkça
anlaşılır1.
MS 2. asırdan sonra onların yerini Kao-ch’e’lar (Yüksek Arabalılar, Kanglılar/Kanglı,
Kağnılı Türkçe tercümeye uygun düşmektedir) aldı2. Bu sadece bir isim değişikliği
olup aslında aynı topluluğun devamı niteliği taşıyordu. Kao-ch’e’lar 高車 da yani
Yüksek Arabalılar da Ting-lingler gibi çok sayıda boyun adı idi. 534'te Kao-ch’e ismi
tarih sahnesinden çekilince yerini Tölesler 鐵勒 aldı. Öncelikle vurgulamak gerekir ki,
Töles adı sadece bir boyun adı değildi. Bu konu tarihçiliğimizde maalesef çok karıştırılmıştır. Kaynaklar tarafından açıkça ifade edildiği gibi I. Gök Türk devleti döneminde (552-630) bütün boyların genel adıydı. Burada Genel Ad kaydı bizi daha eskilere Ting-ling, Kao-ch'e boy gruplarına götürmektedir. Nitekim Töles adı da Gök Türk
kağanlığı bünyesinde 627 yılına kadar aynı fonksiyonu icra etti3.
I. Gök Türk devleti (552-581) döneminde Töles boylarının oynadığı rolü anlamak için
Bumın Kagan'ın bağımsızlığını kazanmadan önce onları yenip kendine bağladığını
ve neticede kendisine güveni arttığı için bağlı olduğu Juan-juan'lara başkaldırmaya
teşebbüs ettiğini bilmek gerekir. 552 öncesinde Töles boylarının en az 50 bin kişilik
Shih Chi 史記 110, s.2893; Han Shu 漢書 94A, s.3753; Ting-ling'ler hakkında daha fazla bilgi
için bkz. A.Taşağıl, Çin Kaynaklarına Göre Türk Boyları, Ankara 2004, s.7-13.
2 Pei Shih 北史 98, s.3270; Wei Shu 魏書 103, s.2307; Taşağıl, Boylar.. s. 28-40.
3 Töles boylarını müstakil başlık adı altında anlatan Çin kaynakları Suei Shu 隋書 85; Pei Shih 99;
T'ung Tien 通典 199-1080; Ts'e-fu Yüan-kuei 册府元龜, 956, 33,34; Wen-hsien T'ung-k'ao 文獻文
考 344, 2698 a,b'dır. Bu kaynakların tanıtımı için bkz. A.Taşağıl, Gök-Türkler, I, s.2-5.
1
22
OĞUZLARIN TARİH SAHNESİNE ÇIKIŞI HAKKINDA
insan kitlesini kendi gücüne katınca uzun süreden beri sürdürdüğü bağımsız hareket
etme faaliyetine hız vermiştir. Çünkü askeri gücü artmıştı. Zaten takip eden olaylar
insan unsuru bakımından onların devlete katkılarını açıkça ortaya koyacaktır.
TÖLES
(535-627)
Tola Boyu
Hami’nin
batısı
Karaşar’ın
kuzeyi
Akdağ’ın
etekleri
Altay Dağları’nın Güney
batısı
Maveraünnehir
kuzeyi Arıs
Irmağı boyu
Sırderya
Hazar Denizi
Doğusu
(Mangışlak)
P’u-ku
(Bugu)
Meng-ch’en
Ch’i-pi
T’ung-lo
(Tongra)
T’u-jo-ho
Pu-lo-chih
Wei-ho
Ssu-chie
(izgil)
İ-shih
Bayırku
Hun
Su-p’o
Pi-kan
Fu-lo
Hu-hsie
Na-ho
Chü-hai
Wu-kuan
Ho-pi-hsi
Ye-shih
Ho-ts’o-tsu
Yü-ni-huan
Pa-ye-wei
Sir Tarduş
(Hsie-yen-t’o)
Karadeniz’in
Doğusu
Kafkasların
kuzeyi
Ho-shih
San-suo-yen
A-lan
Shih-p’an
Ho-chie
Mie-ts’u
Pei-ju
Ta-ch’i
Po-hu
Lung-hu
Chiou-li
Fu-wenhun
Ho-ta
23
AHMET TAŞAĞIL
DOKUZ
OĞUZ
Bugu
Hun
Bayırku
Tongra
İzgil
(ssu-chie)
Ch’i-pi
A-pu-sse
Ku-lunwu-ku
Ediz
(A-tie)
Doğu Gök Türk Devleti’nin merkezî yönetiminin 626’dan sonra çatırdamaya başlaması devlete bağlı boyların kıpırdanmasına yol açtı. Özellikle Sir Tarduşlar ve devamında Tola ırmağı boyundaki boylar başkaldırdılar. Sayıları dokuz olduğu için kaynaklarda ilk defa Chiou-hsing (Dokuz boy, Dokuz Kabile) 九姓 tabiri kullanıldı4.
Artık boy grupları değil, teker teker boyların her biri ön plana çıkmaya başladı. Bunların ilk ve en önemlisi Dokuz Oğuz grubuna dâhil olmamalarına rağmen Sir Tarduşlardır. Sir Tarduşlar Doğu Gök Türk ülkesini 647'ye kadar yönettiler. 627 tarihinde ise Töles boyları listesinde Tola ırmağı boylarında yaşıyor gösterilen boylar sayıları dikkate alınarak, Dokuz Oğuz olarak adlandırıldılar. Bu yeni adlandırma boy
sistemleri açısından bakıldığında çok önemli bir tarihî dönüşümdür. Bundan söz
konusu boylar bağımsızlığın tadına varacak, 648'de Sir Tarduşların ortadan kalkmasından sonra Çin'deki T'ang hanedanı ile doğrudan temas kuracaklardır.
Batı Gök Türk ülkesinde de Töles boyları hanedan yönetimine karşı hoşnut olmadıklarından isyan edecekler, devleti zor duruma düşüreceklerdir. Yani Kırgızistan ve
Kazakistan topraklarında 634’ten sonra On Ok (Çince Shih-hsing 十姓) organizasyonu boy gruplaşması ortaya çıktı. Bu organizasyon daha sonra Türgiş adını aldı ve
Oğuzların alt yapısını oluşturdu.
Aslında Türgişler, Batı Gök-Türk ülkesinde 635 yılını takip eden yıllarda muhtelif
siyasî olaylarda yeni boy teşkilatlanmaları sırasında tarih sahnesine çıkmış bir boydur.
Daha sonraki gelişmelerden onların Batı Gök-Türk hanedanından geldiği anlaşılmaktadır. 634 yılında kagan olan Işbara ülkesini on boya bölmüş, her boya birer ok verilmiş,
bundan sonra unvanları On Şad ve On Ok şeklinde söylenmeye başlamıştı5. Akabinde
beş boya Beş Tuo-lu, diğer beşine ise Nu-shih-pi adları verildi. Beş Tuo-lu, çorluklar
hâlinde tesis edilmiş ve Tokmak (suei-ye)’ın doğusunda oturmuştu. Sağ yani batı grubu oluşturan Nu-shih-pi’ler ise erkinlikler hâlinde teşkilatlandırılıp Tokmak’ın batısın-
J. Hamilton, Toquz Oguz et On Ouighur, Journal Asiatique, s. 23-63; Masao Mori, On Chi-li-fa
(eltaber/eltebir) and Chi-chin (İrkin) of Tie-le Tribes, Acta Asiatica 9, 1965, s. 123,124; A. Taşağıl, Töles Boylarının Coğrafi Dağılımına Bir Bakış, Mimar Sinan Üniv. Fen-Ed. Fak. Dergisi, 1,
İstanbul 1992, s. 234-243.
5 Chiou T'ang Shu 舊唐書 194B, s. 5184; Hsin T'ang Shu 新唐書 215B, s. 6059; Chavannes, Documents sur les Tou-kioue Occidentaux, Paris 1941, s. 21,24, 47; Salman, Türgişler, Ankara 1998 s.4
vd. ; Taşağıl, Gök-Türkler, II, s. 66 vd.
4
24
OĞUZLARIN TARİH SAHNESİNE ÇIKIŞI HAKKINDA
da ikamet edeceklerdi. Bu teşkilatlanmadan sonra genel olarak ortaya çıkan boylar On
Ok (On Boy) 十姓 adıyla zikredildiler6.
TÜRGİŞ
(ON OK, ON ŞAD)
Beş Tuo-lu
Nu-shih-pi
(Erkinlik)
(Çorluk)
Türgiş
(T’u-ch’i-shih)
A-li-shih
Suo-ho-mo-he
A-hsi-chie ch’üe
Ke-shu ch’üe
Ch’u-mu-k’un
Pa-sai-kan
Hu-lu-wu-chü
A-hsi-chie Ni-shu
She-she-t’i-tun
Ke-shu-ch’u-pan
Shu-ni-shih Ch’u-pan
A-shih-na Ho-lu, 651’den sonra Batı Gök-Türk ülkesinde yeniden hâkim olmuş, akabinde merkezini Ming-bulak’a naklederek, 15 sene önce yeni teşkilatlanmayla oluşan
Beş Tuo-lu ve Nu-shih-pi boylarını idare altına almıştır. İşte, bu sırada Beş Tuo-lu boyu
arasında ilk defa Türgiş adından bahsedilmektedir. Buna göre Tuo-lu boyu grubunun
içinde Türgiş Ho-lo-shih Çor tarafından idare edilen bir boy vardı ve Ebinor’a dökülen
Borotala ırmağı civarında bulunuyordu. Diğer On Ok boyları ise Tuo-lu’lardan Ch’umu-k’un Çor, Imıl Irmağı civarında, Hu-lu-wu Chü Çor, Ayar Göl’ün güneyinde, Sheshe-t’i-tun Çor, Ebinor yakınlarında Shu-ni-shih Ch’u-pan Çor, Yıldız vadisinde oturuyordu. Çu Irmağının batısında yaşayan Beş Nu-shih-pi boyu ise A-hsi-chie Ch’üe Erkin,
6
Taşağıl, aynı eser, s. 67; Chavannes, aynı yer; Liou İ-t’ang, Hsin T’ang Shu T’u-chüe chüan k’aochu, Pien-cheng Yen-chiou-suo Nien-pao, sayı 14, s. 206, 207 vd.
25
AHMET TAŞAĞIL
Ke-shu Ch’üe Erkin, Pa-sai-kan shao-po Erkin, A-hsi-chie Ni-shu Erkin ve Ke-shu-ch’upan Erkin idi7.
659 Yılında Batı Gök-Türk ülkesinde A-shih-na Hu-lu’nun uzun süren bağımsızlık
mücadelesini kaybetmesinden sonra Çinliler tam anlamıyla Tanrı Dağlarının kuzey ve
güneyindeki sahalara hâkim olmuşlardı. Bu sırada Ch’u-mu-k’un boyu Fu-yen askerî
valiliği olurken Türgişlerin Suo-ho-mo-he boyu Wen-lu askerî valiliği adını aldı. Yine
Türgişlerin A-li-shih boyu Ch’i-shan askerî valiliği adını aldı8. Batı Gök-Türklerin siyasî
olarak tam anlamıyla tarih sahnesinden kalkmasıyla meydana gelen otorite boşluğunda yavaş yavaş Türgişler ön plana çıkıyordu.
738'de kağanları Su-lu'nun öldürülmesi üzerine güçlerini kaybeden Türgişler, Uygur
Kağanlığının kurulması sonrasında Oğuz olarak görülmektedirler. Demek ki artık
gerçek anlamda Batı Oğuzları söz konusudur. Dokuz Oğuzlar, Uygur devletinin dayandığı esas kitle idi. Karluk, Oğuz, Basmıl, Kırgız gibi diğer boylar da vardı. Ama
açıkça anlaşılacağı üzere Oğuz kitlesi Uygur Kağanlığının batısında bulunuyordu.
Yazıtlarda Oğuzlar:
İlteriş, Kagan olduktan sonra güneyde Çinlileri, doğuda Kıtanları, kuzeyde ise Oğuzları pek çok öldürmüştü9. Daha sonra ise İlteriş’e karşı kurulan Kıtan, Çin, Dokuz Oğuz
ittifakına diğer Oğuzların da katıldığı anlaşılıyor 10 . Herhâlde bütün Oğuzlar Karakum’da oturan Kutlug ile Tonyukuk’un üzerine yürüyeceklerdi. Neticede Tonyukuk,
Kutlug’dan “orduyu gönlünce sevk et” talimatını aldıktan sonra Kök Öng Irmağını
geçmiş, Ötüken Dağlarına doğru ordu sevk etmişti. İngek Gölü ile Tola Irmağından
Oğuzlar saldırıya geçtiler. İki bin kişilik Gök-Türk ordusu altı bin kişilik Oğuz ordusunu yendi ve bundan sonra Oğuzların hepsi gelip, II. Gök-Türk Devletine tabi oldu.
Bundan sonra II. Gök-Türk Devletinin merkezi Ötüken’e taşındı11. Kutlug Kagan, 682691 arasında Oğuzlarla beş defa savaşmıştı12.
Kapgan döneminde 696’yı takip eden yıllarda ona karşı kurulan Kırgız, Çin, Türgiş
ittifakına Oğuzların katılmamalarına rağmen huzursuz oldukları anlaşılıyor13.
715 yılında Kül Tegin ve Bilge, II. Gök-Türk Devletine karşı büyük isyanlar çıktığında
sırasıyla Karlukları (714), 715’te Azları, İzgilleri, Dokuz Oğuzları, Edizleri mağlup
ettikten sonra Bolçu’da Oğuzlarla savaşmışlardı. Bu Oğuzlar da bozguna uğratıldı14.
Söz konusu savaşta Kül Tegin kır atına binip hücum ederek mızraklamıştı. Askerlerini
mızraklayıp, ülkelerini aldılar. Dördüncü çarpışmasını Çuş Başında yaptıktan sonra
Gök-Türk halkı çok zor durumda kalmıştı. Beşinci savaş Ezgenti Kadız’da meydana
gelmiş, yine Kül Tegin ve Bilge Kagan galip gelmişlerdi. Zaferden sonra Ötüken’e
dönmeyen Bilge ve Kül Tegin kardeşler, Amga Korugan’da kışladılar ve o yılın ilkba-
Chavannes, s. 34,60; Salman, Türgiş.., s. 8; Taşağıl, Gök-Türkler, II, s. 71.
Bu sırada diğer Türk boyların valiliklere ayrılması konusunda bk. Taşağıl, Gök-Türkler, II, s. 75;
Hsüe Tsung-cheng, T'u-chüe Shih, Tai-pei, s. 404-414.
9 Tonyukuk Yazıtı, 7.
10 Tonyukuk, 9-10, 12, 15.
11 T, 15-18.
12 T, 49.
13 T, 22.
14 Kül Tegin, Kuzey, 6; Bilge Kagan, D, 32.
7
8
26
OĞUZLARIN TARİH SAHNESİNE ÇIKIŞI HAKKINDA
harında Oğuzların karargâhını bir daha bastılar. Hep beraber o kadar zor durumda
kaldılar ki; Bilge, “Eğer kardeşim olmasaydı, annem hatun başta olmak üzere, annelerim, ablalarım, prenseslerim, bunca hayatta kalanlar cariye olacaktı.” demek suretiyle
bu savaşların önemine işaret etmektedir15.
Oğuzlar, bu seferler sırasında Gök-Türk ordularını epey hırpalamışlardı. Hatta onlar
Amga Korugan’da kışlarken kıtlık dahi olmuştu. Bahardaki sefer sırasında üç Oğuz
ordusu aynı anda bastırdığında, Oğuzlar aynı anda iki hedef seçmişlerdi. Biri Bilge ve
Kül Tegin’in ordularını bozguna uğratmak, diğeri onların evlerini, barklarını yağmalamak idi. İçine düştükleri zor şartlara rağmen Bilge ve Kül Tegin Oğuzları dağıtmayı
başardılar. Mağlup Oğuzlar, Dokuz Tatarlarla birleşip yeniden geldilerse de Bilge,
Ağu’da büyük bir savaş daha yaparak galip geldi16. 717 yılında bir grup Oğuz kaçıp
Çin’e gittiği için üzülen Bilge, onların çocuklarını ve kadınlarını ele geçirmişti17.
Oğuzları, Bilge Kagan zamanında (716-734) Ötüken’e göre kuzeyde bulunuyorlardı18.
Ongin kitabesi dahi bunu bildirmektedir19.
Bilge zamanında Oğuzlara Kıtay, Tatabı ve Çin’e karşı on iki kez sefer tertip edilmişti20.
751 yılında Çin’deki Oğuzlar Çin’den dışarı çıkmışlardı21. Barlık yazıtının I.sinde de
Oğuz ismi geçmektedir22.
İslam Kaynaklarında Oğuzlar:
Her ne kadar Oğuzların Seyhun (Sır Derya bolarına) 775-785 (Halife el Mehdi zamanı)
dolaylarında geldikleri tahmin edilse 23 de onların Türgişlerin devamı olduğu tarihî
süreç açısından daha doğrudur24. Bilindiği gibi 766 yılından sonra Uygurların baskısıyla Tanrı Dağları Isık Göl-Yedisi-Çu-Talas havalisine gelen Karlukların sıkıştırmasıyla
Türgişler daha da batıya Sır Derya boylarına ve kuzey batıya doğru kaymışlardır.
Bu bölge zaten Türgiş, onun da öncesinde Batı Gök-Türk ülkesi toprakları idi. Muhtemelen 603 dolaylarında verilen Töles boyları daha sonra On Okları yani Seyhun Oğuzlarını oluşturdular. IX. asırda Oğuzların varlığı artık İslâm kaynaklarında iyice belirginleşmektedir25.
Artık İsficâb şehrinden Hazar denizine uzanan Mangışlak dâhil geniş bir alan Oğuzların yurdu olarak ortaya çıkmaktadır. Mangışlak’ta güney sınır Gürgenç (Curcan) idi.
Siyah-kûh (Karadağ) yarım adası tamamen Oğuzlar tarafından işgal edilmişti. Özellikle Gürgenç sınırındaki Jit kasabasından sınır başlıyordu26. Doğuya doğru gittikçe Aral
Kül Tegin, Kuzey, 6-13; Bilge Kagan, Doğu, 29-31.
Bilge Kagan, Doğu, 32-34; Kül Tegin, Kuzey, 8.
17 Bilge Kagan, Doğu, 23; Kül Tegin, Doğu, 28.
18 Kül Tegin, Doğu, 28; Bilge Kagan, Doğu, 23.
19 Ongin, 5.
20 Bilge Kagan, Doğu, 23; Kül Tegin, Doğu, 28.
21 Şine Usu, G, 8.
22 Barlık, I, 2; H.N. Orkun, Eski Türk Yazıtları, Ankara 1987, s. 471.
23 Kafesoğlu, s. 143; Sümer, s. 49.
24 bk. Salman, Türgişler, s. 12-94; ayrıca W. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan (terc. H. D.
Yıldız), İstanbul 1981, s. 258.
25 İbn Hurdadbih’ten naklen Şeşen, s. 154,184; Sümer, s. 46; Kafesoğlu, s. 144.
26 İstahrî’den naklen R. Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara 1987, s.
155; Sümer, s. 46.
15
16
27
AHMET TAŞAĞIL
Gölünün güneyindeki Baratekin kasabasına varıyordu. Buhara’nın kuzey sınırlarına
kadar yayılan Oğuzların esas ağırlık merkezi Seyhun (Sır Derya) boylarıydı. Karaçuk
adıyla kaynaklarda geçen Karadağların (Karatav) kuzeyindeki Sozak, Oğuzların en
doğdaki şehirleri olmalıdır. Kuzeyde sınırlar İtil ve Cim-Emba Irmağının kuzeyine
ulaşıyordu. Sır Derya boyundaki diğer Oğuz şehirleri Yenikent, Cend, Barçınlıg-kend,
Sığnak, Karnak, Süt-kent, Savran (Sabran), Aşnas, Otrar (Farab), İkan, Özkend, Sayramİsficab belli başlı Oğuz şehirleri idi27. Zaten Dede Korkut ve Oğuz Destanlarının konuları bu bölgede yani Sır Derya boyundaki Karadağlar’da geçmektedir28.
Diğer yandan Talas’ta bulunan ağaç yazıtta da İç Oğuz tabiri geçmektedir29. Yine Şine
Usu Yazıtında Sekiz Oğuz ifadesi vardır30.
X. asrın başlarına gelindiğinde Oğuzların kışlık merkezi Yeni-kent olan bir devlet kurdukları görülmektedir. Hükümdarın unvanı Yabgu olup, ona naiplik eden ise Kül
Erkin idi. Orduya Sübaşı kumanda ediyordu. Yınal Tarkan gibi unvanlar da vardı.
Abbasilerin Horasan valisi Abdullah b. Tahir zamanında (828-844) ilk hadiselerde
Oğuzların adı geçer ve 838-840 yıllarında mağlup edilip bin esir verirler. Peçeneklerin
bir kısmı da Avrupa’ya gitmeyip Oğuzların yanında kaldılar.
Oğuzlar, doğudaki Karluklar, kuzeyde Kıpçak ve Kimekler, Hazarlar ve Kuzey batıdaki Peçeneklerle sürekli mücadele hâlinde idiler. Karluklarla Oğuzlar arasında yapılan
savaşların birinde Oğuz Yabgusu ölmüştü. Son Samanî şehzadesi Ebu İbrahim (Muntasır) Mavareünnehr’i Karahanlılardan geri almak için bir ara Oğuz Yabgusunun yanına
gitmiş, onunla ittifak kurmuştu. Neticede Yabgu Müslüman oldu (1001-1002)31. Aslında
yardım istenilen kişinin Selçuk Bey’in oğlu Arslan Yabgu olduğu da bildirilmiştir32.
Oğuz Yabgu Devletinin yıkılış tarihi belli değildir. Yalnız Reşideddin’in destanî vasıfta
verdiği bilgiye göre Ali Han adında bir yabgu onların son hükümdarıdır33. 1000’li
yıllara doğru Oğuz Yabgu Devleti yıkıldı. Yıkılış sebebi olarak Selçuklu ailesinin kendilerine bağlı büyük kütlelerle ayrılmaları (985’ten sonra) ve kuzeyden Kıpçakların baskısıdır34.
Oğuzlar bu devirde Üç Ok ve Boz Ok olmak üzere ikili teşkilat halinde idiler. DLT’de
22, Camiüt-tevarih’de 24 boyun adı kaydedilmiştir. Boz Oklar: Kayı, Bayat, Alka-evli
(Alka Bölük), Kara-evli (kara Bölük) Yazır, Döğer, Dodurga, Yaparlı (DLT’de yok),
Oğuz şehirlerinin kalıntıları vesair eserleri için bk. T. Qongıratbaev, Ertedegi Eskertişter, Almatı 1996, s. 68-155.
28 Dede Korkut destanları için bk. B. Ögel, Türk Mitolojisi, I, Ankara, 1993; II, Ankara 1995; Korkut Ata, Almatı 1999; M. Ergin, Dede Korkut Kitabı, İstanbul 1981.
29 Bk. H. N. Orkun, Eski Türk Yazıtları, s. 623.
30 Şine Usu, Doğu, 1, 3, Batı, 8.
31 Gerdizî’den naklen Sümer, s.60.
32 İbn’ül-Esir, IX, s. 362; ayrıca bk. Barthold, Türkistan, s. 339-340.
33 F. Sümer, Oğuzlara Ait Destanî Mahiyette Eserler, DTCF Dergisi, XVIII, 3-4, 1961, s. 381.
34 O. Pritsak, Der untergang des Reiches des Oguzischen Yabgu’dan naklen Kafesoğlu, s. 145; Sümer,
Oğuzlar, s. 65, s. 145; P. B. Golden, aynı eser, s. 361-362.
27
28
OĞUZLARIN TARİH SAHNESİNE ÇIKIŞI HAKKINDA
Afşar, Kızık (DLT’de yok), Beğdili, Karkın; Üç Oklar: Bayındır, Peçene, Çavuldur,
Çepni, Salur, Eymür, Alayuntlu, Yüreğir, İğdir, Büğdüz, Yıva (ıva), Kınık35.
Oğuzlardan bir grup Uz diye anılmak suretiyle 870’lerden sonra Karadeniz’in kuzeyine
geldi ve Rus kaynaklarında (965’te) Tork olarak kaydedildiler. 1055’te Özü (Dnyeper)’e,
1065’te Tuna’ya ulaşmışlardı. Ancak, salgın hastalıklar, açlık korkunç soğuklara Peçenek saldırıları eklenince siyasî birliklerini koruyamadılar. Arta kalanlar Bizans’ın ve
Rusların himayesine girdiler36.
Sonuç:
Görüldüğü gibi Oğuz konusunun anlaşılabilmesi için Türk tarihinde boy sistemi
içinde değerlendirilmesi gerekmektedir. 627'de Tola ırmağı civarında yaşayan boylar
için kullanılan Chiou-hsing/Dokuz Oğuz, 634'te Batı Gök Türk ülkesinde boy örgütlenmesi için kullanılan Shih-hsing/On Ok tabirleri hem Oğuz kelimesine hem de
taşıdığı anlama açıklık getirmektedir. O hâlde bunun bir öncesi olması gerekmektedir. Öncesinin yani tarihî temellerinin açıklanması için en eski dönemlere gitmek
gerekir. Büyük Hun İmparatorluğu zamanında MÖ 3. yüzyılın sonunda Moğolistan'da hâkim olan Hun merkezi hâkimiyetine göre batı geniş bozkırlarındaki Tingling'ler ilk boy grubudur. MS 2. yüzyılda aynı coğrafi kuşakta Kao-ch'e (Kanglı/Yüksek Arabalı) boyları onun devamıdır. Onlarında yerini 535'ten itibaren Tölesler
almıştır. Daha doğrusu Kao-ch'e'lar Tölesler olmuştur. Tölesler hakkında bilgi çoğaldığı gibi siyaset sahnesinde daha fazla rol oynadıklarına tanıklık edilmektedir. 627'de
ise adeta bir dönüm noktası yaşanmış; Töles boylarının her biri bağımsız hareket
etmeye başlamıştır. Bu arada Moğolistan'da Tola boyundaki dokuz kabile kabile
sayısına uygun olarak Dokuz Oğuz/Chiou-hsing 九姓 olarak adlandırılmıştır. Batıdaki geniş Kazakistan ve Kırgızistan bozkırlarında yaşayanlar ise 634 yılında kendi
aralarında İli ırmağının doğusunu ve batısını esas alarak örgütlenmeye gitmişler, On
Ok/Shih-hsing 十姓 adıyla anılmaya başlamışlardır. Bu arada her bir boya bir ok
verilerek bağımlılığına dikkat çekilmesi ilginç bir ayrıntıdır. Bu On Kabileden biri
güçlendiği için 651 sonrasında kaynaklarda T'u-ch'i-shih/Türgiş olarak tanınmışlardır. Türgiş adı 766 sonrasında yerini Oğuz adına bırakmıştır. Böylece Batı Oğuzlarının tarihi başlamış, Sır Derya boylarında Oğuz Yabgu devleti ortaya çıkmıştır.
Oğuz adı üzerine çok çeşitli açıklamalar yapılmışsa da artık kabileler anlamına geldiği yani ok+u+z olduğu genellikle kabul edilmektedir37. Zaten Batı Gök-Türk Devle-
24 Oğuz boyunun listeleri ve değerlendirilmeleri için bk. Sümer, aynı eser, s. 163-267 ve de
Ögel, Türk Mitolojisi, I, s. 327, 354.
36 K. Bela, “XI-XII. asırlarda Uzlar ve Komanların Tarihine Dair (terc.H.Z.Koşay)”, Belleten 1944,
sayı 29, s. 119-136; A. N. Kurat, Karadenizin Kuzeyindeki.., s. 65-68; aynı müel., Peçenek Tarihi, s.
155-188; Kafesoğlu, s. 173; Sümer, s. 67; P. B. Golden, “The Oguz (Torki) in the South Russian
Steppes”, The Cambridge History of Early Inner Asia, s. 275.
37 F. Sümer, Oğuzlar, İstanbul 1992, s. 14; İ.Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, İstanbul 1987, s. 141;
ayrıca DLT, I, s. 37,48; A. Caferoğlu, Türk Dili Tarihi, I, İstanbul 1958, s. 134. Diğer görüşleri
ileri sürenler P. Pelliot, T’oung Pao, 1930, s. 256-257 (uguz,oguz,agız- ilk süt; J. Marquart, Über
das Volkstum der Komanen, Berlin 1914, s. 37, 201 (oq+u+z= oklu adam); P.A.Boodberg, 1939,
(ugur>oguz= boynuz); D. Sinor, Oğuz Destanı üzerine Bazı mülahazalar, Türk Dili ve Edebiyatı
Dergisi, IV, 1-2, s.1-14 (Oguz=öküz=ögüz); L. Bazin, Notes sur les Mots Oguz et Turk, Oriens,
35
29
AHMET TAŞAĞIL
tinde 634 yılını takip eden hadiselerde On Okların ortaya çıkması ve Türgişlerin
meydana gelmesi38 hadiseleri Oğuzlar konusunda filolojik delilleri desteklemektedir.
Gök-Türk tarihinin 627 yılına kadar olan kısmında hiç Oğuz isminin geçmemesi, her
şeyden önce Töleslerin, Oğuz öncesi fonksiyonunu icra ettiklerini göstermektedir. Bir
başka ifade ile 627 yılından sonra Töles adı ve terimi önemini kaybetmiş, Orta Asya’da yeni boy dalgalanmaları ve yapılanmaları meydana gelmişti.
1953, VI, s. 315; J. Hamilton, Toquz Oghuz et On Ouighur, Journal Asiatique, 1962, s. 23-25
(klan-oguş).
38 TT 1078c; Chavannes, Documents sur les Tou-kioue Occidentaux, Paris 1941, s. 67, 68, 271; A.
Taşağıl, Gök-Türkler, II, s. 71 vd.; Salman, Türgişler, Ankara 1998, s. 12, 13 vd.
30
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
SELÇUKLU DÖNEMİ RESİM SANATI
ABDURRAHMAN DEVECİ
İslam’dan Sonraki Türk Resmi:
İslam resim sanatı minyatür ile bilinmektedir. İslam dünyasında tasvire yönelmiş
tepkinin kısmen minyatürü geliştirdiği ve yeni üslupların ortaya çıkmasına neden
olduğu, bu resim anlayışının yazı sanatıyla birlikte İslam sanatlarındaki tasvir yasağından doğan boşluğu doldurmaya çalıştığı gözlenmektedir. Minyatürün perspektif,
derinlik, oranlama ve ayrıntı içermeyen, realizmden uzak bir anlayışla yapılmış
olması İslam inanışını pek rahatsız etmemiş ve minyatür yapımına toleransla bakılmıştır (Can, Gün, 2011, s. 277). Bu durumda ilk dönemlerde Müslüman sanatçılar,
din adamlarının tepkilerini üzerlerine çekmemek için insan figürüne muhafazakâr
bir tarzda yaklaşmışlardır.
İslam sanatına minyatürün Türkler eliyle girdiğini söylemek mümkündür. Uygur
Türklerinde görülen resim sanatının özellikleri itibariyle minyatürlerle büyük benzerlik taşımış ve dolayısıyla söz konusu resimlerin, İslam sonrası Türk ve erken İslam sanatında ortaya çıkacak minyatürlere kaynaklık etmiştir. Mevcut bilgi ve belgeler, minyatür sanatının ilk örneklerini Karahanlı ve Gazneli dönemlerinden sonraya,
Büyük Selçuklular dönemine tarihlese de, Selçuklu öncesi döneme ait kaybolmuş
bazı minyatür örneklerinin mevcudiyeti muhtemeldir.
Minyatür sanatı, Selçuklu devlet adamlarının emrinde çalışan Uygur yazıcıları eliyle
önce İran'a, daha sonra da Abbasi hilafetinin merkezi Bağdat'a taşınmıştır (Can, Gün,
2011, s. 277).
Selçuklu Dönemindeki Gelişmeler:
Selçuklu döneminde, İslam sanatı alanında, daha öncesinde rastlanmayan gelişmeler
yaşamıştır.
Selçuklu sanatı sadece İran’ı değil, aynı zamanda diğer İslam ülkelerini de derinden
etkilemiş ve İslam sanatının ana çizgisi ile kalıcı örneklerinin oluşmasında büyük rol
oynamıştır (Katli, 1376 H., s. 186).
31
ABDURRAHMAN DEVECİ
Selçuklu sultanları, sanatın hükümdarlara ait ve dinin hizmetinde olduğunu savunmuşlardır (Pope, 1384 H., s. 32). Büyük İslam filozoflarının ve bilginlerinin yetiştiği
bu dönemde resim üzerindeki yorumlar da yeni bir boyut kazanmıştır.
Selçuklular, gelenekçi İslam ilimlerinin öğretildiği ve idarecilerinin eğitildiği medreselerin inşa edilmesine güçlü bir destek vermişlerdir. Tasavvufu, yani İslami mistisizmini önemsemişlerdir. Hatta bazı sultanlar ve idareciler önemli Sufileri özel danışmaları olarak seçmişler ve bu durumun gelenekçi İslam’ın örgütlerinde içsel bir
unsur hâline gelmesi için çaba göstermişlerdir. Orta Çağ’ın önde gelen Müslüman
entelektüel ve âlimi Gazali, Selçuklu idaresi altında Sufilik ve Sünniliğin bir sentezini
ortaya çıkarmış, böylece gelenekçi İslam’a ılımlı bir tasavvuf unsurunun katılmasını
sağlamıştır (Hillenbrand, 2005, s. 89).
Selçukluların siyasi, dinî ve kültürel mirası son derece zengindir. Selçuklu öncesi ve
sonrası dönem arasında çarpıcı bir tezat vardır. Onuncu ve on birinci yüzyıllar boyunca doğu İslam dünyasında küçük İran ve Arap hanedanları giderek zayıflayan
halifeliğe karşı güçlenmişlerdi. Gelenekçi İslam, bazı aykırı akımları kendi içine almak, diğerlerini de ortadan kaldırmak suretiyle iyice kuvvetlenmişti. Bu durum,
temelde Gazneli Türk ve Selçuklu hanedanları sayesinde gerçekleşmişti (Hillenbrand, 2005, s. 89).
Türk minyatür sanatının 13. yüzyıla kadar olan gelişimini gösteren örnekler ne yazık
ki kaybolup gitmiştir. Elimize ulaşan ilk resimli kitaplar ise Selçuklu dönemine aittir.
Genelde Türk resim sanatının gelişimini göstermek için şöyle çizgi çizebiliriz: Resimli kitap sanatı Batı Türkistan'da gelişmiş Selçuklu emrinde çalışan Uygur yazıcıları
eliyle İran bölgesine girmiştir. Bağdat'a yayılarak Avrupalıların Bağdat çığırı diye
andıkları çığır böylelikle açılmıştır.
“Selçuklu” sanatının kronolojisini siyasi olayların akışı ile ilişkilendirmek de zordur.
Tarzların gelişiminde izlenen ritim, hanedanların değişim ritmi ile örtüşmez (Hillenbrand, 2005, s. 91).
Genel olarak Selçuklu resim sanatını şu bölgelerde ve şehirlerde aramak gerekir.
Horasan, Rey- Kaşan, Bağdat, Konya, Diyarbekir, Musul, Şam… Bunların ortak temelleri olduğu hâlde birbirinden farklılaşan tarzları da bulunmaktadır.
Horasan’da Resim Sanatı:
İlk İslam minyatürleri Selçuklu döneminde Horasan'da görülmüştür (Yetkin, 1954, s.
157). Horasan'da hazırlanan kitapların en önemlilerinden biri Semek Ayyar'dır (12.
yy.). Bu kitabın bir nüshası Budelyan Kütüphanesinde bulunmaktadır. Kitabın yazarı
Feramerz b. Hodâdâd b. Abdollah Katib Ercânî, halk içindeki Semek Ayyar hikâyelerini onun rivayetine göre yazdığı için «Sadık Bin Abi-Ebulkasım Şirazî»yi bu kitabın
yazarı olarak bildirmiştir (http://fa.wikipedia.org/wiki/)ﺳﻣﮏ_ﻋﯾﺎر. Bu yazma Horasan
Selçuklularının minyatürlerini tayin etmek konusunda isabetli bir ayırt etme imkânı
sağlamaktadır. Çok renkli elbiseleri, uzun örgülü saçları ve taca benzeyen başlıkları
ile görülen kadınlar, doğrudan doğruya fayans üzerindeki simaları hatırlatmaktadır
(bk. Resim 1). Tezyini kompozisyonların tercihen kullanılması, suların, ağaçların,
kuşlarla çalıların vaziyeti gibi teferruat da gözden kaçmayacak şekilde aynıdır (Yetkin, 1954, s. 157).
Selçuklu – Bağdat Çığırı:
Büyük Selçuklu devletinin kurucusu Tuğrul Bey'in 1055'te Bağdat'a girerek Sultan
unvanını alması, Selçuklu sanat ve kültürünün bu bölgede yayılmasının başlangıcı32
SELÇUKLU DÖNEMİ RESİM SANATI
dır. Keramiklerde ve sayıları pek az olan erken devir Selçuklu üslubundan iyi fikirler
veren resimler kalmıştır. Bunların en belirli özelliği Selçukluların o zamanki hayatını,
tiplerini, kıyafetlerini savaş sahnelerine varıncaya kadar realist bir görüşle canlandırmasıdır. Fakat minyatür olarak Selçuklu üslubunu gösteren eserler ancak XII. yy.
sonundan itibaren zamanımıza gelebilmiştir (Aslanapa, 1999, s. 364).
İslam sanatının ilk güzel minyatür örnekleri Bağdat çevresinde verilmiştir. Ortaçağ el
yazması kitap geleneğinin hükümran sınıfın teşvik ve desteğiyle geliştiği dikkate
alınırsa, minyatür sanatının ilk güzel örneklerinin Bağdat çevresinde verilmiş olmasını anlamak kolaylaşacaktır. Bağdat'ta resimlenmiş el yazmaları arasında Yunancadan Arapçaya çevrilen Kitâbül-Haşâyiş (Materia Medica), Hintli Beydaba'nın Kelile ve
Dimne'si ile Harirî’nin Makamât'ı sayılabilir. Batılılar Bağdat'ta gelişen bu minyatür
anlayışına Bağdat Çığırı ismini vermişlerdir. Bağdat çığırı, aslında Selçuklu minyatür
anlayışının bir ekolüdür.
Kitâbül-Haşâyiş: Yunancadan Arapçaya çevrilen Dioskorides’in Kitâbül- Haşâyişi
(Materia Medica): Kitâbül-Haşâyişin 1222'de Abdullah ibn el-Fazıl tarafından resimlenmiş bir nüshası özellikle dikkate değer. İlaç hazırlayan hekimleri, ameliyat yapan
cerrahları gösteren bu resimlerde doğa manzaralarına bir ya da iki sembolik ağaçla
değinilmiştir (bk. Resim 2).
Kelile ve Dimne: İbnül Mukaffa tarafından Arapçaya çevrilen Hintli Beydeba'nın
Kelile ve Dimne'si (1220), MÖ 1. yy. civarında yaşadığı sanılan Beydaba tarafından
yazılmıştır. Fabl tarzında hikâyelerden oluşan öğretici ve eğitici bir eserdir.
Beydaba’nın yaşadığı zaman hakkında birçok farklı görüş bulunmakla beraber,
kitabın Depşelem isimli bir Hint hükümdarı zamanında yazıldığı sanılmaktadır.
Eserin hükümdara sunulduğu ve hükümdara bir tür tavsiye ve nasihat niteliğinde
olduğu öne sürülmüştür.
Fabl türünün ilk ve en önemli örneklerinden olan Kelile ve Dimne`deki hikâyeler
siyasetten erdeme kadar birçok farklı konuyu ele almıştır. Eser adını ilk bölümündeki bir hikâyenin kahramanı olan iki çakaldan almıştır; “doğrunun ve dürüstlüğün”
simgesini “Kelile”, “yanlışın ve yalanın” simgesini “Dimne” temsil etmektedir.
Harirî'nin Makamât‘ı : (M. 1222- 1237: H. 619-634 / Diyarbakır)
Bu kitap gerçek hayattan alınan hikâyelerden ibarettir. Ebu Zeyd o hikâyelerin kahramanıdır. Eser değişik yıllarda birkaç kez resimlendirilmiştir. O nüshaların en eskilerinden biri Paris müzesinde saklanmaktadır. Resimler genelde bir yüzeyde arka
plansız ve manzarasız yapılmıştır. Çiçekleri gerçeklerini yansıtmamaktadır (Şerifzadeh, 1375 H., s. 67).
Büyük Selçuklu (1040- 1157):
Bu dönemde kitap yapmak ve onu resimlendirmek yaygın hâle gelmiştir. Râhat-üsSudûr ve Âyet-üs-Sürûr'un yazarı Ravendî'nin ifadesine göre Arslan oğlu Tuğrul
döneminde sanatçıların rahat bir hayatı vardı. Her bir hattatın on yerde kendine ait
çalışma yeri vardı (Yetkin, 1954, s. 157).
Bu yüzyıllarda görsel sanatlarda üretilenler yalnızca nicelik olarak bile bir sıçrama
teşkil ederler. Sayılarının artması ile -biçimlerin standartlaşması da bunda bir etkendir- sanat hâmiliğinde bir genişleme de gözlemlenir. Sanat hâmiliği artık yalnızca
saraya bağlı değildir; muhtemelen ekonomideki canlılığın, buna bağlı olarak şehirlerin zenginleşmesinin bir ifadesi olarak, popüler bir boyutu da vardır. Demek ki bu
33
ABDURRAHMAN DEVECİ
sanat, bize çağın toplumunun ve bu toplumun zevklerinin bir kesitini sunar (Hillenbrand, 2005, s. 92).
Büyük Selçuklu sanatının geliştiği alan genellikle modern İran’ın sınırları içinde
kalan bölge olarak kabul edilir; çünkü Büyük Selçukluların güç merkezi olan alan
burasıdır. Ancak bu siyasi sınırların dışında kalan alan aslında daha geniştir (Hillenbrand, 2005, s. 91).
Bazı Selçuklu hükümdarları otorite kurdukları alanları batıya ve kuzey doğuya doğru genişletmişlerse de, bu alanlar üzerindeki hâkimiyetleri pek sağlam olmamıştır.
Ayrıca, bu dönemde Suriye ve Irak’taki görsel sanatlar kendi yollarını izlemişler ve
buralarda yerel gelenekler önemli bir rol oynamıştır.
Selçuklu sanatının İslam sanatı bağlamında önemi, İran’ın hâkim rolünü belirgin
kılmasıdır. Bu durum Geç-Orta Çağ İtalyasının Avrupa sanatı için oynadığı önemli
role benzetilebilir. Aynı zamanda, İran sanatında sonraki yüzyıllarda görülecek
gelişmeler de bu dönemde belirginleşmiştir. Bu sanatın etkisi bu dönem boyunca, ya
Selçukların kendileri, ya da halefleri olan hanedanlar sayesinde, Suriye’den Hindistan’a uzanan geniş bir bölge içinde hissedilmiştir (Hillenbrand, 2005, s. 92).
XII. ve XIII. yy.ların bilinen minyatürleri arasında İranlı olanları ayırt etmek için
fayans üzerindeki resimlere, sonra Farsça yazmalara, nihayet tipik İranlı karakterlerle birbirini takip ederek gelişen özelliklere bakmak gerekir.
Rey ve Kaşan’da yapılan resimlerle o dönemde yapılan seramikler üzerindeki resimlerde büyük benzerlik bulunmaktadır. Genelde Büyük Selçuklu yazmalarının resimleri kırmızı bir zemin ile metinden ayrılır. Bu renkli zeminin kullanılması Selçuklu
minyatürlerinin özelliğini teşkil eder.
Büyük Selçuklu dönemi Türk, İslam ve İran sanat tarihi açısından en önemli dönemlerden biridir. Nizamî, Hamse adındaki şaheserini bu dönemde yazmıştır. Bu dönemde mimari, madencilik ve seramik işi zirveye ulaşmıştır. Büyük olasılıkla resim
sanatının değişik türleri üzerinde de bu dönemde işlenmiştir ancak sadece birkaç
parça duvar resmi ve birkaç musavver yazı elimize ulaşmıştır ki bunlar bize o dönem
hakkında yeterli bilgi verememektedir. (Pakbaz, 1380 H., s. 55).
Râhat-üs-Sudûr ve Âyet-üs-Sürûr, Süverül-Kevâkibi’s-Sabite, Enderznâme, Kitâbül-Aganî
bu dönemin önemli musavver kitaplarıdır.
Râhat-üs-Sudûr ve Âyet-üs-Sürûr: Râvendî’nin 1203 yılında yazmaya başladığı eser
iki ya da üç yıl sonra tamamlanmıştır. Büyük İran Selçuklularının tarihini içeren
eserde 2.799 beyit yer almaktadır. Bu beyitlerin 511’i bizzat eserin müellifine aittir.
Şairlerin şiirlerini resimli kitap yapmak isteyen müellif, hattat Zeyn-el-Mahmut'a
yazıları yazdırır, Nakkaş Cemal İsfahanî'ye ise her şiirin tepesinde şairin suretini
çizdirirmiş.
Süverül-Kevâkibi’s-Sabite: Hasan Abdurrahman bin Ömer el-Sûfî,
SüverülKevâkibi’s-Sabite adındaki risaleyi Fahreddovle Deylemî için yazmıştır. Risale kitap
şekilde hazırlanmıştır. 984. yılda hazırlanan bu eserde ustaca çizilen 48 göksel resmin
yanı sıra, Fahreddovle Deylemî'nin ve kitap yazarı Sufi'nin de resimleri bulunmaktadır. Müneccim olarak bilinen Sufi aynı zamanda başarılı bir ressamdır. Kitabın
resimlerini bizzat kendisi çizen Sufi, gökteki takımyıldızlarını akrep, avcı, boğa vb.
burçları olarak betimlemiştir. (bk. http://fa.wikipedia.org/wiki/)ﻋﺒﺪاﻟﺮﺣﻤﺎن_ﺻﻮﻓﯽ. Zincirli Bayan takım-yıldızını da ilk olarak o bulmuş, kayda geçirmiş ve risalesinde
resmini de çizmiştir (bk. Resim 3).
34
SELÇUKLU DÖNEMİ RESİM SANATI
Enderznâme: Büyük Selçuklulardan kalan bir musavver kitaptır. Kabus Bin Woşmgir
tarafında 1090 yılında hazırlanan Enderznâme adlı bu kitap Amerika’da Sinsiai Müzesinde korunmaktadır. Christian Prayer'e göre 1087-1090 yılları arasında Curcan'da
yazılıp resimlenen bu kitap belki de o dönemin en eski minyatür kitabıdır
(http://vista.ir/article/302150).
Kitâbül-Aganî: Selçuklu döneminde resimlendirilmiş önemi bir kitaptır. Mohammad
Amevi Gorşî tarafından yazılan bu kitap, cahiliyye döneminden başlayarak Abbasi
döneminin başına kadar (H. 3. yy.) Arap şiirlerini, hikâyelerini, musikî sözlerini ve
mitoslarını içinde bulunduran bir ansiklopedidir
(bk. http://fa.wikipedia.org/wiki/) اﻻﻏﺎﻧﯽ.
Seramik Üzerindeki Resimler:
Selçuklu dönemi resim sanatının önemli bir parçasını çiniler üzerindeki resimler
oluşturmaktadır. Bu resimler sadece çiniyi süslemek amacıyla yapılmamış, aynı
zamanda tam bir resmin özelliklerini taşımaktadır. Selçuklu dönemindeki seramikler
üzerindeki resimler yuvarlak yüzlü sade figürleri, kompozisyonu, tezyini ağaçları ve
çiçekleriyle o dönemdeki kitapların resimlerine o kadar benzerlik gösterirler ki bunların hepsini aynı ressamların yaptığı düşünülmektedir. Ressamları onları bir tabak
veya bir kâsedeki açık yere göre uygulamışlardır. Resim 4’te Minaî Seramik Kâse
üzerindeki kalabalık bir savaş alanı gösterilmektedir. Seramikte iki ordu karşı karşıya gelmiştir. Sol tarafta kale sade çizgilerle stilize edilerek çizilmiş olup tabak kenarları bile boş bırakılmamıştır. Tabak kenarı daha yakın olduğu için oradaki motifler
tabağın içindekilere göre daha küçük yapılmıştır. Figürleri uzun saçlar, sakallar,
yuvarlak yüzler ile Büyük Selçuklu dönemi özelliklerini taşımaktadır
(http://vista.ir/article/302150). [Washington Freer Gallery of Art, 43.3]
Anadolu Selçuklu Resmi:
Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu hızla Türkleşmeye başlamıştır. Anadolu’nun
değişik yerlerine dağılan Türk komutanlar farklı yerlerde ilk Türk beyliklerini kurmuşlardır. Türk beylikleri, Anadolu’nun Türkleşmesine önemli katkı sağlamışlardır.
Başta Erzurum, Erzincan, Sivas, Kayseri, Mardin ve Diyarbakır olmak üzere birçok
kent bu dönemde önemli bir kültür, ticaret ve sanat merkezi hâline gelmiştir.
(www.kulturelbellek.com/anadolu-selcuklu-sanati).
Bu dönem minyatürlerinin önemli bir kısmı Artuklu emirlerinin himayesinde Güney
Doğu Anadolu merkezlerinde yapılmıştır. Bir diğer önemli minyatür merkezi ise
Konya’dır. Anadolu Selçuklu dönemine ait minyatürlü yazma örnekleri XII. ve XIII.
yüzyıllardan kalmadır. Kitabül-Haşâyiş, El-hiyel el-hendesiyeh, Süverül-Kevâkibi’s-Sabite,
Varka ve Gülşah ile Tezkire isimli el yazmaları bunların en önemlileridir.
Anadolu resim sanatı, Horasan Selçukluları, Büyük Selçuklu döneminde yapılmış
fayans üzerindeki ve kitap yapraklarındaki resim geleneğinin devamı olarak bilinmektedir.
Nesih Yazılı Minyatür: Anadolu Türk Minyatür sanatının başlangıcına ait, sayıları
az olmakla beraber, bazı karakteristik yazılar kalmıştır. 1271-72 tarihlerinde Aksaray
ve Kayseri'de hazırlandığı bilinen ve yazarının ve nakkaşının kendisini Sivaslı olarak
gösterdiği 146 yapraklı nesih yazılı minyatürlü bir yazma (Paris. Bib. Nat. Persan
174) ilgi çekicidir. Yazarı ve ressamı İbn-el-Sicistânî olarak bilinen bu kitap üç bölümden ibarettir. Birinci ve ikinci bölümde yazar kendini, uğraştığı bilimleri, İslam
dünyasında yaptığı gezileri vs. anlatır. 671 (1272) Kayseri'de yazılan Munis-el-havarif
35
ABDURRAHMAN DEVECİ
adlı son bölümde, Nasır-el-Rammal el-Saatî el-Sivasî adı ile görünen yazar bu kısmı
sultan III. Gıyaseddin Keyhusrev’e ithaf etmiştir (Aslanapa, 1999, s. 364).
Kitab-ı Tiryak-ı Calinos: (pseudo Galen) minyatür olarak Selçuklu üslubunu gösteren
eserlerin en iyi örneklerindendir. 1199 tarihli ve zengin minyatürlü olan bu yazma
Paris'te Bibliothe'que Nationale'de bulunmaktadır. Bu yazma büyük bir ihtimalle,
zengilerden Arslan Nureddin Şah I. (1193-1210) tarafından Musul'da yazdırılmış
olmalıdır.
Astroloji Kitabı: Bu döneme ait bir diğer musavver kitaptır. 1271’de Aksaray’da
yazılarak Sivaslı Nasreddin tarafından Selçuklu Sultanı III. Gıyaseddin Keyhüsrev’e
sunulmuştur. (Paris, bib. Nat., P.174).
Doğu’dan alınan motiflerin yanında minyatürlerdeki güçlü konturlar ve hafif
gölgelendirme, sanatçısının Bizans minyatürlerini tanımış olduğunu göstermektedir.
El-Hiyel el-Hendesiyeh (1206/Diyarbakır): XII. yüzyılın ikinci yarısında Artukluların
hizmetine giren mühendis El-Cezerî, Diyarbakırlı emir Mahmud b.Muhammed
b.Karaaslan’ın isteği üzerine teknik buluşlarını el-Hiyel el-Hendesiye isimli kitapta
toplar. Sanatçı, temeli Archimedes (Arşimet) ve sonrası bilginlerin buluşlarına dayanan yapıtlarında, suyun ve dişlilerin hareketiyle çalışan aletleri anlatır. Aletlerin
bütününün ve parçalarının ayrıntılı tasarımlarını renklendirerek çizer. İçinde otomatik çalışan saatlerin, otomatik hareket eden insan ve hayvanların, fıskiyeli havuzların
vb. aletlerden oluşan tasarımları barındırmaktadır.
Bu eserin bilinen ilk kopyaları 1205-06 tarihindedir. Çizimler Selçuklu üslubu
içermektedir (İstanbul Topkapı Müzesi Kitaplığı Hazine A. 3472, H. 414).
Varka ve Gülşah (1220/Konya): «Varka ve Gülşah» adını taşıyan resimli kitap Selçuklu
döneminin en önemli minyatür eseridir. Selçuklu döneminde bu minyatürlerin
Hoy'lu nakkaş Abdülmümin bin Muhammed tarafından yapıldığı, 61. sayfada bulunan minyatürden anlaşılmaktadır.
Sanat tarihi kitaplarında, Varka ve Gülşah'ı ressamının Abdülmümin Hoyi olduğu
üzere fikir ittifakı olsa da, bu kitabın nerede resimlenip hazırlandığı konusunda
karşıt fikirlere rastlanmaktayız. Nurhan Atasoy Konya’ya yerleşmiş bir aileden olan
Abdülmümin tarafından resimlendiğini savunurken, Suat Kemal Yetkin kitaptaki
minyatürlerin XII. ve XIII. yüzyıl Rey veya Kaşan vazo ve kâselerindeki resimlere her
bakımdan benzediğini ve bu eserin Büyük Selçuklu dönemine ait olduğunu savunmaktadır: "Büyük Selçuklulardan kalma minyatürlü tek bir yazma bilinmektedir.
Prof. Ahmet Ateş'in bulduğu Varka ve Gülşah… (Yetkin, 1974, s. 191) .
İranlı sanat tarihçileri de genelde Hoyi'nin bu kitabı Azerbaycan'da resimlediğini
savunurlar (bk. Palbaz, 1380. H., s. 56).
Varka ve Gülşah, Halife Osman (644-656) ve ilk Emevi halifesi Muaviye (661-680)
zamanlarında yaşamış olan Arap şairi Urwah bin Hizan al-Udhri’nin talihsiz hayatından esinlenilerek yazılmıştır. Uzun süre unutulmuş olan bu aşk serüveni ile İran
şairi Ayyuki, manzum bir eser meydana getirmiş ve Sultan Gazneli Mahmud'a ithaf
etmiştir.
Orta çağ Fransız edebiyatında «Floire et Blanche-Flore» adıyla bilinen bu aşk hikâyesi, Türkçe olarak Yusuf-i Meddah tarafından 1371 tarihinde, Varka ve Gülşah adıyla
yeniden yazılmıştır. Sonraları aynı tema, Türk edebiyatında sık sık işlenmiş ve uzun
süre en çok okunan bir aşk hikâyesi olarak kalmıştır (Yetkin, 1974, s. 191).
36
SELÇUKLU DÖNEMİ RESİM SANATI
Prof. Ahmet Ateş tarafından keşfedilip tanıtılan Farsça yazılmış Varka ve Gülşah mesnevisi, yazısı ve minyatürlerinin üslubuna göre on üçüncü yüzyıl başlarında Anadolu Selçuklu sanatının ortaya koyduğu şaheserlerdendir. İçinde 71 minyatür bulunmaktadır (Aslanapa, 1999, s. 365). Bu kitap XIII. yy.da pek sevilen yuvarlak bir nesih
ile yazıldığından, içindeki minyatürlerin de aynı yüzyılda yapılmış olduğu kabul
olunabilir (Yetkin, 1974, s. 191).
Hayvanları, özellikle savaş sahnelerinde atları değişik açılardan gösteren nakkaş, bir
yandan gözlem gücünü açığa vururken, bir yandan da eğri çizgileri birbirine dolayarak kompozisyona bir arabesk görünüşü vermektedir. Öyle ki, nakkaşın tek amacının, hareketleri değerlendirmek olduğu söylenebilir.
İki atlının dövüşünün yer aldığı sahnede de zemin arabesklerle tamamen doldurulmuştur (bk. Resim 5). Zeminin bu biçimde süslenmesini, Büyük Selçuklu dönemi
minyatürlerinin çoğunda buluruz. Bu ağır süslemelere karşın, ince uzun dikdörtgenler oluşturan kompozisyonlar oldukça yalındır.
Karakteristik Türk Motifleri:
Selçuklu döneminde genelde aslı İran, Arap, Hint ve Yunan dillerinde yazılmış olan
kaynaklar üzerine resim çalışmaları yapılmıştır. Kitap resimlerinde, İslam öncesinden gelen eski resim karakterlerine çok sık rastlamaktayız ancak değişik amaçlarla
kullanılan çini ve seramikler üzerinde Türk karakterlerinin önemli bir yeri vardır.
Örnek olarak bir geyiğe veya dağ keçisine arkadan saldıran bir grifon veya kaplan
yüzlü kanatlı bir yaratık, Hunlar döneminde çok sayıda görülen figürlerdendir. Bu
konu Selçuklu dönemindeki seramikler ve duvar kabartmalarında da defalarca
çalışılmıştır (bk. Resim 6).
İki başlı kartal Selçuklu döneminde çalışılan bir diğer karakteristik Türk motifidir (bk. Resim 7). Eski çağlarda Sümerler ve Hititlerde de bu motife rastlanır. Sümerlerde Lagaş kentinin simgesi çift başlı kartaldır. Çift başlı kartal figürü ilk kez, MÖ
3000 sonları ve 2000 başlarında, Mezopotamya’da görülür. Daha sonra ise, bütün
Orta Asya’ya yayılmıştır.
Kartal kuşlar arasında, ululuk ve yükseklik timsalidir. Bu yüzden; Türkler; kılıç kabzalarında, çift başlı kartal figürü kullanmışlardır (http://vista.ir/article/302150).
İki Başlı Kartal'ın Türk mitolojisinde de önemli yeri vardır. Tanrısallaştırılan İki Başlı
Kartal sağ kanadı ile güneşi, sol kanadı ile ayı kaplar. Aynı zamanda Tanrı Ülgen’in
(Gök Tanrı) sembolüdür.
Türk mitolojisinde yer ile göğün arasındaki çelik kapıyı kartal tutar. İnsanlara gökyüzü ve yeryüzü yolculuklarında; refakat eden varlıklar, kuş şeklindedir
(www.kulturelbellek.com/anadolu-selcuklu-sanati).
Ancak bir görüşe göre, İslam’dan sonra bu simgenin anlamı güç ve iktidarı temsil
etmekten İslamî bir anlama geçerek, ahiret ve ölümü temsil etmeye başlamıştır (Fethi-Ferbud, 1388 H., ss. 41-51).
Sonuç:
Genelde Türk resim sanatının gelişimini şöyle açıklayabiliriz. Resimli kitap sanatı
batı Türkistan'da gelişmiş Selçuklu emrinde çalışan Uygur yazıcıları tarafından İran
bölgesine sokulmuştur. Bu sanat Bağdat'a yayılarak Avrupalıların Bağdat çığırı diye
andıkları çığırı açmıştır.
37
ABDURRAHMAN DEVECİ
Selçuklu dönemi minyatürlerin ilk örnekleri Horasan'da ortaya çıkmıştır. Onun en
bariz örneği musavver kitap olan Semek Ayyar'dır. Ancak Selçuklu resmi güzel ve
ustaca eserleriyle Bağdat'ta büyük gelişmeler yaşamıştır.
Kitâbül-Haşâyiş (Materia Medica), Hintli Beydaba'nın Kelile ve Dimne'si ve Harirî’nin Makamât'ı gibi ünlü eserlerde orada ortaya çıkmıştır.
Genelde Selçuklu sanatından söz edildiğinde yeni İran coğrafyasında çalışılan eserler
düşünülmektedir. Oysa Selçukluların hüküm sürdüğü bütün bölgelerde, o hâkimiyet
ve sanatın doğrudan ilişkisi olmuş ve sanat Selçuklu sarayının desteği ile yeni basamaklara çıkabilmiştir.
Selçuklunun önemli şehirlerinden ve başkentlerinden biri olan Konya da önemli
resim çalışmalarına ev sahipliği yapmıştır. Bu şehirde meydana gelen en önemli eser
belki de cazip destanıyla bütün Selçuklu İmparatorluğunun en ünlü eseri sayılan,
Varka ve Gülşah olarak değerlendirilebilir.
Selçuklu dönemi minyatürleri, genelde konularını İran ve Arap destanlarından ve
bilimsel çalışmalarından almıştır. Ancak bu dönemin özellikle de duvar resimlerinde
çift başlı kartal ve arkadan bir hayvana saldırmakta olan kaplan gibi karakteristik ve
milli Türk motifleri de göze çarpıcı bir miktarda kendini göstermektedir.
KAYNAKÇA
Asalanapa, O. (1999). Türk Sanatı. (5. bs). İstanbul: Remzi yayınevi.
Hillenbrand, R. (2005). İslam Sanatı ve Mimarlığı. Çev. Çiğdem Kafescioğlu. İstanbul:
Homer kitabevi.
Fethil-Ferbud, F. (1388 H.). Seyr-e Tahavvol-e Nuguş-e Perende ve Movcudat-e Esatiri-e Baldar Der Mensucat-e Al-e Buye ve Selcugi. Negere dergisi, Sonbahar
12, Tahran.
Katli- Margarita- Hamby- Loei (1376 H.). Honar-e Selcugi ve Harezmi. Terc. Yaghub
Ajen., Tahran: Movla yayınevi.
Pakbaz, R. (1380 H.). Naggaşi-e İran Az Dirbaz Ta Emruz. Zerrin ve Simin yayınevi.
Pope, A., (1384 H.). Şahkarhaye Honare İran. Terc. Perviz Natel Hanleri. Tahran: İlmi
ve Ferhengi yayınevi.
Şerifzadeh, S. A. (1375 H.). Tarih-e Negargeri Der İran. Tahran: Hovzeye Honeri yayınevi.
Yetkin, S. K. (1954). İslam Sanat Tarihi, Ankara: Güven Basımevi.
Yetkin, S. K. (1974). İslam Ülkelerinde Sanat. İstanbul: Karaca Ofset Basımevi.
Yılmaz Can, Y., Gün. R. (2011) Türk İslam Sanatları ve Estetiği. (2. bs.). İstanbul: Kayıhan yayınevi.
İnternet Kaynakları:
http://www.kulturelbellek.com/anadolu-selcuklu-sanati
http://fa.wikipedia.org/wiki/ﺳﻣﮏ_ﻋﯾﺎر
http://fa.wikipedia.org/wiki/اﻻﻏﺎﻧﯽ
http://fa.wikipedia.org/wiki/ﻋﺒﺪاﻟﺮﺣﻤﺎن_ﺻﻮﻓﯽ
http://vista.ir/article/302150
38
SELÇUKLU DÖNEMİ RESİM SANATI
EKLER
Resim 1: Şema, Şemşat ile perilerin
konuşmasını dinlerken, Semek
Ayyar'dan bir resim, Horasan, 12. yy.
Resim 2: İlaç Hazırlanması, Kitâbül-Haşâyiş,
Bağdat, 1222 ( H. 619).
Resim 3: Göksel Zincirli Bayan
Figürü, Süverül-Kevâkibi’s-Sabite,
984. y. (Bodleian_Library)
Resim 4: Minaî Seramik Kase Yüzündeki Saldırı
Sahnesi: Büyük Selçuklu dönemi, [Washington
Freer Gallery of Art, 43.3]
Resim 5: Gülşah’ın Adenli
savaşçıyı öldürmesi: Varka ve
Gülşah, Selçuklu dönemi, Konya,
13. yy., [TSMK, H. 841, y. 23 b]
39
ABDURRAHMAN DEVECİ
Resim 6: İneğe Saldıran Kaplan, Selçuklu Dönemi Duvar Kabartması, Anadolu.
Resim 7: İpek kumaş üstüne altın simle işlenmiş çift başlı kartal, 13. yy. Konya
(Berlin Staalche Müzesi)
40
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
DĪVĀNÜ LUĠĀTİ’T-TÜRK’E GÖRE OĞUZCA
AKAR TÜRK KARAHAN
1. Giriş: Oğuzlar
VIII. yüzyılda Köktürklere bağlı bir Türk topluluğu olan Oğuzların adlarına ilk defa
Orhon yazıtlarında rastlanmaktadır. Orhon yazıtlarında Tokuz Oğuz şeklinde bahsedilen Oğuzlar dokuz boydan meydana gelmiş bir Türk boyudur. Tarihî bazı deliller,
Oğuzların Batı Köktürklere mensup olduğunu göstermektedir. Batı Köktürklerin son
bulmasının ardından (766), Oğuzlar muhtemelen Halife Mehdî Billâh zamanında
(775-785) Maveraünnehir’e ve Aşağı Seyhun boylarına gelmiştir (Sümer, 2007, s. 325).
Ötüken-Uygur Kağanlığında Uygur hükümdarı Köl Bilge Kağan’ın oğlu Tokuz
Oğuzların başbuğu tayin edilmiş, zamanla Oğuzlar, Uygur Devletinin dayandığı iki
unsurdan biri hâline gelmiş ve Uygurların 840’ta uğradığı felaketin ardından Doğu
Türkistan’a yapılan göçe katılmıştır. Uzun müddet orada da varlığını sürdüren Tokuz Oğuzların adı bir müddet sonra o bölgeden kaybolmuştur (Sümer, 2007, s. 325).
X.-XI. yüzyıllarda Oğuzlarla ilgili bilgileri İslam coğrafyacılarının ve tarihçilerinin
eserlerinden öğreniyoruz. İslam kaynaklarında, guz şeklinde adlandırılan Oğuzlar ile
ilgili pek çok bilgi bulunmaktadır. Oğuzların Karakum olarak adlandırdıkları Aşağı
Seyhun ile Aral’ın kuzeyindeki çöl bölgesinden, İslam coğrafyacıları “al-mefâzâtü’lGuziyye” (Oğuz Çölü) adıyla bahsetmektedir. X. yüzyılda Oğuzlar, başkenti Seyhun
yakınlarındaki Yenikent olan Oğuz Yabgu Devletini kurmuşlardır. Bu devlet, başında
“yabgu” unvanlı hükümdarların bulunduğu X. yüzyılın birinci yarısında, Maveraünnehir’in kuzeyindeki Kazak bozkırlarında yaşayan Oğuzlar tarafından kurulan bağımsız ve güçlü bir devletti. Devletlerinin kurucusu olan Selçuk 980’lerde Cend’de
İslamı kabul etmiş ve Oğuzlar bu dönemde İslamlaşmaya başlamıştır. Oğuz Yabgu
Devletinin ne zaman son bulduğu kesin bilinmemekle birlikte, tarihî deliller 1003
tarihinden önce yıkıldığını göstermektedir (bk. Sümer, 2007, ss. 326-327; Ağacanov,
2004, ss. 69-104).
XI. yüzyılda Oğuzların durumlarına bakacak olursak, Oğuz Yabgu Devleti yıkılmış
ve Oğuzlar çeşitli bölgelerde tarih sahnesindeki varlıklarını sürdürmüştür. Rus yıl41
AKARTÜRK KARAHAN
lıklarında Torki olarak adlandırılan Oğuzların 1054’te Kievan Prensi tarafından yenilgiye uğradıkları kayıtlıdır. 1060’ta Oğuzlar Don ve Dnyepr arasındaki bölgelere
saldırmış ve 1064’te aşağı Danube’ye kadar ulaşmışlardır. 1068’de Oğuzlar Macaristan içlerine girmiş fakat geri püskürtülmüştür. Rus ve Bizans hizmetinde görev alan
Oğuzlar ise bu milletler arasında asimile olmuşlardır. Diğer taraftan Oğuzlar, Selçuklu Devletini kurmuşlar ve XI-XIV. yüzyıllarda Anadolu, Kirman, Horasan, Suriye,
Irak bölgelerinde etkili bir devlet olmuşlardır. Selçuklu Devletinin ana unsuru olan
Oğuzlar 1040’ta Gaznelileri bozguna uğratmış ve 1055’te Bağdat’ı işgal etmişlerdir.
Böylece halifeliğin doğu kısmı yeniden birleşmiştir (Sümer, 2007, s. 327).
Tarihî olaylardan da anlaşıldığı gibi, Oğuzlar XI. yüzyılda Orta ve Ön Asya’nın geniş
bir alanında askerî, dinî ve siyasî birçok bakımdan etkili olmuş bir Türk topluluğudur. Bu dönemde Oğuzlarla ilgili bilgi veren ilk Türk kaynağı Kâşgarlı Mahmud’un
Dīvānu Luġāti’t-Türk (DLT) adlı eseridir. Oğuzlar, yurtları, kültürleri, dilleri gibi
birçok konuda bilgi içeren eserde, Oğuzlarla ilgili bilgiler diğer Türk boylarıyla kıyaslandığında, daha ayrıntılıdır. Bilindiği gibi eser, XI. yüzyıldaki Türk toplulukları,
yurtları, kültür ve dilleri hakkında bilgiler içeren Türkçeden Arapçaya, ansiklopedik
bir sözlüktür. Eserde başta Karahanlı Türkçesi ölçünlü dili olmak üzere, Karluk, Yağma, Çiğil, Kıpçak, Yemek, Oğrak, Oğuz, Tuhsı, Uygur, Bulgar, Suvar, Argu, Kençek, Basmıl,
Çömül, Kay, Tatar, Yabaku, Hotan, Soğd, Tübüt, Balasagun, Barsgan, Kâşgar, Kuça, Sayram, Uç gibi yirminin üzerinde boy ve topluluğun lehçe özellikleri nakledilmektedir.
Bu lehçelerle ilgili nakledilen 523 sözcükten, 278’i Oğuzcaya aittir. DLT’de Oğuz
lehçesiyle ilgili kayıtlar, tüm lehçeler hakkında verilen kayıtların yarısını geçmektedir. Kâşgarlı Mahmud’un Oğuzlara özel önem vermesi ve sürekli Karahanlı Türkçesi
yazı dili ile Oğuzcayı karşılaştırmasının birçok sebebi olabilir. Bununla ilgili ilk akla
gelen Anadolu’da Oğuzcanın yazı dili hâline gelmeden önce Horasan kültür çevresinde bir hazırlık devresi geçirdiği (bk. Yüce, 2007, s. 323) ve belki de o dönemde
Oğuzların yazılı belgelerinin olduğudur. Ancak bugüne kadar bu yönde bir yazılı
eserle karşılaşılmamıştır.
Bu bildiride, DLT’de nakledilen Oğuzcayla ilgili bilgiler değerlendirilecek; XI. yüzyılda Oğuzcanın ses bilgisi, biçim bilgisi ve söz varlığı bakımından durumu ortaya
konacaktır.
2. DLT’de Oğuzca:
DLT’de Oğuzlar’ın dilleri dışında, yaşadıkları yerler, şehirleri, Oğuzların 22 boyu,
damgaları, beylerinin adı, yaşayışları, kültürleri, diğer Türk boylarından daha ayrıntılı bir şekilde verilmiştir. Ancak konumuz dilleri olduğu için, bunlara değinmiyoruz.
Ayrıntılı bilgi için bk. Karahan, 2013, ss. 49-53.
Kâşgarlı, Oğuzları Kırgız, Kıpçak, Tuhsı, Yağma, Çiğil, Oğrak, Çaruk boylarıyla birlikte
saf Türkçe olarak yalnız bir dilleri olan topluluklar arasında gösterir. Ayrıca Türklerin konuştuğu diller arasında en kolay dilin de Oğuz lehçesi olduğunu belirtir (DLT:
25; CTD I: 83; DLTt I: 30). Kâşgarlı, Oğuzların Farslarla düşüp kalkmaya başladıktan
sonra bazı Türkçe sözcükleri unutup yerine Farsçalarını kullandıklarını da ekler
(DLT: 217; CTD I: 326; DLTt I: 431). Buradan XI. yüzyıl Oğuzlarının tek dilli bir Türk
topluluğu olduğunu, ancak Farslarla yakınlıkları nedeniyle Oğuzcada çok sayıda
Farsça kökenli alıntıların olduğunu söyleyebiliriz.
42
DĪVĀNÜ LUĠĀTİ’T-TÜRK’E GÖRE OĞUZCA
DLT’de Oğuzlar ile Türkler (Karahanlılar) ve Oğuzcayla da Türkçe (Karahanlı Türkçesi) karşılaştırılmıştır. Böyle bir karşılaştırmanın yapılması, iki ayrı yönetim yapılanmasında bulunan topluluklar olması yanında, Kâşgarlı Mahmud’un bunları iki
önemli lehçe olarak görmesinden de kaynaklanmalıdır. Eserde Türk grubu ve Oğuz
grubu ayrımının olduğunu bazı örneklerde görmekteyiz:
a) Türkçedeki yer, zaman ve alet adları yapımındaki farklılıklar anlatılırken, Hakaniye Türkleri ile Türkmenler birbiriyle karşılaştırılmıştır (DLT: 11; CTD I: 75; DLTt I:
13).
b) tägin- fiili anlatılırken Çiğillerin Hakana yahut beye birisinin geldiği haber verdiği zaman kullandıklarını, fakat Oğuzların bu söze kızdıkları belirtilmiştir (DLT: 339;
CTD II: 34; DLTt II: 142).
c) Bir grubun kılığına girip, onlar gibi olmayı ifade eden sözcükler yapan +lAn- ve
+lA- ekli yapılarda Oğuzlar ve Çiğiller birlikte örneklendirilmiştir: oġuzlandı-çigilländi
(DLT: 401; CTD II: 96; DLTt II: 268). oġuzlādı-çigillǟdi (DLT: 595; CTD II: 325; DLTt III:
344) vb.
d) Çiğil söz varlığındaki yarlıġ için Kâşgarlı, bunu Oğuzların bilmediğini ifade etmiştir (DLT: 462; CTD II: 169; DLTt III: 40).
e) Türkçedeki 2. teklik ve çokluk kişi zamirleri olan siz ve sän anlatırken Çiğillerin
ve Oğuzların birbirinden farklı biçimde kullandıkları belirtilmiştir (DLT: 497; CTD II:
212; DLTt III: 126).
f) “kedi” için Çiğillerin mǖş, Oğuzların çätük dediği aynı maddede söylenmiştir
(DLT: 498; CTD II: 114; DLTt II: 301).
g) “yarasa” anlamında Çiğillerin aya yärsgü diğerlerinin (Oğuz) yarasa dedikleri
ifade edilmiştir (DLT: 631; CTD II: 371; DLTt III: 433).
h) Türklerin yikdä olarak söylediği yemiş için Oğuzların “te” ile yik(g)tä şeklinde
söyledikleri ifade edilmiştir (DLT: 26; CTD I: 84; DLTt I: 31).
i) Türklerin “Hakanın karargâhı” için ḥān tōy dedikleri; buna karşın Oğuzların bu
tabiri bilmedikleri açıklanmıştır (DLT: 505; CTD II: 220; DLTt III: 141).
j) Kâşgarlı, ǖndür- fiilinin Türkçede ve Uygurcada “(bitki için) bitirmek (Ar. anbata)” ve “yöneltmek (Ar. aşḫaṣa)” anlamlarında olduğunu ve bunu Oğuzların bilmediğini belirtmiştir (DLT: 119; CTD I: 207; DLTt I: 224).
k) “ayakkabı” anlamında Çiğil lehçesinde başaḳ, Oğuz ve Kıpçak lehçelerinde başmaḳ kullanıldığı aynı maddede ifade edilmiştir (DLT: 190; CTD I: 290; DLTt I: 378).
l) Çiğil lehçesinde ḳum “kum” sözcüğünün, Oğuzlar tarafından bilinmediği ifade
edilmiştir (DLT: 170; CTD I: 267; DLTt I: 337).
Bu gibi karşılaştırmalar, XI. yüzyılda Karahanlılar ve Oğuzların önemli bir konumda
olduğunu; dillerinin de bundan dolayı dikkate alındığını göstermektedir. Kâşgarlı
“Türkçe” tabiriyle temel olarak Karahanlı Türkçesi yazı dilini kastetmekte; karşılaştırmasını da “Türk grubu” ve “Türkmen/Oğuz grubu” şeklinde iki lehçe grubu üzerinden yapmaktadır.
3. Oğuzcanın Ses Özellikleri
DLT’de Oğuz lehçesine ait ses özellikleri, Karahanlı Türkçesi ile karşılaştırılarak ya
da ayrıca nakledilmiştir. Kâşgarlı Mahmud’un XI. yüzyıl Oğuzcası için verdiği ses
özellikleri de diğer lehçelerden daha fazla ve ayrıntılıdır. Bunlar:
43
AKARTÜRK KARAHAN
3.1. /-ġ, -g, -ġ-, -g-/ > Ø: DLT’de XI. yüzyıl Oğuzcasında ve Kıpçakcasında söz içinde
ve sonundaki /ġ/ ve /g/’lerin düştüğü belirtilmiş, bazı örnekler verilmiştir. ço(u)muḳ
[236]< *çomġuḳ (EDPT: 423a) “Alakarga”, tamaḳ [28] < *tamġāḳ (EDPT: 505a) “boğaz,
gırtlak”, ḳova (Oğuz) [549] < *ḳovġā (EDPT: 583b). EAT metinlerinden itibaren /ġ, g/
düşmesinin, Oğuzcanın tipik bir özelliği olduğu bilinmektedir. Modern Oğuz grubunda da söz sonu ve söz içi /ġ, g/ sesleri düzenli olarak düşmektedir. Kâşgarlı’nın,
XI. yüzyılda düzenli olmasa da bu ses olayına değinmesi, Oğuzcanın ses tarihi bakımından önemlidir.
3.2. /t-, -t-/ > /d-, -d-/ : Kâşgarlı, “Oğuzlar ve diğerleri bütün te’leri dal yapar” şeklindeki ifadesiyle söz başı ve söz içi /t/ > /d/ ötümlüleşmesine değinmiştir (DLT: 26;
CTD I: 85; DLTt I: 31). XI. yüzyıl için düzenli olmasa da Kâşgarlı’nın Oğuzca olarak
naklettiği /t-/ > /d-/ değişimi, modern Oğuz lehçelerinde düzenli bir ses olayıdır.
Eserde, söz başında /t-/ > /d-/ ötümlüleşmesine şu örnekler verilmiştir: dävä (Oğuz)
[364] [544] “deve” < *tebä/*tebäň (TMEN II: 1015), daḳı (Oğuz) [364] “1. dahi, daha, 2.
ile, birlikte”< takı: (d-) (EDPT: 466a). Modern sahada düzenli bir Oğuz özelliği olan
söz başı /t-/ > /d-/ değişimi XI. yüzyıl Oğuz lehçesi için de ayırıcı bir ses özelliği olarak kaydedilmiştir. Bununla birlikte eserin başka sayfalarında aynı sözcüklerin
Oğuzcada /t-/’li kayıtları da vardır: tävä (Oğuz, Kıpçak, Suvar) “deve” [504], taḳı
(Oğuz) “dahi, daha” [545]. Ayrıca DLT’de söz başı /t-/’nin korunduğu Oğuzca sözcükler de çoklukla bulunmaktadır. Bunlar: taḳ-, taḳuḳ “tavuk”, taḳuḳluġ “tavuğu
olan”, tamaḳ “boğaz, gırtlak”, tamar ~ tamur “damar”, tança- “bozulmak”, tarıġ “darı”, tas “her nesnenin kötüsü, bayağısı”, tavar “canlı, cansız mal”, tägül “değil”, täk
tur- “sus!”, tälü “ahmak, deli”, tämürgǟn “ok temreni”, täŋlägüç “çaylak kuşu”,
tärinçäk “iki parçadan yapılan kadın çarı”, täriŋ “derin”, täs tägirmä “yus yuvarlak”,
tılıḳ- “konuşmak”, toḳı- “dövmek, dayak atmak”, toḳıl- “döğülmek, dayak atılmak”,
toḳın- “dövülmek”, toldrā- “dağılmak”, topul- “delmek”, tȫl “1. yavrulama zamanı, 2.
yavru, döl”, tölä- “yavrulamak”, tölät- “yavrulatmak, doğurtmak”, tȫn- “(geri) dönmek”, tuġrāġ “Tuğra, Hakanın mührü ya da imzası”, tuġraġlan- “mektup, bitik ve
yazı gibi şeylerin tuğra ile mühürlenmesi”, tügi “darının kabuğu çıkarıldıktan sonra
kalan taneleri”, tümrüg “tef”, törüt- “yerine getirmek, doğru bir şekilde yapmak”.
DLT’deki /t-/’li Oğuz lehçesi söz varlığı göz önüne alındığında, /t-/ > /d-/ değişiminin
XI. yüzyıl için henüz düzenli bir ses özelliği olmadığı görülmektedir. Korkmaz, bu
değişimin XIV-XV. yüzyıl Eski Anadolu Türkçesinde bile kuralsızlık gösterdiğinden
yola çıkarak, /t-/ > /d-/ ses olayının Oğuz-Türkmen lehçelerinde çok hızlı yol alan bir
dönüşüm olmadığını belirtmekte ve XI. yüzyılın ikinci yarısında bu dönüşümün
daha yeni başlamış bir olay olduğu yargısına varmaktadır (Korkmaz, 1995, s. 244).
Daha önceki yüzyıllara ait yazılı eserlerde /t-/ > /d-/ değişiminin görülmemesi, bu ses
olayının XI. yüzyılda yeni başlamış bir dönüşüm olduğu düşüncesini kuvvetlendirmektedir (Gabain, 1988, s. 40; Tekin, 2000, s. 67). Kâşgarlı’nın daha yeni sayılabilecek
ve tam olarak sisteme oturmamış bir ses olayını tespit etmesi ve ilk olarak ifade etmesi, /t-/ sesinin gelişim evrelerine açıklık getirmesi bakımından, ses tarihi için
önemli bir kayıttır.
3.3. /y-/ > Ø: Kâşgarlı, “Oğuzlarla Kıpçakların baş tarafında /y-/ bulunan isim ve
fiillerin ilk harfinin elif’e yahut cim’e çevirirler” (DLT: 26; CTD I: 84; DLTt I: 31) şeklinde XI. yüzyıl Oğuzcasında (ve Kıpçakçada) /y-/ > Ø değişiminden bahsetmiş ve
Türklerin yelgin dediğine Oğuz, Kıpçakların elgin “yolcu” [26-460], Türklerin yılıġ
44
DĪVĀNÜ LUĠĀTİ’T-TÜRK’E GÖRE OĞUZCA
dediğine Oğuz ve Kıpçakların ılıġ “ılık” [26, 44], Türklerin yilik dediğine Oğuzların
ilik “Kemik iliği” [49] dediğini nakletmiştir. Tarihî lehçelerde /y-/ > Ø ses olayı kısmen Çağatay Türkçesinde ve çoğunlukla Altın-Ordu Kıpçak ve EAT-Osmanlı Türkçesi sahalarında görülmüştür. Modern Türk lehçelerine bakıldığında /y-/> Ø değişiminin düzenli bir Oğuz lehçesi özelliği olduğu görülmektedir. Bazı araştırıcılar,
Kâşgarlı Mahmud’un Oğuzca özellik olarak gösterdiği /y-/ düşmesinin, birkaç örneğe dayalı olmasından dolayı, XI. yüzyıl Oğuzcası için genelleşmemiş bir ses olayı
olduğunu belirtmekle (Canpolat, 1968, s. 172) birlikte, DLT’nin yalnızca Oğuz lehçesine dayalı bir eser olmadığı düşünülürse, Kâşgarlı’nın naklettiği birkaç örneğin
dikkate alınması gerekir.
/y-/ > /c-/: Kâşgarlı, “Oğuzlarla Kıpçakların baş tarafında /y-/ bulunan isim ve fiillerin
ilk harfinin elif’e yahut cim’e çevirirler”( DLT: 26; CTD I: 84; DLTt I: 31) ve “Oğuzlarla Kıpçaklar, kelimenin başında bulunan bütün y harflerini cim söylerler” (DLT: 422;
CTD II: 121; DLTt II: 314) diyerek /y-/ > /c-/ değişimine iki kez temas etmiştir. Kâşgarlı Mahmud’un Oğuz ve Kıpçaklarda /c-/ ile gösterdiği sözcükler şunlardır: coġdu
(Oğuz, Kıpçak) [26] “devenin (çenesinin altındaki) uzun tüyleri” [26] <yoġdū (EDPT:
899a), cun- (Oğuz, Kıpçak) “yıkanmak” [422] <*yūn- (EDPT: 942b), cigi (Kıpçak, vd.)
“sağlam” [546] <*yigi (EDPT: 911a), cet- (Oğuz, Kıpçak) “yetişmek, ulaşmak, erişmek”
[422] <*yet- (EDPT: 884b), cinçü (Kıpçak, Oğuz) “inci” [547] <yinçü (EDPT: 944b).
Buradan, bugün düzenli bir Kıpçak ses özelliği olan söz başı /y-/ > /c-, ç-, j-/ değişiminin XI. yüzyılda da bir lehçe özelliği olduğunu görmekteyiz (bk. Johanson, 1998,
ss. 96-97; Tenişev, 1984, ss. 256-259; Räsänen, 1949, ss. 185-188). Ancak modern Oğuz
grubu için böyle bir ses değişiminden söz edilemez. Bu değişimin Kıpçakların yanı
sıra Oğuzlarda da görülmesi Oğuz-Kıpçak lehçe ilişkilerine bağlanabilir.
Kâşgarlı tarafından Oğuz ve Kıpçak lehçelerinde /y-/ > Ø ve /y-/ > /c-/ değişimlerinin
bulunduğu kaydedilmekle birlikte, DLT’de söz başı /y-/’li Oğuz ve Kıpçak kayıtlı
sözcükler de bulunmaktadır: yarmaġān “birinin, güzel geçen bir seyahatin ardından
yakınlarına getirdiği hediye, armağan”, yaŋa “derenin yanı, herhangi bir ırmağın bir
yanı”, yara- “yaramak”, yarasa “yarasa”, yarat- “yapmak”, yās “ölüm, helak”, yava
yēr “sıcak yer”, yaz- “yazı yazmak”, yorıġçı “Hısımlar arasında mektup getirip götüren elçi”, yıba “yaş, ıslak”, yäŋgäç “yengeç”, yorınça “yonca”, yoş “sıkışıklık, kalabalık”, yörä “yöre, çevre, bir şeyin etrafı”, yumurlan- “toplanmak”, yügrük bilgä
“bilgin ve akıllı, erdemli kişi”, yügürgǖn (Türkmen) “darı gibi kırmızı taneleri bulunan bir bitki”, yǖzärlik “üzerlik otu”.
Görüldüğü gibi /y-/ > /c-/ değişimi her ne kadar Oğuz ve Kıpçaklara has bir ses özelliği olarak verildiyse de, DLT’de Oğuzca kaydının istisnaları çok fazladır. Bu konuda
Canpolat, Kâşgarlı’nın Oğuzcada bahsettiği bu ses olayının Osmanlı Türkçesinde hiç
görülmemesinden yola çıkarak, bunun ya bir yanılgı sonucu olarak ya da yazı diline
geçmemiş bir ağız özelliği olarak değerlendirilebileceğini belirtmektedir (Canpolat,
1968, s. 172). DLT’deki Oğuzca /y-/ > /c-/ ses olayına Korkmaz ise şu yorumu getirmiştir:
“y/c değişimi XI. yüzyıldan sonraki dönemde yalnız Kıpçak metinleri ile tanıklanabildiği, Oğuzcanın böyle bir değişim türü vermediği göz önünde bulundurulursa, Kâşgarlı’nın bu açıklamasını
değerlendirmek oldukça güçleşir. Kâşgarlı bu dönüşümü eserinin iki ayrı yerinde açık seçik bir şekilde anlattığına göre, belki de XI. yüzyılın ikinci yarısında Oğuzca için böyle bir değişim söz konusudur. Ancak XI. yüzyıldan sonraki dönemde Oğuzca, y/c değişimi bakımından c-’ye karşı y-’li
45
AKARTÜRK KARAHAN
ve y-’siz türleri benimseyen ve bu yönü ile Kıpçaklardan ayrılan yeni bir gelişim dönemine girmiş
olabilir. Her ne olursa olsun XI. yüzyıl sonrası Oğuz-Türkmen metinleri bu geçişi tanıklamadıkları için, Kâşgarlı’nın bu kaydını, daha başka tanıklayıcı kayıtlar elde edilinceye kadar ihtiyatla karşılamak zorundayız” (Korkmaz, 1995, s. 246).
Bizce de bu durum, XI. yüzyılda /y-/ > /c-/ değişiminin Kıpçak lehçesinde bulunduğunu, Oğuzcada ise Kıpçakçanın etkisiyle oluşan bir ağız özelliği olduğunu gösterdiği gibi aynı zamanda Oğuz ve Kıpçak lehçeleri arasındaki sıkı lehçe temasına da
işaret etmektedir. Türk boyları arasında kesin coğrafi sınırların olmadığı hareketli
tarih sahnesinde Kıpçak lehçesine ait özelliklerin Oğuz lehçesinde de görülmesi
olağandır. DLT’de verilen Oğuz lehçesindeki /y-/ > /c-/ değişimi, geniş bir alana yayılmış Oğuz topluluklarının tümünde düzenli bir biçimde var olan bir özellik olmayıp Kıpçakların etkisiyle bazı Oğuz gruplarında gözlenen biçimlerdir. DLT’de “yıkanmak (iġtasaltu)” anlamındaki yun- fiilinin Oğuz ve Kıpçaklarda cun- olduğu söylenirken; “abdest almak (tawaḍḍa’a)” anlamındaki yun- fiili Oğuz kaydıyla geçmektedir (DLT: 422; CTD II: 121; DLTt II: 314). Bu durum XI. yüzyıl Oğuzlarının aynı sözcüğü yun- ve cun- olarak iki sesletimde söylediklerini göstermekte; belki de bazı
Oğuzların yun- olarak, bazı Kıpçaklara yakın Oğuzların ise cun- olarak söylediklerini
düşündürmektedir. Kâşgarlı bu konuda net bir açıklamada bulunmamışsa da modern Türk lehçelerinde çokça görülen lehçeler arası etkileşimin, XI. yüzyıl lehçeleri
için de geçerli olduğunu anlamaktayız.
3.4. /-v-, -v/: Kâşgarlı, Türkçede (=Karahanlı Türkçesi) çift dudak sesi olarak söylenen
/w/ sesini, Oğuzların diş-dudak sesi /v/ olarak söylediklerini, yazımda kullandığı
ayırıcı işaretlerle ve bazı dilbilgisi terimleriyle belirtmiştir. DLT’de, Türkçe ve Oğuzca bazı sözcüklerin /w/ ~ /v/ şeklinde ikili durumları da ayrıca gösterilmiştir. äw
(Türk) ~ äv (Oğuz) “ev” [27], āw (Türk) ~ av (Oğuz) “av” [27], yava yēr (Oğuz) ~ yawa
“sıcak yer” [455], tewe (Türk) ~ tävä (Oğuz) [504], tavar (Oğuz) ~ tawar “canlı cansız
mal” [182]. Modern lehçelere bakıldığında Oğuz lehçelerinden Azerbaycan Türkçesi
ve Türkiye Türkçesinde diş-dudak /v/, standart bir sestir. Diğer lehçelerde ise daha
çok çift dudak sızıcısı /w/, yer yer de (Türkmen, Çuvaş Türkçesi vb.) /v/ kullanılmaktadır (Şçerbak, 1998, s. 235). /w/ ~ /v/ seslerinde tarihî Oğuz ile modern Oğuz büyük
ölçüde uyuşmaktadır.
3.5. /b-/: Dīvān’da /b-/ > /m-/ değişiminde Oğuzcanın /b-/ yönünde olduğu görülmektedir. Modern Oğuz lehçelerine bakıldığında Türkiye Türkçesi ve Gagauz Türkçesinde düzenli olarak /b-/ korunmaktadır. Kâşgarlı’nın kayıtlarındaki Oğuzca ile modern
Oğuzca bu bakımından genellikle paraleldir.
3.6. /-d-, -d/ > /-y-, -y/: değişimi bakımından Dīvān’daki Oğuzca ile modern Oğuzca
aynıdır.
3.7. /ń/ > /y/, /ym/ /yn/: Köktürkçedeki /ń/ sesi, modern Oğuzcada /y/, /ym/ /yn/ eklinde gelişmiştir. Kâşgarlı’nın Oğuzca kaydıyla verdiği baynaḳ “dışkı, gübre” örneğinde, Oğuzcada /ń/ sesinin /yn/ şeklinde olduğunu göstermektedir. baynaḳ (Oğuz)
[522] ~ mayaḳ (Türk) [518] <*bańaḳ (EDPT: 350b). /ń/ sesinin gelişimi dikkate alındığında, modern Oğuzca ile XI. yüzyıl Oğuzcası paralellik göstermektedir.
3.8. /ḳ-/ > /ḥ-/: Kâşgarlı Oğuz ve Kıpçakların bazı sözcüklerdeki /ḳ-/’yi /ḫ-/’ya çevirerek söylediklerini belirtmiştir. Modern Türk lehçelerinin çoğunda /ḳ-/ sesi korunmakla birlikte, Oğuz lehçelerinde soru sözcüğü *ḳa-’da /ḳ-/ > /ḫ-/ sızıcılaşması düzenli bir
ses olayı olarak görülmektedir.
46
DĪVĀNÜ LUĠĀTİ’T-TÜRK’E GÖRE OĞUZCA
3.9. Uzun Ünlüler: Bugün Oğuz grubu Türk lehçelerinden Türkmencede sistemli
olarak görülen birincil uzun ünlülerin, XI. yüzyıl Oğuzcasında da var olduğunu,
Kâşgarlı’nın uzun ünlülü Oğuzca sözcükleri çift göstergeyle yazmasından anlıyoruz.
Örneğin: çāçır 204, āşlıḳ [70] āv [27]; andāġ [72]; armāġan [82]; bayāt [520]; kälǟçü (bk.
Bozkurt, 2009, s. 103).
4. DLT’de Oğuzcanın Morfo-Fonemik Özellikleri:
4.1. Soru Edatının Ünlüsünde U ~ I : Kâşgarlı Mahmud, isimlerin ve fiillerin sonuna
gelerek soru yapan mU edatının ünlüsünün Oğuz lehçesinde dar-düz ünlülü olduğunu belirtmiştir. İsimlerin soru biçiminde lehçeler arasında bir ayrılığın olmadığını,
fiillerin söylenişinde Oğuzların diğer lehçelerden ayrıldığını nakletmektedir (DLT:
539; CTD II: 260; DLTt III: 214). İsimlerin soru biçimi Türkçe ve Oğuzcada mU biçiminde ortaktır. bu atmu “bu at mı?”; bu itmü “bu köpek mi?”; bu at säniŋmü “bu at
senin mi?”, bu oġul säniŋmü “bu çocuk senin mi?” vb. Fiillerin soru biçimi Türkçede
mU ile: bardıŋmu “gittin mi”; käldiŋmü “geldin mi” vb. Oğuzcada mI ile: ol bardımı “o
gitti mi?” şeklindedir. Eski Anadolu sahası ve devamında kurallı bir biçimde mI/mU
olarak kullanılan soru edatı ünlüsündeki farkı Kâşgarlı Mahmud’un XI. yüzyılda
kayda geçirmesi ve belirtmesi Oğuzcanın ses tarihi için önemlidir.
4.2. Geniş Zaman Ekinin Ünlüsünde –Ar: Kâşgarlı, Türkler arasında geniş zaman
ekinin söylenişinde farklılıklar olduğunu belirtmiştir. Karahanlı Türkçesindeki –(X)r
biçimindeki geniş zaman ünlüsünü Oğuz ve Kıpçakların her zaman kesreli yani -Ar
olarak, söyledikleri ifade edilmiştir (DLT: 278; CTD I: 401; DLTt II: 27). Ercilasun,
Kâşgarlı’nın geniş zaman ekinin ünlüsüyle ilgili verdiği bilgileri eksik olarak görmektedir (Ercilasun, 2007, s. 359). Kâşgarlı, geniş zaman ekinin ünlüsünün lehçelerde
bu şekilde olduğunu belirtmekle birlikte, verdiği örneklerde her zaman lehçe kaydı
düşmemiş, bazılarında sadece “bir lehçede şöyledir” diyerek ekin değişkesini göstermiştir. Ancak Kâşgarlı’nın önceki açıklamalarına dayanarak bu örnekleri Oğuz ve
Kıpçak lehçeleri sınıfına dâhil edebiliriz: tōḏār 633 “doyar”, sınār 278 “kırılır”,
tunār 278 “gök kapanır”, külär 283 “güler”.
4.3. Geçmiş Zaman Ekinin Ünlüsünde –dA: Kâşgarlı, Türkçede geçmiş zaman çekiminde “dal harfinin esreyle” yani –dI olarak söylendiğini ve kuralın da bu olduğunu
belirtmektedir. Bunun yanı sıra Oğuzlar ve bazılarının dal harfini üstünlü olarak
yani –dA biçiminde söylediklerini ve bunun kural dışı bir kullanım olduğunu söylemektedir (DLT: 504; CTD II: 219; DLTt III: 139). bardam 504 “gittim”. Ancak geçmiş
zaman ekinin ünlüsü Kâşgarlı’nın Oğuzcada belirttiği –dA biçiminde tarihî ve modern sahada görülmemektedir. Modern sahada görülen geçmiş zaman eki, tarihî
sahada olduğu gibi, ötümlü ötümsüz olarak -DI, -DU biçimleriyledir (Tenişev, 1988,
ss. 373-374).
4.4. Ettirgenlik Eklerinde /r/ ~ /z/ : Kâşgarlı, bazen fiillerdeki söz içindeki /r/’lerin
Oğuzlar tarafından, /z/’ye çevrilerek iki biçimde de söylendiğini, fakat kuralın /r/ ile
olduğunu, /z/ ile fiilin ettirgen yapılamayacağını belirtmektedir. (DLT: 312; CTD II: 9;
DLTt II: 87).
4.5. -dUz Ettirgenlik Eki: Kâşgarlı, -dUr ettirgenlik ekindeki /r/’nin kimi zaman
Oğuzlar tarafından /z/ yapıldığını, fakat Oğuzcadaki bu söyleyişin kurala uygun
olmadığını belirtmiştir. Oğuzların ettirgenlik ekini –dUz şeklinde söylediği örnekler
şunlardır: aldur- ~ alduz- “aldırmak” 312, biltür- ~ bildüz- “bildirmek” 354. Tarihî
47
AKARTÜRK KARAHAN
ve modern Oğuz sahasında ise –dUr ettirgenlik ekinin –dUz biçimi bulunmamaktadır
(Räsänen, 1957, ss. 158-159).
4.6. –dUr Ettirgenlik Eki: Eski Türkçeden itibaren –DUr ettirgenlik eki ötümlü ve
ötümsüz ünsüzlerin yanında oluşuna göre /t/’li ya da /d/’li olabilmektedir (Räsänen,
1957, ss. 158). Ancak Kâşgarlı, –dUr ettirgenlik ekinin Türkler arasında –tUr ve –dUr
olarak iki biçimde olduğunu kaydederek bir lehçe özelliği olduğunu belirtmiştir.
Ona göre asıl olan bu ekin /d/’li söylenmesidir ve bu ekteki /t/, /d/’den değişmiştir
(DLT: 354; CTD II: 49; DLTt II: 174). DLT’deki örneklerde kältür- için Oğuzca kaydı
düşülmüş, diğer –tUr biçimindeki örneklerde ise lehçe adı zikredilmemiştir. Ancak
Kâşgarlı, eserinin başka yerinde Oğuzcada kimi zaman /d/’lerin /t/; /t/’lerin de /d/
olduğundan bahsetmiştir (DLT: 26; CTD I: 85; DLTt I: 30). Buna dayanarak /d/’li
biçimin Türkçe (Karahanlı Türkçesi), /t/’li biçimin Oğuzca olduğu da düşünülebilir.
kantur- 362 “kandırmak”, keltür- 364 “getirmek”, teltür- 354 “deldirmek”
4.7. /g/ Sesinin Düşmesi:
4.7.1. Fiilden İsim Yapma Ekinde /g/ > Ø: Kâşgarlı Rum ülkesinden Çin’e dek olan
Oğuzlarla beraber göçebelerin (birkaç yerde Oğuz ve Kıpçakların) sözcüklerin içinde
bulunan ġayın ya da kef’i sadelik ve kolaylık sağlama amacıyla düşürdüklerini belirtilmiştir (DLT: 262; CTD I: 385; DLTt I: 526). Eski Oğuz metinlerinde ve modern Oğuz
lehçelerinde hece başında ve söz içinde /ġ/, /g/’nin düşmesi düzenli bir Oğuz lehçesi
özelliğidir. buşaḳ 190 < *buş-ġaḳ (EDPT: 379a) “sıkıntılı”, toḏur- “doyurmak”, män anı
toḏurdum 307 <*toḏġur- (EDPT: 454a). Kâşgarlı’nın Oğuz ve Kıpçak lehçeleri için
verdiği bu bilgiye rağmen, /g, ġ/ sesinin korunduğu Oğuzca ve Kıpçakça örnekler
DLT’de bulunmaktadır. Bu durum bu ses olayının bu lehçelerde görüldüğünü, ancak
henüz düzenli hâle gelmediğini düşündürmektedir. Ek başı /G/’nin korunduğu örnekler şunlardır: satġa- “1. kesişmek, 2. ödeşmek, karşılamak”, satġaş- “ödeşmek,
sayışmak, hesabı kapatmak”.
4.7.2. -GAn sıfat-fiil ekinde /G/ > Ø: Kâşgarlı, Oğuzlarla Kıpçakların işin devam
ettiğini belirten sıfat-fiil eklerinde birbirlerine uyarak ek başındaki (ġayınları) /ġ/’ları
attığını belirtmektedir (DLT: 28; CTD I: 86; DLTt I: 33). Dīvān’ın başka bir yerinde ise
“Rum ülkesinden Çin’e kadar olan Oğuzlarla göçebeler”, işin devam ettiğini gösteren sıfat-fiil eklerindeki /ḳ/ ve /ġ/’yı (ḳaf ve ġayın’ı) kolaylık amacıyla attıklarını söylemektedir (DLT: 262; CTD I: 385; DLTt I: 526). baran 28 “giden” < barġān, uran 28
“vuran” < urġān.
4.8. Geniş Zaman Ekinde Hece Yutumu: Türklerin geniş zamanda turur şeklinde
söyledikleri tur- fiilini, Oğuzların dilde kolaylama yaparak, emir şeklinde olduğu
gibi, tur şeklinde söylediklerini DLT’den öğreniyoruz.
Oğuzlar: [ol yoḳāru] tur “o, ayağa kalkar” 283 Türkler ol yoḳāru turur
Oğuzlar: män baran 283 “giderim”, Türkler [män] barīr män
Oğuzlar: män turan 283 “kalkarım”, Türkler [män turūr män]
Oğuzlar: män ya ḳuran 283 “ben yayı kurarım”, Türkler [män ya] ḳurar män
Kâşgarlı’ya göre Oğuzların tuttuğu yol, kural değilse de kolaylık sağlamaktadır.
Sözcüğün kökünde re harfi yoksa, Oğuzlar da diğer Türkler gibi geniş zamanda
ikinci re’yi düşürmezler. Örneğin kälir “gelir”, külär “güler” şeklinde olduğu gibi,
geniş zaman 3. teklik kişi bütün Türklerde aynı söylenir (DLT: 283; CTD I: 404; DLTt
II: 34-35). Olumsuzunda ise Oğuzlarla öbür Türkler arasında ayrılık yoktur: ol barmās
48
DĪVĀNÜ LUĠĀTİ’T-TÜRK’E GÖRE OĞUZCA
“o gitmez” ve män barmās män “ben gitmem” denir. Çoğul biçiminde de –lAr eklenerek olār barmāslār “onlar gitmez”, bulār barmāslār “bunlar gitmezler”, biz barmās
miz “ biz gitmeyiz” (DLT: 300-1; CTD I: 414; DLTt II: 64-65).
5. DLT’de Oğuzcanın Biçim Bilgisi Özellikleri
5.1. -IGsAk ~ -IGsI Ekli Sıfat-Fiiller: DLT’de, Oğuzlar (bir yerde Oğuzlar ve Kıpçaklar) ise “buradaki lam harfini sin’e çevirirler” diyerek, kullanılan eklerde Türkler ile
Oğuzların arasında fark olduğunu belirtmiştir. Kâşgarlı Eski Türkçe -GUlXk sıfat-fiil
ekinin Oğuzlarda –IgsAk ve –IgsI olduğu yönünde örnekler sıralamıştır. Ancak bu
farkın Oğuzların tamamı için söz konusu olmadığı, Oğuzların bir kısmının Türklerden ayrılırken, bir kısmının Türklerle aynı söyleyişte oldukları belirtilmiştir. Bu türden sıfat-fiillerin, emir kipi üzerine -GUlXk, -IgsAk ve –IgsI eklerinin ilave edilerek
kurulduğu da ifade edilmiştir (DLT: 582, 414; CTD II: 311, 112; DLTt III: 314, II: 296).
Kâşgarlı Mahmud’un -GUlUk sıfat-fiil ekinin Oğuzca ve Kıpçakçadaki alternatifi
olarak verdiği –IgsAk ve –IgsI ekleri ise tarihî sahada ilk olarak Kâşgarlı’nın kaydında
tanıklanmaktadır. Kâşgarlı, Oğuzca (ve belki de Kıpçakça) ve Karahanlı Türkçesi
arasında bu ekin kullanılışındaki farkları şu örneklerde göstermiştir:
ANLAMI
“onun acele ettirmek hakkıydı”
“onun hareket ettirmek
hakkıydı (onu hareket
ettirmeliydi” [443].
“gitmek adamın hakkıydı /
gitme niyetindedir
“o, burada kalmalıydı/
kalmak hakkı idi”
“onun et doğramak hakkı
idi /doğramalıydı”
“onun sana uğramak hakkı
idi /uğramalıydı”
“onun almak hakkıydı
/almalıydı/almak niyetindeydi”,
“onun satmak hakkıydı
/satmalıydı/ satmak niyetindeydi”
TÜRKler
–GUlUk
ol tawratġuluḳ ol
ol täprätgülük ärdi
OĞUZLAR/KIPÇAKLAR
-IGsAk/-IGsI
ol tawratıġsaḳ ärdi /
ol tawratıġsı ärdi
täprätigsäk ärdi /täprätigsi ärdi
ol barġuluḳ ärdi
ol munda barıġsaḳ ärdi
ol munda turġuluḳ
ärdi
ol ät toġraġuluḳ
ärdi
ol saŋa uġrāġuluḳ
ärdi
ol tutġuluḳ ärdi
ol munda turuġsaḳ ärdi
ol satġuluḳ turur
ol anı satıġsaḳ ärdi
ol ät toġrāġsaḳ ärdi
ol saŋa uġrāġsaḳ ärdi
ol anı tutuġsaḳ ärdi
Oğuzcadaki –IGsAk sıfat-fiil ekinin olumsuz biçimi tägül ile yapılmaktadır: ol mundın
barıġsaḳ tägül “o buradan bir yere gitmeyecek, gitmeye niyeti yok” (DLT: 296; CTD I:
411; DLTt II: 56).
5.2. -gU ~ -AsI Ekli Sıfat-Fiiller: Kâşgarlı, zaman, yer ve eşya-alet adlarının Çiğil,
Yağma, Tuhsı, Argu ve yukarı Çin’e kadar uzanan Uygur lehçelerinde yani Türkçede
emir kipine “gayın vav; ḳaf vav veya kef vav getirilerek” yani -GU ekiyle yapıldığını
49
AKARTÜRK KARAHAN
ifade etmiştir (DLT: 302; CTD I: 415; DLTt II: 66). Türkçede zaman, alet ve yer adları
yapmakta kullanılan -GU sıfat-fiil ekinin Oğuzcada (bir yerde Oğuz, Peçenek, Kıpçak
ve Bulgar lehçelerinde) emir kipine “sin vav ye getirilerek” yani –AsI şeklinde yapıldığı ifade edilmiştir. Türk lehçelerinde bir sözcüğün sonuna öḏ ya da uġur getirilerek
zaman ismi; yēr getirilerek mekân ismi; nǟŋ getirilerek de alet ismi yapıldığı belirtilmiştir (DLT: 28; CTD I: 86; DLTt I: 33).
Türkçe
(Karahanlı Türkçesi)
Oğuz lehçesi
Zaman
–GU + öḏ/ uġur
yer
–GU + yēr
Eşya-alet
–GU + nǟŋ
-AsI+öḏ/ uġur
-AsI+ yēr
-AsI+ nǟŋ
Eski Türkçede -AsI sıfat-fiil eki, ilk olarak DLT’de görülmüştür (DLT: 28, 303, 426,
443; CTD I: 85, 415, II: 124, 145). Daha sonra Eski Anadolu Türkçesi metinlerinde
yaygın olarak kullanılan –AsI eki, Oğuz-Türkmen, Kıpçak gruplarında da gelecek
zaman ifadesiyle dikkat çekmektedir (Eraslan, 1980, s. 35). Eski Anadolu Türkçesi
metinlerinde ikinci derece işlek olan –AsI eki, gelecek zaman ifadesi taşıyan sıfat-fiil
ekidir: bir asıl-ası görmedüm asla benüm bigi, üç gün oldı lokmamuz yoḳ yiy-esi vb. gibi
(Şahin, 2003, s. 68). DLT’deki -gU ve –AsI sıfat-fiil eklerinin doğrudan ad oluşturdukları da görülmektedir. Kâşgarlı bunu “fiillerin bu çeşidi, isim yerinde yürür; çünkü
ona bitişiktir, muzaftır” şeklinde açıklamıştır (DLT-A II 67-9; CTD I: 415).
ANLAMI
“senin gitmen ne zaman”
“benim gitmem yaklaştı”
“onun bize gelme zamanı
oldu”
TÜRKler
-GU
sänig barġūŋ ḳaçān [303]
mänig barġūm yaḳtı [303]
ol bizkä kälgü boldı [302-303]
OĞUZlar
-AsI
sänig barāsıŋ ḳaçān
mänig barāsım {yaḳtı}
ol bizkä käläsi boldı
5.3. -Ak Ekli Sıfat-Fiiller: Eski Türkçe -gAn sıfat-fiil ekinin, Oğuz ve Kıpçak lehçelerinde çoğunlukla –Ak şeklinde söylendiğini de DLT’de görmekteyiz. Hece başında
bulunan /g/’lerin Oğuzcada düşürülerek söylendiği pek çok defa DLT’de söylenmiştir. –Ak sıfat-fiil ekinde de (-Ak < -gAk) bu ses olayı gözlenmektedir (DLT: 88; CTD I:
170; DLTt I: 154). buşġān (Türk) [88] ~ buşaḳ (Oğuz, Kıpçak) [190] “çabuk sinirlenen
adam, içi sıkıntılı adam”.
5.4. -dAçI Ekli Sıfat-Fiiller: Kâşgarlı, Çiğil, Kâşgar, Balasagun, Argu, Barsgan, Uygur, yukarı Çin’e kadar olan Türklerin çoğunda etken sıfat-fiil durumu için -gUçI
ekinin kullanıldığını bir kısmında ise bunun yerine –dAçI ekinin kullanıldığını belirtmiş ve Hakaniye Türkçesi ile diğer Türk lehçeleri arasında bu ekin ayırıcı bir
özellik olduğunu ifade etmiştir (DLT: 291-292; CTD I: 408-409; DLTt II: 46-51). Ancak
Hakaniye Türkçesi dışındaki lehçelerin hangisi olduğu Dīvān’da tam bir kesinlikte
değildir. Çünkü Kâşgarlı bu lehçeleri DLT’nin değişik yerlerinde farklı şekillerde
sıralamıştır. Bunlar:
1. Türkçe -GUçI ekinin yerine; Oğuz, Kıpçak, Yağma, Oğrak, Suvarlar ve Rus diyarına değin Peçeneklerde –dAçı kullanılır (DLT: 290-1; CTD I: 408; DLTt II: 46).
50
DĪVĀNÜ LUĠĀTİ’T-TÜRK’E GÖRE OĞUZCA
2. Türkçe -GUçI ekinin yerine; Oğuz, Kıpçak, Yemek, Yağma, Argu, Suvarlar, Peçeneklere kadar göçebe halkın lehçesinde –dAçı kullanılır (DLT: 280; CTD I: 403; DLTt I:
31).
3. Türkçe -GUçI ekinin yerine; Oğuzcada –dAçI eki kullanılır (DLT: 442; CTD II: 144;
DLTt II: 359).
4. Türkçe -GUçI ekinin yerine; Oğuz ve Kıpçak dillerinde –dAçI eki kullanılır (DLT:
424; CTD II: 123; DLTt II: 317).
5. Türkçe -GUçI ekinin yerine; Oğuz lehçesinde –dAçI eki kullanılır (DLT: 350; CTD
II: 46; DLTt II: 167).
6. Türkçe -GUçI ekinin yerine; Oğuz lehçesinde –dAçI eki kullanılır (DLT: 394; CTD
II: 90; DLTt II: 255).
7. Türkçe -GUçI ekinin yerine; Oğuz, Kıpçak, göçebelerden bunlara uyanlar, Suvar,
Türkmen lehçelerinde –dAçI eki kullanılır (DLT: 582; CTD II: 310; DLTt III: 314).
Bütün sıralamalarda Oğuzcanın ortak olduğunu görmekteyiz. Bu nedenle -dAçI sıfatfiil ekini esasen Oğuzların ve kısmen de onlara uyan diğer bazı Türklerin kullandığını düşünebiliriz.
ANLAMI
“alıcı”
“satıcı”
“et doğrayan”,
“eve uğrayan”
“sulayıcı, sulayan”
“doyuran”
“ibadet eden, kul”
“tapınan, secde eden”
“kitap yazdıran”
“at gözetici, at gözeten”
“acele ettiren”
“hareket ettiren”
“gidici, giden”
“ayakta duran
TÜRKler
-GUçI
tutġuçı [414]
satġuçı [414]
ät toġrāġūçı [582]
äwkä uġrāġūçı [582]
suwġarġūçı [394]
toḏġurġūçı [394]
tapınġuçı [350]
yüküngǖçi [350]
bitig bititgǖçi [424]
at közätgǖçi [424]
tawratġuçı [443]
täprǟtgüçi [443]
OĞUZlar/vd
-dAçI
tuttaçı
sattaçı
toġrādāçı
uġrādāçı
suwġardaçı
toḏġurdaçı,
tapındaçı
yükündäçi
bititdäçi,
közättäçi
tawrattaçı
täprättäçi
bardaçı [281]
turdaçı [281]
5.5. Zaman ve Kip Eklerinde Oğuzca Özellikler:
5.5.1. Teklik 2. Kişi Emir Eki: DLT’de teklk 2. kişi emirin bar “git”, käl “gel” örneklerinde olduğu gibi sözcük köküyle yapıldığı; bununla birlikte Türklerin çoğunun emir
kipinin sonuna “ġayın ve lam” yani –ġıl eki ve “ḳaf, lam” yani -ḳıl eki; sözcük ince
sıradan olursa “kef lam” yani –gil/-kil getirdiği eklenmektedir. barġıl “git”, turġıl
“kalk” örneklerinde olduğu gibi. Ancak burada Kâşgarlı, emir kipinin ekli ya da
eksiz olarak söylenişini herhangi bir lehçeye özgü bir kural olarak vermemiş; iki
farklı kullanım biçiminde naklederek, bu iki biçimin de söylenebileceğini belirtmiştir
(DLT: 580; CTD II: 309; DLTt III: 311). Kök biçimdeki emir ile ekli emir arasında anlam olarak herhangi bir ayrımdan bahsedilmemiştir. Ancak DLT’nin 289. sayfasında
51
AKARTÜRK KARAHAN
Oğuzlarla Kıpçakların tek kişiye bar, birkaç kişiye barıŋ dedikleri belirtilmektedir.
Buradaki örnekten teklik 2. emir kişinin eksiz biçiminin Oğuz ve Kıpçaklara ait bir
kullanım olduğu, ihtiyatlı olunmak şartıyla, çıkarılabilir.
anlamı
-gIl ekli emir
“yük götür”
“duvarı del”
“atı sula”
“beni uyandır”
“Tanrıya tapın”
“Tanrıya secde et”
“sabret”
“et doğra”
“eve uğra”
kötürgil [288]
ötürgil [288]
suwġarġıl [288]
oḏġurġıl [288]
tapınġıl [350]
yüküngil [350]
säringil [350]
toġrāġıl [580]
uġraġıl [580]
-Ø eksiz emir
Oğuz-kıpçak (?)
yük kötür
tam ötür
at suwġar
mäni uḏġur
täŋrīkä tapın
täŋrīkä yükün
särin
ät toġra
äwkä uġra
Modern sahada 2. teklik kişi emir çekimi birçok lehçede -KIl ve bunun yan biçimi KIn ekleriyle yapılmakta (Räsänen, 1957, ss. 205-207), Oğuz grubunda ise düzenli
olarak, eksiz emir şeklinde görülmektedir (bk. Csató, Johanson, 1998, ss. 212-213;
Schönig, 1998, ss. 253-254; 1998₂, ss. 265-266).
5.5.2. Çokluk 2. Kişi Emir Eki: Kâşgarlı, Türkçede (Karahanlı Türkçesinde) çokluk 2.
kişi emir çekiminin fiil köküne –(X)ŋlAr ekinin getirilmesiyle yapıldığını belirtmektedir. Karşıdaki bir kişi ise -(X)ŋ eki, birden fazla kişi ise -(X)ŋlAr eki kullanılmaktadır. Oğuz ve Kıpçakların ise, diğer Türklerden farklı olarak çokluk eki –lAr’ı attıkları
belirtilmektedir. Kâşgarlı’ya göre Oğuz ve Kıpçakların kullanımı doğrudur (DLT:
289, 300, 581; CTD I: 407; DLTt II: 44).
ANLAMI
“et doğrayın”
“eve uğrayınız”
“(sizler) gidiniz”
-ŊLAR EKLİ EMİR
(TÜRKLER)
toġrāŋlār
uġrāŋlār
barīŋlār
-Ŋ EKLİ EMİR
(Oğuz-kıpçak)
ät toġrāŋ [581]
äwkä uġrāŋ [581]
barīŋ [289]
5.5.3. Geçmiş Zaman Fiil Çekim eki -dXk: Kâşgarlı Mahmud, geçmiş zaman fiil
çekiminin, Çin’e kadar uzanan Uygur, Argu, Çiğil, Tuhsı, Yağma gibi Türk boylarının büyük kısmında -dI ekiyle yapıldığını; Suvar, Kıpçak ve Oğuzlarda ise bu ekin
sonuna kef, kaf ve gayın (k, ḳ ve ġ) getirilerek yani –dXK/-dXG şeklinde yapıldığını
belirtmektedir. Kâşgarlı’ya göre bunların dillerinde (bu lehçelerde) teklik ve çokluk
ayrımı yoktur (DLT: 299; CTD I: 413; DLTt II: 61).
52
DĪVĀNÜ LUĠĀTİ’T-TÜRK’E GÖRE OĞUZCA
Türk (Uygur,
argu, çiğil,
tuhsı, yağma)
Teklik 1
Teklik 2
Teklik 3
Çokluk 1
Çokluk 2
Çokluk 3
-dX
bardım
oğuz,
kıpçak,
suvar
-dXk
- män barduḳ
-män ya ḳurduḳ
-män munda turduḳ
-män aŋar tawār
bērdük
-män yarmāḳ tērdük
-“gittim”
-“ben yay kurdum”
-“ben burada durdum”
-“ben ona mal verdim”
-“ben para topladım”
-ya ḳurduḳ
-ol süt saġdı
-ol anı urduḳ
-ol käldük
-biz ya ḳurduḳ
-biz aġduḳ
-biz käldük
-“o, yay kurdu”
-“o, süt sağdı”
-“o, onu dövdü”
-“o geldi”
-“biz yay kurduk”
-“biz ağdık, çıktık”
-“biz geldik”
-olar taġḳa aġduḳ
-olar äwgä kirdük
-“onlar dağa çıktılar”
-“onlar eve girdiler”
Geçmiş zamanın olumsuzunda, olumsuz 1. teklik kişi bütün Türk lehçelerinde aynıdır: barmādım, kälmǟdim şeklinde. Olumsuz 3. teklik kişi ise eğer olay tahmin ya da
kesin olmayan bir durumdan ibretse barmāduḳ “gitmedi, gitmediğini işittim”,
kälmǟdük “gelmedi, bildiğim kadarıyla gelmedi” şeklindedir. Ancak eğer olumsuzluk
vurgulanmak istenirse barmādı “kesinlikle gitmedi”, kälmǟdi “kesinlikle gelmedi”
şeklindedir. Oğuz lehçesinde ise barmāduḳ ve kälmǟdük biçimleri kesinlik için kullanılmaktadır (DLT: 299-300; CTD I: 413; DLTt II: 61-63).
Kâşgarlı’nın Oğuz, Kıpçak ve Suvar lehçelerinde naklettiği geçmiş zamanın teklik ve
çokluk ayrımı olmaksızın –dXk biçiminde olması durumu, Köktürk metinlerinde
sıkça görülmektedir: üze kök teŋri asra yagız yer ḳılın-dukda (KT doğu-1), itinü yaratunu
u-maduk yana içikmiş (KT doğu-10, BK doğu-9), inisi äçisin täg ḳılın-maduk ärinç, oglı
ḳaŋın täg ḳılın-maduḳ ärinç (KT doğu-5), ḳarluḳ işiŋä käl-mädük (Şine-Usu doğu-1) vb.
Ayrıca Tuna Bulgar eserlerinden Boyla Çoban yazıtında dügetögi < *düger-tök-i ve
tagrogi < *taŋ-dok-i örneklerinde ve Volga Bulgarcasında –tOw, -rOw < -dOk biçiminde, Eski Anadolu Türkçesinde geçmiş zaman 3. teklik kişide –dUk biçiminde ve günümüzde Yakutçada kelbetex buollaga (<*käl-mä-dök bol-dok-ı) vb. örneğinde bulunmaktadır. Tekin, –dXk ekinin kökenini eski geçmiş zaman fiil eki –d ve Ok kuvvetlendirme edatının birleşimi şeklinde açıklamaktadır. *barıd oḳ > bardoḳ, *kälid ök >
kältök vb. (bk. Tekin, 2004, ss. 529-536). DLT’de Oğuz, Kıpçak ve Suvar lehçeleri için
söylenen bu yapının, Köktürkçedeki –dOk ekinin devamı olduğu düşünülebilir.
5.6. Olumsuzluk Edatı tägül: Kâşgarlı, Türkçe olumsuzluk edatlarındaki farklara
ayrıca temas etmemiştir. Ancak Türkçe ve Oğuz lehçesindeki -gU ve –AsI eklerinin
53
AKARTÜRK KARAHAN
ele alındığı örneklerde olumsuzluk ekinin de Türkçe ve Oğuzcada farklı olduğu
görülmektedir. DLT’de verilen örneklere göre, Türklerin ärmǟs olumsuzluk edatına
karşılık olarak Oğuzlar tägül kullanmaktadır (DLT: 303; CTD I: 415):
ANLAMI
“bu, yay kuracak zaman
değil”
“bu, duracak yer değil”
“bu, dağa çıkacak zaman
değildir”
TÜRKLER
ärmǟs [303]
bu ya ḳurġu uġur ärmǟs
OĞUZLAR
tägül [303]
bu ya ḳurāsı uġur tägül
bu turġu yēr ärmǟs
bu tāġ aġḳu uġur ärmǟs
bu turāsı yēr tägül
bu tāġ aġāsı uġur tägül
DLT’de tägül [198] Oğuzca kaydıyla verilmiş ve bunun Arguların daġ ol sözünden
alındığı bildirilmiştir. Orta Türkçeden itibaren tarihî metinlerde Oğuzca özellik olarak tägül/dägül biçimlerine rastlanmaktadır. Modern Türkçede Oğuz lehçelerinin
tamamında Trk. değil Az. deyil Trkm. dǟl, Gag. diil ve Oğuz etkisi olarak bazı Kıpçak
lehçelerinde KBlk. tüyül/tül, Kar. (k) dügül, (h) divil, (k) dugul, (h) tiwił, (t) tʹuvʹul Tat.
tügĕl Kum. tügül Bşk. tügĕl biçimlerinde bu edat kullanılmaktadır. Diğer Türk lehçelerinde ise ärmǟs’in yan biçimleri (emes vb.) devam etmektedir.
6. DLT’de Oğuzcanın Söz Varlığı:
DLT’deki Oğuz lehçesi söz varlığı da büyük ölçüde modern Oğuz lehçeleriyle örtüşmektedir. XI. yüzyılda Oğuzca kaydıyla nakledilen bir sözcüğün tarihsel sahada
Oğuzca eserlerde ve günümüzde Oğuz lehçelerinde tanıklanması Kâşgarlı’nın Oğuzca ile ilgili kayıtlarının güvenilirliğini göstermektedir. Aşağıdaki tabloda XI. yüzyıl
Oğuz söz varlığının modern Oğuz lehçelerindeki biçimleri görülmektedir.
TARİHÎ OĞUZ (DLT)
äbä [55] “anne (Ar. umm)”
aḏruḳ [62] / ayruḳ [69] “başka (Ar.
ġayr)”
aftabe [217] “kova (Ar. ḳumḳuma)”
alıġ [44] “herşeyin kötüsü (Ar. radī)”
alma [77] “elma (Ar. tuffāh)”
am [31] “kadınlık organı (Ar. cahaz almar’a)”
aŋla- [147] “anlamak (Ar. fahima)”
arḳā- [145] “aramak”
armāġan/ yarmaġān [82] “armağan (Ar.
hadiyya)”
arsalıḳ [90] “hem erkekliği, hem dişiliği
bulunan bir hayvan (Ar. ḫunṯā)”
aşaḳ [45] “aşağı, dağ dibi (Ar. safḥ)”
54
MODERN OĞUZ
ebe, aba vb. “anne, üvey anne, analık,
büyükanne vb.” (Trk., And., Az., Trkm.)
And. ayruk “başka”
afdaḫa [aftafa, aftaka, aftefa] “ibrik” (Anadolu, Az.)
alık, alıh, aluk, alı “ahmak, deli” (Trk., Az.,
Gag., Trkm.)
alma, elma (Trk., Az., Gag., Trkm.)
am (Trk.)
anla-, āŋla- vb. (Trk., Az., Gag., Trkm.)
ara- (Trk., Az., Gag., Trkm.)
armağan, armaan (Trk., And., Az.)
erselik, arslık, aslık (Trk., And.)
aşak, aşağı, aşaa, aşāk (Trk., And. Az.,
Trkm., Gag.)
DĪVĀNÜ LUĠĀTİ’T-TÜRK’E GÖRE OĞUZCA
ayla [69] “öyle (Ar. ka-ḏālika)”
ayloḳ ayloḳ [69] “öyle öyle (Ar. kaḏā)”
bāḳır- [526] “bağırmak (Ar. ṣāḥa)”
bamuḳ [191] “pamuk, (Ar. ḳuṭn)”
bart [172] “su içilen bardak, çömlek,
testi (Ar. kūz)”
bayıḳ [517] “doğru (Ar. ṣādıḳ)”
bärçäm [242-3]
bäkmäs [231] “pekmez (Ar. rubb)”
bōy [505] “yenilen bir ot adı (Ar. alḥulba allatī tu’kalu)”
buyur- [526] “emretmek”
çanaḳ [192] “kâse, çanak (Ar. ḳaṣ‘a)”
çat- [413] “katmak (Ar. ḳarana)”
çäkük [409] “çekiç (Ar. miṭraḳa)”
çäkürgä [245] “çekirge (Ar. carād)”
çätük [195, 498] “dişi kedi (Ar. hirra)”
çīl [502] “çirkinlik, çil (Ar. ḳabḥ)”
çōr ot [495] “sık, sarılmış bitki (Ar. naft
multaff)”
çömçä [210] “kepçe (Ar. miġrafa)”
dädä [542] “baba (Ar. ab)”
äkin [51] “çiftlik (Ar. mazra‘a)”
ärsü [76] “değersiz, aşağılık şey (Ar.
raḏal)”
äwät [37] “evet (Ar. na‘am)”
äzä [57] “büyük kız kardeş (Ar. uḫt
akbar)”
ḳara ḳuş [167-543] “deve toynağının
kenarları (Ar. aṭrāf ḫuff al-ba‘īr)”
ḳarınçaḳ [250] ḳarınça [608] “karınca (Ar.
naml)”
ḳartur- [361] “kardırmak, karıştırmak
(Ar. acdaḥa)”
ḳat [161] “yanında, indinde, huzurunda
(Ar. ‘inda)”
käçä [541] “keçe (Ar. libd)”
käçi [541] “keçi (Ar. mi‘zā)”
öyle, eyle, ele, öle vb. (Trk., And. Az.,
Trkm., Gag.)
aylak (And.)
bağır-, bāgır, baar- vb. (Trk. And. Az.,
Trkm., Gag.)
pamuk (Trk., Gag.), pambıġ (Az.)
bardak, bardag vb. (Trk. And. Az., Aza.,
Trkm., Gag.)
bayık (And.)
perçem (Trk., And., Gag.)
pekmez, bekmez vb. (Trk., And., Az.)
boy otu, boy (Trk., And., Az., Aza.)
buyur- (Trk., Az., Trkm., Gag.)
çanak, çanag, çānak vb. (Trk., Az., Trkm.,
Gag.)
çat- (Trk., Az., Trkm., Gag.)
çekiç (Trk., Az., Trkm., Gag.)
çekirge, [çekürge çekücek, çekürce, çekürcek,
çekürtge] (Trk., And., Az., Trkm., Gag.)
çetik “köpek yavrusu”, çetük “kedi yavrusu” (And.)
çil (Trk., And., Az., Trkm., Gag.)
çor (Trk., And., Az., Trkm.)
çömçe [çemçe cemce, comca, cömce, cömcek,
cömçe, çemçe, çömçü, çönçe, çumça, çümçe]
(Trk., And., Az., Trkm.)
dede, dädä (Trk., And., Az., Trkm., Gag.)
ekin (Trk., And., Az., Trkm., Gag.)
erşi “çirkin” (And.)
ävät, evet (Trk. Az.)
eze (I) [ebe] “1. teyze, 2. hala” (And.)
garaguş, karakuş “atların ayaklarında şiş
yapan bir hastalık” (Trk. And., Az.)
karınca [garınca, garışga, karımca] (Trk.,
Az., Trkm., Gag.)
kardır- [gardır-] (Trk., And., Az.))
kat “huzur, indinde” (Trk.)
keçe, [keçä, keca] (Trk., Az., Trkm., Gag.)
keçi, [geçi] (Trk., Az., Trkm., Gag.)
55
AKARTÜRK KARAHAN
kälǟçü [223] “söz (Ar. ḥadīṯ, kalām)”
käriş [186] “üstüne çıkılabilen dağ tepesi (Ar. ra’s kull cabal yuṣ‘adu ‘alayhi)”
ḳısrāḳ [238] “kısrak (Ar. ramaka)”
kēp [494] “benzer (Ar. miṯl, şibh)”
ḳoç [161] “koç (Ar. kabş)”
ḳuşūn [256] “kurşun (Ar. usruf)”
ḳova [549] “kova (Ar. dalw)”
köpän [203] “deve hamudunun altına
konulan çul ve çula benzer şeyler (Ar.
ḥils al- ba‘īr; barḏa‘a)”
köpçük [240] “eğerin ön ve arka yastıkları (Ar. mīṭara)”
ḳurt [172] “kurt (köpekgillerden) (Ar.
ḏi’b)”
ḳısġāç [229] “insanı ısıran, küçük, kara
bir hayvancık”
ḳuşluḳ [238] “kuşluk vakti (Ar. ḍaḥwa)”
kündi [211] “aşağılık, kötü (Ar. raḏl)”
küs- [269] “küsmek (Ar. ‘ataba ‘alā,
a‘raḍa ‘an)”
küvük [517] “saman (Ar. tibn)”
mıŋār [608] “pınar, su gözü (Ar. ‘ayn almā’)”
oba [55] “oba, kabile (Ar. ḳabīla)”
oyuḳ [55] “korkuluk, yolu işaret eden
taş (Ar. ḫayāl, iram)”
örän [51] “her nesnenin kötüsü (Ar.
radī)”
örgän [66] “urgan (Ar. nis‘)”
ötrük [63] “hileci, ütücü adam (Ar.
muḥtāl)”
ötünç [637] “ödünç (Ar. ḳarḍ)”
uyaz [54] “üvez, bir çeşit sivrisinek (Ar.
al-hamaj min al-ba‘ūḍ)”
öyük [55] “tepe gibi yüksek olan yerler
(Ar. murtafi‘)”
sāġ (III) [512] “temiz, tatlı (Ar. ḳarāḥ,
‘aḏb)”
sāġ (IV) [512] “sağ (taraf) (Ar. yumnā)”
satġaş- [373] “ödeşmek, sayışmak, hesa56
keleci (Trk. And.)
keriş, geriş, kiriş (Trk., And., Trkm., Gag.)
kısrak (Trk., Gag.)
kip, kibik, gibi (Trk., And., Az., Trkm.,
Gag.)
koç, goç (Trk., And., Az., Trkm., Gag.)
kurşun, gurşun (Trk., And., Az., Trkm.,
Gag.)
kova, [kofa, kufa, koga, gova] (Trk., And.,
Az., Trkm., Gag.)
köpen [göbent, köpene, köbä] (And., Az.)
köpçek, köpçük (And.)
kurt, gurt (Trk., And., Az., Trkm., Gag.)
kıskaç vd. (Trk., And., Az., Gag.)
kuşluk (Trk., And., Trkm., Gag.)
künde (Gag.)
küs- (Trk., And., Az., Gag.)
kevik [kevikli] (And.)
pınar [munar, mağar, moğar, muar, muğar,
muhar] (Trk., And., Gag.)
oba (Trk., And., Az., Trkm.)
oyuk, oyug, oyuh vd. (And., Az., Aza.)
ören (Trk., Aza.)
örgän, urgan (Trk., And., Trkm., Az.,
Gag.)
ötürük (And.)
ödünç (Trk., Az., Gag.)
üvez, övez (Trk., And.)
höyük, öyük (Trk., And.)
sağsu “temiz, tatlı su” (And.)
sağ (Trk., And., Trkm., Az., Gag.)
sataş- (Trk., And., Trkm., Az., Gag.)
DĪVĀNÜ LUĠĀTİ’T-TÜRK’E GÖRE OĞUZCA
bı kapatmak (Ar. ḳāṣṣa)”
sawaş- [319] “savaşmak (Ar. tajadāla)”
säçä [541] “serçe kuşu (Ar. ‘uṣfūr)”
Säŋäk [604] “su içilen testi, ağaçtan
oyulan su kabı (Ar. kūz, jarra)”
sıdrım [243] “sırım, kayış (Ar. ḳıdd)”
sīḳ [500] “az (Ar. ḳalīl)”
sındu [210-211] “makas (Ar. miḳrāḍ)”
sırt [172] “dere, küçük vadi (Ar. tul‘a,
wādī ṣaġīr)
sögüş [185] “kebaplık oğlak ya da kuzu
(Ar. mā yaṣluḥu li-ş-şiwā’ min al-jidā’ wal-ḥumlān)”
sökäl [199] “hasta (Ar. marīḍ)”
taḳ- [272] “takmak, bağlamak (Ar. şadda)”
tälü [548] “ahmak, deli (Ar. aḥmaḳ)”
tȫn- [526] “(geri) dönmek (Ar. raja‘a)”
tuġrāġ [232] “Tuğra, Hakanın mührü
(tābi‘ al-malik wa-tawḳī‘uhu)”
tügi [547] “darının kabuğu çıkarıldıktan
sonra kalan taneleri (Ar. lubb duḫn)”
uġur II [39] “hayır ve bereket (Ar. ḫayr,
baraka)”
us [30] “hayır ile şerri ayırdediş (Ar.
tamyīz)”
us- [93] “sanmak (Ar. ẓanantu)”
usla- [146] “anlamak, hayrı şerden ayırt
etmek (Ar. faṭana, mayyaza)”
utan- [108] “utanmak (Ar. istaḥyā)”
Utunç [637] “utanılacak, utanılır”
ügürmäk [253] “deve üzerine iki taraflı
atılarak içerisine binilen sepetle sepete
benzer nesne (Ar. hawdaj)”
yarasa [631] “yarasa (Ar. ḫuffāş)”
savaş- (Trk., Trkm., Az., Gag.)
serçe (Trk., And., Trkm., Az.)
senek [seenk, seğek, seŋeyh, senğek, senik,
sinek, sinğek, sinyek] (Trk., And., Az.)
sırım (Trk., And.)
sığ (Trk.)
sındı [sındık, sındır, sındu, sindi, sundu]
(Trk., And.)
Sırt (Trk., Az.)
söğüş (Trk., And., Trkm.)
sökel (Trk., And.)
tak-, dak- (Trk., And., Trkm., Az., Gag.)
deli (Trk., And., Trkm., Az., Gag.)
dön-, dȫn- (Trk., And., Trkm., Az., Gag.)
tuğra (Osm., Trk.)
düğü [dügi, dügü, dügül, dügür, düvü,
düvül, düyü, düyül, vd.] (Trk., And., Az.,
Trkm.)
uğur (Trk., And., Az., Aza., Gag.)
us (Trk., And., Az., Gag.)
usa- (And.)
uslan- (Trk., And.)
utan- (Trk., Az., Trkm., Gag.)
utanç- (Trk., Trkm.)
üğrümbeç [üğrüm, üğrümcek, üğrümük,
üğrünbeç, üğürmük] (And.)
yarasa (Trk., And., Az., Gag.)
7. Sonuç:
Kâşgarlı Mahmud’un uzun derleme ve araştırmaları sonucu yazdığı DLT’de Oğuzlar
ve Oğuzcayla ilgili ayrıntılı ve önemli bilgiler bulunmaktadır. Diğer boylar ve lehçelerle karşılaştırıldığında Oğuzlar ve Oğuzcaya daha fazla önem verildiği, Karahanlı
yazı dili ile sık sık Oğuzcanın karşılaştırıldığı görülmektedir. Bu durum şu sebeplerden kaynaklı olabilir:
57
AKARTÜRK KARAHAN
a) Karahanlı Devletinin IX-XIII. yüzyıllarda Kaşgar, Balasagun, Talas civarında etkili
bir devlet olması; Oğuzların da X. yüzyılda Oğuz Yabgu Devleti ve XI-XIV. yüzyıllarda Selçuklu Devletinin Anadolu, Kirman, Horasan, Suriye, Irak bölgelerinde etkili
devletlerinin olması.
b) Doğu Türkçesini yazı dili olarak Karahanlı Türkçesinin; Batı Türkçesini de Oğuz
Türkçesinin temsil etmesi.
XI. yüzyıl Oğuzcasının ses ve biçim bilgisi özelliklerinin büyük kısmı, bugünkü
Oğuz lehçelerinde sistemlidir. Bir kısmı ise yalnızca Kâşgarlı’nın kayıtlarında görülmektedir.
XI. yüzyıl Oğuzca söz varlığı, Oğuzların sosyo-kültürel yapısıyla ilgili önemli ipuçları vermektedir. Kâşgarlı Mahmud’un naklettiği Oğuzca sözcüklerden Oğuzların
sosyo-kültürel durumlarından haberdar olabilmekteyiz. Ayrıca bu sözcüklerin büyük kısmının tarihsel Oğuz sahasında tespit edilmesi ve modern Oğuz sahasında
yaşıyor olması; Kâşgarlı’nın belirttiği sözcüklerin Oğuzca olduğunda şüphe bırakmamakta; eserdeki Oğuzca verilerin güvenilirliğini artırmaktadır.
8. Kısaltmalar
And. Anadolu Ağızları
Az.
Azerbaycan Türkçesi
Bşk.
Başkurt Türkçesi
CTD
Dankoff, R., Kelly, J. (1982, 1984, 1985). Compendium of The Turkic Dialects.
DLT
Dîvânü Lûgati’t-Türk (Tıpkıbasım-Facsimile), Kültür Bakanlığı Yay. 1990.
DLTt
Atalay, B. (1939-1941). Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi.
EDPT: Clauson, G. (1972).An Etymological Dictionary of Pre-thirteenth-Century Turkish,
Gag.
Gagauz Türkçesi
Kar. (k) Karay Türkçesi (Kırım)
Kar. (h) Karay Türkçesi (Haliç)
KBlk
Karaçay-Balkar Türkçesi
Kum.
Kumuk Türkçesi
Osm.
Osmanlı Türkçesi
Tat.
Tatar Türkçesi
Trk.
Türkiye Türkçesi
Trkm. Türkmen Türkçesi
58
DĪVĀNÜ LUĠĀTİ’T-TÜRK’E GÖRE OĞUZCA
9. Kaynakça
Atalay, B. (1939-1941). Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi I-III. Ankara: TDK Yay.
Atalay, B. (1943). Divanü Lûgat-it-Türk Dizini (Endeks) IV. Ankara: TDK Yay.
Bayraktar, N. (2009). Kâşgarlı Mahmud’da Modern Dil Biliminin İzleri. Ü. Çelik
Şavk, F. Türkyılmaz ve M. Cengiz (Yay. Haz.), Kâşgarlı Mahmud ve Dönemi,
2. Uluslararası Türkiyat Araştırmaları Bilgi Şöleni Bildirileri 28-30 Mayıs 2008
içinde (ss. 81-95). Ankara: TDK Yay.
Bozkurt, F. (2009). Divan’da Dil ve Dilbilgisi Çözümlemeleri. Ü. Çelik Şavk, F. Türkyılmaz ve M. Cengiz (Yay. Haz.), Kâşgarlı Mahmud ve Dönemi, 2. Uluslararası
Türkiyat Araştırmaları Bilgi Şöleni Bildirileri 28-30 Mayıs 2008 içinde (ss. 103106). Ankara: TDK Yay.
Bozkurt, F. (2012). Kâşgarlı Mahmûd. Dîvânü Lugat-it-Türk. Türk Dili Divanı. Çeviri
Uyarlama Düzenleme. Konya: Eğitim Yayınevi.
Canpolat, M. (1968). Behcetü’l-Ḥadā’iḳ’ın Dili Üzerine. TDAY-Belleten 1967, 165-175.
Çoban, M. S. (2005). Divanu Lugati’t-Türk’te Geçen Oğuzca Kayıtlı Dil Malzemesi, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara.
Dankoff, R., Kelly, J. (1982, 1984, 1985). Maḥmūd al-KāšΓarī Compendium of The Turkic
Dialects (Dīwān Luγāt at-Turk); Maḥmūd el-Kāşġarī Türk Şiveleri Lügatı
(Dīvānü Luġāt-it-Türk, İnceleme. Tenkidli Metin. İngilizce Tercüme. Dizinler I. Kısım, II. Kısım, III. Kısım, (Ed. Ş. Tekin, G. Alpay Tekin), Harvard.
Ercilasun, A. B. (2007). Geniş Zaman Ekine Dair Bazı Düşünceler. Makaleler Dil Destan – Tarih – Edebiyat, E. Arıkoğlu (Haz.). Ankara: Akçağ Yay. 359-363.
Eraslan, K. (1980). Eski Türkçe’de İsim-Fiiller. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yay.
Johanson, L. (1998). The History of Turkic. The Turkic Languages. (L. Johanson ve É.
Csató, Ed.). Routledge. 81-125.
Csató, É., Johanson, L. (1998). Turkish. The Turkic Languages. (L. Johanson ve É.
Csató, Ed.). Routledge. 212-213.
Karahan, A. (2009). İlk Türk Lehçeleri Sözlüğü: Dīvānu Luġāti’t-Türk ve Lehçe Söz
Varlığına Bakış. Turkish Studies. International Periodical For The Languages ,
Litarature and History of Turkish or Turkic, S: 17, Volume: 4/4, Summer 2009.
650-691.
Karahan, A. (2013). Dīvānu Luġāti’t-Türk’e Göre XI. Yüzyıl Türk Lehçe Bilgisi, Ankara:
TDK Yay.
Kâşgarlı Mahmud (1990). Dîvânü Lûgati’t-Türk (Tıpkıbasım-Facsimile). Ankara: Kültür
Bakanlığı Yay.
Korkmaz, Z. (1995). Kâşgarlı Mahmud ve Oğuz Türkçesi. Türk Dili Üzerine Araştırmalar, C: I, Ankara: TDK Yay. 254-260.
Räsänen, M. (1949). Materialien zur Lautgeschichte der türkischen Sprachen. Studia Orientalia XV. Helsinki.
Räsänen, M. (1957). Materialien zur Morphologie der türkischen Sprachen. Studia Orientalia XXI. Helsinki.
59
AKARTÜRK KARAHAN
Schönig, C. (1998₁). Azerbaijanian. The Turkic Languages. (L. Johanson ve É. Csató,
Ed.). Routledge. 253-254.
Schönig, C. (1998₂). Turkmen. The Turkic Languages (L. Johanson ve É. Csató, Ed.).
Routledge. 265-266.
Sümer, F. (2007). Oğuzlar. TDV İslâm Ansiklopedisi, C: 33, Ankara.
Şahin, H. (2003). Eski Anadolu Türkçesi. Ankara: Akçağ Yay.
Şçerbak, A. M. (1998). Türk Lehçelerinin Karşılaştırmalı Ses Bilgisi. (E. Mahmut, Çev.).
TDK Yay., Ankara.
Tekin, T. (2004). On the Old Turkic Verbal Noun Suffix {-dOk}. Makaleler II Tarihi
Türk Yazı Dilleri. s. 529-536.
Tenişev, E. R. (1984). Sravnitelʹno- İstoriçeskaya Grammatika Tyurkskih Yazıkov. Fonetika.
Moskva: Akademia Nauk SSSR.
Tenişev, E. R. (1988). Sravnitelʹno- İstoriçeskaya Grammatika Tyurkskih Yazıkov. Morfologiya. Moskva: Akademia Nauk SSSR.
60
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
UZLAR
A L İ A HMETB E YOĞLU
Oğuzların batıdaki varlığı Uzlardan daha evvel Ogurlar ile başlamıştır. Avrupa Hun
Devleti’nin yıkılışından sonra merkezî idareye sahip bir devlet kuramamış olmakla
birlikte, Ogur müşterek adı altında toplanan bu boylar Doğu Avrupa tarihinde mühim
yer tutmuşlardır. Batıda Transilvanya’daki Dakia bölgesinden ta kuzey Kafkaslara,
Karadeniz’in kuzeyine kadar uzanan geniş alana dağılmışlardır. Avar Kağanlığının
kuruluşuna kadar varlıklarını devam ettiren Ogur boyları Bulgarların oluşumunda
önemli rol oynamışlardır. Umumi kabule göre Oğuzların batı kolu olan Ogurlar da boy
birlikteliği şeklinde yaşıyorlar ve “bodun” adı verilen bu federasyonlar çoğu kere ittifaka, birlikteliğe dâhil boy sayısı ile anılıyorlardı. Onogur (10 Ogur), Bittigur (5 Ogur),
Altziogur (6 Ogur), Sattagur (7 Ogur), Kutrigur (9 Ogur) ve Utigur (30 Ogur) gibi.
Ayrıca ak (sarı)-kara, doğu-batı, iç-dış gibi yapılanmalar da vardı (mesela Saragur =
Sarı Ogur)1.
V. asrın son çeyreğinde Hun bakiyeleri ile birlikte Bulgarları oluşturan Ogur boylarına
daha IV. yüzyıl içerisinde Hazar bozkırları ile batısındaki alanlarda rastlanılmıştır. İlk
Ogur boylarının Türkistan’dan Doğu Avrupa bozkırlarına göçleri Avarların ilerlemesi
sonucunda gerçekleşmiştir. Nitekim 461–465 yılları arasında Asya’dan batıya doğru
gerçekleşen ilerlemeler ve göçler hakkında V. asrın Bizans tarihçisi Priskos şu bilgileri
vermiştir:
“Aşağı yukarı bu sıralarda Saragur (Sarı, Ak Ogur), Urog (Ogur) ve Onogurlar Doğu Romalılara elçiler gönderdiler. Bu kavimler Sabirlerle yapılan harp neticesinde meskûn oldukları yerlerden çıkartılmışlardı ve komşu ülkelerin topraklarını istila etmişlerdi. Sabirleri, Abarlar (Avarlar) püskürtmüşlerdi. Abarlar, Okyanus kıyısında oturan ve bir yandan
denizden yükselen büyük buharlarla sislerin etkisiyle, diğer taraftan şimdiye kadar duyulmamış pek çok yırtıcı kuş (griffon)’un yaklaşmasından kaçan kavimler vatanlarından
1
Gy. Moravcsik, Byzantinoturcica, II, Berlin 1958, s. 138, 172; İ. Kafesoğlu, Bulgarların kökeni, Ankara
1985, s. 6-8; P. B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş (Çev. O. Karatay), Ankara 2002, s. 78–80; I.
Zimonyi, Bulgarlar ve Ogurlar, Türkler, 3, Ankara 2000, s. 606; B. Szász, A Húnok Története, Attila
Nagykiraly, Budapest 1943, s. 467; Pápay Jószef emlékére, ‘‘A bolgar – törökök a magyarsággál és
a legújabb magyar östörténetkutatás’’, Századok, 1935, s. 518–519; J. Hamilton, ‘‘ Toquz-Oguz et
On-Uygur’’, Journal asiatique, CCL, 1, 1962, s. 35, 37–38.
61
ALİ AHMETBEYOĞLU
çıkartılmışlardı ki, bu yırtıcı kuşların insan soyunu yiyip bitirmeden yok olmayacakları
söylentisi vardı ve insanları parçalıyorlardı. Bu felaketler neticesi hareketlenerek komşu
ülkelere hücum ettiler. Bütün bu kavimler hücumun şiddetinden dolayı mukavemet edemeden bulundukları yerleri terk edip kaçıyorlardı. Öyle ki, yeni bir yurt arayan Saragurlar
ilerlediler ve Akatir Hunlarına (Akatzir, Ağaçeri) rastladılar. Onları harple yenerek kendilerine tâbi kıldılar ve özellikle Romalıların dostluğunu kazanmak maksadıyla elçiler yolladılar. İmparator elçileri iyi karşıladı ve hediyelerle memnun ederek geri gönderdi”2.
Bu sıralarda Avrupa Hun Devleti çözülme ve dağılma devresi içinde bulunduğundan
Onogurlar ve Saragurlar başta olmak üzere Ogur boyları kolayca Karadeniz kuzeyindeki bozkırlara yayıldılar. Onogurlar, Macarlarla beraber Hazar Bozkırından geçip
Kafkaslar’a Kuban Bozkırına göçtüler. Saragurlar da batıya ilerleyerek Ağaçeriler yurduna geldiler ve eski Hun boylar birliğine dâhil olan bu boyu yenerek hâkimiyetleri
altına aldılar. Doğu Avrupa coğrafyasına ilk gelen Ogur boyları olan Onogurlar ile
Saragurlar, Bizans Devleti’nin dostluğunu kazanmak için 463 yılında İstanbul’a bir
elçilik heyeti gönderdiler. İmparator I. Leon (457–474) onları hoş karşılayarak Karadeniz’deki liman ve yolların muhafazası karşılığında hediyeler ve yıllık vergi vermeyi
kabul etti Daha sonraları 466 senesinde Kafkaslar’dan aşağı, güneye inerek Ermeni
ülkesine ve Sasanilere akınlarda bulundular. Kutrigurlar ile Utrigurlar ise V. yüzyılın
ikinci yarısından VI. yüzyılın ikinci yarısına kadar İstanbul’u tehdit edecek kadar Bizans Devleti’ni uğraştırmışlar ve Doğu Avrupa coğrafyasında müstakil hareket ederek
özellikle askeri bakımdan etkili olmuşlardır3.
Hun bakiyeleriyle birlikte yaşamaya başlayan Ogur boyları V. yüzyılın sonundan VI.
asrın ilk yarısına kadar doğudan batıya şu şekilde yerleşmişlerdir: Kafkas Sıradağlarının kuzey-batı etekleri ile Kuban Bozkırında Macarlarla beraber Onogurlar, onların
kuzey-batısında Don Nehri’nin aşağı yöresinde ve Azak Denizi kıyısında Utigurlar (VI.
asrın ortalarında Kuban’da), Utigurların batısında ve Özü Nehri’ne kadar uzanan
Kıpçak Bozkırında Kutrigurlar (VI. asrın ortalarında Dnyeper ve Tuna’nın aşağı kısımlarında), Kırım Yarımadası ve Khersones (Kerç) Bölgesinde Altziogurlar, Özi ile Turla
nehirleri arasındaki bozkırlarda Ağaçerilerle birlikte Saragurlar, Besarabya Bozkırında
eski Hun boylarıyla beraber Bittigurlar (468 yılına kadar başlarında Attila’nın oğlu
Dengizik bulunuyordu), daha batıda Dakia Bölgesi’nde ve Tuna Nehri’nin sol kıyısında Sattagurlar yaşıyorlardı4.
Ogurlardan asırlarca sonra batıya gelen Oğuzların bir diğer kolu Uzlar, Rus yıllıklarında Topк, Topки (Tork, Torki), nadiren Torkmen (Türkmen); Bizans kaynaklarında ise
Uz diye zikredilmişlerdir5. Uzların tarihî gelişimi Peçenekler ve Kuman-Kıpçaklar ile
büyük ölçüde irtibatlı seyretmiştir. Türkistan bölgesinde ana Oğuz grubundan ayrılma-
Priskos’un eserinin tercümesi için bk. A. Ahmetbeyoğlu, Grek Seyyahı Priskos (V. asır)’a Göre Avrupa Hunları, İstanbul 1995, s. 65–66.
3 A. Ahmetbeyoğlu, Avrupa Hun İmparatorluğu, Ankara 2001, s. 124–127.
4 İ. Kafesoğlu, aynı eser, s. 7–8; L. N. Gumilöv, Eski Türkler (çev. A. Batur), İstanbul 1999, s. 60; D.
Simonyi, ‘‘Die Bulgaren des V. Jahrhunderts im Karpaten Becken’’, Acta Archaeologica, X, 1959, s.
230 vd.; Gy. Moravcsik, “Zur Geschichte der Onoguren”, Studia Byzantina, Budapest 1967, s. 84–
118; A. Ahmetbeyoğlu, ‘‘ Bulgarları Oluşturan Boylardan Kutrigurlar ve Utigurlar’’, Tarih Dergisi,
Sayı 51, 2011, s. 1-19.
5 M. U. Yücel, Uzlar (Oğuzlar), Doğu Avrupa Türk Tarihi, Editörler O. Karatay-S. Acar, İstanbul
2013, s. 529.
2
62
UZLAR
ları I. Göktürk Devleti’nin yıkılış süreci ile alakalı olmuştur. Nitekim Oğuzlar tabi oldukları Batı Göktürk Devleti’nin 657 yılında sona ermesinin akabinde Yedi Su’da kurulan Türgişlere bağlanmışlardır. Fakat 760’lı yıllarda Yedi Su, Talas ve Chou bölgelerine
Karlukların hâkim olmaları ve Karluklar ile Kimekler arasındaki mücadeleler üzerine
zor durumda kalan Uzlar yerlerini terk etmek mecburiyetinde kalmışlar ve 860-870
yılları arasında İtil ötesindeki Peçenekleri yurtlarından kovarak buraları ele geçirmişlerdir. Ayrıca Amuderya ile Sırderya arasında kurulan Samani Devleti hükümdarlarından Emir İsmail ibn Ahmed (892-907)’in komşuları Oğuzları Müslüman yapmak
gayesi ile yaptığı sefer sonucunda Oğuzlar ağır bir mağlubiyete uğramışlar, bunun
üzerine batıya ilerleyen Uzlar 893 yılında Hazarlarla anlaşma yaparak Peçeneklere
hücum ederek mağlup etmişlerdir. Bu arada Hazarları Uzlar ile ittifaka iten sebep ise,
Peçenek tehlikesinden kurtulmak ve onların boşalttıkları topraklara Uzları yerleştirerek
sınırlarını emniyet altına almak idi. Nitekim bu sayede belirli bir süre Peçenek akınları
durdurulabilmiştir6. X. asrın ortalarında Yayık ile İtil boylarında Uzlar hâkimiyet tesis
etmişlerdir. Uzlar, 1030’dan itibaren Don boyunda faal olan ve arkalarından gelen
Kuman-Kıpçakların baskısı sonucu da Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlara çekilmişlerdir7.
Uzlar, kısa süre engelleyebildikleri Peçeneklerin 1036 yılındaki hücumları sonucunda
ağır yenilgiye uğramışlardır. Peçenek hezimeti akabinde Uzlar kitleler hâlinde Rusya’nın güneyinde görülmüşler ve Ruslarla temas kurmaya başlamışlardır. Rus yıllıklarında Uzlara ait ilk ciddi kayıt 1055 yılına ait ise de, Knez Vlademir’in 985 yılında İtil
Bulgarları üzerine yaptığı sefere bazı Uz kuvvetlerinin de katıldığına dair not bulunmaktadır. İlk dönemlerde Uzlar Dnyeper Nehri’nin epey doğusunda bulunduklarından Ruslardan uzak kalmışlardır. İtil Nehri’nin batısındaki faaliyetleri ve yaşadıkları
saha hakkında bilgi sahibi olunamayan Uzlar, kuvvetle muhtemel Orta İtil’in batısından Sura ve Oka ile Don nehirlerinin ilk kısımlarına kadar yayılmış olmalıdırlar. Nitekim Rusya’daki Suzdal-Rostov bölgesinde Torky yahut Torçino yerleşim yeri isimlerinin bulunması bu görüşü desteklemektedir. Kuman-Kıpçakların baskısı ile esas Uz
kütleleri 1048 yılında Don boyundan Dnyeper Nehri’ne doğru Kiev Rusyasının güneyine kadar yayılmışlardır. 1060’lı yıllarda Orta Dnyeper sahasındaki oldukça kalabalık
Uzların varlığının Rus bozkırlarını tehdit etmesi üzerine Rus knezleri tedbir almak
mecburiyetinde kalmıştır. Nitekim Rus knezleri birleşerek Uzlara hücum etmişler,
mağlup olan Uzlar ise Tuna istikametine çekilmek zorunda kalmışlardır. Böylece Peçenek sahasına gelen Uzlar 1064-1065 tarihinde Bizans ve Bulgarların karşı koymasına
rağmen Tuna’yı geçerek Trakya ve Makedonya’yı yağmalamışlardır. Akabinde Selanik’e hatta Peloponezos’a kadar ilerlemişlerdir. Uzların bu harekâtları akabinde maruz
Constantine Porphyrogenitus, De Administrando İmperio (ed. Gy. Moravcik, İngilizce trc. R. J. H.
Jenkins), Washington 1967, s. 167; M. İ. Artamonov, Hazar Tarihi, Çev. D. A. Batur, İstanbul 2004,
s. 314-316; L. Rásonyi, Doğu Avrupa’da Türklük, Yayına Hazırlayan Y. Gedikli, İstanbul 2006, s. 9697.
7 M. U. Yücel, Uzlar (Oğuzlar), s. 532; S. Gömeç, ‘‘Türk Tarihinde Peçenekler’’, DTCF Dergisi, 53/1, s.
5.
6
63
ALİ AHMETBEYOĞLU
kaldıkları salgın hastalık ve tabi afet ile aralarında uzun süredir husumet bulunan
Peçeneklerin saldırısı onlar için tam bir felakete yol açmıştır8.
Don ve Dnyeper sahasına gelen Kumanların hâkimiyetine girmeyi kabul etmeyen
güney Rusya’ya dönen Uzlar ise sınır boylarında Rus knezlerine hizmet etmişlerdir.
Nitekim güney Rusya’da onlardan birçok yer ismi kalmıştır. Bu arada az sayıda da olsa
bazı Uzlar Kumanların idaresi altına girmek mecburiyetinde kalmışlardır. Kumanlar,
Rus knezliklerine kaçan Uzları geri almak için 1093, 1105, 1125 yıllarında çeşitli seferler
tertip etmişlerdir.9.
Uzların sonunu getiren hadiselerin seyri 1064 yılı Eylül ayında 600,000 kişilik Uz kütlesinin Tuna kıyılarında görünmesiyle başlamıştır. Bunlar sahip oldukları her şeyleriyle
Tuna Nehri’nin sol kıyısına göç etmişlerdi. Uzlar, ağaç gövdelerinden oyulmuş kayıklarla, içine saman, ot doldurulmuş deriden tulumlarla Tuna Nehri’nin Bizans tarafına
geçtiler. Onları durdurmaya çalışan Bulgar ve Bizans güçleri hezimete uğradı, yüksek
rütbeli iki Bizanslı komutan da tutsak edildi. Tuna vadisi artık bozkırlı Uzların hâkimiyetine girmiş oldu. Kısa süre içerisinde Doğu Roma’nın daha uzak köşelerine doğru
akmaya başladılar. Bu arada Uzlardan bir bölüm ana kütleden ayrılarak güney batıya
yöneldiler ve Selanik bölgesi başta olmak üzere bugünkü Yunanistan’ı istila etmeye
başladılar. Doğu Roma İmparatoru X. Kostantinos Dukas (1059-1067) bu hadiseleri
öğrendiğinde çılgına döndüyse de her biri neredeyse at üzerinde doğmuş, elinde ok,
mızrak ile büyümüş bu insanlara askerî kuvvetlerle karşı koymanın bir fayda getirmeyeceğini gördü. Bunun üzerine İmparator Uzların liderlerine bir elçi gönderip kıymetli
hediyeler ve zengin vaatlerle onları barışa ve tekrar Tuna ötesine dönmeye ikna etmeye
çalıştı. İmparatorun cömert hediyeleri karşısında bazı Uz ileri gelenleri davet üzerine
İstanbul’a geldiler ve burada büyük bir iltifatla kabul edildiler. Fakat bu teşebbüslerden
istenilen netice alınamadı. Daha önce Peçenekler tarafından tahrip edilmiş olan Bulgaristan toprakları, yiyecek başta olmak üzere kalabalık Uz gruplarının ihtiyaçlarını karşılayacak konumda olmadığından, bunlar geri dönecekleri yerde daha ileriye yöneldiler. Bu durum karşısında Selanik taraflarında olduğu gibi Makedonya ve Trakya bölgeleri de Uz akınlarına maruz kaldı hatta Uz ilerleyişi İstanbul yakınlarına kadar ulaştı10.
Bizanslıların ümitsizliğe kapılmalarına yol açan Uzların bu yayılmaları karşısında,
başkentte, Avrupa’daki toprakları boşaltmanın gerekli olup olmadığı tartışılmaya
başlandı. Uzların tahribatı tanrının gazabı olarak görüldüğünden ülke çapında ahaliden oruç tutup tövbe duaları etmeleri istendi. Ayrıca İstanbul’da her gün İmparator’un
da bizzat yer aldığı dinî törenler tertip edildi. Halkın acısına ortak olma konusunda
büyük bir ihtimam göstermesine rağmen İmparator Kostantinos Dukas’ın Blakhernai
Sarayı’ndaki (Tekfur Sarayı’na bitişik, günümüzde kalıntısı olmayan saraydır) durumu
tartışılır hâle geldi. Halk topluma büyük felaketler getiren bu durumları yöneticilerin
işledikleri günahlara bağlamaya başladılar. Vergi ödemelerindeki eksiklik ve gecikme
cezalarındaki şiddet gibi çeşitli uygulamalarla da itibar kaybeden İmparator bir nevi
İ. Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, İstanbul 1997, s. 183-184. M.U. Yücel, İlk Rus Yıllıklarına Göre
Türkler, Ankara 2007, s. 45-47, 142 vd..
9 A. Gökbel, Kıpçak Türkleri, İstanbul 2000, s. 47-55
10 Ioannes Zonaras, Tarihlerin Özeti, Çev. Bige Umar, İstanbul 2008, s. 118; A. N. Kurat, Peçenek
Tarihi, İstanbul 1937, s. 151-152.; G. Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, Çev. F. Işıltan, Ankara
1981, s. 316-318.
8
64
UZLAR
hedef tahtası hâline geldi. Öyle ki halkın öfkesi karşısında yüz elli kişilik mahiyeti ile
başkentten ayrılarak bugünkü Büyükçekmece ve Küçükçekmece arasındaki Khirovakhi köyü yakınlarındaki arazisine gitmek mecburiyetinde kaldı. İmparator’un başkentten ayrılmasından sonra halk arasında İmparator’un, Dionysus (Roma ve Yunan Mitolojisinde şarap tanrısı)’un Hindistan seferini gerçekleştirdiği ordusu kadar kalabalık ve
cesur bir orduyla Uzlara karşı yola çıktığı haberleri yayıldı. Bu tür haberlere rağmen
İmparator ihtiyatlı olmayı tercih etti. Nitekim kısa süre sonra kuzeye göndermiş olduğu elçiler memnun edici haberlerle döndüler. Tutsak komutanlar Apokates ve Bottaneiates’in esaretten kurtulduğu ve Uzların mahvolduğu bilgisini verdiler. Bu arada
Bizans altınlarının cazibesine kapılan bazı Uz ileri gelenleri Bizans’ın Tuna bölgesi
idarecilerinin isteklerine boyun eğip, arkalarında kalanları kaderleriyle baş başa bırakıp
Tuna’nın ötesine geri döndüler. Bu arada büyük Uz gruplarını ortaya çıkan bulaşıcı
hastalıklar kırıp geçirdi. Art arda gelen felaketler ve darbeler karşısında Uz nüfusu
hızla azaldı. Geri kalanlar da fiziken o kadar tükendiler ki moral bozukluğu ile Bulgar
ve Peçeneklere kolayca yem oldular. Arda kalanlar ise itaatkâr şekilde Bizans’a sığınmak zorunda kaldılar. Peçenek saldırısı karşısında büyük kayıplar veren Uzlardan sağ
kalanlardan bazıları 1068 yılında Macaristan üzerine yürümüş iseler de muvaffak olamamışlardır. Eski güçlerini tamamen kaybeden ve Bizans’a sığınan Uz bakiyelerinin
çoğunluğu Bizans ordusuna alınırken geri kalanlarda çeşitli bölgelerde iskâna tabi
tutulmuşlardır. Uzların başına gelenlerden sonra İmparator muzaffer bir şekilde başkente geri döndü. Uzlar gibi korkunç bir düşmandan kurtuluş ordunun cesareti yahut
komutanların yeteneğine değil sadece tanrıya mal edildi. Halk arasında mucizeler
yayılmaya başladı. Nitekim İstanbul’da kiliselerde duaların yapıldığı gün, Çurule
(Çorlu) yakınlarındaki Uz birliğinin, görünmez güçler ve gökyüzündeki savaşçılar
tarafından oklarla vurularak yok edildiği inancı dolaşmaya başladı11.
XI. yüzyıl Bizans tarihçisi Mikhael Attaleiates Uzların yaşadıkları hakkında şu bilgileri
vermiştir:
“… Tuna’ya yakın kentleri Magisteros Basileios Apokapés ile ünlü Magistros Niké Phoros
Botaneiatés yönetmekteyken, bütün Uz milleti, çıkın toraba denk neyi varsa hepsiyle, Tuna’yı, oyulmuş yekpare, uzun ağaç gövdeleriyle ve kendilerince yapılmış deriden kayıklarla geçti, Bulgarları ve onların karşı kıyıya çıkmasını engellemek isteyen diğer komutanları yendi; başlarının -özellikle de Botaneiatés’in- yiğitçe çarpışmalarına rağmen, onları
tutsak etti ve tüm yöreye saldırdı; çünkü bu ulusun bütünü ile sayısı 600,000’e varır. Bunların büyük bir bölümü çabucak oradan ayrıldı ve bütün İllyrikon ilini (ArnavutlukSırbıstan)’ta Thessalia’ya ve (onun güneyinde kalan) asıl Ellas/Ellada iline varıncaya dek,
istila edip sayılmaz ganimeti alıp götürdü. Ancak, yurtlarına dönerken pek bozuk havaya
denk geldiler ve sadece aldıkları ganimeti (seller ve benzeri yüzünden) yitirmekle kalmadılar, kendilerinin neyi var neyi yoksa neredeyse tümü de elden gitti ve çıkış yerlerine pek
kötü durumda geri geldiler. Konstantinos Dukas, düşmanların nice kalabalık sayıda olduğunu öğrenince gerçekte keyfi kaçtı, ama savaş gücü olan bir ordu toplamaya ve bunu onlara karşı göndermeye davranıvermedi. Kimilerinin iddiasına bakılırsa bunu yapması giderleri hesapladığı içindi, çünkü söylemiş bulunduğumuz üzere pek para düşkünü idi;
kimilerine göre ise bu kadar güçlü bir düşmanın karşısında boy ölçüşmeye çıkmak cesaretini gösterememişti. Herkesin dediği şu ki, hasımlar, büyük sayıları dolayısıyla, yenilemez
11
V. G. Vasilyevskiy, ‘‘Vizantiya i Peçenegi’’, İzbrannie Trudi, Po İstorii Vizantiya, Kniga 1, Moskva
2010, s. 32-34.
65
ALİ AHMETBEYOĞLU
idiler ve onların karşısında durmak olanağı yoktu. Ergin erkek hâline gelmeleri çarpışmalarda ve savaşlarda olan ve çarpışmaya ve hasım tarafı etkisiz hâle getirmeye her zaman
hepten hazır ve o konuda eğitimli olan bunca yüz binlerle düşmanları yenmek olamayacak şeydir ve olanaksızdır sayıyorlardı. İnanıyorlardı ki, selamete çıkmak umudu yoktur
ve Avrupa’nın (Rum ülkesinin Avrupa’daki bölümünün) bütün halkı artık göç etmeyi düşünmeye başlamışlardı. Hükümdar (1064/1065 kışında), birazcık olsun onların hızını kesip
onları “kafa-kol’a almak” çabası güderek, daha sonraki eylemlerine karar vermek için zaman kazanmak amacıyla bu halkın başına elçi kurulu gönderdi; keza, onlara pek çok çekici armağan sundu ve içlerinden bazılarını yanına çağırdı ancak bütün bu halk çok sayıda
olmasına rağmen, gereksinmelerini talanlarla karşılayabilmek üzere mecburen sık sık akına çıkıyordu ve İmparatorluk ülkesinin Avrupa’daki bölümünde pek çok araziyi harap
ediyordu. Bunun üzerine hükümdar, halkın öfkesine ve kendisinin tamahkârlık (giderden
kaçınma) sebebine onları (halkı) ayağa düşürdüğü ve Rumların devletini düşmanların insafına terk ettiği yolundaki söylentilere katlanamayarak, Kentlerin Sultanından hareket etti ve adamlarıyla Athyra/Büyük Çekmece’nin tam karşısında Khoirobakkhoi denen, İmparatorlara ait mülklerinde bulunduğu yerde (Çatalca’nın ovasında) ordugâh kurdu. Bunların (adamlarının) toplam satısı 150’den fazla değildi; sonuç şu oldu ki pek çok kişi, daha
önce Anadolu’daki ordu birliklerini bir araya toplayıp ardından batıya doğru sefere çıkmak gerekirken, İmparatorun böylesine güçlü bir düşmanla boy ölçüşmek için Kentlerin
Sultan’ından böyle bostan korkuluklarıyla hareket etmiş bulunmasından dolayı hayretler
içinde kaldılar. Üstelik bu ordu Dionysos’un, yanında Mainada’lar (Dionysos/Eakkhos’u
dağlarda tepelerde izleyen sarhoşluk delisi kadınlar) ve Seilènoslar (insan başlı at gövdeli
mythos yaratıkları) ile Hintlilere karşı sefere çıktığı sıradaki mythos’ların anlattığı ordusuna benziyordu. İşte hükümdar ön hazırlığını bu biçimde yapmış iken, Tuna’ya gönderdiği kişilerden bazıları aceleyle geri dönüp, bu halkın tümüyle felakete uğramış bulunduğu haberini getirdiler. Çünkü tutsak alınmış komutanlar kaçmayı başarmışlardı, böylece
barbarların felâketine ilişkin haberler iletmekteydiler. Diyorlardı ki, Uzların başları Tuna
boyundaki kentlerin Rum yöneticilerinin de öyle akıl vermesine uyarak gemilere binerek
ırmağı geçip memleketlerine dönmüş idiler; çok sayıda olan diğerleri içinden kimi vebadan, açlıktan perişan ve yarı ölü hâle düşerek, kimi de yakınlardaki Bulgarlar ve Peçenekler tarafından yenilerek, kılıçlarla yahut atların ayakları altında çiğnenerek toptan yok
edilmişlerdi veya kendi arabaları (yollarda yere serilmiş iken) onları ezmişti. Böylece hiç
umulmazken, tam üstünlük kuracakları herkesçe beklenen bu halk yok’a indirgenmiş ve
etkinliği yok olmuştu. Bu içerikteki söylentiler gerçekten uzak değildi. Hükümdar, devletinin umut edilmezken selamete çıktığını görerek doğal olduğu üzere çok sevindi, Tanrıya
ve Panayia’ya (Tümkutsal’a, Meryem Ana’ya) şükranını sundu ve Kentlerin Sultanı’na
yöneldi; orada halkı bu mucizeden dolayı şaşkınlığa düşmüş, kurtuluşundan dolayı Yaşamı başlatan Üçlü’ye ve Tanrı-insan’ın (İsa’nın) anasına şükürler eder buldu. Buna benzer biçimde Avrupa’nın halkı da olanak ölçüsünde, şükranlarını sundu ve bu işi Tanrının
Takdiri’ne bağlayarak hep onu anımsadılar”12.
Ayrıca Uzların sonuna dair de Mikhael Attaleiates’in anlattıkları şöyledir:
“Uzlardan yine Tuna’yı aşmayı becerebilenler, işkence edici bir açlığı çekmeye başladılar,
zira ne yiyecekleri vardı ne de ürün bulmak umutları bulunuyordu, çünkü ülke tohumsuz
ve toprağında çift sürülmemiş olarak terk edilmişti. Böylece onlardan sadece pek azı,
Myrmidon’ların (Macarları kastediyor) egemenliğine sığınanlar, kurtulabildi; bunlar onları kentlerine dağıttılar; sonuç şu oldu ki kırsal alanları insansız kaldı. Böylece onlar yeniden Rumların hükümdarlığına çıkageldiler, çünkü daha önce gelen bazılarına Makedonya
ülkesinde kamu arazileri bağışlanınca onlar Rum devletine bağımlı olmuşlardı ve bundan
böyle Rumların bağlaşıkları olarak kalmışlardı. Aynı şey sınırlı sayıda Peçenekler bakı12
Mikhael Attaleiates, Tarih, Çev. B. Umar, İstanbul 2008, s. 92-94.
66
UZLAR
mından da gerçekleşti; bunlar, biraz önce sözü edilenlere benzer yolla, bize katıldılar ve
(önderleri) Âyan Meclisi üyelerine özgü unvanlarla onurlandırıldılar”13.
Sağ kurtulabilen Uzların ne kadar olduğu bilinmemekle birlikte yine de önemli bir
sayıda oldukları tahmin edilmektedir. Bunların bir kısmı Makedonya’daki hazine arazilerine yerleşmeleri karşılığında Bizans İmparatoru’nun hizmetine girdiler. Bundan
sonra Bizans ordusu içinde Uz birlikleri görülmeye başlandı, sarayda ve yüksek rütbeler arasında bu boya ait isimlere rastlanılır oldu. Ayrıca zamanla İskitler diye tek genel
isim altında sık sık Peçeneklerle ilişkilendirilip karıştırıldılar. Zamanında Tuna Nehri’nin öbür yakasına geçmeyi başaran diğer bölüm ise, hastalıktan kurtulabildilerse de
açlıktan kurtulamadılar ve Hristiyan yerleşik nüfus arasında eriyip gittiler14.
Peçenekler ve Uzlar Bizans’ın Avrupa bölgelerini alt üst ederken aynı tarihlerde onların doğudaki soydaşları Selçuklular da devamlı surette Anadolu’daki güç alanlarını ve
fetih bölgelerini genişletmekteydiler. 1050 yılında Tuğrul Bey, Uz (ghus) ve bir kısmı
Amu Derya kıyılarından getirilen (Buhara ve Kırgız bozkırlarından) bir kısmı ise Halifenin ülkesine daha önceden göç etmiş olan Türkmenlerle birlikte Bağdat’a girmişti.
1064 yılında Tuğrul Bey’in yeğeni Alparslan Gürcistan’a saldırdı ve Nahçivan, Kars,
Ani gibi önemli şehirleri ele geçirdi. 1067 yılında Selçuklu Türkleri Mezopotamya,
Suriye, Kilikya ve Kapadokya’ya kadar ilerlediler. Kayseri’de Aziz Vasili (ilk Hristiyan
din adamlarından olup, ölümünden kısa süre sonra aziz ilan edilmiştir) Manastırındaki
nesiller boyu yapılan bağışlar neticesi oluşmuş zenginliğe sahip oldular ve kışı geçirmek üzere imparatorluğun sınırları içinde kaldılar. Bu esnada Bizans başkenti İstanbul’da bir kadının zayıf eli bu zor zamanlarda devleti yönetecek güce sahip değildi.
Ölüm döşeğindeki kocası Konstantinos Dukas’a verdiği ömür boyu dul kalma sözünü
patriğin izni ile bozan İmparatoriçe Eudokia, tahtta yanı başına, komplocu ve isyancı
olarak hüküm giymiş birini oturttu. Böylece 1 Ocak 1068 yılında, önceden Macar ve
Peçeneklere karşı yaptığı savaşlarda ün kazanmış olan kahraman ve bahtsız IV. Romanos Diogenes İmparator ilan edildi (1068-1071)15.
Bir zamanlar II. Basileios (976-1025) tarafından kılıçla çizilmiş olan hükümdarlık sınırları içinde iskân edilmiş olan Uzlar ve Peçenekler, IV. Romanos’un Türkler üzerine
düzenlediği seferlerde de aktif rol oynamışlardır. Bunlar Bizans ordusunun kabilelerle
yaptığı savaşlarda son derece önem arz eden ve aynı zamanda göçebe akıncılarının
cesaret ve süratini muhafaza eden hafif süvari bölümünü teşkil etmiştir. Öncü birlikler
ve gözcü birlikler olarak Uzlar ve Peçenekler kullanılmıştır. Yorgun Bizans kuvvetleri
daha güçlerini nasıl toplayacaklarını bilemeden, mola verdikleri vakitlerde atlarından
bile inmeyen Uzlar, Peçenekler hemen erzak temini için bölgeye dağılırlardı. Düşmanın
eline geçmiş olan toprakları tahrip etmek gerektiğinde de yine Uzlar öne sürüldü.
Kısacası, bir zamanların bozkır atlılarının hizmetleri Bizans kuvvetlerine son derece
fayda sağlamaktaydı. Ancak bu tür birlikleri kullanmanın bir tehlikesi ve sakıncası
vardı. Romanos’un seferinde yer alan ve Selçuk Türkleri ile girdikleri çatışmalarda yeni
dostlarını yakından gözlemleyenler onlarla diğerleri arasındaki yakın akraba benzerli-
Mikhael Attaleiates, Tarih, s. 95.
B. Kossányi, “11-12. Asırlarda Uz’lar ve Kuman’ların Tarihine Dair”, Belleten, VIII, 29, 1944, s.
120-124.
15 Mikhael Attaleiates, Tarih, s. 100-108; G. Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, s. 318-323.
13
14
67
ALİ AHMETBEYOĞLU
ğinden şaşkınlığa düşüyorlardı. Bizanslıların bakış açısına göre; karşılarında aynı dış
görünüş, aynı bağırışlar, aynı savaş tarzı vardı. Selçuklu atlıları Uz-Peçenek kampına
saldırdıklarında ise Bizanslılar hangilerinin müttefikleri hangilerinin düşmanları olduğunu ayırt etme imkânını tamamen yitirmişlerdi. Yakın benzerlik karşısında sadece
alışkın bir göz dış görünüşteki farkları ayırt edebiliyordu. Bu durumda lisan da pek
fayda sağlamıyordu, çünkü Selçuklular ile Peçenekler ve Uzların lehçe farkı ne onların
ne de diğerlerinin dilini bilmeyen birinin duyup anlayacağı derecede değildi. Bizans
altını ve kıymetli kumaşlarına rağmen, Türklerle kardeşliklerinin farkına varan Uzların
damarlarındaki kanın çağrısına sağır kalmayıp onların saflarına geçeceklerinden korkulmaya başlandı. Nitekim Romanos’un tutsak düşmesi ile sonuçlanan ölümcül savaşın öncesinde Peçenek ve Uzlardan oluşmuş bir birliğin tamamı Selçukluların saflarına
geçti. Uz-Peçenek beylerinin kendi usul ve gelenekleri çerçevesinde verdikleri ve daha
sonra da tazelemiş oldukları İmparatorluğa bağlılık yeminine rağmen kalanların da bu
örneği takip etmesinden korkuldu. Bizans Devleti Türk boylarının ayrılmış iki kolunu
böylece birbiri ile tanıştırmış, buluşturmuş oldu. Bu durum gelecek olayların gidişatına
etki ederek İmparatorluğa da oldukça büyük zarar verdi16.
Uzlar, hareketli Türk topluluklarının yerinde duramayan önemli unsuru olarak dikkat
çekmiştir. Adeta her an atlarına atlayıp ödül ve yağma sözü veren herhangi bir maceracının peşine takılıp gitmeye hazırlardı. Öyle ki, Bizans yönetiminden memnun olmayan, intikam almayı düşünen, Bizans tahtına oturmak için hak iddia eden herhangi
birinin, hazır ve istekli tam bir yardımcı kuvvet bulması için sadece Balkanları aşması
yeterliydi. Tuna bölgesinde Bizanslı tarihçilerin deyimi ile değişik dillerde konuşan her
tür insana rastlamak mümkündü17.
Tarihî süreç sonunda kudret ve güçlerini kaybeden Uzlar; Romanya’da Eflak, Transilvanya (Erdel), Dobruca bölgelerinde varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Ayrıca RusKuman-Kıpçak birleşik ordusunun 1224 yılında Moğollara mağlup olması üzerine Rus
sınır boylarındaki Uzlar Dobruca’ya kaçmışlardır. Karadeniz kıyıları, Silistre, Markayla, Balçık, Varna gibi sahalarda yaşayan Uzlar dillerini belirli süre korumuş iseler de,
genel olarak Hristiyanlığı kabul etmelerinden sonra zamanla varlıklarını ve kimliklerini kaybetmişlerdir (tartışmalar hâlen devam ettiğinden Gagavuzların Uzların devamı
olduğu meselesini ayrı tutuyoruz)18. Bununla birlikte gerek Doğu Avrupa gerekse
Anadolu’da Uzi azoos (Uz geçidi), Uz çayı, Szolnok Doboka, Uzul, Uzmesehor, Uzarak, Guzari, Guzalp, Torçin, Torçanka, Uz merası, Uzgur köyü, Uzgara gibi birçok yer
ismi Uzların hatırası olarak günümüze kadar ulaşmıştır19.
Mikhael Attaleiates, Tarih, s. 162; Ioannes Zonaras, Tarihlerin Özeti, s. 134 V. G. Vasilyevskiy,
‘‘Vizantiya i Peçenegi’’, s. 34 vd.; Y. Ayönü, ‘‘Bizans Ordusunda Ücretli Türk Askerler (XI_XII:
Yüzyıllar)’’, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı 25, 2009, s. 56-60.
17 V. G. Vasilyevskiy, ‘‘Vizantiya i Peçenegi’’, s. 36.
18 M. U. Yücel, Uzlar (Oğuzlar), s. 536,540; A. I. Manof, Gagauzlar, Çev. T. Acaroğlu, Ankara 1940, s.
7-16; H. Güngör-M. Argunşah, Gagauzlar, İstanbul 1998, s. 16-33.
19 L. Rásonyi, Doğu Avrupa’da Türklük, s.76; M. Bilgin, Doğu Karadeniz, Trabzon 2000, s.76; N. Demir, ‘‘Doğu Karadeniz Ağızlarında Ön Ses b-/p- Ünsüzü ve Tarihî Derinliği’’, Uluslararsı Türklük
Bilimi Sempozyumu, Erzurum 25-27 Nisan 2007, s. 6.
16
68
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
OĞUZCANIN KUZEY SINIRLARI:
KIRIM YARLIKLARINDA OĞUZCA ÖĞELER
A L İ A KAR
B AN U S ITK I
Giriş
VI. yüzyıldan itibaren Köktürk (552-745), Uygur (745-840) ve Karahanlı (912-1212)
devletlerinin hüküm sürdüğü coğrafyalarda bu devletlere bağlı etnik bir grup olarak
varlık gösteren Oğuzlar, bu dönemde kendi lehçeleri temelinde oluşmuş bir yazı
diline sahip değillerdi. Oğuzların XIII. yüzyıla kadar böyle bir yazı diline sahip olamamalarının en önemli nedeni, lehçeleşme evrelerini (Akar, 2010, s. 25) henüz tamamlayamamış olmalarıdır. Buna karşın hem Köktürk ve Yenisey yazıtlarında hem
de Uygur Türkçesinin n lehçesiyle Karahanlı dönemi eserlerinde Oğuz lehçesinin
izlerine rastlamak mümkündür. Eski Türkçe döneminde bağımsız bir Oğuz lehçesinin varlığından bahsedilemese de (Korkmaz, 2005, s. 207) bu dönemde görülen ağız
ayrılıkları, sonraki dönemlerde belirginleşen Oğuz lehçesinin izlerini de taşımaktadır1.
Köktürk devleti döneminde, VII. yüzyılın ilk yarısında Yenisey bölgesi, VII. yüzyılın
2. yarısından başlayarak da Ötüken yöresinde yaşadıkları bilinen Oğuzlar, Uygurlar
döneminde de Orhun Irmağı bölgesini yurt tutmuşlardır (Korkmaz, 2010, ss. 3-5).
Batı Köktürkleri döneminde Talas, Yedisu, Isık Köl ve İli Vadisi’nde yerleşerek etnik
oluşumlarını tamamlayan Oğuzlar (Ercilasun, 2008, s. 229), Kıtayların baskısıyla
batıya hareket eden Karlukların bu bölgeleri ele geçirmesi sonucunda, 760 yılından
itibaren batıya doğru göç etmeye başlamış ve Seyhun Irmağı boyları, kuzeyindeki
1
Eski Türkçe döneminde tespit edilen ağız ayrılıkları ve Oğuzca unsurlar konusunda ayrıntılı
bilgi için bk. Borovkov, (1963): Çev. Usta, Amanoğlu, (2001); Doerfer, (1975-1976); Erdal, (2004);
Röhrborn, (2004); Korkmaz, (2005), (2010); Gabain, (2007); Gülsevin, (2007), (2010).
69
ALİ AKAR / BANU SITKI
bozkırlar ve Aral Gölü çevresine yerleşmişlerdir. IX-X. yüzyıllarda bu bölgede kısmen yerleşik hayata geçen Oğuzlar, Yenikent merkezli bir Yabgu devleti kurmuşlardır (Sümer, 1992, s. 61). Kıpçakların X. yüzyıl sonlarında Oğuz bozkırları ve Seyhun
Irmağı’nın aşağı yatağını işgal etmeleri üzerine Yabgu devleti yıkılmış; önce Maveraünnehir’de Harezm bölgesinde yerleşen Oğuzlar, 1040 yılında Gazneliler devletini
yıkarak İran coğrafyasında Büyük Selçuklu devletini, 1077 yılında da Anadolu Selçuklu devletini kurmuşlardır.
XI. yüzyılda bağımsız bir siyasi güç olarak varlık göstermeye başlayan Oğuz Türkleri, hâkim oldukları İran coğrafyasında, devlet dili olarak Farsçayı benimsemişlerdir.
Bu dönemde Oğuz lehçesiyle yazılmış kaynaklar elde bulunmasa da, Oğuzların
diğer Türk kavimlerinden farklı bir lehçeye sahip oldukları, Kâşgarlı Mahmud’un
Oğuzca olarak kaydettiği kelimelerden ve Oğuzların dilleriyle ilgili tespitlerinden
anlaşılmaktadır (Atalay, 2006, ss. 31-33). Harezm bölgesinde Kıpçak ve Karluklarla
bir arada yaşayan Oğuzlar, dillerindeki diyalektik (ağızsı) öğeleri korumuşlardır
(Akar, 2010, s. 22).
XIII. yüzyılda Maveraünnehir’in Moğollarca işgal edilmesiyle Oğuz kitleleri batıya
sürülmüş, Anadolu’ya yoğun Oğuz göçleri gerçekleşmiştir. Moğol istilası 1307’de
Anadolu Selçuklu devletinin parçalanmasına neden olsa da, Anadolu’nun Türkleşmesinde önemli rol oynamıştır (Uğurlu, 2011, s. 127). Oğuz Türkleri, yeni yerleştikleri bu coğrafyada önce güçlü beylikler, sonra da büyük bir imparatorluk kurmuşlar ve
Türk dilinin lehçeleşmeye başladığı bu dönemde, kendi lehçeleri temelinde bir yazı
dili oluşturarak Oğuzcayı bir imparatorluk dili hâline getirmişlerdir. Böylece Oğuz
lehçesi, Osmanlı imparatorluğunun hâkimiyet alanına giren bölgelerde bir üst dil
olarak, yerel dil ve lehçeleri etkisi altına almış, XI. yüzyıl ile XXI. yüzyıl arasında
Kuzey ve Güney Azerbaycan, Kuzey Irak ve Kuzey Suriye, Anadolu, Kıbrıs, Ege adaları, Balkanlar, Kırım hanlığı ve Kuzey Afrika’da konuşma ve yazı dili olarak kullanılmıştır.
Kırım hanlığının yazı dili de, temelde Kıpçak lehçesi üzerine kurulmuş olsa da, Osmanlı devletiyle yürütülen güçlü siyasi, askerî ve ekonomik ilişkiler nedeniyle Oğuz
lehçesinin etkilerini taşımaktadır. Günümüzde çağdaş Kırım sahasının güney (Yalıboyu) ve orta (Bahçesaray, Ortayolak) ağızlarında görülen Oğuz etkisi (Akar, 2008, s.
615), Kırım hanlığı döneminde de Bahçesaray’da divan bitikçileri tarafından yazılan
han fermanlarında (yarlık2larda) görülmektedir.
2
yarlıà sözcüğünün “ferman, emir, buyruk” gibi anlamlarıyla Türkçenin tarihsel dönemlerindeki kullanımı oldukça yaygındır: yarlıà “emir, hakanın mektubu, fermanı, buyruğu”, DLT IV.
750; yarlıà “buyruk, emir, ferman”, KB III. 526; yarlıà “buyruk, ferman” NF III. 472; yarlıà/ú
“buyruk, ferman” KE II. 710; yarlıà “ferman, irade, buyrultu” YTS 236; yarlıà “ferman, yarlık,
tevúiè, nâme, humayun” ŞSül. 291. Eski Türkçe döneminde “üst rütbeden biri tarafından alt
rütbeden birine verilen emir” anlamında kullanılan yarlıà sözcüğü, Moğolcada da carlià/carliú
şeklinde “hükümet buyruğu” anlamıyla bir teknik terim olarak geçmektedir (EDPT, 966b).
Türk-Moğol resmî yazışma geleneği içinde yarlık terimi, en karakteristik teknik sözcüklerdendir. İçerik bakımından “hanın emir ve isteklerini içeren bir mektup türü” olan yarlık, diplomasi
yazışmaları içinde özellikle Altın Orda sahasında sıkça kullanılan bir terim olmuştur. Türkçe-
70
OĞUZCANIN KUZEY SINIRLARI: KIRIM YARLIKLARINDA OĞUZCA ÖĞELER
Oğuzcanın Kuzey Sınırı: Kırım Yarımadası ve Kırım Hanlığı
Kırım Yarımadası, tarih boyunca çeşitli milletlerin, özellikle de Türk soylu toplulukların yaşadığı bir coğrafya olmuştur. Asya’dan gelen ve Basıl (Barslı, Barsula, Barsıl,
Baslık) Türkleriyle ilişkilendirilen İskit (Saka) göçebeleri MÖ VIII-V. yüzyıllarda
Kırım’ın bozkır bölgesinde yaşamışlardır. Kırım bölgesi, II. yüzyıldan itibaren Got
kabilelerinin kuzeyden gerçekleştirdikleri akınlara maruz kalmış, bu akınları IV.
yüzyılda Hunlar durdurmuştur. Hun-Türk İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra
Kuban ve Don Nehirleri ile Azak Denizi kıyılarında çeşitli Türk kabilelerinin ve
ayrıca Bulgarların yerleştikleri bilinmektedir (İnalcık, 1977, s. 744). IV. yüzyıldan
itibaren Asya’dan Avrupa’ya doğru gerçekleşen yayılmanın geçiş noktasını oluşturan Kuzey Karadeniz, bu yüzyıldan itibaren Türk nüfusu ile tanışmıştır (Öztürkİkiel, 2001, s. 2). VI. yüzyılın ortalarında Orta Asya’dan gelen ve içlerinde Avar Türklerinin de olduğu yeni Türk akınlarına maruz kalan Kırım’ın sahil boylarındaki koloniler, bu dönemde Bizans İmparatorluğu’nun yönetimi altına girmiştir. Osmanlı
tarih kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla Bizans yönetimi zamanında yarımadaya
Rumlara yakın düzeyde Ermeni nüfusu yerleşmiştir. Osmanlı kayıtlarına Yahudi
olarak yansıyan nüfusun bir kısmımın Karay Türkleri olduğu da tespit edilmiştir
(Öztürk-İkiel, 2001, s. 2). Kırım’ın bozkır bölgesi ise, VII. yüzyılda Hazar devleti
tarafından hâkimiyet altına alınmış; Hazarlar, Kırım’ı tudun veya tuyun3 unvanını
den Moğolcaya geçip, daha sonra bugünkü bilinen teknik terim anlamıyla Moğolcadan Türkçeye geçtiği düşünülen (EDPT, 966b) yarlık, Moğol diplomatikasında da hanların kendi tabiiyetindeki devletlerin hükümdarlarına gönderdikleri mektuplara ad olarak kullanılmıştır (Özyetgin, 2002, s. 823). Yarlıklar ferman niteliğindedir ve emir mahiyeti taşır (Kurat, 1940, s. 4).
Bu nedenle ancak üst rütbeden biri tarafından alt rütbedeki birine emir iletmek ya da herhangi
bir imtiyaz vermek için yazılırlar. Kırım hanlığından günümüze ulaşan yarlıklar genel olarak
Tarhanlık Yarlıkları, Soyurgal Yarlıkları ve Diplomatik Yarlıklar olarak üç grupta incelenebilir.
Kırım hanlığına ait, tespit edilmiş 16 Tarhanlık Yarlığı, 28 Soyurgal Yarlığı ve son çalışmalarla
birlikte 400 civarında Diplomatik Yarlık ve mektup bulunmaktadır (Sıtkı, 2011, ss. 44-50).
Sir Gerard Clauson, [+lıà] sıfat yapım ekine rağmen yarlıà sözcüğünün etimolojisinin tam olarak yapılamadığını belirtmektedir (EDPT, 966b). Wilhelm Radloff, sözcüğü “rivayet, haber,
malumat” anlamlarına gelen yar sözcüğüne [+lık] ekinin getirilmesiyle açıklamakta ve “ilan
etme bildirme, kararname, emir” anlamlarını vermektedir (RSI III/1. 100). Gerhard Doerfer, bir
yar “seslenme, nida, ilan etme” ad kökü, bir de *yar- “hüküm vermek, kararlaştırmak” eylem
kökünden bahsetmekte ve yarlıà sözcüğünü *yar-ıl-ıg biçiminde eylem gövdesinden yapılmış
bir ad saymaktadır (TMEN IV., 1849). Şinasi Tekin, yar “salya, sümük” >yar-lıà “sefil, fakir,
acınacak durumda olan” türetmesini yapmakta ve yarlıka- eyleminin de, bu yolla, yar+lıg+ka“birisinin acısının farkına varmak, merhamet etmek, ihsan etmek” biçiminde oluştuğunu belirtmektedir. Tekin, soyut olan bu yarlıgka- “merhamet etmek, acımak” kavramından somut
olan “konuşmak, emir vermek” kavramına anlam geçişi olduğunu kabul etmektedir (Tekin,
2001). Mustafa Öner ise, sözcüğün kökünü yarı “yardım” (<ET yar-; egir- > egri gibi) olarak
kabul etmekte ve yarı-lıg > yarlıg > yarlı “yardım edilen, yardıma muhtaç, fakir”; yarı-lık “yardımlık söz, ihsan; emir, buyruk”; yarlıg-ka- “yardımda bulunmak, ihsan etmek, lütfetmek; buyurmak, emretmek” etimolojilerini vermektedir (Öner, 2004, ss. 3-4).
3 tudun ~ tuyun (~toĢun “Türklerde bir tür idare amiri” < Çin. t’ou t’ouen ~ tou-doun, EDPT,
457b). Sir Gerhard Clauson’a göre, bu unvan ilk olarak Çin kaynaklarında geçmektedir. Orta
Çincede t’ou duən şeklinde geçen bu sözcük, Türk idare amirlerinin bir listesinin yer aldığı Chiu
Tang Shu, Chap. 194b’de t’u-t’un şeklinde geçmekte ve hsieh-li-fa (ėlteber)’dan sonra yedinci
71
ALİ AKAR / BANU SITKI
taşıyan valiler aracılığıyla yönetmişlerdir. VIII. yüzyılda, Kırım’ın tamamı Hazar
devletinin bir vilayeti hâline gelmiş, bu devletin yıkılmasından sonra, Kırım’da,
yöneticilerine Arhon (Orhan?) denilen ve 1083 yılına kadar varlığını sürdüren Hazaria (Gazaria) adlı bir Türk devleti kurulmuştur (İnalcık, 1977, ss. 744-745). Kıpçaklar,
Hazar devletinin yıkılmasından sonra Peçenek Türklerini takiben, Kırım’a yerleşmişler ve Sudak başta olmak üzere Kırım’ın doğu sahillerini ve limanlarını kontrol altına
almışlardır. 1223’te Cengiz Han’ın Deşt-i Kıpçak’ı fethetmekle görevlendirdiği komutanlar, Kalka Irmağı boyunda Kıpçaklar ve onlara tabi olan Rusları mağlup edip
(Öztürk, 2002, s. 144) Kırım’a girdiklerinde, sahil boyu hariç olmak üzere Kırım’ı
baştanbaşa bir Türk bölgesi olarak bulmuşlardır (İnalcık, 1977, s. 745). Moğolların
1223 yılında Sudak’ı işgal etmeleri ve pek çok tüccar ile yöre zenginlerinin mallarıyla
beraber Anadolu sahillerine sığınmaları sonucunda, Anadolu Selçuklu hükümdarı
Alaeddin Keykubat ticaretin güvenliğini sağlamak amacıyla, Kastamonu uç beyi
Husameddin Çoban’ı Sinop donanması ile Kırım’a göndermiştir. Husameddin Çoban, Kırım seferi sırasında, Sudak, Rus, Saksın ve Kıpçaklarla karşılaşmış, Sudak
şehri 1227’de Anadolu Selçuklularının yönetimine girmiştir (İnalcık, 1977, s. 745;
Turan, 2010, ss. 378-379). Selçukluların Sudak hâkimiyetinin 1239’da Moğolların
bölgeyi tekrar ele geçirmelerine kadar sürdüğü düşünülmektedir (Turan, 2010, s.
380). Kırım Yarımadası, Avrasya bölgesini Akdeniz’e bağlayan bir köprü görevi
gördüğünden, tarihi, Karadeniz ve Marmara Boğazları ile yakından ilişkili olmuştur.
Kırım limanları Anadolu Selçukluları tarafından da ticari olarak önemsenmiş, pek
çok Anadolulu tüccar Kırım’da ticari faaliyetler sürdürmüşlerdir. Kırım’da Altın
Orda hâkimiyetinin kurulmasından sonra, bölgede siyasi istikrar artmış ve bu durum ticaretin de gelişmesine olanak tanımıştır. Kuzey ile güneydeki İslam ülkeleri
arasında her türlü ticari malın yanında Kıpçak köleler de Kırım sahillerinde satın
alınıp Sinop ve Samsun limanlarına çıkarılarak Sivas ve Halep’te satılmışlardır (Turan, 2010, s. 519).
XIV. yüzyılın ikinci yarısında, Altın Orda devletinde süren taht kavgaları sırasında
Kırım, Moğol aristokrasisinin hanlığın yönetimi için mücadele eden rakip beyleri ve
rakip hanlar için bir sığınak durumuna gelmiştir (İnalcık, 1977, s. 746). 1380 yılında
Mamay, Toktamış Han’a yenilince Kırım’a kaçmış; benzer şekilde Edige de, Toktamış’a karşı sürdürdüğü mücadelede Kırım’ı üs olarak kullanmıştır (İnalcık, 1977, s.
746; Kurat, 2002, s. 207). Cengiz Han soyundan gelen beyler, bu bölgeye dayanarak
hanlıklarını ilan etmiş ve sonra İdil üzerinden merkezi ele geçirmeye çalışmışlardır
(İnalcık, 1977, s. 746). Altın Orda devletinde yaşanan taht kavgalarını ve Kırım’ın
müstakil durumunu değerlendiren Hacı Giray Han, kendisini Kırım hanı ilan etmiş
ve 1441/1442 (Hicri 845) yılında adını taşıyan bir para bastırarak Kırım hanlığını
kurmuştur (İnalcık, 1977, 746; Öztürk, 2002, s. 146).
Hacı Giray Han, Altın Orda hanına karşı Ruslarla, Kırım sahillerinde ticaretin yanında siyasi etkinliklerini de giderek artıran Cenevizlilere karşı Osmanlı devletiyle ittifaklar yapmış (İnalcık, 1977, s. 746; Öztürk, 2002, ss. 149-152), Hacı Giray Han’ın
sırada gelmektedir. VII. yüzyılda Batı Türk Kağanı T’uñ Yavğu, yabancı ülkelere kurallarını
götürmesi için ėlteber’ini yollarken, vergileri toplaması için de to:Ģununu yollamıştır (EDPT,
457b).
72
OĞUZCANIN KUZEY SINIRLARI: KIRIM YARLIKLARINDA OĞUZCA ÖĞELER
ölümünden sonra oğulları arasında çıkan taht kavgası, Moğol aristokrasisinin ileri
gelenlerinden Eminek Mirza’nın Osmanlı devletinden yardım istemesi sonucu, Kırım
hanlığının 1475 yılında Osmanlı himayesine girmesi ile sonuçlanmıştır (İnalcık, 1977,
s. 747). Bu tarihten sonra Kırım hanlığı ile Osmanlı devleti arasındaki siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkiler artmış, 1783’teki Rus işgaline kadar bu coğrafyada Osmanlı
etkisinde bir Kıpçak kültürü oluşmuştur. Bu etki, Hanlığın nüfuz alanına giren Aşağı
Don, Özü ve Turla ırmaklarına kadar tüm Kıpçak bozkırına (Kurat, 2002, s. 203)
ulaşmıştır (Akar, 2008, s. 614).
Kırım hanlarının birçoğu şairdir. Kırım’ın II. hanı Mengli Giray’ın şiir yazdığı ve
Osmanlı şairlerinden etkilendiği bilinmektedir. Kırım hanlığının daha kuruluş yıllarında başlayan bu etki, özellikle İstanbul’a gönderilip eğitim gören han ailesi mensupları aracılığıyla giderek artmıştır (Yüksel, 1992, s. 685). İstanbul Türkçesi ile Tatar
Türkçesini birlikte kullanarak şiirler yazan Mengli Giray Han gibi (Akar, 2008, s.
614), Sahib Giray Han, Devlet Giray Han ve II. Gazi Giray Han da şiirler yazmış ve
bir dönem Osmanlı topraklarında yaşamalarından dolayı, Osmanlı etkisinde kalmışlardır (Yüksel, 1992, s. 685). II. Gazi Giray Han’ın Divan’ı ve Gül ü Bülbül mesnevisi,
Halimî mahlasıyla şiirler yazan Halim Giray Han (1772-1824)’ın Divan’ı, Kırım-Tatar
sahasında Osmanlı divan edebiyatı etkisiyle kaleme alınmış önemli eserlerdir (Akar,
2008, s. 615). Dil etkileşimi yalnızca saray çevresindeki aydınlar ile sınırlı kalmamış,
XVII. yüzyıl saz şairleri Gözleveli Âşık Umer (1661–1717) ve Mustafa Cevherî (öl.
1710) de, şiirlerinde Osmanlı Türkçesini kullanmışlardır (Akar, 2008, s. 615).
Kırım hanlığında, İstanbul’dan Kefe’ye, sonra da Bahçesaray’a gelen Osmanlı memur
ve tacirleriyle binlerce yeniçerinin bulunması, seferlerde Osmanlı ordusuyla Kırım
ordusunun uzun zaman bir arada kalması Kırım dili, edebiyatı ve sanatı üzerinde
Osmanlı etkisini artırmıştır (Yüksel, 1992, s. 686).
Bu dönemde Osmanlı Türkçesinin etkileri, edebî dilde olduğu gibi resmî yazışmalarda da görülmektedir. Kırım hanlığının Osmanlı devletine tâbi olmasından sonra
Osmanlı hükümdarlarına ya da Transilvanya prenslerine gönderilen belgelerde Osmanlı Türkçesinin hâkimiyeti görülmektedir. Kırım’da yazılan yarlıklar ve Osmanlı
devletine gönderilen mektupların üslubundaki akıcılık, imlasındaki özen ve ifadedeki açıklık, Bahçesaray’da o dönemin klasik eğitimini alan Osmanlı Türkçesine hâkim
kâtiplerin bulunduğunu düşündürmektedir (Yüksel, 1992, s. 687).
Kırım Yarlıklarında Oğuzca Unsurlar
XIV. yüzyıldan sonra Harezm’den Altın Orda’nın başkenti Saray ve Kırım bölgesine
giden şair ve bilginler Harezm yazı dilini Altın Orda’ya taşımışlardır (Ata, 2002, s.
13). Altın Orda sahasında meydana getirilen eserler, genel olarak Harezm Türkçesinin Harezm-Kıpçak koluna bağlıdır (Özyetgin, 1996, s. 12). Altın Orda devleti içerisinde hâlihazırda nüfusun büyük bölümünü oluşturan ve sosyal hayattan dile kadar
devletin medeni gelişimine büyük katkı sağlayan (Özyetgin, 1996, s. 12) Kıpçak
Türklerinin dili ile karışan Harezm Türkçesi, Türk dilinin Kıpçak kanadında yeni bir
yazı dili ortaya çıkarmıştır (Ata, 2002, s. 13). Genel olarak, Altın Orda ve devamında
kurulan Kırım ve Kazan hanlıklarına ait yarlık ve bitiklerin dili de, Kıpçak etkisinin
ağır bastığı bu yazı dilinin ürünleri sayılmaktadırlar (Özyetgin, 1996, s. 12). Kırım
hanlığına ait yarlık ve bitiklerde, özellikle kuruluş yıllarında Altın Orda, dolayısıyla
73
ALİ AKAR / BANU SITKI
Kıpçak etkisi çok daha yoğun olarak görülürken 1475 yılından itibaren Osmanlı
devleti ile artan siyasî ve sosyal ilişkiler sonucunda, Osmanlı, dolayısıyla da Oğuzca
etkisi belirginleşmiştir. Hem edebî hem de diplomatik metinlerde görülen bu etki,
yarlık ve bitiklerin dilinde Kıpçak ve Oğuz dil özelliklerinin bir arada bulunması
sonucunu doğurmuştur.
Bu çalışmada, Kırım hanları tarafından 1549-1647 tarihleri arasında verilmiş 22 yarlık
metni, Oğuzca öğeler açısından değerlendirilmiştir. Çalışmada 2 Tarhanlık Yarlığı, 1
Tarhan-Soyurgal tip yarlık, 12 Soyurgal Yarlığı ve 7 Diplomatik Yarlık incelenmiştir.
İncelenen yarlıklar şunlardır:
1. KY3: Sahip Giray Han’ın Tilev Bėrdi’ye verdiği Temmuz 1549 tarihli yarlık. Yarlık, Kırım Devlet Arşivi (Krımskiy Oblastnoy Gozudarstvennıy Arhiv) KOGA,
f.49, op.1, ed.hr.6462, L.37a numaraya kayıtlı bir Soyurgal Yarlığı’dır (Usmanov,
1979, ss. 39-40; VΠsΠry, 1987, s. 12; Sıtkı, 2011, s. 130).
2. KY4: Sahip Giray Han’ın Úuday Úul’a verdiği Temmuz 1549 tarihli yarlık. Yarlık,
Kırım Devlet Arşivi (Krımskiy Oblastnoy Gozudarstvennıy Arhiv) KOGA, f.49,
op.1, ed.hr.6466, L.2 numaraya kayıtlı bir Soyurgal Yarlığı’dır (Usmanov, 1979, s.
39; VΠsΠry, 1987, s. 12; Sıtkı, 2011, s. 132)4.
3. KY5: Sahip Giray Han’ın [/]äBAY äÿfì’ye verdiği Temmuz-Ağustos 1549 tarihli
yarlık. Yarlık, Kırım Devlet Arşivi (Krımskiy Oblastnoy Gozudarstvennıy Arhiv)
KOGA, f.49, op.1, ed.hr.13, L.3 numaraya kayıtlı bir Soyurgal Yarlığı’dır (Usmanov,
1979, s. 40; VΠsΠry, 1987, s. 12; Sıtkı, 2011, s. 134).
4. KY6: Sahip Giray Han’ın Tulpar Bay’a verdiği 8 Mart 1550 tarihli yarlık. Yarlık,
Kırım Devlet Arşivi (Krımskiy Oblastnoy Gozudarstvennıy Arhiv) KOGA, f.24,
op.1, ed.hr.29, L.170 numaraya kayıtlı bir Soyurgal Yarlığı’dır (Usmanov, 1979, ss.
40 - 41; VΠsΠry, 1987, s. 12; Sıtkı, 2011, s. 136).
5. KY7: Devlet Giray Han’ın Yaàmurçı ÓÀcì’ye verdiği Mart 1551 tarihli yarlık. Yarlık, Kırım Devlet Arşivi (Krımskiy Oblastnoy Gozudarstvennıy Arhiv) KOGA,
f.49, op.1, ed.hr.6436, L.4 numaraya kayıtlı bir Soyurgal Yarlığı’dır (Usmanov,
1979, s. 42; Sıtkı, 2011, s. 138).
6. KY8: Devlet Giray Han’ın ÓavÀcımyÀr ÓÀcì’ye verdiği Temmuz 1554 tarihli yarlık.
Yarlık, Kırım Devlet Arşivi (Krımskiy Oblastnoy Gozudarstvennıy Arhiv) KOGA,
f.49, op.1, ed.hr.5, L.2ob numaraya kayıtlı bir Tarhan-Soyurgal tip yarlık5tır (Usmanov, 1979, s. 43; Sıtkı, 2011, ss. 104, 140).
Söz konusu yarlıkla ilgili olarak Usmanov, Aú Köçik Bey’e verildiği bilgisini iletmektedir
(Usmanov, 1979, s. 39). Ancak, yarlık Aú Köçik Bey’e değil, kardeşi Úuday Úul’a verilmiştir
(Sıtkı, 2011, ss. 132-133).
5 Bu yarlıkta, sınırları ayrıntılı olarak çizilen bir arazi, soyurgal olarak verilmektedir. Ancak bu
yarlık, yine de bir Soyurgal Yarlığı değildir. Yarlık metninde tarhan ibaresi geçmemekle birlikte, yarlığı alan kişiye ihsan edilen arazi konusunda, Tarhan unvanını alan kişilere tanınan vergi
ve iş/hizmet yükümlülüklerinden muafiyet sağlanmaktadır. Diğer Soyurgal Yarlıklarında ise,
soyurgal olarak verilen arazi üzerinden alınacak vergiler ve iş/hizmet yükümlülükleriyle ilgili
4
74
OĞUZCANIN KUZEY SINIRLARI: KIRIM YARLIKLARINDA OĞUZCA ÖĞELER
7. Z002: Devlet Giray Han’dan Üsküp Haznedarı ve Küral Beylerine gönderilen 17
Mart 1574 (24 Zilkade 981) tarihli Diplomatik Yarlık (Vel’yaminov-Zernov, 2009,
s. 5).
8. KY9: II. Mehmet Giray Han’ın ÓavÀcımyÀr ÓÀcì’ya verdiği Ağustos-Eylül 1577
tarihli yarlık. Yarlık, Kırım Devlet Arşivi (Krımskiy Oblastnoy Gozudarstvennıy
Arhiv) KOGA, f.49, op.1, ed.hr.5, L.1 numaraya kayıtlı bir Tarhanlık Yarlığı’dır
(Usmanov, 1979, s. 47; Sıtkı, 2011, s. 144).
9. KY10: II. Mehmet Giray Han’ın CÀn Muóammed Bey’e verdiği 5 Ekim 1577 tarihli
yarlık Yarlık, Kırım Devlet Arşivi (Krımskiy Oblastnoy Gozudarstvennıy Arhiv)
KOGA, f.49, op.1, ed.hr.6436, L.5 numaraya kayıtlı bir Soyurgal Yarlığı’dır (Usmanov, 1979, s. 48; Sıtkı, 2011, s. 148).
10. KY11: II. Mehmet Giray Han’ın Aú Dervìş’e verdiği Aralık 1577-Ocak 1578 tarihli
yarlık. Yarlık, Kırım Devlet Arşivi (Krımskiy Oblastnoy Gozudarstvennıy Arhiv)
KOGA, f.49, op.1, ed.hr.21, L.2 1 numaraya kayıtlı bir Tarhanlık Yarlığı’dır (Usmanov, 1979, s. 48; Sıtkı, 2011, s. 151).
11. KY12: II. Mehmet Giray Han’ın Melik PÀşÀ Oàlan ve kardeşi İş Muóammed’e verdiği 1578 tarihli yarlık. Yarlık, Kırım Devlet Arşivi (Krımskiy Oblastnoy Gozudarstvennıy Arhiv) KOGA, f.49, op.1, ed.hr.6449, L.8 numaraya kayıtlı bir Soyurgal
Yarlığı’dır (Usmanov, 1979, ss. 48-49; Sıtkı, 2011, s. 155).
12. KY13: II. Mehmet Giray Han’ın èİsÀ, Úul ÒÀºce, Bay Dervìş ve Şeker èAlì’ye verdiği
Nisan 1579 tarihli yarlık. Yarlık, Kırım Devlet Arşivi (Krımskiy Oblastnoy Gozudarstvennıy Arhiv) KOGA, f.24, op.1, ed.hr.50, L.24 numaraya kayıtlı bir Soyurgal
Yarlığı’dır (Usmanov, 1979, s. 49; Sıtkı, 2011, s. 159).
13. KY14: II. İslam Giray Han’ın Úara Beg’e verdiği Kasım 1585 tarihli yarlık. Yarlık,
Kırım Devlet Arşivi (Krımskiy Oblastnoy Gozudarstvennıy Arhiv) KOGA, f.49,
op.1, ed.hr.6436, L.6 numaraya kayıtlı bir Soyurgal Yarlığı’dır (Usmanov, 1979, s.
52; Sıtkı, 2011, s. 162).
14. KY15: II. Gazi Giray Han’ın Arslanbay, Tinibek äÿfì, Tuòtarbay ve beraberindekilere
verdiği 15 Haziran 1590 tarihli yarlık. Yarlık, Kırım Devlet Arşivi (Krımskiy Oblastnoy Gozudarstvennıy Arhiv) KOGA, f.724, op.1, ed.hr.50, L.25 numaraya kayıtlı
bir Soyurgal Yarlığı’dır (Usmanov, 1979, ss. 53-54; Sıtkı, 2011, s. 165).
bir ibare bulunmamaktadır. Altın Orda ve Kırım sahasında, Tarhan unvanını alan kişilere aynı
zamanda soyurgal arazi de sağlayan ve bu arazilerin tüm gelirlerini yarlığı alan kişiye bırakan
yarlıklar verilmiştir. Altın Orda Hanı Toktamış Han’ın Bik Hacı adlı kişiye verdiği tarhanlık
yarlığı, Bik Hacı’ya Sütköl bölgesini soyurgal olarak vermekte ve kendisini tüm vergilerden
muaf Tarhan yapmaktadır (bk. Özyetgin, 2000, ss. 172-174). Bu nedenle yarlıkta tarhan ibaresi
geçmemesine karşın, yarlık Tarhan-Soyurgal tip yarlık olarak değerlendirilmiştir. Zira bu yarlığın verildiği ÓavÀcımyÀr ÓÀcì adlı kişi, II. Mehmet Giray Han tarafından kendisine verilen
Ağustos-Eylül 1577 tarihli yarlıkla oğulları ve erkek kardeşleri ile birlikte Tarhan unvanını
kazanmıştır (Sıtkı, 2011, ss. 144-147).
75
ALİ AKAR / BANU SITKI
15. Z003: II. Gazi Giray Han’dan Rus Çarlığından Baris’e (Boris) gönderilen Eylül
1590 (Zilkade, 998) tarihli Diplomatik Yarlık (Vel’yaminov-Zernov, 2009, s. 8).
16. Z004: II. Gazi Giray Han’dan Leh Kralı III. Zygmunt’a gönderilen Şubat 1592
(Cemaziyelevvel, 1000) tarihli Diplomatik Yarlık (Vel’yaminov-Zernov, 2009, s.
9).
17. Z005: II. Gazi Giray Han’dan Leh Kralı III. Zygmunt’a gönderilen Şubat-Mart
1592 (Cemaziyelevvel, 1000) tarihli Diplomatik Yarlık (Vel’yaminov-Zernov,
2009, s. 13).
18. KY16: II. Gazi Giray Han’ın RamaøÀn Òalìfe ve MÿsÀ Saèìd Usta ile beraberlerindeki
cemaat üyelerine verdiği Mayıs 1594 tarihli yarlık. Yarlık, Kırım Devlet Arşivi
(Krımskiy Oblastnoy Gozudarstvennıy Arhiv) KOGA, f.24, op.1, ed.hr.29, L.236
numaraya kayıtlı bir Soyurgal Yarlığı’dır (Usmanov, 1979, s. 546; Sıtkı, 2011, s.
169).
19. KY17: II. Gazi Giray Han’ın Yaúmurçı Cemaati’ne verdiği Ağustos – Eylül 1597
tarihli yarlık. Yarlık, Kırım Devlet Arşivi (Krımskiy Oblastnoy Gozudarstvennıy
Arhiv) KOGA, f.24, op.1, ed.hr.8, L.334 numaraya kayıtlı bir Soyurgal Yarlığı’dır
(Usmanov, 1979, s. 56; Sıtkı, 2011, s. 172).
20. Z025: Canıbek Giray Han’dan Leh Kralı IV. Vladislav’a gönderilen Ekim-Kasım
1634 (Cemaziyelevvel ayının ortaları, 1044) tarihli Diplomatik Yarlık
(Vel’yaminov-Zernov, 2009, s. 113).
21. Z071: IV. Mehmed Giray Han’dan Rus Çarı I. Mihail Fedoroviç’e gönderilen
Mart-Nisan 1643 (Muharrem ayının ilk gününde, 1053) tarihli Diplomaik Yarlık
(Vel’yaminov-Zernov, 2009, s. 294).
22. Z113: III. İslam Giray Han’dan Rus Çarı Aleksey Mihayloviç’e (I. Aleksey) gönderilen 20 Eylül 1647 (20 Şaban 1057) tarihli Diplomatik Yarlık (Vel’yaminovZernov, 2009, s. 393).
1. İlk Hecede /O/, /U/ Yuvarlak Ünlülerinin Korunması
Geniş-yuvarlak ve dar-yuvarlak ünlülerin imlası konusunda Arap alfabesi, /U/ < /O/
ses değişimini anlamamıza yardımcı olmamaktadır. Söz konusu ses değişimi çağdaş
Tatar ve Başkırt Türkçelerinde sıklıkla görüldüğü hâlde, çağdaş Kırım Tatar Türkçesinin yazı dilinin temelini oluşturan ve Oğuz grubu Türk lehçelerinin çeşitli ses özelliklerinden etkilenmiş olmasına karşın, temelde bir Kıpçak lehçesi özelliği gösteren
Bahçesaray ağzı, bu konuda Oğuz etkisini taşımakta ve genel olarak kök hecedeki
geniş-yuvarlak ünlüleri korumaktadır (Akar, 2008, s. 616): Krm. öküz, krş. Tat. ügiz,
Başk. ügiz; Krm. koyun, krş. Tat. kuyın, Başk. kuyın; Krm. söz, krş. Tat. süz, Başk. hüz;
Krm. kol, krş. Tat. kul, Başk. kul. Tarihî sahada da, yuvarlak ünlülerin imlasında farklı
harfler kullanan tek kaynak olan Codex Cumanicus’ta /U/ < /O/ ses değişiminin bir
6
Söz konusu yarlıkla ilgili olarak Usmanov, Naki ve Ablak önderliğindeki cemaatlere verildiği
bilgisini iletmektedir (Usmanov, 1979, s. 54). Ancak, yarlık Naki ve Ablak Cemaatine bağlı
RamaøÀn Òalìfe ve MÿsÀ Saèìd Usta önderliğindeki kişilere verilmiştir (Sıtkı, 2011, ss. 169-171).
76
OĞUZCANIN KUZEY SINIRLARI: KIRIM YARLIKLARINDA OĞUZCA ÖĞELER
örneği bulunmamaktadır (Karamanlıoğlu, 1994, ss. 9-11). Aksine geniş-yuvarlak
ünlüler daralmamakta, dar ünlüler yuvarlaklaşmaktadırlar: CC öt- < ET ėt-, CC öv <
ET eb, CC aşuú < Ar. èÀşıú, CC töve < ET tebi “deve” (Karamanlıoğlu, 1994, ss. 10-11).
Benzer biçimde, günümüz Tatar ve Başkırt lehçelerinde Genel Türkçedeki ilk hece
/O/ < /U/ değişimi, Kırım Tatar Türkçesinde görülmemektedir. Kırım Tatar Türkçesi,
Oğuz lehçesinde olduğu gibi dar-yuvarlak ünlüleri korumaktadır (Akar, 2008, s.
617): Krm. yüzük, krş. Tat. yözük, Başk. yözik; Krm. üç, krş. Tat. öç, Başk. ös; Krm. tüş-,
krş. Tat. töşü, Başk. töşöv; Krm. kümüş, krş. Tat. kömiş, Başk. kömüş.
Çalışmada incelediğimiz metinlerin dönemin başkenti olan Bahçesaray’da yazıldıkları ve bugün modern sahada olduğu gibi, o dönemde de Oğuz lehçesinden izler
taşıdıkları düşünüldüğünde /U/ < /O/, /O/ < /U/ ses değişimlerinin bu metinlerde
modern Tatar ve Başkırt Türkçelerinde olduğu gibi düzenli bir şekilde görülmüş
olabileceğini söylemek güçtür. Aksine, Oğuz lehçesinde olduğu gibi, Genel Türkçe
/O/ ve /U/ seslerinin korunmuş olduğu düşünülebilir.
2. Kelime Başı /b/ Sesi
2.1. bol- ~ ol- Nöbetleşmesi
Oğuz grubunda, Türkmen Türkçesi hariç, Eski Türkçe bol- “olmak” eylemi, ol- şeklindedir. Memluk Kıpçak sahasına ait eserlerde ve Altın Orda yarlıklarında da bolyanında, ol- şekli geçmektedir. bol- eylemi, Kırım yarlıklarında, hem bol- hem de
Oğuz grubuna has bir özellik göstererek ol- şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bu ikili
kullanım, peş peşe gelen satırlarda, hatta aynı satırda dahi görülmektedir. Çalışmada
incelenen 22 yarlık metninde, 232 örnekte görülen bol- biçiminin yanında 91 örnekte
ol- biçimi tanıklanmıştır.
óÀkimü’l-vaút olan sulùÀnlardan (KY3/9, KY4/10, KY5/10)
bu óudÿd birle maódÿd olan yėr içün (KY8/9)
kök mührlüg ve al nişÀnlıà yarlıà-ı şerìflerni berÀt-ı birr virilür olsa (KY9/12)
bu õikr olàan úullarım (KY13/8)
sÀkin olduúları (KY15/7)
cedìd sınur vaøè olınup (KY16/9)
úadìmden ùavar örüşi olduàı üzre (KY16/9)
yunçuà olup zaómet tigürmegeyler (KY17/9)
fevt olduúda (Z004/19)
düşmÀnları olġanlar üçün (Z005/46)
ãuyında olġan (Z005/51)
muókem oldıúdın ãoñra (Z025/53)
dost úarındaş olġaysiz (Z025/38)
olmayup (Z071/32)
müyesser olduúda (Z113/13)
rÀóat olmasıçün (Z113/24)
77
ALİ AKAR / BANU SITKI
2.2. /v-/ < /b-/ Değişimi
Kelime başı /v-/ < /b-/ değişimi, üç sözcük (var- < bar-, var < bar, ver- < ber-) için Oğuz
grubuna has bir özelliktir. Eski Türkçe kelime başı /b/ sesinin /v/ sesine değişimi,
yarlıklarda sıkça karşımıza çıkmaktadır. Özellikle ET. bėr- eyleminin vir- biçimi
yarlıklarda, /b/’li şekilden daha çok geçmektedir. İncelediğimiz 22 yarlık metninde
bėr-/bir- biçimleri 33 kez geçmesine karşın, vėr-/vir- biçimi 50 kez geçmiştir.
óÀcìniñ özine suyuràap virdim (KY7/6)
úoluna ùuta ùururàa kök mühr al nişÀnlıà mülk-nÀme-i yarlıà vėrildi (KY8/16)
èahd-nÀme alıvirüp (Z002/38)
úollarına kök mührlüg ve al nişÀnlıà yarlıà-ı şerìflerni berÀt-ı birr virilür olsa (KY9/12)
úolına bu yüzük nişÀnlıà yarlıà-ı şerìfimni virdüm (KY10/9)
bu al nişÀnlıà ve kök mührlıà yarlıà-ı şerìfni virdim (KY12/13)
iètiúÀd úılmaàaylarnıñ özlerine yaòşı degildir dėyü óükm-i şerìf virdim (KY13/15)
úoluna ùuta ùururàa yüzük nişÀnlıà yarlıà virildi (KY14/19)
úollarına bu kök mührlüg ve al nişÀnlıà yarlıà-ı şerìfimni virdüm (KY15/9)
bahÀsı òaããa úulımız aómed aġaġa virilmey úalmış (Z003/6)
bu üslÿb üzre bölek òazìnesin virüp (Z004/40)
uçmaúlıú aġaçamuz meómed giray òan-ġa biş biñ filori sefer òarcı üçün úıral úarındaşlarımız virgen-lerdir (Z005/95)
hüccet-i şerèiyye virülüp üzerine tamÀm otuz yir keçken üçün örüş ve merèÀlıú üzerine ìfÀ
ve óükm úıldım (KY16/14)
aramızda èahd úılıp úavl virüp söyleşdik (Z025/16)
ulaúlar virüp taèÀmların ve yiyeçeklerin virüp yiberile ùurġan (Z113/20)
Kelime başı /v-/ < /b-/ ses değişimi ET. bar- “varmak, gitmek” eyleminde de görülmektedir. Bu eylem, daha çok incelediğimiz Diplomatik Yarlıkların sözvarlığında
karşımıza çıkmakta ve geçtiği 44 örnekten 23’ünde bar-, 21’inde var- şeklinde yer
almaktadır.
aãlamçı tÀcir ve bÀzergÀn varup kilür bolsalar øarar ve ziyÀn körmey emìn barup amÀn kilür
irdiler (Z004/18)
barça ücyüz biñ çerü birlen masúov taòtına varup yolda úoyġan (Z005/88)
varup aãlandan suÀl idüp (KY17/6)
èasÀkir-i tatarla biz özi ãaórÀsında idik leyh vilÀyetine varmadıú (Z025/87)
muóabbet-nÀme-i òaùùımız varġaç ùutúusız revÀn taècìl yetiştürülmek içün buyurġay irdiñüz
(Z113/17)
mosúov taòtına varġança (Z113/19)
2.3. /b-/ ~ /m-/ Nöbetleşmesi
Kelime başı /b-/ ~ /m-/ nöbetleşmesinde, Oğuzca /b/ sesini korurken (Gülsevin, 1998,
s. 2; Korkmaz, 2010, s. 18) Harezm-Altın Orda ve Kıpçak Türk lehçeleri genel olarak
/m/ tarafındadır.
Kelime başı /b-/ ~ /m-/ nöbetleşmesi konusunda, incelenen yarlıklarda genellikle
Oğuz lehçesinde olduğu gibi /b/ sesinin tercih edildiği görülmektedir. Ancak bu
tercih bazı sözcük ya da eklerin kullanımında yoğunlaşmaktadır.
78
OĞUZCANIN KUZEY SINIRLARI: KIRIM YARLIKLARINDA OĞUZCA ÖĞELER
Teklik 1. şahıs zamirinin ben biçimi, metinlerde 11 kez, men biçimi 25 kez geçmesine
karşın; çokluk 1. şahıs zamiri biz 58 kez geçmektedir. Ancak bu durum, çokluk 1.
şahıs ekinde tam tersine bir görünüm sergilemektedir. Çokluk 1. şahıs eki tüm örneklerde, -miz şeklinde ve 44 kez kullanılmıştır.
İncelenen yarlıklarda bile/bilen, birle/birlen şeklinde görünen birliktelik edatı 76 defa
kullanılmış, buna karşın edatın milen biçimi yalnızca bir metinde ve 8 kez geçmiştir.
İşaret sıfatı bu yarlıklarda 60 kez geçerken mundın/munçadın/munda biçimleri 8 defa
görünmektedir.
benim eyyÀm-ı saèÀdetimde inç köñül birle tinç olturup (KY13/16)
benim taúı mezìd-i èinÀyetim ve vaúÿr şefúatim olup (KY15/8)
anuñ sözi benim sözümdür dėyü yarlıġ yazıldı (Z002/43)
benim daòı èinÀyet-i şÀhÀnem vücÿda kelip (Z025/17)
bu kündin ãoñra benim özümdin ve úardaşım úalġa sulùÀn ve nÿre’d-dìn sulùÀn óaøretlerindin vilÀyetiñüze ve óiãÀrıñuza ve köy kentleriñüze øarar ve ziyÀn olmaz (Z025/32)
biz ġazì giray òan úarındaşıñızdın varan uluġ ilçi-müzi (Z004/60)
úıral úarındaşımızdın bizge kilgen uluġ ilçiñizni (Z004/62)
biş biñ filori òarclıú çıúarup burun kilgen bizim ve sizniÆ çapúunlarımızdın úaldırmay
cibergey-sen (Z005/93)
bizim ùarafımızdın tüşmÀnlıú olmaú iótimÀli yoútur (Z025/49)
èasÀkir-i tatarla biz özi ãaórÀsında idik (Z025/87)
barça tatar ve noġay èaskerindin úaysılar bizdin úaçup kitgen (Z071/14)
bizdin òabersiz aãlÀ rıôÀsız bolup barçasın öltürmek ve talamaú bolmadı (Z071/24)
bizke cevÀb yazup muóabbetlik söziñizni bildirgey irdiñiz (Z071/61)
her yıl otuz kere yüz biñ novġoraù aúçe-sin ve naúid bölek òazìnesi birlen bėrüp yiberirmin
(Z005/83)
barça ücyüz biñ çerü birlen (Z005/88)
biş biñ filori òarclıú (Z005/92)
İncelenen yarlıklarda, /b/ sesinin durumu, tarihleri birbirine çok yakın yarlıklarda,
hatta aynı yarlığın satırları arasında bile değişkenlik göstermektedir. /b/ sesi konusundaki bu ikili kullanımların yanı sıra, bazı yarlıklarda özellikle /b/’li ya da özellikle
/v/’li ya da /m/’li şekillerin tercih edildiği; bazılarında sadece bol-, bazılarındaysa
sadece ol- şeklinin kullanıldığı görülmektedir. Ancak bu durum, yarlıkların yazılış
tarihlerine göre anlamlı bir değişiklik göstermemektedir. /b/ sesi, yarlıkların tek elden
çıkmış metinler olmadığı ve farklı divan bitikçileri tarafından yazıldıkları göz önüne
alınırsa, bitikçilerin dil tercihlerine göre değişiyor görünmektedir. Bu sesin yarlıklara
göre değişimi Tablo 1’de görülebilir.
3. Ek Başı /G-/ Sesi
Türk dilinin lehçe tasnifinde ayırt edici olan ek başı /G/ sesi, Karahanlı Türkçesinde
korunmuştur. Harezm sahasında da çoğunlukla korunmuş olan bu ses, bazı örneklerde, Oğuz Türkçesinde olduğu gibi düşmüştür; biz+e, aùı+n+a, úoldaşı+n+a (Ata,
2002, s. 58). Aynı şekilde Kıpçak Türkçesinde de ek başı /G/ sesi bazı örnekler dışında
79
ALİ AKAR / BANU SITKI
korunmuştur. Ek başı /G/ sesinin düşmesi ise, Oğuz grubuna has bir özelliktir. Çalışmada incelenen yarlıklarda, Harezm-Kıpçak etkisi nedeniyle bu ses korunmakla
birlikte, düştüğü örnekler de görülmektedir. Bu ikili kullanım, aynı metin içerisinde
bile sıklıkla görülmektedir.
3.1. Sıfat-fiil Eki {-An} < {-GAn}
Köktürk ve Uygur dönemi metinlerinde, çok az rastlanan bir ek olmasına karşın,
Karahanlı dönemi metinleriyle birlikte tarihî Türk dili sahasında sıklıkla sıfat-fiil eki
göreviyle karşımıza çıkan {-GAn} eki, çağdaş Türk dili alanında da Oğuz grubu lehçeleri hariç varlığını ve işlevini genel olarak korumaktadır. Eski Anadolu Türkçesi
metinlerinde sınırlı örnekte görülen ek, çağdaş Oğuz sahasında da baştaki /G/ sesini
kaybederek -An hâlini almıştır (Akar, 2003, ss. 104-106), İncelenen Kırım yarlıklarında, sıfat-fiil eki {-GAn} çoğunlukla korunmuştur. Ancak, Osmanlı Oğuzcasının bir
etkisi olarak ekin ilk sesinde bulunan /G/’nin düştüğü pek çok örnek de bulunmaktadır.
óÀkimü’l-vaút ol-an sulùÀnlardan (KY3/9, KY4/10, KY5/10)
bu óudÿd birle maódÿd ol-an yėr içün (KY8/9)
maèrÿf ol-an yirleri içün (KY15/8)
õikr olun-an yir (KY17/8)
vilÀyet-i ileò memleketi úıralları ol-an úazimir úıral (Z004/15)
burundın uruş ve úışlavı ol-an öøü ãuyındın (Z005/30)
fermÀn olın-an fermÀn-ı şerìflerine (Z025/49)
biz ġazì giray òan úarındaşıñızdın var-an uluġ ilçi-müzi (Z004/60)
var-an èasker ol yėrde bekleyüp (Z113/16)
úırımdın var-an çapúunlarımız (Z113/18)
vezìr-i Àèôam murtaøÀ pÀşÀ óaøretlerine kel-en Àdemleriñüz bile (Z025/75)
mosúovdan kel-en Àverniñ üzerinde (Z113/7)
3.2. Yönelme Durumu Eki {+A} < {+GA}
Eski Türkçe döneminden itibaren, {+KA} ile birlikte, Türk dilinin temel yönelme
durumu eki olan {+GA}, Oğuz grubu hariç diğer Türk lehçelerinde genel olarak korunmuştur. Oğuz grubunda, ek başı /G/ sesinin süreklileşerek düşmesi sonucu ek,
hem tarihî hem de çağdaş Oğuz sahasında {+A} şeklinde karşımıza çıkmaktadır. {+A},
başat şekil olan {+GA, +KA} yanında, Türkçenin her döneminde seyrek de olsa varlığını korumuş, diğer lehçelerin aksine Oğuz grubu için asli yönelme durumu eki
hâline gelmiştir. Eski Anadolu Türkçesinin temel yönelme durumu eki, {+A}’dır.
İncelenen yarlık metinlerinde yönelme durumu eki büyük çoğunlukla {+GA} şeklindedir. Ancak, Oğuzcanın etkisiyle /G/ sesinin düştüğü ve ekin {+A} olarak ulandığı
örnekler de görülmektedir. Hatta 1597 tarihli II. Gazi Giray Han yarlığında (KY17),
yönelme durumu eki yalnızca {+A} şeklinde görülmektedir: cemÀèatlerin+e (KY17/3),
yirin+e (KY17/4), kişilerin+e (KY17/6), elin+e (KY17/12).
Bu ek, Eski Türkçe döneminde yalın durumdaki adlardan sonra gelirken, Karahanlı
döneminden itibaren Harezm, Kıpçak ve Çağatay sahalarında 1. ve 2. kişi iyelik
80
OĞUZCANIN KUZEY SINIRLARI: KIRIM YARLIKLARINDA OĞUZCA ÖĞELER
eklerinin üzerine gelmiştir. Yarlıklarda ise hem yalın isimlerden hem de tüm iyelik
eklerinden sonra kullanıldığı görülmektedir.
úoluna (KY3/9, KY4/9, KY5/9, KY6/10 KY7/12)
özine (KY7/6)
yerlerine (KY7/10)
ùavarlarına (KY7/11)
yola (KY11/7)
evlerine (KY11/12)
taòta cülÿs úıldılar (Z002/4)
òunkÀr óaøretleriniñ şerhlerine (Z002/7)
düşmÀnımız mosúov üzerine atlanalıú dėyü iyeñüze óaber ciberip (Z002/18)
iki aramızda yaòşılıúa çalışúay-siz (Z002/24)
atalarnuñ beglerine tenbìh idüp bizüm memleketimize ve òunkÀr óaøretleriniñ şerhlerine
(Z002/30)
bahÀsın çıúarup úulımız isÀ bege virüp yibergey-siz (Z003/9)
biz karındaşıñız-nıÆ ùavarcı-larına ve ùavar úaraġa øarar úılup (Z004/65)
bÀzer-gÀn-lar esìrni ãatun alup istanbula alup barsalar (Z005/18)
devlet úapumıza iki üç úatla kişisin yiberip (Z025/13)
òıristiyan úıralı dostımıza uzun uzaú barış yarış bolıp yibergen irdik (Z025/19)
dostıñuza dost tüşmÀnıñuza tüşmÀn oldım (Z025/25-26)
úara deñize şayúa çıúarmaġay-siz ve úırım yurdına øarar ve ziyÀn ėtdirmegey-siz ve saèÀdetli pÀdişÀh óaøretleri memleketlerine her kez øarar ve ziyÀn ėtdirmegey-siz (Z025/57-58)
leh vilÀyetine baramiz dip (Z071/21)
ãoñra bėrgenine taèaccüb úılamiz (Z071/36)
dìvÀn-ı hümÀyÿn-ı èadÀlet-i nişÀnımıza ketürüp (Z113/10)
yėrleriñüze ve seróad úalèalarıñuza varġaç ulaú atlar (Z113/18)
dostlıúa ve úarındaşlıúa oòşavsız işdir (Z113/21)
iki yarlıúaş virilmeye buyurġay irdiñüz (Z113/26)
81
ALİ AKAR / BANU SITKI
82
OĞUZCANIN KUZEY SINIRLARI: KIRIM YARLIKLARINDA OĞUZCA ÖĞELER
3.3. Zarf-Fiil Eki {-IncA+} < {-GInçA+}
Eski Türkçe döneminde {-GInçA+}/{-KInçA+} şeklinde görülen bu zarf-fiil eki, Oğuzca dışındaki diğer tarihî ve modern lehçelerde genellikle ek başındaki /G/-/K/ seslerini korumuştur. Karahanlı Türkçesinde {-GInçA+} (Hacıeminoğlu, 2008, s. 174), Harezm-Altın Orda sahasında {-GInçA+}/{-GUnçA+}/{-KUnçA+} (Ata, 2002, s. 90), Çağatay Türkçesinde {-GInçA+} (Eckmann, 1998, s. 198), Kıpçak Türkçesinde {-GInçA+}
şeklinde görülen (Karamanlıoğlu, 1994, s. 146) ek, Eski Anadolu Türkçesinde (Gülsevin, 2011, s. 126) ve çağdaş Oğuz sahasında (İlker, 1997, s. 152) {-(y)IncA+} biçiminde
karşımıza çıkmaktadır. Çalışmada incelenen yarlık metinlerinde de bir örnek
(raómetlıú babamuz devlet giray òan òanlıú-ları zamÀnı-ġa kilgince ileó úıral-ları bolġan
zimgut úıral Z005/10) hariç {-IncA} biçimde geçmektedir.
nehr-i bolàanaúdan kendü cemÀèatlerine kelince meróÿm ãÀóib giray òan ve babamız devlet
giray ùÀb-åerÀ-hÀ-dan ãatup alduúları mülk yirine (KY17/3)
niôÀm-ı intiôÀm-ı vilÀyet ve rièayet içün bu yıl tedbìr olınınca bizde olan Àdemiñüzi közlü
nÀm úaãabamızda alıúodıġımıza mübÀrek òÀùırıñuza nimerse kiltürmegey-siz (Z025/80)
bu zamÀna kelince ãabr idüp ùurduú (Z025/88)
ile leyh úıralı arasında bozmanġa kelince (Z025/51)
4. Kelime Başı /d-/ < /t-/ Değişimi
Kelime başı /t/ sesinin durumu, Türk lehçelerinin tasnifi açısından, Oğuz grubu için
ayırıcıdır. Oğuz grubunda genel olarak, Eski Türkçenin kelime başı /t/ sesi, /d/’ye
değişmiştir. Harezm-Altın Orda Türkçesinde genellikle korunan kelime başı /t/ sesi
(Ata, 2002, s. 59), Kıpçak Türkçesinde kimi örneklerde korunmuş, kimi örneklerde ise
Oğuz grubunda olduğu gibi /d/ sesine dönüşmüştür ve bu anlamda bir kararlılık
göstermez (Karamanlıoğlu, 1994, s. 18). Günümüzde ise /t/ sesi, Oğuz grubu lehçeleri
dışında genellikle korunmuş görünmektedir.
İncelediğimiz metinler Eski Türkçe kelime başı /t/ sesi konusunda, Harezm-Altın
Orda Türkçesi özelliği göstermekte ve genel olarak bu sesi korumaktadırlar. Eski
Türkçe kelime başı /t/ sesini koruyan örnekler çoğunlukta olmakla birlikte, daha az
sayıdaki bazı örnekte Osmanlı Türkçesinin etkisiyle /d-/ < /t-/ değişimi görülmektedir:
yarlıà ötün úıldı irse menüm daòı suyuràal èinÀyetüm bolup (KY3/8)
devletcÀr daòı oàullarıÆa (KY9/12)
on iki kişiġa daòı tiyiş yibergeyler (Z004/39)
ilçileriñizke daòı tenbìh buyurġay irdiñiz (Z071/31)
küç ve basınç úılup [yunçu]à ve zaòmet tigürmegeyler zinhÀr dėyü úoluna mülk-nÀme-i
yarlıà bėrildi (KY5/12)
tütün óaúúı dip yulàun óaúúı dėyü boyun óaúúı tip tilemesünler (KY11/11)
iètiúÀd úılmaàaylarnıñ özlerine yaòşı degildir dėyü óükm-i şerìf virdim (KY13/15)
óÀlÀ taúı ekin ikilmeyüp ve iv úonmayup ve kim kimesne yėrim ve yurtım dimey bióasbü’ş-şerèü’l-úadìm ùavar merèÀsı ve örüşi olup úalsun (KY16/10)
òazìneñüzni bireliñ deyü bizüm birle èahd ve şarù úılmış irdi (Z002/11)
83
ALİ AKAR / BANU SITKI
köpdin köp selÀm-ı merfÿè dikeç yaòşımı-sız ve òoşmı-sız dip óÀliñiz ve òÀùırıñız ãorġanımızdın ãoÆ (Z005/5)
úırım òanı bile dost bolurım dimiş-siz (Z025/72)
razdor digen kermanda tin úazaúları şimdiki dik tutup (Z071/54)
taraç digen ãunı ötgürüp (Z113/27)
zigmut úarındaşımızdan köplik dilek úılarmiz (Z005/91)
úara deñize şayúa çıúartmam (Z025/71)
òaúanlar kim kimersene küçlıú ve zaómet ve yunçuà körküzmegeyler dinç köÆül ve rÀóatlıú üzerine uruà uruàları birle taãarruf úılàaylar (KY12/15)
5. Geniş Zaman Olumsuz Çekimi {-mAz}
Köktürk ve Uygur dönemlerinde {-mAz} biçiminde görülen geniş zamanın olumsuz
çekimi (Tekin, 2000, s. 188; Gabain, 2007, s. 78), Karahanlı döneminde de aynı biçimde sürmüş (Hacıeminoğlu, 2008, s. 182; Tekin, 2002, s. 97); ancak bu dönemde az
sayıda da olsa {-mAs} şekli görülmeye başlamıştır (Tabaklar, 2010, s. 39). {-mAs}
şekli, sonraki dönem Doğu metinlerinde yaygın olarak kullanılmaya başlamıştır.
Kıpçak ve Harezm-Altın Orda sahalarında geniş zamanın olumsuzu genellikle {mAs} ekiyle yapılmaktadır (Karamanlıoğlu, 1994, s. 138; Ata, 2002, s. 73). Çağdaş
dönemde de Karluk ve Kıpçak grubu Türk lehçelerinde {-mAs} şekli kullanılmaktadır (Karaağaç, 2009, s. 90). Ancak, hem Osmanlı Oğuzcasında hem de günümüz
Oğuz grubu lehçelerinde 2. ve 3. şahıs çekimlerinde {-mAz} biçimi görülmektedir
(Alyılmaz, 2010, ss. 103-105). İncelediğimiz yarlıklarda geniş zaman olumsuz çekimi,
genel olarak Harezm-Altın Orda özelliği göstererek {-mAs} ile yapılmıştır. Ancak
Canıbek Giray Han’dan Leh Kralı IV. Vladislav’a gönderilen Ekim-Kasım 1634 tarihli
yarlıkta (Z025), geniş zamanın olumsuz çekimi 2 örnek dışında {-mAz} biçimindedir.
köy kentleriñüze øarar ve ziyÀn olmaz (Z025/33)
èaskerimiz varmaz ve bir vecihle ùarafımızdın òilÀf olmazdır (Z025/34)
köy ve kentlerine zerre úadar øarar ve ziyÀn olmazdır (Z025/65)
özide úazaú úalmaz (Z025/71)
aúkermanda tatar úalmaz (Z025/89)
ve ġayrı noġay ve tatardın bir kişi úalmaz alurmiz (Z025/90)
köy kentiñüze øarar ve ziyÀn olmaz (Z025/94)
6. Geçmiş Zaman Sıfat-Fiil Eki {-DUK+}
Oğuz grubu lehçelerinin karakteristik sıfat-fiil eki {-DUK+} (Gülsevin, 2010, s. 62)
incelediğimiz yarlık metinlerde sıkça geçmektedir:
al nişÀnlıà kök mührlig mülk-nÀme-i yarlıà-ı şerìfimni ötül úıldıàı için (KY13/11)
bizim çerüdin úaldıġımızġa sebeb (Z002/47)
bizde olan Àdemiñüzi közlü nÀm úaãabamızda alıúodıġımıza (Z025/80)
ãuló ve ãalÀó bolmaú içün çalışıp dostlıú eyledügimiz sebebli (Z025/82)
murÀdımız dostlıú olduġıçün (Z025/86)
her yıl úadìmdin virilikelindügi virgümizi (Z025/91)
taèÀmların ve yiyeçeklerin virüp yiberile ùurġan idügi ihtiyÀrlarıñuzda bolsa maèlÿmdur
(Z113/21)
sÀkin olduúları şimdiki-óalde dimekle maèrÿf olan yirleri içün (KY15/7)
84
OĞUZCANIN KUZEY SINIRLARI: KIRIM YARLIKLARINDA OĞUZCA ÖĞELER
babamız devlet giray ùÀb-åerÀ-hÀ-dan ãatup alduúları mülk yirine (KY17/4)
{-DUK+} sıfat-fiil eki ile {+DA} bulunma durumu ekinin birleşmesiyle oluşan {DUKDA+} (Gülsevin, 2011, s. 127) {-DUKDAn+} ve birleşik zarf-fiil eki7 de zaman
zarfları oluşturmak üzere Kırım yarlıklarında kullanılmıştır:
olındıúda mevlÀnÀ úÀøì-èasker efendi varup (KY17/5)
ol bahÀrda yaz oldıúda taúı çerümiz ile varup (Z005/90)
ol yosunça olturup zirÀèat ve óarÀset eylediklerinde (KY15/10)
øarar ve ziyÀn úıldıúdan ġayrı (Z002/12)
muókem oldıúdın-ãoñra (Z025/53)
7. Gelecek Zaman Sıfat-Fiil Eki {-AcAK+}
Köktürk, Uygur, Karahanlı, Harezm, Kıpçak ve Çağatay yazı dillerinde görülmeyen,
Eski Anadolu Türkçesinde XVI. yüzyıla kadar gelecek zaman sıfat-fiil eki olarak
kullanılan {-(y)AcAk} eki, Osmanlı Türkçesinin gelişmesiyle birlikte gelecek zaman
eki göreviyle de kullanılmaya başlamıştır (Gülsevin 2011: 103). Çağdaş sahada Horasan Türkçesi dışında, Oğuz grubu Türk lehçelerinde, gelecek zaman ifadesi için kullanılan başlıca ektir. Ayrıca bu ek, günümüzde Özbek, Karakalpak, Başkurt, Tatar,
Kumuk, Nogay ve Kırım Tatar Türkçelerinde de gelecek zaman eki olarak kullanılmaktadır (Gültekin, 2006, s. 54). Günümüzde görülen bu etki, tarihî Kırım sahasında
da kendini göstermektedir. {-AcAK+} eki, incelenen yarlıklarda yalnızca bir örnekte
gelecek zaman sıfat-fiil eki olarak kullanılmıştır.
siz úardaşımızdın kelecek şÀhìn aġaya nÀôır irdik andan kelecek söziñüzke baúıp turur irdik
(Z025/67-68)
Sonuç
Eski Türkçe döneminde varlığını hissettiren, XI. yüzyılda Kaşgarlı tarafından kayıt
altına alınan Oğuzca dil özellikleri, XIII. yüzyıldan itibaren Anadolu’da yazı dili
haline gelmeye başlamıştır. Osmanlı imparatorluğunun yazı dili olan bu dil, İmparatorluğun etki alanındaki bölgelerde konuşma ve yazı dili olarak kullanılmış; 1475
yılında Kırım hanlığının İmparatorluğa tâbi olmasıyla, bu alanda da varlığını güçlendirmiş ve bir Kıpçak topluluğunda da kullanılır olmuştur.
Esas itibarıyla bir Kıpçak lehçesi olan Tarihî Kırım Türkçesi, hem ses hem de yapı
özellikleri bakımından Oğuzcanın etkilerini taşımaktadır. Bu etkiler şu şekilde özetlenebilir:
1. İlk hecede /O/, /U/ yuvarlak ünlülerinin Oğuzcada olduğu gibi korunması.
7
Birleşik zarf-fiil eki kavramı, Gürer Gülsevin tarafından “aslen zarf-fiil olarak doğmamış bazı
ekler ile eklerin ve/veya edatların düzenli ve kurallı bir biçimde birleşip fiillere ulanarak geçici
zarf oluşturduğu yapılara quasi gerundium (birleşik zarf-fiil) denir” şeklinde tanımlanmıştır.
Türkiye Türkçesinin -(y)A, -(y)AlI , (y)ArAk, -(y)Inca, -(y)Ip, -ken, -mAdAn gibi aslî zarf-fiil ekleri
dışında, -DIK+çA, -mIş+çA, -(y)AsI+yA, -DIK+iyelik+cA, -DIK+iyelik+A, -DIK+iyelik+dA, (y)AcAK+çAsInA, -(mIş+çAsInA, -(I)yor+cAsInA, -(y)cAk+iyelik+dan başka, -DIK+iyelik+dan başka, (y)AcAK gibi, -mIş gibi, -(V)r gibi, -(I)yor gibi, -(y)AcAK+iyelik gibi, -DIK+tAn sonra, -mA+iyelik+In
üzerine gibi, çeşitli ekler ve edat yapılarının birleşmesiyle oluşan ve geçici zarf yapan birleşik
zarf-fiil ekleri Gülsevin’in çalışmasında, sınıflandırılarak incelenmiştir. Ayrıntılı bilgi için bk.
Gülsevin, (2001).
85
ALİ AKAR / BANU SITKI
2. Türk lehçelerinde genel olarak korunan bol- eyleminin Oğuzcadaki haliyle, olbiçiminde, sık sık metinlerde görülmesi.
3. Oğuzcaya özgü /v-/ < /b-/ değişimi gösteren var- < bar-, ver- < ber- eylemlerinin her
iki biçimde de karşımıza çıkması.
4. İçinde geniz sesleri taşıyan ve /b-/ ile başlayan sözcüklerde, /b/ ~ /m-/ nöbetleşmesi; biz şahıs zamiri, bile/bilen, birle/birlen edatları, bu/bundın/bunda/bulay işaret sıfatı
ve işaret zamirlerinde çoğunlukla Oğuzca şekillerin kullanılmış olması.
5. Ek başı /G/ seslerinin sıfat-fiil eki {-GAn} ve yönelme durumu eki {+GA}’da
Oğuzcada olduğu gibi pek çok örnekte {-An} ve {+A} olacak şekilde düşmesi.
6. Eski Türkçe döneminden itibaren tüm tarihî lehçelerde {-GInçA+}/{-KInçA+} biçiminde karşımıza çıkan zarf-fiil ekinin Oğuz lehçesinde olduğu gibi {-IncA+} biçiminde görülmesi.
7. Bazı sözcüklerde, Oğuzca için karakteristik olan kelime başı /d-/ < /t-/ değişiminin
görülmesi.
8. Geniş zaman olumsuz çekimi için {-mAs} yanında, Oğuzcada olduğu gibi {-mAz}
kullanılması.
9. Serpinti hâlinde de olsa, Oğuzcanın karakteristik geçmiş zaman sıfat-fiil eki {DUK+} kullanılması.
10. Tek örnekte, Oğuzca gelecek zaman sıfat-fiil eki {-AcAK+} görülmesi.
KISALTMALAR VE KAYNAKÇA
Akar, A. (2003). -GAn Sıfat-Fiil Eki. Türklük Bilimi Araştırmaları, Niğde, S. 14, 103-115.
Akar, A. (2008). Kırım Tatarcasında Oğuzca Unsurlar. Uluslararası II. Türkoloji Kongresi Bildiriler - II Mecdunarodnıy Simpozium Dokladı, T.C. Başbakanlık Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı - Kırım Mühendislik ve Pedagoji
Üniversitesi, Simferopol-Kırım / Ukrayna, 614-24.
Akar, A. (2010). Lehçe Oluşma Şartları ve Evreleri Bakımından Eski Türkiye Türkçesi. Türklük Bilimi Araştırmaları, Niğde, S. 28, 15-29.
Alyılmaz, S. (2010). Türkçede Olumsuz Fiillerin Geniş Zaman Biçimbirimi. Turkish
Studies, S. 5/4, 87-118.
Arat, R. R. (1979). Kutadgu Bilig III İndeks. (K. Eraslan, O. F. Sertkaya ve N. Yüce,
Haz.). İstanbul: Türk Kültürünü Araştırmaları Enstitüsü Yayınları.
Ata, A. (1997). Kısasü’l-Enbiya (Peygamber Kıssaları) II, Dizin. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Ata, A. (1998). Nehcü’l-Feradis III (Uştmahlarnıng Açuk Yolı-Cennetlerin Açık Yolu) Dizin-Sözlük. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Ata, A. (2002). Harezm-Altınordu Türkçesi. İstanbul: Türk Dilleri Araştırmaları Dizisi:
36.
Atalay, B. (2006). Divanü Lugat-it-Türk. C. I, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Borovkov, A. K. (1963). Leksika Sredneaziatskogo tefsira XII-XIII vv. Moskva: Akad.
Nauk SSSR. (Çev. Usta, Halil İbrahim-Amanoğlu Ebülfez, Orta Asya’da Bulunmuş Kur’an Tefsirinin Söz Varlığı XII-XIII. Yüzyıllar, Türk Dil Kurumu
Yayınları, Ankara, 2001)
Clauson, G. (1972). An Etymological Dictionary of Pre-thirteenth-Century Turkish.
Oxford.
Dilçin, C. (1983). Yeni Tarama Sözlüğü. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
86
OĞUZCANIN KUZEY SINIRLARI: KIRIM YARLIKLARINDA OĞUZCA ÖĞELER
Doerfer, G. (1963-1975). Türkische und mongolische Elemente im Neupersischen, C. I-IV,
Wiesbaden.
Doerfer, G. (1975-1976). Das Vorosmanische (die entwicklung der oghusischen
Sprachen vom den Orchoninschriften bis zu Sultan Veled). TDAY-Belleten,
Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 81-131.
Eckmann, J. (1998). Çağatayca. Tarihi Türk Şiveleri. (M. Akalın Haz.). Ankara: TKAE
Yayınları, 211-245.
EDPT: bk. CLAUSON, (1972).
Ercilasun, A. B. (2008). Oğuzlar ve Oğuz Adı Üzerine. Türk Kültürü Araştırmaları
Dergisi. Ankara, 226-233.
Erdal, M. (2004). Türkçenin Hurrice ile Paylaştığı Ayrıntılar. V. Uluslararası Türk Dili
Kurultayı Bildirileri. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 929-938
Gabain, A. von (2007). Eski Türkçenin Grameri, (M. Akalın, Çev.). Ankara: Türk Dil
Kurumu Yayınları.
Gülsevin, G. (1998). Köktürk Bengü Taşlarındaki Oğuzca Özellikler. Kardeş Ağızlar.
Ankara, S. 7, 12-18
Gülsevin, G. (2001). Türkiye Türkçesindeki Birleşik Zarf-Fiiller Üzerine. Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. Afyon, C. II, S. 2, 122-143.
Gülsevin, G. (2007). Oğuzca Olmayan Tarihî Metinlerde Oğuzca Unsurlar ve Nehcü’l
Feradis Örneği. 46. Uluslararası Altaistik Konferansı (PIAC), 22-27 Haziran
2003, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 163-175.
Gülsevin, G. (2010). Oğuzca Olmayan Türk Lehçelerindeki Oğuzca Unsurlar ve Bunlara Teorik Bir Yaklaşım. Turkish Studies. S. 5/1, 57-76.
Gülsevin, G. (2011). Eski Anadolu Türkçesinde Ekler. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Hacıeminoğlu, N. (2008). Karahanlı Türkçesi Grameri. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
İlker, A. (1997). Batı Grubu Türk Yazı Dillerinde Fiil. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
İnalcık, H. (1977). Kırım hanlığı. MEB İslam Ansiklopedisi. Ankara, C. VI, 746-756.
Karamanlıoğlu, A. F. (1994). Kıpçak Türkçesi Grameri. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Karaağaç, G. (2009). Türkçenin Söz Dizimi. İstanbul: Kesit Yayınları.
KB: bk. Arat, (1979).
KE: bk. Ata, (1997).
Korkmaz, Z. (2005). Eski Türkçedeki Oğuzca Belirtiler. Türk Dili Üzerine Araştırmalar.
Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, C. 1, 205-216.
Korkmaz, Z. (2010). Oğuz Türkçesinin Tarihi Gelişme Süreçleri. Turkish Studies. S.
5/1, 1-41.
Kurat, A. N. (1940). Topkapı Sarayı Müzesi Arşivindeki Altın Ordu, Kırım ve Türkistan
Hanlarına Ait Yarlık ve Bitikler, İstanbul.
Kurat, A. N. (2002). IV-XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri. Ankara: Murat Kitabevi.
NF: bk. Ata, (1998).
Öner, M. (2004). Yarlık Sözü Hakkında. TİKA I. Uluslararası Türkoloji Sempozyumu. 31
Mayıs - 4 Haziran 2004, Simferepol – Kırım / Ukrayna, 2004, 3-4.
87
ALİ AKAR / BANU SITKI
Özyetgin, A. M. (1996). Altınordu, Kırım ve Kazan Sahasına Ait Yarlık ve Bitiklerin Dil ve
Üslup İncelemesi. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Özyetgin, A. M. (2000). Altın Ordu Hanı Toktamış’ın Bik Haci Adlı Kişiye Verdiği
1381 Tarihli Tarhanlık Yarlığı. Türkoloji Dergisi. C. XIII-1, Ankara: Dil ve
Edebiyat Derneği Yayınları, No: 1, 167-192.
Özyetgin, A. M. (2002). Altınordu Hanlığı’nın Resmî Yazışma Geleneği. Türkler.
Ankara: Yeni Türkiye Yayınları. C. VIII, 819-830.
Öztürk, Y. (2002) Kırım Hanlığı. Genel Türk Tarihi Ansiklopedisi. Ankara: Yeni Türkiye
Yayınları. C. V, 143-199.
Öztürk, Y. ve İkiel, C. (2001). Kırım’da Nüfus ve Yerleşmeye Genel Bir Bakış (16-19.
y.y.). Sakarya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dergisi, Sakarya, C. 1, 69-74.
Radloff, W. (1893 – 1911). Versuch eines Wörterbuches der Türk-Dialekte (Opıt slovarya
tyurkskix nareçiy). 4 c., St. Petersburg.
Röhrborn, K. (2004). Eski Türkçede Diyalektleri Belirleyen Bir Ses Değişimi Üzerine.
(S. Gürçün Çev.). Türk Dilleri Araştırmaları, C. 14, 133-139
RSI: bk. RADLOFF, W. (1893 – 1911).
Sıtkı, B. (2011). Kırım Hanlığına Ait Tarhanlık ve Soyurgal Yarlıklarının Dil ve Üslûp
İncelemesi (1549 – 1597 Yılları Arası). Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Sümer, F. (1992). Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri, Boy Teşkilatı, Destanları, İstanbul:
Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayını.
Şeyh Süleyman Efendi-yi Buhârî (1298). Lugat-i Çağatay ve Türkî-yi Osmanî, Türk
Dilleri Araştırmaları, C. 13, Özel Sayı Lugat-i Çağatay ve Türkî-yi Osmanî;
Şeyh Süleyman Efendi-i Buhari, Haz. Mehmet Ölmez, İstanbul, 2003.
ŞSül.: bk. Şeyh Süleyman Efendi-yi Buhârî (1298).
Tabaklar, Ö. (2010). Karahanlılar ve Karahanlı Türkçesi. Tarihî Türk Lehçeleri: Karahanlıca, Harezmce, Kıpçakça Dersleri. İstanbul: Kesit Yayınları, 9-88.
Tekin, Ş. (2002). Eski Türkçe. Türk Dünyası El Kitabı: Dil-Kültür-Sanat. Ankara: TKAE
Yayınları, C. II, 69-119.
Tekin, Ş. (2001). Ög, Ögir-, Yarlıg, Yarlıka- Kelimelerinin Nerelerden Geldikleri Hakkında. İştikakçının Köşesi, Türk Dilinde Kelimelerin ve Eklerin Hayatı Üzerine
Denemeler. İstanbul: Simurg, 218-228,
Tekin, T. (2000). Orhun Türkçesi Grameri. Ankara: Türk Dilleri Araştırmaları Dizisi.
TMEN: bk. Doerfer, (1963-1975).
Turan, O. (2010). Selçuklular Zamanında Türkiye. İstanbul: Ötüken Yayınları.
Uğurlu, M. (2011). Oğuzca ve ‘Anadolu Merkezli Oğuz Türkçesi’. Turkish Studies. S.
6/1, 123-156.
Usmanov, M. A. (1979). Jalovannıe Aktı Djuçieva Ulusa XIV-XVI vv. (XIV-XVI. Gasır
Juçi Ulusınıñ Yarlıkaş Aktları). Kazan: İzdatel’stvo Kazanskogo Universiteta.
Vόsόry, I. (1987). Az Arany Horda KancellΠrıΠya, Keleti ÉrtekezΨsek 3., Körösi Csoma
TΠrsasΠg, Budapest.
Vel’yaminov-Zernov, V.V. (2009). Kırım Yurtına ve Ol Taraflarga Dair Bolgan Yarlıglar
ve Hatlar. (A. M. Özyetgin ve İ. Kamalov Haz.). Ankara: Türk Tarih Kurumu
Yayınları, I. Dizi, S. 5.
YTS: bk. Dilçin, (1983).
88
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
OSMANLI DEVLET HUKUKUNDA BOY BEYİ
A L İ S İNAN B İL GİL İ
Giriş
Hukukî ve medenî hayatın oldukça yüksek seviyede olduğu Türkler, tarihî başlangıçtan itibaren kapsamlı bir hukuk sistemi meydana getirmişlerdir. Türk devlet
adamları, özel ve amme hukukunun esasını teşkil eden kanunlarla, devlet ve toplumu yönetmişlerdir. Sosyal ve idarî hayatın tanzimi önceleri töre ve buyruk ile sağlanırken (Arsal, 1947a, s. 287), Türklerin İslâm dinine girmesi ve böylece İslâm hukukunun etkisiyle birlikte, Sultan’ın kanun vaz’ etme yetkisinden kanun hukuku yürürlüğe girmiştir. Devlet mahsulü olan bu hukuk, yöneticilerin (hükümdar/bey) gerek
özel ve gerekse kamu hukukunu da beraberinde yaratmıştır. Büyük bey (hükümdar),
Tengri kut’tan (Kaşgarlı Mahmud, 2006, 1/301; Ögel, 2001, s. 561; Arsal, 1947a, ss. 120127; Arslan, 1987, s. 38) zillûllâh-i fi’l-âlem’e1 dönüşen anlayış ile hukuktaki yerini
alırken, küçük beyler de (boy beyi) kendilerine biçilen rol çerçevesinde muayyen bir
hukuka tabi olmuşlardır.
Hükümdarın tabi olduğu hukukî nizam üzerine pek çok araştırma yapılmakla birlikte (Mesela; Donuk, 1982; İnalcık, 2000), devletin kurulmasında ve inkişafında önemli
paya sahip boy beylerinin, tabi olduğu hukukî nizam, pek az ele alınmış ve araştırılmıştır. Ortaya çıkan bu boşluğun doldurulmasına katkıda bulunmak amacıyla bu
araştırma yapılmıştır. Çarpıcı özellikleriyle dikkati çeken Osmanlı Devleti örneğinden hareketle, Oğuz boy beylerinin tabi olduğu hukukî nizamı ve bu nizamda yaşanan değişimi, safhalarıyla ortaya koymak, araştırmanın temel hedefidir. Kavânîn-i
Âl-i Osmân, Fatih Kanûnnâmesi, Selim Kanûnnâmesi, tahrir defterlerinde yer alan
kanûnnâmeler, ferman, berat, hüküm ve hatt-ı hümâyûnlar, şeyhülislâm (müftî)
fetvaları, kadı sicilleri vs. Osmanlı hukukunu oluşturan kaynaklardır. Bu kaynakların
1
Bu anlayış Türk-İslâm devletlerinde yaygın olarak bulunmaktadır. Mesela; Safevîlerde Şah,
zillullah-ı fi’l-arz veya naib-i imam-mehdi gibi unvanlar taşıyordu (Gündüz, 2008, s. 455).
89
ALİ SİNAN BİLGİLİ
mecmuasından oluşan Osmanlı hukukuna göre boy beyinin tarihî süreçte hukuken
geçirdiği değişim bu çalışmada açıklanmaya çalışılmıştır. Araştırmada bu devletin
örnek alınmasının sebebi, başlangıçta boylar birliği hâlinde teşekkül etmesi, tabiatıyla da boy beylerinin devletin hukuk sisteminin kurucu ve etkin bir aktörü olmasıdır.
Bu kurucu ve etkin aktörlerin sahip oldukları hukukî haklarda meydana gelen değişimi görebilmek için de bu devletin örnek alınması uygun bir yöntem olarak kabul
edilmiştir.
Hukukî Meşruiyet ve Bey
Türk devletleri, bir lider veya boyun önderliğinde, askerî ve siyasî işlev gören boy
beyleri tarafından kurulmuştur (Gökalp, 1976, s. 88; Donuk, 1985, s. 7; Köprülü, 1992,
s. 12). Devlet idaresinde bu işlev, kut sahibi hükümdarın yanında, ona yardımcı olan
beylerle devlet yönetim geleneğini yaratmıştır. Bu geleneğe göre, velâyet-i âmmenin
timsali olarak devletin başında (Gökalp, 1976, s. 88, 193; İnalcık, 1959, s. 76) hakan,
sultan, şah, padişah vb. unvanlı biri bulunur, devlet hayatındaki günlük işler ona
bağlı ve devleti oluşturan beylere bırakılırdı. Böylece askerî seçkin sınıfı oluşturan
beyler, devlet ve sosyal hayatta önem kazanırdı. Nitekim beyin devlet hayatındaki
önemi Kutadgu Bilig’de; hükümdar adaletin hamili, bey ise devlet kuvvetinin hamilidir
veya beyler memleketi tanzim ve idare etmek, halkı düzene sokmak için atanmışlardır şeklindeki ifadelerle anlatılmıştır (Arslan, 1987, ss. 36-39; Pamir, 2009, s. 365). Hakan da
beylerden ve dayandığı temel boylardan aldığı güçle; töre ve yasa koyma salahiyeti
kazanır ve yasama ve yürütme erkini ifa ederdi. Ancak hakan, devletin idarî, siyasî,
askerî, malî, kültürel işlerini kurultay, meclis veya içtima aracılığıyla yine beylerle
paylaşırdı (Gökalp, 1981, s. 52, 57; Ögel, 2002, s. 874; İnalcık, 1959, s. 81). Böylece
hükümdar ve beyleri, kanunen ve inanç olarak meşruiyet kazanırdı.
Meşruiyet, şeri‘atin izin verdiği, kanuna uygun bulunma anlamlarına gelmektedir. Siyaset bilimi açısından meşruiyet: politik bir sisteme, devlete veya hükümete itaat edilip edilmemek, bir teoriyi benimseyip benimsememek gerektiğini belirleyen durum; bir iktidar sahibinin veya kural sisteminin haklı olması, siyasi iktidarın halkının rızasına ve onayına dayandırılması durumu olarak tanımlanmaktadır (Cevizci, 2005, s. 1157). Bu tanıma göre meşruiyet yasallıktır.
Meşruiyeti hükmetmenin temeli sayan Weber (1978, ss. 213-245)’e göre, meşru hükümetin geleneksel, karizmatik ve yasal (rasyonel) otorite olmak üzere üç temel biçimi
vardır. Siyasi iktidar meşruluğunu; geleneksel otorite tipinde çok eski zamanlardan
beri yerleşmiş olan geleneklerden ve bunların mukaddesliğine olan inançtan, karizmatik otorite tipinde yöneticiye atfedilen üstün niteliklerin var olduğuna dair olan
inançtan, yasal (rasyonel) hukuki otorite tipinde, rasyonel anlamda konulmuş kurallar, yani yasal düzenden alır (Weber, 1978, ss. 215-216). Geleneksel otorite tipinde,
yazılı olmayan, fakat içselleştirilmiş olan bağlayıcı kurallar, meşruiyet zeminidir.
Yani bağlayıcı kurallar, tarihin derinliklerinden gelir. Türklerde tarihî derinliğin
kaynağı, ilk fetih atası ve destansı kişiliğiyle Oğuz Kağan’dır. Efsane ve ananeye
göre, bütün millî nizam ve kurumların kurucusu sayılan Oğuz Kağan, semavî bir
menşeden gelmiş ve olağanüstü vasıflara sahip olarak doğmuştur. Daha çocuk iken
bir takım kahramanlıklar yapmış, göğün kızı ile evlenmiş, ilahî hâkimiyetini kabul
etmeyen ülkelere sefere çıkmıştır. Zaferle ülkesine geri döndüğünde kurultay (Uluğ
90
OSMANLI DEVLET HUKUKUNDA BOY BEYİ
kurultay), yani töre toyu yapmış; orun, ülüş ve ongunları çocuklarına dağıtarak töreyi
kurmuştur. Oğuz Kağan’ın töre toyu uygulaması, Türk devletlerinde bir gelenek
yaratmış ve devlet kurulduktan sonra töreyi tespit edip, hukukî nizamı belirlemek
için hakan, hatun ve beylerin oluşturduğu büyük bir kurultay toplanmıştır. Kurultay, gerek hükümdarın, gerekse beylerin meşruiyetini sağlayan bir kurum olmuştur
(Togan, 1982, ss. 17-18, ss. 47-48; Ögel, 1971, s. 42, 120, 117; Ögel, 2002, s. 876; Kafesoğlu, 1980, s. 205; Turan, 2002, 2/845-846; Pamir, 2009, s. 366).
Yukarıda belirtildiği üzere Oğuz Kağan, efsanevî bir lider ve devlet kurucusudur.
Destandan anlaşıldığına göre, kaynağını kutsal niteliklerden alan karizmatik otorite
sahibidir. Ayrıca kurultayda koyduğu töre (yasa=Oğuz töresi) ile bir düzen getirmiş
ve kurallar sistemi yaratmıştır. Bu durum Oğuz Kağan’ın kaynağını düzen ve geleneklerden alan geleneksel otorite, kaynağını kutsaldan alan karizmatik otorite ve
kaynağını töreyi oluşturan kurallar sisteminden alan yasal otorite tiplemelerini temsil ettiğini göstermektedir.
Destansı şahsiyetten gerçek şahsiyetlere geçildiğinde, Weber’in üç temel tiplemesinin, Oğuz Kağan’ın neslinden gelenler için bir ilham kaynağı olduğu söylenebilir.
Hükümdardan aşağıya doğru tüm devlet yönetici zümresi de ve tabi ki bey de, bu
tipleme çerçevesinde meşruiyet zemininde bir yer edinmişlerdir. Nitekim bey, hukukî nizama uyduğu sürece yasal (rasyonel) bürokratik sistemin parçası olarak kabul
edilir, hükümdardan iltifat görür ve onun meşruiyetini taşırdı. Kendisiyle birlikte
boyunun da statüsü yüksek olur, hak sahipliği artardı2. Bunun tersi durumlarda ise,
mallarına el konulabilir, sürgün edilebilir, otlak ve yaylakları elinden alınabilirdi.
Nitekim gerek Reşideddin Oğuznâmesi’nde (Togan, 1982, s. 52) bu hususa değinilmiş ve gerekse Osmanlı kaynaklarında bu devletin fiili uygulaması hakkında bilgi
verilmiştir. Mesela; Osmanlı hükümeti, 7 Şaban 1271 (25 Nisan 1855)’de Sarıkeçili,
Horzum ve diğer bazı aşiretlerin mirî mallarını tesviye etmiştir (BA, A.DVN: 103/60).
Diğer taraftan Maraş Valisi Yusuf Paşa’ya gönderilen 29 Şevval 1262 (20 Ekim 1846)
tarihli bir fermana göre, Elbistan Kazası’nda Kuldur Aşireti’nin boy beyi Osman’ın,
yolculara ve halka zarar vermesi üzerine Akka’da kalabend (hapsedilme) edilmesi
emredilmiştir (BA, A. DVN. MHM: 3/26). Bu gibi ekonomik, siyasi ve askerî yaptırımlar ve uygulanan cezalar, bey ile birlikte boyu da etkilemiş; boyun dağılmasına ve
bütün kamu (boy halkı) hak sahipliğini kaybetmesine yol açmıştır.
Diğer taraftan devletin ordusu, boy mensuplarından oluşuyordu3. Bu noktada bey,
hükümdar ile millet arasında bir nevi köprü vazifesi görüyordu. Bu vazifesiyle de
2
3
Moğol geleneğinde de, bey ile boyu birlikte itibar kazanırdı. Nitekim Taiçi’utlar’ın saldırısı
esnasında Cengiz Han’ın hayatını kurtarmasından dolayı Sulduz reisi Sorkan-şira ve kabilesinin nüfuz ve itibarı artmış, devletin kurulmasından sonra, bu boy mensupları mühim mevkilere tayin edilmiştir (Temir, 1993, s. 9).
Bilindiği gibi Osmanlı ordusu başlangıçta aşiret birliklerinden oluşturuyordu. Daha sonra
yaya ve müsellem ordusu kurulmuş, bunu I. Murad zamanında kurulan Kapıkulu ordusu
takip etmiştir. Düzenli orduların teşekkülünden sonra da Osmanlılar, aşiret birliklerini seferlerde kullanmışlardır. Bu uygulama çok geç zamanlarda da devam etmiştir. Mesela; 1683’ten
sonra Halep Türkmenlerine mensup Eymirler ve bazı aşiretler, bey ve kethüdalarının emrinde
yüzer kişi ile savaşa gitmekle görevlendirilmişlerdir (Ahmed Refik, 1989, s. 82; Gündüz, 1997,
91
ALİ SİNAN BİLGİLİ
özel bir hukuka sahip oluyordu. Nitekim Orhun Kitabelerinde hakan-bey-millet
üçlüsünün töreyle (hukuk) bağlılığı vurgulanmıştır. Bu bağlılık beyin çıkarları açısından özel hukuku, boyun çıkarları açısından kamu hukukunu ifade etmekteydi.
Özel ve Kamu Hukuku Açısından Bey
Beyler, Osmanlıların ilk dönemlerinde hukukî açısından beylik haklarını, kurucudestekçi olmaları sebebiyle kazanmışlardır. Beye ve boy halkına, hak sahibi (kılıç
hakkı) olarak özel hukuk ve kamu hukuku uygulanmıştır. Özel hukuk, beyin devlet
örgütünde memuriyet statüsü, kamu hukuku, bey ile boyun topluluk hakkı sahipliği
statüsüyle ilgili kavramlardır. Özel hukuk beye tek başına tanınan hak ve sorumlulukları, kamu hukuku bey ile birlikte boya da tanınan topluluk hak ve sorumlulukları ifade eder4. Beylik hukukunda özel ve kamu ayrımı bu esaslara göre yapılmıştır.
Osmanlı Devleti'nin kendinden önceki ve çağdaşı devletlerin kuruluş menşei ve
devlet oluşumlarına gösterdiği paralellik/benzerlik arz eden özellikleri, başlangıçta
benzer hukuk düzeni kurmalarına yol açmıştır. Kayı boyundan bir bey ailesinden
gelen Osman Bey, Anadolu’nun batı ucunda, bir uc beyi (Arap kaynaklarında sâhibü’l-ucât) olarak etrafına topladığı muhtelif boy beylerinin güç birlikteliğiyle5 müşterek bir cihat ideolojisi ve harekâtı yaratmış, bu harekâtı bir siyasî organizasyona dönüştürmüştür (Köprülü, 1988, s. 73, 78 vd.; İnalcık, 1997, s. 99 vd.; İnalcık, 2006, s. 12;
4
5
s. 113). Silistre Seraskeri maiyetindeki mülazim Mehmed’e gönderilen bir hükümde; Sağ kol
Seraskeri Dağıstanlı Ali Paşa emrinde Boynu Yoğunlu aşireti beyi Battal Bey’in askerleriyle
birlikte bulunduğundan bahsedilmiştir (BA, C. AS.: 1086/47919, Tarih: 18 Safer 1188). Keza, 10
Zilhicce 1202 (11 Eylül 1788) tarihinde Defterdar’a gönderilen bir buyurulduda; Canbeyli aşireti boy beyinin, kendi aşiretinden 100 nefer süvari ile orduya katıldığından bahsedilmiştir
(BA, C. AS. 333/13785).
Mesela; Osmanlılarda aşiretlerin yaylakları resmî kayda alınarak, taşra yöneticilerinin aşiretlerin hukukuna riayet etmesi ve müdahale etmemesi hususunda, zaman zaman emirler gönderilmiştir. Nitekim Evâil-i Zilhicce 906 (Haziran 1501) tarihinde Kütahya ve Domaniç kadılarına yazılan bir hükümde; “… Benim kadimden çıkup yaylayu geldüğüm yayladur…ol yayla kadimden bunlarun olup çıkup yaylayu gelüp el’an ol kimesne hilâf-ı şer’ ü defter ve kanun dahl idüp
bunlardan almak isterler ise, men’ idesiz.” denilmektedir. Keza, aşiretlerin birbirlerinin hukukunu çiğnemesine de izin verilmemiştir. Evahir-i Zilkade 906 (Haziran 1501)’da Kütahya kadısına gönderilen bir hükümde bu durum; “Kütahya kadısına hüküm yazıla ki, şimdiki hâlde yörüklerden Akyağ cema’âtinden Dârende-i ferman-ı hümâyûn Ahnmed nâm kimesne Dergâh-ı mu’allama
gelüp şöyle arz itdi ki, kadimü’l-eyyamdan çıkup yayladukları yaylaların Danişmendlü cemâ’âti bizüm
tapulu yaylamuzdur diyü ellerinden almışlar eyle olsa buyurdum ki, husemayı kanun almışlarsa,
hükm idüp girü alıviresiz, şöyle bilesiz”. ifadesiyle vurgulanmıştır. (Şahin-Emecen, 1994, s. 102).
Osman Gazi, babası Ertuğrul Bey’den sonra önce kendi aşiretinin, daha sonra bölgedeki tüm
aşiret beylerinin Uluğ Bey’i mertebesine ulaşmıştır. Bu durumu Yazıcı-zâde Ali (2009, s. 872)
şu cümlelerle anlatır; “Bu esnada uç etrafından haber vardı ki Kayı’dan Ertuğrul oğlı Osman Beg’i
ucdağı Türk begleri dirilip kurıltay idüb Oğuz töresin sürişüp han dikdiler diyü. Ol hikâyet bu minvâl
üzerineydi ki ucdağı Türk begleri, ki Oğuz’un her boyundan uc etrafında Tatar şerrinden korkup yaylar ve kışlarlardı, rûzigar-ıla karşu Tatar’dan incinenler uca gelüp çoğaldılar. Fi’l-cümle ol illerün begleri ve kethüdaları cem‘ olup Osman Beg katına geldiler ve meşveret kıldılar. Çün kâl u kîlden sonra
sözlerinün ihtiyârı bu oldı ki eyitdiler “Kayı Hân hod mecmu‘ Oğuz boylarınun Oğuz’dan sonra ağaları ve hânlarıydı ve Gün Hân’un vasiyetine Oğuz töresi mucebince hânlık ve pâdişâhlık Kayı soyı
var-iken özge boy hanlarınun soyına hanlık ve pâdişâhlık degmez …”.
92
OSMANLI DEVLET HUKUKUNDA BOY BEYİ
Emecen, 2001, ss. 25-28). Hunlar, Göktürkler, Selçuklular gibi kendinden önceki bir
devlette olduğu gibi, mesela çağdaşı Safevîler de paralel/benzer özellik gösterir.
Nitekim Şeyh Safiyyüddin-i Erdebilî ailesinden gelen Şah İsmail, Anadolu, Azerbaycan ve İran coğrafyasında yaşayan Türkmen boylarını Kızılbaş ideolojisi etrafında
toplayarak, boylardan bir konfederasyon oluşturmuştur (İskender Beg Türkmen,
1335, ss. 25-28; Nevaî, 1347, s. 34). Görüldüğü gibi Türk devletlerinin kuruluş dizaynında, mefkûre, boy ve bey unsurları temel taşlardır. Bu temeller de kendine özgü
bir hukuk düzeni yaratılmasını; kuruluş aşamasında Osmanlı Devleti'nde aşiret
devleti (tribal state) karakteri göstermesine yol açmıştır.
Aşiret devleti, boy ve beyi ile bir nevi kamu hukuk kapsamı oluşturmuş, pratik uygulamalar, bey-boya hak verme şeklinde tezahür etmiştir. Ancak daha sonraki gelişmeler, Osmanlı Devleti’ni merkeziyetçi, Safevî Devleti’ni âdem-i merkeziyetçi
denilebilecek bir sisteme götürmüştür. Böylece Osmanlılar, bey-boyun kamu kişiliğinden vazgeçerek onu özelleştirmiş ve beye münhasır özel hukuk, yani devlet memuriyeti hukuku oluşturmuştur. Safevîler ise, denemesine rağmen, bey-boyun kamu
hukukunu ortadan kaldıramamıştır. Bu yüzden de Osmanlılar tarih sahnesinden
çekildiğinde, özel hukuk sahiplerinin millet ile yaptığı istiklal organizasyonuyla
yerini millî devlete bırakırken (Türkiye Cumhuriyeti), Safevîler yerini konfederal
yapıdan kamu hukukuna sahip feodal özellikli hanlıklara bırakmıştır6.
Osmanlı Hukukunda Bey
Osman ve Orhan Beyler devrinde, Osmanlı iktidarını destekleyen kuvvetlerin başında beyin boy askerlerinin olması, beylerin idarede son derece etkin olmalarını sağlamış; bunlara uygun bir hukuk (kamu hukuku) uygulamasına gerek duyulmuştur.
Beyliğe hizmette yoldaş (Aşıkpaşa-zâde, 1332, s. 31; Hadidî, 1991, s. 51 vd.) olan Aykut Alp, Turgut Alp, Akça Koca, Gazi Rahman, Konur Alp gibi beylere7, kimi zaman
bizzat kendilerinin, bazen müşterek boy kuvvetlerinin fethettiği topraklar her türlü
imtiyaza sahip mülk (malikâne) veya timar olarak verilmiştir. Mesela; Aykut Alp’e
İnönü ve Yund Hisar, Hasan Alp’e Yarhisar, Turgut Alp’e İnegöl, Kara Ali’ye Geyve
bölgeleri timar olarak, Akça Koca’ya Samandıra mülk olarak verilmiştir (Hadidî,
1991, s. 55 vd; İbn Kemal, 1991, s. 139, 175; Mehmed Neşrî, 2008, ss. 59-60 vd.; Barkan,
1939, s. 119; Uzunçarşılı, 1982, s. 551; Gökbilgin, 1977, s. 9-11; İnalcık, 1997, s. 80, 88;
Emecen, 1989, s. 224). Böylece Osman Bey (1281-1324)’den itibaren bazı beyler, boylarıyla birlikte kamu hukuku hakları elde etmişlerdir.
Orhan Bey (1324-1360)’den sonra gelen, Sultan I. Murad (1360-1389) da beylerin
kamu hukukunu tanıyarak; Germiyan ve Hamid beylerine has topraklar vermiş,
6
7
Nitekim Safevî Devleti yıkıldığında, ülke topraklarında Urmîye, Karabağ, Meragâ, Erdebil,
Serab, Gence, Nahçivân, Tebriz-Hoy ve Revan Hanlıkları teşkil edilmiştir (Aliyarlı, 1996, ss.
509-511; Bilgili, 2004, s. 17).
Uzunçarşılı (1981, s. 551), İnalcık (1997, s. 80), Emecen (1989, s. 224) ve Saydam (2009, ss. 1011)’ın yaptığı araştırmalarda yukarıda isimleri belirtilen kişilerin boy/ aşiret beyi olduğu zikredilmiştir. Mesela; İnalcık, Akça Koca’nın Aşağı Sangaryos bölgesinde etkin bir kişi olduğunu, Osman Bey’in önce müttefiki, sonra vasalı olduğunu yazar. Benzer bilgiyi Uzunçarşılı ve
Emecen de vermektedir.
93
ALİ SİNAN BİLGİLİ
Rumeli fütuhatında hizmet gören Evrenos, Turahan, Malkoç ve Saruca gibi beylere
temliklerde bulunmuştur. Ayrıca bir Anonim Tevârih-i Âl-i Osman (1992, s. 27)’da
Evrenos Beğ’e dahi uc beğliğin verdi denilmektedir. Sultan I. Bayezid (1389-1402) atalarının yolundan giderek, kendisine dost olan veya emrini dinleyerek Rumeli’ye göç
eden beylere, zengin ve münbit toprakları, yurtluk, malikâne veya timar vererek,
onlara çeşitli imtiyazlar tanımıştır (MC O.89: 30; Mehmed Neşrî, 2008, s. 112; Halaçoğlu, 1988, s. 4). Nitekim Candar beyi İsfendiyar’a Sinop şehrini, Saruhan beyi Hızırşah’a Demirci taraflarını vermiştir (Emecen, 2001, s. 96). Fakat Sultan Bayezid’in
amacı, beyleri kendi hâkimiyetine alarak, kamu hukukunu tedricen zayıflatmaktı.
Nitekim Sultan Bayezid, Osmanlı sistemi içinde yer alan eski beylerin ahfadına tanınan hak ve hukuku daraltma niyetini Saruhan, Aydın, Menteşe gibi yerleri sancak
haline getirmekle göstermiştir (Emecen, 2001, s. 95). Ancak, Emir Timur’un saldırısı,
Sultan Bayezid’in politikasını gerçekleştirmesini engellemiştir. 1402’de Ankara’da
yenilince, otorite boşluğundan yararlanan ve Emir Timur’dan destek alan Anadolu
Türkmen beyleri (Her birisi illü ilüne gitdiler; Aydın oğlı ve Menteşe oğlı ve Germiyan oğlı
ve Saruhan oğlı idi (Anonim, 1992, s. 47)), eski hak ve hukuklarını yeniden elde etmişlerdir. Balkanlardaki Mihailoğlu, Evrenosoğlu, Paşa Yiğitoğlu gibi askerî bürokrasinin kuvvet ve kudret sahibi beyleri ise, hukuka sadık kalarak, Osmanlı nizamını
devam ettirmişlerdir (Hasan-ı Rumlu, 2006, s. 92; Gökbilgin, 1977, s. 50)8.
Sultan I. Mehmed devrinde (1403-1421) ve Sultan II. Murad’ın hükümdarlığının ilk
dönemlerinde de beylerin kamu hukuku devam ettirilmiştir. Nitekim Sultan I. Mehmed, Rumeli’ye göç ettirdiği İskilip (Çorum) Tatarları beyi Minnet Bey’in hukukunu
tanımıştır (Sümer, 1989, s. 176) Ancak, Sultan II. Murad döneminde (1421-1451) bey
hukukunda bir değişim süreci başlamıştır. Zira Sultan Murad, devşirme (kul) sisteminden gelen beylere, devlet kademelerinde özel hukuka göre yer verirken, taşradaki ve merkezdeki Türkmen beylerinin gücünü de kırmaya başlamıştır. Bu esnada kul
sisteminden gelenler, merkezî gücün muhafızı olurken, yine de Çandarlı Halil Paşa
gibi geçmişten gelen beylik haklarını koruyanlar da bulunuyordu.
Sultan II. Murad’tan sonra yerine Osmanlı Devleti’ne yeni bir hukukî sistem getiren
Sultan II. Mehmed geçmiştir. Sultan II. Mehmed (1451-1481), Hunlardan başlayarak o
güne kadar gelen devlet anlayışında, yapısında ve hukukunda inkılâp yaparak; beylerin, Türk devlet geleneğinde eskiden beri var olan kamu haklarını ortadan kaldırmaya ve onları özel hukuka sahip birer devlet memuru hâline getirmeye gayret etmiştir. Bunu da, yeni kanunî düzenlemelerle ve devletin hiyerarşik yapısında kul
sisteminden gelenlere yer vermekle yapmaya çalışmıştır. Teşkilat kanunnâmesiyle
(Bk. Özcan, 1982), yönetim zümresinde yer alanların hak-hukuk ve sorumluluklarının belirlendiği bir kanun devleti oluşturmuştur. Vaz’ edilen kanunlarla konargöçerlerin, iskân edilmesi veya yaylak-kışlak alanları ile göç yolları sınırlandırılarak,
tedricen yerleşikliğe geçmeleri sağlanmaya çalışılmıştır (Saydam, 2009, s. 13). Diğer
taraftan Çandarlı ailesi gibi geçmişten gelen hukuka sahip aileleri ortadan kaldırmış
ve devşirme devlet adamlarını üst yönetimlere taşıyarak, onlara özel hukuk uygula8
Nitekim Hasan-ı Rumlu (2008, s. 92)’nun kaydında; “Evrenos oğlu Ali Beğ ile Mihal oğlu Ali Beğ,
Musa Çelebi’ye yüz çevirerek Sultan Mehmed’e bağlılık ihramını giyip, dergâha koştular” denilmektedir.
94
OSMANLI DEVLET HUKUKUNDA BOY BEYİ
mıştır. Bunları yapmaktaki gayesi, meşruiyet zemininde, kamu hukukuna sahip
yerli-güçlü ailelere dayanan beyleri siyasî hayatın etkili bir gücü olmaktan çıkararak,
devlet içerisinde Osmanlı hükümdarını tek güç yapmak ve devleti merkeziyetçi bir
yapıya kavuşturmaktı. Böylece meşru zemin, hükümdarın kendisinden başkası olmayacaktı. Sultan II. Mehmed’in geçmiş birikimlerle birlikte yarattığı bu farklı hukukî meşruiyet zemini, patrimonyalizmin bir örneği olan ve Weber (1978, s. 232)’in
sultanizm olarak adlandırdığı tipe benzemektedir. Sultanizm, otoritenin “kişisel takdire
bağlı işlediği” özel bir durumdur. Bu özel durum, Sultan II. Mehmed’ten itibaren
Osmanlılarda devlet işlerinde son sözün hükümdara ait olması şeklinde tezahür
etmiştir. İstişare meclisi konumundaki Divan-ı Hümâyûn’un aldığı kararlar, ancak
onun onayıyla yürürlüğe girerdi. Bir mesele hakkında verdiği karar kanundu. Halk
üzerinde kanun çerçevesinde her türlü tasarrufa sahiptir. Yönetici-bey-memur sınıfının efendisi, gayrimüslimlerin dünyevî reisi, Müslümanların halifesi sıfatlarını taşırdı. Bu noktada batı patrimonyalizminden farklı olarak, hükümdarın mutlak hâkimiyetine dayanan Osmanlı patrimonyal devlet sisteminde, otorite sahibinin halka adaleti, kuvvetlinin zayıfa karşı zulmünü ve yolsuzluklarını önleme anlamında anlaşılan
bir adalet, hükümdarın en önemli görevi sayılırdı (İnalcık, 2005, s. 69). Osmanlı tarih
terminolojisine Adaletnâme veya İstimaletnâme olarak geçen Sultan emirleri, merkezdeki ve taşradaki yöneticilerin ve beylerin, zulmünü ve haksızlığını ortadan kaldırmaya yönelik, halkın hak ve hukukunu güvence altına alan kanunlardı (Bk. İnalcık,
1967; İlgürel, 2001, ss. 362-363). Bu kanunlar sayesinde Devlet, yöneten-yönetilen
arasında, Müslim-gayrimüslim ayırt etmeksizin, adaleti ve kanun üstünlüğünü sağlamayı çalışırdı. İslâm hukukunun kanun koyucunun, sadece kamu menfaatine kanun yapma şartı getirmesi, devletin teşkilatlanmasında da etkili olmuştur. Zira Sultanlar, hukukî kurallar koyarken ve hatta politik kararlar alırken, hukukçulara danışmışlar ve bu maksatla Şeyhülislâmlık teşkilatını kurmuşlardır. Şer’i hukukun
dışında, yönetime ve idarî sisteme ait alanlarda örfî kanun yapma yetkisi, sadece
Sultan’a ait görülmüştür (Uğur, 2001, ss. 86-87). Buna rağmen denetleyici bir kurum
olarak Şeyhülislâmlık, imparatorluğun sonuna kadar var olmuş, Sultan’ın otoritesinin kurumsal (yasal) meşruiyet kaynaklarından birini oluşturmuştur.
Tarihî birikimle birlikte, büyük ölçüde Sultan II. Mehmed ile başlayan bu yeni devlet
yönetim anlayışı ve icraatlarla, Osmanlı saltanatını kuran Padişah, toprakları üzerindeki büyük-küçük pek çok beyi, devlet memuru hâline getirmeyi önemli ölçüde
başarmıştır. II. Mehmed, yerli askerî ve idarî sınıfların mülkiyetindeki veya vakfı
olan toprakları devlet mülkü yapmış9 (Gelibolulu Alî, 2003, s. 103; İnalcık, 2003, s.
404; Barkan, 1941, s. 17; İpşirli, 1999, s. 221), Mora ve Sırbistan’daki Hıristiyan beylerin feodal düzenini yıkarak, toprak aristokratlarının tasarruf haklarını ellerinden
almıştır (Miroğlu, 1989, s. 252). Sınırlarda serbest hareket eden uç ve akıncı beyleri9
Fatih dönemine ait Dimetoka, Gümülcine, İpsala, Keşan, Yanbolu ve havalisinin vakıf, timar
ve nüfusunu havi tahrir defterlerinde (860-878); “Timar-ı Mahmud veled-i Mehemmed asıl defterde
üzerine yazılmışdır Süleyman Paşa’dan vakıfdır deyü vakıf defterinde ammâ sonra eşkünciyân eşdirekle
emr olmuş eşkünci olmağın timar arasında yazıldı”, “Timar-ı Hisar Beg Karakoyunlu ber-vechî çiftlik
virilmiş tasarruf ider”, “Timar-ı Şah Veli Beg veled-i Samagar elinde Sultanımuz hazret tevki’ var berat … eşkünci virmezlermiş” (MC. O.89: 41, 61-62) gibi kayıtlar, Fatih’in uygulamalarına bir
örnek teşkil eder.
95
ALİ SİNAN BİLGİLİ
nin faaliyetlerini sınırlandırmıştır. Doğuda irsiyet üzere hükümet eden aşiret beylerini kontrol etmek için, o bölgelere kul taifesinden yeniçeri askerî yerleştirmiş ve şer’i şerifi temsil eden kadı göndermiştir (İpşirli, 1999, s. 221). Böylece bir denetim mekanizması içerisinde, beyin kamu hukuku hak sahipliği önemli ölçüde kısıtlanmış, özel
hukuka inmeye başlamış ve güç kaynağı olan merkeze bağlanmıştır. Fakat bu durum, bir kısım Türkmen beyinin, yine bir Türkmen devleti olan Akkoyunlulara sığınmasına yol açmış, Uzun Hasan da kendilerine eski statülerini elde edecekleri
vaadinde bulunmuştur (Saydam, 2009, s. 15). Otlukbeli Savaşı (1473) ümitlerini kırmış olmakla birlikte, Osmanlı ülkesinde asla kazanamayacakları statüyü, bir müddet
sonra Safevî Devleti’nin kurulmasıyla İran-Azerbaycan coğrafyasında kazanmışlardır.
Türkmen beylerinin, Osmanlı nizamına girmeme direnişi, Sultan II. Bayezid devrinde (1481-1512)’de devam etmiştir. Bu yüzden bazı beyler, istikballerini Safevî ve
Memlûk gibi başka devletlerde aramışlar (Saydam, 2009, s. 15), isyan hareketlerine
girişmişlerdir. Bunun üzerine isyan eden Safevî yandaşı bazı Kızılbaş aşiret beyleri
cezalandırılmış, başsız kalan aşiret mensupları da Modon ve Koron’a sürgün edilmiştir (Halaçoğlu, 1988, s. 4). Çukurova Türkmenleri üzerine 1487’de Davud Paşa bir
sefer düzenlemiş, bu seferde Osmanlı’ya karşı duranlar cezalandırılmış, taraf olanlar
ödüllendirilmiştir. Hatta Davud Paşa, beylerin bağlılıklarının devamlı olabilmesi için
divana gönderdiği bir tahriratta; boy beylerine ve kethüdalarına ve bâkî ayanlarına in'amlar olunub riâyet-i tâm olunmak lazım ve lâbüddür (TSMA: E.11351) önerisinde bulunmuştur. Ancak, Davud Paşa'nın bu gayreti netice vermemiş, 1488’de cereyan eden
Ağa Çayırı Savaşı’nda Türkmen beylerinin bir kısmı Memlûk ordusunda Osmanlı’ya
karşı savaşmıştır. Bütün bunlara rağmen Sultan II. Bayezid, muhtelif bölgelerde gücü
elinde bulunduran beyleri devlete bağlama politikası (istimâlet) izlemeye devam
etmiştir.
Esasen Osmanlı yönetimi, istimâleti biraz da mecburiyetten uygulamak zorunda
kalmıştır. Zira bu sıralarda tarih sahnesine çıkan Safevîler, Osmanlı düzeni ve iç
barışını tehdit eder duruma gelmişti. Safevî yönetiminin, Osmanlı ülkesinde yaşayan
Türkmen beylerine vaat ettiği güç ve mevki, onların tekrar kamu hukuku elde etmelerini sağlayacaktı. Bu da Osmanlı merkeziyetçi sisteminden rahatsızlık duyan ve
hakları ellerinden alınan boyların, ülkeyi terk ederek İran’a göç etmelerine veya
Çukurova’da yaşayan Ramazan, Turgut ve Varsak gibi boyların Osmanlı idaresine
girmemek için Memlûk taraftarı olmalarına neden olmuştur (Şahin-Emecen, 1994, s.
8, 21; Saydam, 2009, s. 15). İşte bu yüzden Sultan II. Bayezid, onlara bazı haklar tanımış ve bu sayede göçü durdurmaya çalışmıştır. Mesela; Haziran 1501’de şehzade
Şehinşah ve veziriazam Mesih Paşa’ya gönderdiği hükümlerde; Taş-ili’nin boy beylerinin her birini davet edip istimâlet edilmesini emretmiştir (Şahin-Emecen, 1994, ss. 124125). Ayrıca onlara in’amlar (hediyeler) göndermiş (MC. O.71: 4)10, babasının iptal
10
Bu in’am defterinde isimleri zikredilen Varsak boy beyleri şunlardır; Ali bin Bazarlu, Hızır bin
Akbaş, Mustafa Beğ bin Şamlu, Elvan-Oğlu, Hoca Ahmed v. Cebeî, Yusuf bin Çömlek, Orhan bin
Akbaş, Sinan bin Akbaş, Mustafa bin Sinan, Pir Budak bin Sinan bin Akbaş, Kaya Çelebi bin
Sinan Bey, Sinan Bey bin Elvan Bey, Ebu Said Firuz, Ülfeddin bin Ulaş, Ömer bin Ulaş, KadıOğlu, Mahmud bin Bozkırlu, Özbek bin Cemal, Hasan bin Çanakcı, Çelebi Bey bin Elvan, Umur
96
OSMANLI DEVLET HUKUKUNDA BOY BEYİ
ettiği mülk ve vakıfları eski sahiplerine iade etmiştir. Memlûk Devleti’ne karşı Osmanlı safında yer alan Ramazan ve Varsak beylerine idarî mevkiler ve bölgelerinin
toprak vergilerinden büyük gelirler tahsis ederek, bu yeni katılımcılara kamu hukuku uygulamıştır.
Bayezid’den tahtı devralan Sultan I. Selim (1512-1520)’in ilk icraatı, beylerin arkasındaki en büyük destekçi olan ve Osmanlı iç düzenini tehdit eden Safevîleri (1514) ve
ardından Memlûkleri (1517) bertaraf etmek olmuştur. Böylece onların toprakları
üzerindeki pek çok bey de, kaba’il ve aşa’irleriyle (kentleri köyleriyle illeri boylarıyla
teshir eyledi) hâkimiyet altına alınmıştır. İmparatorluk karşısında çok güçsüz kalan bu
beyler, Osmanlı merkezî sistemine ve devletin tanımlayacağı hukuka girmekten
başka çareleri kalmamıştı. Nitekim Sultan I. Selim kanunnâmesinde (1995, s. 47)
geçen; Karakoyunlu’da kara koyunlu dimekle meşhûr padişâhımız hazretlerine müte’allik
yürügân vardır resm-i ağnamları hassa-i hümâyûn için alınır kaydına göre, bazı Yörük
taifeleri hass reayası hâlini almış, sistemin parçası olmuştur. Kanunen beylerin birçoğu özel hukuk kapsamına alınırken, Anadolu’nun güneydoğusunda yaşayan bazı
beylere ise biraz farklı bir hukuk uygulanmıştır. İdris-i Bitlisî (2001, ss. 283-285)’ye
gönderilen bir inayetnâmede geçen; “Diyarbekir canibinde size ittiba idüb gelen beylerin
mukâbele-i sadâkat ve ihlâs ve muhâzât-ı hademât ve ihtisâslarına göre ol vilâyetde tevcih ve
ta’yin olunan sancaklarının ve beylerinin ahvâl ve elkâbı ve mekâdiri …” ifadelerden bölgedeki beylere farklı bir hukuk uygulandığı anlaşılmaktadır. Zaten bölgedeki yurtluk, ocaklık, hükümet gibi belirgin uygulamalar da bu farklı hukuku göstermektedir.
Bir Kanun-ı Osmanî’de (Uzunçarşılı, 1951, ss. 388) yurtluk-ocaklık;
… ve bir kısmı ocaklıktır ki hiyn-i fetihte bazı ümeraya hizmet ve itaatleri mukabelerinde berveçh-i te‘bid sancak ve has tarikiyle tevcih olunmuştur ki bu makulelere erbâb-ı divan ıstılahında
yurtluk ve ocaklık derler Kürt beyleri ve hâkimleri bu kabildendir; yine sancak itibar olunur; sair
ümera gibi tabl u âlem sahipleri gibidir; selâtin-i selef ve haleften ellerinde nişân-ı hümâyûnları
vardır ve temessükâtları mûcibince bunlar azl ve nasbı kabul eylemezler…
şeklinde tanımlanmıştır. Mesela; Çemişkezek Pir Hüseyin Bey’e (1514), Kız-Uçan
Allahverdi Bey’e, Mazgird Muhammed Mirza’ya, Pertek Rüstem Bey’e ocaklık olarak
verilmiştir (Aydın, 1998, ss. 234, 237). Kılıç (2001, s. 262) tarafından yayınlanan listede bu uygulamanın zamanla, Diyarbakır, Çıldır, Bağdat, Van, Bosna, Kars, Şam,
Rakka, Şehr-i Zor ve Tunus gibi eyaletlerde yayıldığı görülmektedir.
Bey, İsmail bin Zeynî, İlaldı bin İlaldı, Hasan bin Buğalu, İlbeği bin Buğalu, Mehmed bin Çaylu,
Pirî bin Güçlü, Mustafa bin Deve, Mehmed bin Ozan, Hızır bin Hocendî, Mehmed bin Beğdilli,
Hoca Ahmed, Emre bin Güçlü, Osman bin Göçe, Hızır bin Ozan, Ali bin Konur, Mustafa Bey bin
Kusun, Musa bin Zeynî, Çelebi bin Bozdoğan, Mehmed bin Zeynel, Mustafa bin Bozkırlu,
Hüseyin bin Şamlu, Pirî bin Kadı, Pirî bin Küçük, Mehmed bin Mustafa Aruk, Osman bin
Mustafa Aruk, İbrahim Ağar, Kurd Ozanı, Emre bin Güçlü, Osman bin Küçük, Bozkırlu-Oğlu,
Mehmed bin Sablu, Emre, Mustafa, Sancak, Osman, Teberrük, Güçlü, Yusuf bin Biçer, İlbeği bin
Buğalu, Aliş bin Bozkırlu, Hızır bin Buğalu, Mahmud bin Deve, Veli bin Deve, Mustafa bin
Baytemür, Hasan bin Çanakcı, Mustafa bin Deve, Suna bin Bozkırlu, Efendi bin Bozkırlu, Hızır
bin Akbaş, Musa bin Zeynî, Ahmed bin Bozkırlu, Mahmud bin Bozkırlu, Ahmed bin Buğalu,
Ülfeddin bin Cemal, İlyas bin Buğalu, Latif bin Buğalu, İbrahim bin Arık, Şehsuvar bin Akbaş,
İsmail bin Zeynel, Çelebi bin Bozdoğan, Mustafa bin Hoca Yunus.
97
ALİ SİNAN BİLGİLİ
Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) döneminde gerçek bir dünya İmparatorluğu
hâline gelindiğinde de ülkedeki Osmanlı öncesi hanedanlardan gelen beylere, beylerbeylik, sancakbeylik, alaybeylik, zaimlik, timar beyliği gibi makamlar verilmiştir.
Böylece merkeziyetçi devletin idarî-askerî hiyerarşisi içerisine dâhil edilerek, devlet
memuriyeti hukuku iyice yerleştirilmiştir. Mesela; Çukurova’daki Ramazanlılardan
Kubad ve Piri Mehmed Paşalara beylerbeylik, Kubad Paşa’nın oğulları Mahmud,
Ahmed ve Ömer Beyler ile Pirî Mehmed Paşa’nın oğulları Derviş Mehmed ve İbrahim
Beylere Tarsus Sancakbeyliği verilmiştir11. Keza Tarsus Alaybeyliği 16. asrın büyük
kısmında Kusun-oğulları ailesine mensup Alpî Bey, Hasan Bey, İsa Bey, İsmail Bey,
Hızır Bey gibi kişilere tevcih edilmiştir12.
Eski bey ailelerine makam ve mülk verilerek özel hukuka alınması, devletin geçici ve
pragmatik siyaset uygulamasından başka bir şey değildir. Zira uygulanan siyasetle
timar sistemi içinde yavaşça eritilmiş, böylece beye tabi aşiret mensuplarının tepkileri önlenmiştir13 (Emecen, 2001, s. 99). Mesela, Trabzon’daki Çepni, İçel’deki Yörük ve
Tarsus’taki Varsak beylerine bu siyaset çerçevesinde dirlikler verilmiştir (Sümer,
1949, s. 450). Diğer taraftan denetlenmesi güç dağlık bölgelerde (Güney Doğu, Irak),
sınırlarda (İran, Bosna, Van, Çıldır, Tunus) yaşayan aşiretlerin beylerine ve merkeze
uzakta Osmanlı’ya bağlanan yerli hanedan beylerine, beylerbeyliğe bağlı hükümet ve
yurtluk-ocaklık sistemiyle imtiyazlar verilmeye devam edilmiştir. Mesela; Erzurum
Beğlerbeğisi’ne ve defterdârına hüküm ki, Maçakal Sancağı beği Ahmed Beğ mektûb gönderüb
babaların ocağın büyük karındaşı Mehmed Beğ tasarruf ederken …” (Kırzıoğlu, 1992, s.
158) ve Livâ-i Mahacil ocaklık, livâ-i mezbûre ber-vech yurtluk ve ocaklık mutasarrıf olan
Salih fevt olmağla oğulları Ataullah ve Mehmed ve Es’ad ve Ahmed ve Abdullah Çıldır Valisi
Yusuf Paşa arzıyla ber-vechi iştirak tevcih olunmuşdur fî 16 S(afer) sene 149 (26 Haziran
1736) (BA, A. RSK, 1572, s. 24) kayıtlarında Kıpçak soylu atabey ailesine mensup
beylere, Baş Açuk Melik’e yazılan nâme-i hümâyûn sûretidir; … müşârün-ileyh Dâvud Han
hakkında mezid-i inâyet-i mülûkânemizden Lori vilâyeti eyâlet ile ve babası Livars’ın vilâyeti
ocaklık ile inâyet olunub …” (BA, MD 44: 70) kaydında olduğu gibi Gürcü beylere, 5
Zilhicce 1086 (20 Şubat 1676) tarihinde Erzurum Valisi Ömer Paşa tarafından gönderilen arza göre, Hınıs Kazası’nda Bulanık Nahiyesi’ne bağlı köy ve mezraların, boş
BA, MD 2: 63, 220; BA, MD 1: 250; BA, MD 4: 71; BA, MD 8: 154; BA, MD 37: 153; BA, MAD
563: 135, 166; BA, A.RSK 1459: 2; BA, A.RSK 1466: 43; BA, KK Ruus 221: 25; BA, KK, Divân-ı
Hümâyûn Divân Kalemi 79: 446.
12 BA, Ruznamçe 2: 638; BA, MD 1: 187; BA, TD 221: 93; BA, MD 37: 153, 165; BA, A.NŞT 1159: 90;
BA, TD 1067: 138. Bu tevcihler sonraki dönemde de devam etmiştir. Mesela; 25 Receb 1137 (9
Nisan 1725)’de Gülek Kalesi Dizdarlığı Varsaklara bağlı Tekeli Aşireti Beyi Hasan'a tevcih
olunmuştur (BA, C. AS.: 559/23465).
13 Aşiret mensuplarına da bazı yerlerde çeşitli imtiyazlar verilmiştir. Mesela; 937 (1530) tarihli
bir icmal defterdeki; “Cema’at-i Tericilü tabi’-i Kars, neferen 8, mezkûrlar sabıkadan sipahi ve sipahi-zâdegân olub sefer-i hümâyûn vaki’ oldukça iki nefer kimesneleri müsellem eşer”, “Cemaat-i Zakirlü
veledân-ı Zakir, nefer 117, bu zikrolan cema’at veledân-ı Zakir olub ve ellerinde emlâk olub ol mukabelece sefer-i hümâyûn vaki’ oldukça otuz nefer çerileri eşe gelmişlerdir sayir re’aya gibi değildir”, “Cema’at-i Zakirlü el-mezbûre mu’afiyetdir, hane 4, mezkûrlar mu’aflardır avârız-ı divaniyyeden ve
tekâlif-i örfiyyeden ber-muceb mükâteb-i Alaüddevle Beg” (BA, TD 998: 488-490) ve benzeri kayıtlara göre, sefere gitmemek ve avarız ve tekâliften muafiyet gibi bir takım imtiyazlar verilmiştir.
11
98
OSMANLI DEVLET HUKUKUNDA BOY BEYİ
kalması sebebiyle yurtluk ve ocaklık olmak ve avarız vermek şartıyla Suydi aşireti reisi
İsmail Bey’e ihsanı (BA, İE. DH.: 2/148), der-livâ-i Somhid, hahsâ-i be-nâm-ı Abdullah
Beg veled-i Mustafa Paşa mir-livâ-i Somhid ber-vechi ocaklık fî sene 138 ile der-livâ-i Şavşad, hahsâ-i be-nâm-ı Halil Beg mirlivâ-i Şavşad ber-vech yurtluk ve ocaklık mahsûl fî sene
138 (1725) (Defter-i Caba-i Eyalet-i Çıldır, 1979, s. 262), Hükümet-i Hoşab nam-ı diğer
Mahmudî mutasarrıfı Zeynel Paşa’ya hükümet-i mezbûre ibkâ ve mukarrer kılınmışdır fî 12
B(Receb) 1145 (29 Aralık 1732) (BA, A. RSK, 1572, ss. 30-31) veya Hükümet-i Bidlis
sâbıkâ hakimi olan Selimî Hân’a Van Valisi vezir el-hac İbrahim Paşa’nın arzıyla ber-vech
ocaklık tevcih olunmuşdur fî 18 S(afer) 1149 (28 Haziran 1736) gibi kayıtlarda da mahalli
beylere yurtluk-ocaklık veya hükümet adı altında tevcihâtta bulunulduğu görülmektedir. 1576’da Safevîlerin Nahçivan Beylerbeyi olan, ancak sonradan Osmanlı tarafına
geçen Şeref Han’a, Bitlis, yurtluk-ocaklık olarak verilmiştir (BA, MD 32: 168, 185, 506
vd., Tarih: Gurre-i Muharrem 986-24 Zilkade 986/10 Mart 1578-22 Ocak 1579). Keza
Meraga Sancağı, Mukrî hâkimi iken Osmanlı’ya itaat eden Mire Bey’e (Amira Paşa),
beylerbeylik payesiyle birlikte yurtluk-ocaklık olarak tevcih edilmiştir (BA, MD 69:
174, Tarih: 20 Rebiülahir 1000/4 Şubat 1592). Yüzyıllar zarfında yapılan bu uygulamaya verilecek örnekleri çoğaltmak mümkündür (Bk. Hezarfen Hüseyin Efendi,
1998; Sofyalı Ali Çavuş, 1992; Kılıç, 2001).
Mefrûzü’l-kalem ve maktu’ül-kadem (Sofyalı Ali Çavuş, 1992, 65) olarak tevcih edildikleri beyan edilen bu imtiyazlar, beylere kısmen kamu hukuku tanınması anlamına
gelebilir. Devlet, yerli beylerin nüfuzundan faydalanmak ve merkezî otoriteyi bir
ölçüde bu beyler vasıtasıyla tesis etmek için böyle bir yöntem uygulamıştır (Kılıç,
2001, s. 260). Ancak, bunlar da zamanla birer devlet memuru hâline getirilmişlerdir.
Maiyetlerindeki boy halkı asker olmaktan çıkarılmış; has, timar, zeamet veya bir
vakıf reayası haline getirilmiştir. Mesela; Türkmenlerden Halep, Bozulus, Çukurova,
Atçeken, Karacakoyunlu grupları has, bazı Karakoyunlu aşiretleri zeamet, Dulkadir
ve Bozok grupları timar, Yeni-il grubu vakıf reayası hâline sokulmuştur (BA, MD 34:
85; Şahin, 1982/a, ss. 285-294; Şahin, 1982/b, ss. 692; Gündüz, 2005, s. 74; Saydam,
2000, s. 219). Böylece bey-boyun kamu hukuku ortadan kaldırılmış, kaderleri Padişah’a bağlı olan özel hukuka çevrilmiştir. Bu durumdan rahatsızlık duyan beyler,
muhalefeti zaman zaman isyana kadar götürmüşlerdir. 17. yüzyıl başlarındaki büyük Celalî isyanlarında bu hoşnutsuzluk kendini göstermiştir.
Celalî isyanlarının sarsıntıları atlatıldıktan sonraki dönemde Devlet, hususî ve malî
bir idarî teşkilat kurarak, aşiretleri hukukî bir nizama bağlamak istemiştir (Şahin,
1982/a, s. 285; Saydam, 2000, ss. 221-223). Bu düzenlemede bey de hukuken sorumluluk alan bir kişi hâline getirilmiş; mir-i aşiret, voyvoda, mirlivâ, miralây, serdar, Yörük
emini14, kaymakam, müdür gibi vazifeler verilmiştir. Devletin buradaki amacı, aşiretleri
daima kontrol altında tutmaktı. Bunun için aşiret reislerinden daha üst idarî birim
olarak, Türkmen Voyvodalığı (Ağalık) teşkil edilmiştir. Voyvodalığa da, ya sancak
beyinin adamlarından biri, ya da boy beylerinden biri, aşiret mensuplarının rızası
alınarak tayin edilmiştir. Bir devlet memuru statüsünde olan voyvodaların görevi;
sorumlu oldukları aşiretlere ağa/bey tayini için uygun kimseleri teklif etmek, emrin-
14
BA, MD 73: 217
99
ALİ SİNAN BİLGİLİ
deki beylerin aşiretlerinden vergi toplamalarını ve merkezin gönderdiği fermanları
duyurarak gereğinin yapılmasını sağlamak ile aşiretler arasındaki çatışmaları önlemekti. Yaptıkları hizmetlere karşılık, topladıkları vergiden %25 hisse alırlardı (Orhonlu, 1987, s. 16; Şahin 1997a, s. 253 vd; Gündüz, 1997, ss. 109-111). Bu meyanda
Halep Vilayeti’nde Türkmân-ı Halep ve Ekrâd-ı Kilis adıyla anılan sancaklar, birer
voyvodalık olarak teşekkül ettirilmiştir. Kilis Sancağı “Türkmen Ağalığı” olarak da
anılmaktaydı ki, meşhur Abaza Hasan Paşa uzun süre bu görevde kalarak güç ve
servet sahibi olmuştu (Saydam, 2009, s. 21). Keza, Muharrem 1056 (Mart 1646)’da
Bozulus Türkmenlerinden Çayan, Süleyman Hacılı ve Tabanlı aşiretleri birleştirilerek, Mustafa Bey voyvodalığa, Yusuf Bey aşiret mirliğine (başbuğ) tayin edilmiştir
(BA, MD 90: 4). 27 Aralık 1596 tarihli Rakka Beylerbeyine gönderilen bir hükümde
Suruç’ta sakin Maksut Bey’in aşiretin mir-i aşireti olduğu belirtilmiştir (BA, MD 74:
128).
Diğer bir memuriyet iskân-başılık veya iskân beyliğidir. Eyalet valileri tarafından aşiret
beylerine birer mühür verilerek, aşiretlerin iskânında görevlendirilmişlerdir. Mesela;
1693’te Bozkoyunlu oymağına mensup Firuz-oğlu Şahin Bey ve ondan sonra kardeşi
Kenan Bey, iskân-başı tayin edilerek, aşiretlerinin yerleştirilmesinden sorumlu tutulmuşlardır (BA, MAD 534: 15; BA, MD 112: 111). Keza 20 Safer 1164 (18 Ocak 1751)
tarihinde Abdi-zâde Yaşar Paşa (BA, C. DH: 262/13055), 11 Rebiülevvel 1238 (26
Kasım 1822)’de Demir Paşa-zâde Eyüp Bey (BA, HAT: 809/37201-E vd.), muhtelif
zamanlarda iskâna teşebbüs edilen Milli-i Kebir aşiretinin iskân-başılığı görevinde
bulunmuşlardır.
Tanzimat ile birlikte başlatılan yeni iskân ve idare politikası çerçevesinde de aşiret
beylerine özel hukuk kapsamında hususi bir yer verilmiştir. Yine aşiretlerin iskânında ve yöneticilikle görevlendirilerek ve unvanları pekiştirilmiştir. Mesela; 29 Zilhicce
1255 (4 Mart 1840)’de Demir Bey (BA, C. ZB: 23/1127), Milli-i Kebir aşiretinin iskânbaşılığı görevine getirilmiştir. Reyhanlı Türkmenleri kendi adlarının verildiği bir
“kaza” olarak teşkilatlandırılmış ve 1846’da aşiretin boy beyi Ahmed Ağa bu kazaya
kaymakam olarak atanmıştır (Tozlu, 2009, s. 70). 29 Safer 1263 (16 Şubat 1847)’te
Halep Eyaleti’nin Amik Ovası’nda iskân edilen Reyhanlı aşireti boy beyi Ahmed
Bey’e toplanan vergiden maaş tahsis edilmiştir (BA, A. TŞF.: 2/89). 15 Rebiülahir 1264
(21 Mart 1848) tarihinde Karsan aşireti boy beyi Yusuf Bey, Cebel-i Kozan dâhilindeki madenlere, müdür tayin edilmiştir (BA, A. MKT. MVL: 8/11). Devlet, 14 Şevval
1294 (22 Ekim 1877)’te Süleymaniye’de yaşayan Caf aşiretini iskân etmek istemiş,
ancak aşiretin miri Mehmed Bey iskâna karşı çıkarak İran’a kaçmıştır. Bunun üzerine
hükümet, aşireti müdürlük vasıtasıyla yönettirmeye başlamıştır. Ancak daha sonra
geri dönen Mehmed Bey, aşiret müdüriyetinin kendisine verilmesini arz etmiştir
(BA, DH. MKT: 1322/89). 9 Zilkade 1316 (21 Mart 1899)’da Seyhan aşiretinin miri Ali
Paşa (BA, DH. MKT: 2180/94), 20 Cemaziyelevvel 1318 (15 Eylül 1900)’de Gazaviye
aşiretinin miri Zahir Bey’dir (BA, MF. MKT: 526/41). Bu memuriyet örneklerini çoğaltmak mümkündür.
19. yüzyılda “fırka-i ıslahiye” ile planlı bir şekilde yürütülen iskân çalışmalarıyla,
konar-göçer aşiretlerin hukuku, tamamen normal reaya statüsü gibi daha dar bir
çevreye sıkıştırılmıştır (Geniş bilgi için bk. Ahmed Cevdet Paşa, 1980 ve 1986-1991;
100
OSMANLI DEVLET HUKUKUNDA BOY BEYİ
Yavuz, 2004). Aşiretlerin iskânının sağlanması, beylerin devlet nazarında özel hukukunu da büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır.
Sonuç olarak, Osmanlı cemiyetinde konar-göçer aşiretler, üstlendikleri içtimaîiktisadî sorumluluk ve işlevleriyle toplumun hayat damarlarından biri ve tamamlayıcılarıdır. Bu özellikleri çerçevesinde, Saydam (2009, s. 18)’ın tespitine göre Devlet
politikası, hiçbir zaman aşiretler gibi toplumsal grupları tamamıyla yok etmek biçiminde gelişmemiş; kanunlara uydukları müddetçe yaşantılarına pek müdahale
edilmemiş ve özel statülü tebaa olarak varlıklarını sürdürmelerine izin verilmiştir.
Çünkü İmparatorluğun varlığı için ihtiyaç duyulan hayvancılık, ticaret ve ulaşım,
emniyet, askerlik ve işçilik destekleriyle toplum için vazgeçilmez bir öneme sahiptiler15. Bu fonksiyonları sebebiyle Osmanlı yönetimi, aşireti yöneten beylerle uzlaşmacı
ve sorunsuz bir diyalog istemiş, yerel yöneticilerin aşiretlere haksızlık yapmaması
için emirler yayınlamıştır. Nitekim Anadolu Beylerbeyi’ne gönderilen Evâhir-i Zilkade 906 (6-16 Haziran 1501) bir hükümde, Karahisar Sancakbeyi’nin Yörüklerden
Şamlu taifesine mensup Mehmed’den yazılan miktardan fazla vergi istediği, defter
kayıtlarına göre davranılması emredilmiştir. Keza, Evâhir-i Zilhicce 906 (6-16 Temmuz 1501)’da Karasi Sancakbeyi’ne gönderilen bir hükümde; Anadolu beylerbeyi
adamlarının Yörük taifesinin Arıklar cemaatine zulüm ettiği, cemaat üyelerinin
şikâyetlerinin araştırılması ve var ise zulmün men edilmesi emredilmiştir. (ŞahinEmecen, 1994, ss. 28, 119). Osmanlı yönetimi, taşra örgütünde idarî birime soktuğu
boyların başına güvendiği bir beyi sancakbeyi olarak atamış (Şahin, 1997b, s. 241),
beylerine ve aşiretlerine tanıdığı özel hukukla avarız ve tekâlif vergilerinden muaf
tutmuştur. Mesela; 966 (1558)’da Kanunî Sultan Süleyman yayınladığı bir hükümde,
isyan eden oğlu Bayezid’in yakalanması için gayret gösterecek boy beylerini neslen
ba’de neslin ‘avarız-ı divâniye ve tekâlif-i örfiyyeden muaf tutacağı sözü vermiştir (BA,
MD 3: 26). Keza, Ekim 1559 (selh-i Zilhicce 966)’da Kocaeli Sancağı’nda yaşayan
Danişmendlülerden bir grup avarız ve tekâliften muaf tutulmuştur (BA, MD 3: 375;
Şahin, 1982/a, s. 287). Beye tanınan bu özel hukuk karşılığında devlete gayret ü hamiyet ve ihlâs u sadâkatle askerî hizmet yapması istenmiştir (966/1558) (BA, MD 3: 26,
İnalcık, 2000, ss. 79-80).
Beyin Temsil Hukuku
15
Konar-göçerler umumiyetle hayvancılıkla uğraşıyorlardı. İstanbul da dâhil olmak üzere pek
çok şehrin et ve diğer hayvansal ürünler (yağ, süt, yün, deri) ihtiyacını karşılıyorlardı. Mesela; 15 M 986 tarihli Teke-ili kadısına gönderilen bir hükümde (BA, MD 34: 38); “Mahrûse-i İstanbul’da et bâbında müzâyaka olmağın Ulus tâifesinin bıçağa yarar erkek koyunları İstanbul’a getürilmesin emr idüp” ifadesi kullanılmıştır. Yine onlar, savaşlarda önemi haiz atları ve kervan
taşımacılığı açısından önemli olan develeri besliyor, ordunun at, tüccarın deve ihtiyacını gideriyorlardı. Kışlak ve hatta yaylakları yakınında kurulan pazarlarda mübadele usulüyle
alış-veriş yapıyor, dokudukları halı ve kilimleri satıyor, ticarete katkıda bulunuyorlardı. Desenlerinin güzelliği ve canlı renkleriyle Türkmen halı ve kilimleri, Avrupa, Çin, Hind, Mısır,
Suriye pazarlarında en beğenilen ürünler olarak satılmaktaydı. (İbn Batuta, 1983, s. 159; İnalcık, 2000, s. 76). Bölgelerinde bir nevi jandarma görevi yapıyor, ıssız ve tehlikeli yollardaki
derbendleri, köprüleri bekliyor, emniyet ve güvenliği sağlıyorlardı. Ayrıca, madenlerde, tuzlalarda ve çeltik alanlarında işçi olarak çalışıyorlardı (Orhonlu, 1990, ss. 101-117).
101
ALİ SİNAN BİLGİLİ
Boy teşkilatı içerisinde beyin idarî-hukukî statüsü, eski Türk devletlerinde töre ile
belirlenmişti. Osmanlı yönetimi de, boyun hâkim ve temsilci olarak, beyin hukukunu
tanımaktaydı (Orhonlu, 1987, s. 14). Osmanlı kanunlarına göre, aşiret ağalığına/
beyliğine atama işlemi aşiret mensuplarının rızası, mülkî amirin teklifi ve merkezin
tasdiki ile gerçekleşiyordu (Saydam, 2009, s. 20). Boyun başında muhatap alınacak
bir kişinin bulunması, gerek boy nazarında devleti, gerekse devlet nazarında boyu
temsil etmesi için bir ihtiyaç olarak görülmekteydi. Bu sebeple, Hama Sancağı’nda
meskûn Türkmen taifesinin 17 Muharrem 1115 (2 Haziran 1703)’de boy beyi olmadığından,
soydan boy bey-zâde olan Yusuf Bey’in boy beyliğine tayini istidâsı (BA, İE. DH.: 13/1244)
veya Sis mukata‘asından ayrılan Kozan Cebeli mukata‘ası dâhilindeki re‘ayanın zabt u rabtını temin ve emvâl-i mirîyenin tahsilini teshil için Kozanoğlu Yusuf'un boy beyi nasb ve tayin
olunması (BA, C. DH.: 164/ 8197, Tarih: 29 Rebiülahir 1200/1 Mart 1786) şeklindeki
kayıt örneklerinde olduğu gibi, beyi bulunmayan boya, bey tayini yapılmasını arzu
ediyordu. Böylece yukarıda belirtilen iki taraflı temsili sağlamaya çalışıyordu. Bu
temsilde kriter, Gündüz (2005, s. 61)’e göre seçilen kişinin vergi toplamaya gücü
yeten olup-olmadığıdır. Bu yüzden devlet için daha önce boy beyliği yapmış olan
ailelerin çocukları lâyık ve müstahak olmak şartıyla tercih sebebi oluyordu.
Osmanlı yönetiminin özellikle seçim gibi bir yöntemi tavsiye ettiği dahi oluyordu16
(Gündüz, 2005, s. 25). Yani, halkının kendi rızalarıyla seçecekleri bir temsilciyi (boy
beyi-kethüda) görmek istediğini hükümlerinde belirtiyordu17. Aslında bu tavsiye, bir
suretle temsil yetkisini almış kişinin, irsî-feodal bir bey olmasını engelleyici ve eğer
var ise (Doğu Avrupa, Gürcistan, Azerbaycan ve İran’da vardır) derebeylik düzenini
yıkmaya yönelik bir davranış olarak da görülebilir. Seçim usulü, boy beyliğinin irsî
olmadığı görüntüsü vermekle birlikte18, boy beyinin, ulus veya boy içinde genellikle
en etkin ve nüfus olarak kalabalık aşiretten çıkması, bu mevkii elde etmede nüfuzun
önemli olduğunu göstermektedir. Nitekim 17. yüzyılın sonlarına doğru Boynu İnceli
aşireti, Danişmendli Türkmenlerinin temsilcisi durumunda olduğundan, boy beyleri
de bu aşiretten çıkmaktaydı (Gündüz, 2005, ss. 61-62).
Osmanlı yönetiminin seçim yöntemini tavsiye etmesi, Osman Gazi’nin seçimle aşiretin başına
gelmesiyle ilgili olabilir. Zira Neşrî’nin (2008, s. 39); “Göçer-evler ba‘zı Osman’ı ve ba‘zı Ertuğrul’un kardaşı, Osman’un ammusı Tundar’ı beg kılmak istediler. Ammâ kendü kabilesi Osman’ı
vech görüb, el altından haber gönderüp, halk ortasına gelicek, Tundar, halkınun Osman’a meyl ve inkıyâdın görüp beglikden vaz‘ gelüp, Osman’a teba‘at itdi.” şeklindeki kaydına göre, Osman Gazi
aşireti içerisinde bey seçilmiştir.
17 Mesela; “Şemahı kadısına hüküm ki, … re‘âyânın hususu oldukta köylerinden kendilerinin rızasıyla
ta‘yîn ettikleri kethüdâları görmek emrim olmuştur …” (BA, MD 73: 587, tarih; 26 Şevval 1003/4
Temmuz 1595). Keza, Kayseri ve Bozok Mutasarrıfı Salih Paşa tarafından Sadaret’e gönderilen; Boynu İncelü aşiret beyi Piroğlu Mehmed Bey ile aynı aşiretten Musaoğlu Ebubekir’in
birbirlerine düşmanlıkları yüzünden aşirete zulüm etmeleri sebebiyle ikisinin de idam edildiği, aşiret mensuplarının ittifakı ile el-Hac Ali Bey'în yeni bey tayin edildiği hakkında tahriratı (BA, HAT 752/35519, Tarih: 27 Safer 1230; 752/35519-A, Tarih: 13 Rebiülevvel 1230).
18 Saydam (2009, s. 20), beyliğin/ağalığın çoğunlukla babadan oğula veya kardeşe intikal ettiğini, bunun da kanun sayılmakla birlikte; genel olarak aşiretin kendi iç dinamikleri sonucunda
belirlenen kimsenin, hükümet tarafından bey olarak kabul edildiğini ve buna dair hükümler
gönderildiğini, fakat gerektiğinde devletin kendi tercihini ön plânda tutarak atama yapabildiğini de belirtir.
16
102
OSMANLI DEVLET HUKUKUNDA BOY BEYİ
Devlet meşru temsilcilik salahiyetini istinaden, resmî yazışmalarda boy beyine hitap
etmiş19, Yörüklerle ilgili bir kanunnâmedeki makarr ve yerleri ve sancağa taallukları ve
ihtisâbları olmayub ağaları subaşılarıdır denilmek suretiyle, Osmanlı idarî yapısında bir
aşiretin başında bulunan ağanın/beyin görevi, subaşının görevi ile eşdeğer sayılmıştır (Saydam, 2009, s. 19). Hatta bazı Türkmen çevrelerinde subaşı tabiri resmi hitap
olarak kullanılmıştır. Mesela; 26 Z 987 (13 Şubat 1580) tarihli hükümde geçen Yeni-il
subaşısı bu nevidendir (BA, MD 39: 165). Böylece beylik, devlet-aşiret münasebetlerini
düzenlemede kanunî sorumluluk almış hukukî ve idarî bir kurum haline gelmiştir
(Gündüz, 1997, s. 113; Saydam, 2009, s. 19). Özellikle Memlûk ve Safevî tehdidinin
yoğun olduğu dönemlerde, Osmanlı açısından beyin aşireti İran’a götürmesi veya
Memlûk tarafına geçmesi devletin birtakım tedbirler almasına ve bu kuruma imtiyazlar tanımasına sebebiyet vermiştir. Vergi muafiyeti, timar, yurtluk-ocaklık, in’am,
bu neviden düşünülmüştür. Devletlerin beylere tanıdığı bu imtiyazları ve in’amları
zafiyet olarak değerlendirmemek gerekir. Beye ve boya bir hukuk tanıyan merkezî
hükümetin, dağınık aşiretler üzerindeki güçlü kontrolünün göstergesi olarak bakmalıdır (Gündüz, 1997, s. 112). Zira bu suretle bey hoşnut edilmiş olarak, potansiyel
muhalefeti etkisizleştirilmiş (Lindner, 2000, s. 90, 155, 158) ve devlet safına çekilmiştir. Karşılığında beyden beklenen, vergi toplayıp devlet memurlarına teslim etmesi,
aşiretin yerine getirmekle yükümlü olduğu diğer hizmetleri icra etmesini sağlaması
(Saydam, 2009, s. 19), devlet ile boy halkı arasında bir köprü vazifesi görmesi, vergilendirmeye karşı muhalefet etmemesi, kısacası hizmet ve yoldaşlıkta bulunmasıdır.
Tahrir işlemi bu yönde atılmış en önemli adım olarak görülmektedir. Çünkü tahrir
işlemiyle tüm beyler ve aşiret mensupları, muafiyet ve mükellefiyetleriyle devletin
resmi kaydı altına alınmış olmaktadır. Bu resmi kayıtlar, beyin ve boyunun müesses
nizamın bir parçası olmasını ve her türlü başıboş hareketlerden men’ olunmasını
sağlamak içindir. Bu ehemmiyetine binaen devlet, Anadolu, Suriye ve Rumeli’de
konar-göçer hayatın yoğun olduğu bölgelerde, yerleşik bölgelere nazaran daha sık
tahrirler yapmıştır. Halep, Şam, Çukurova, Bozok, İç-il, Karaman, Paşa livası tahrirleri buna örnektir (Mesela; BA, TD 69, 229, 358, 362, 378, 423, 450, 493, 495, 969, 988,
1067; BA, KK 2638; BA, MD 5910, 16032, 20214, 20519).
Devlet içi hukukta boy beyinin temsilcilik sıfatı, gelenekten kaynaklanan iç hukukla
düzenlenmiştir. Bu temsil yetkisi, devlet ile boy halkı ve boy içerisindeki soy, ülkü ve
menfaat birliği gibi temel ilişkilerden ayrılmamaktadır. Bu nedenle de boy içi ve
etkin devlet hukukuna tabi tutulmaktadır. Bunun için de devlet, aşiretlerin iç işleyişine müdahaleye pek hevesli olmamış, ancak problem çıktığında veya şikâyet olduğunda (Saydam, 2009, s. 23), temsilci sıfatı taşıyan beye müdahale etmiştir. Devletin
beye müdahalesinin hukukî ölçütü, beyin boyu temsil edebilmesi, ehliyeti ve mümessillik şartını yerine getirme istidadına bağlanmıştır (Donuk, 1985, s. 8). Ehliyeti
19
Bu hususta oldukça fazla hüküm bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır; BA, MD 3: 2627, Tarih: 966/1558; BA, MD 44: 26, Tarih: 989/1581; Mesela; Recebli, Afşar Selsepur, Ceridi ve
Köçekli cemaati halkının Rakka’ya nakil ve iskanları için Anadolu müfettişi ve Adana Valisi
Vezir Ahmed Paşa memur edildiğinden miktar-ı kâfi asker ile maiyetine gitmesi hakkında
Kilis has voyvodasına ve Cerid boy beyisi Mirza Bey’e hüküm (BA, C. DH., 188/9361, Tarih:
29 Şevval 1144/25 Nisan 1732). Ayrıca Musevî 1977: 40, 83-87 v.d.
103
ALİ SİNAN BİLGİLİ
ve mümessillik yeteneği olmayan kişinin temsil ağırlığının ve hissesinin çok düşük
seviyede olacağı tabiidir. Bu yüzden mümessilliğin hukukî alanda sonuç alabilmesi
için ehliyete sahip olması zorunludur. Nitekim Danişmendli Türkmenleri içerisinde,
önce boy beyliğine atanan, sonradan ehliyete sahip olmadığı anlaşılan birçok kişi,
merkez tarafından görevden alınmıştır (Gündüz, 2005, s. 63). Bu boy beylerinin ehliyetli olmadığının belgelerden anlaşıldığı kadarıyla en önemli göstergesi, şer‘ ve
kanûna mugâyir veya mugâyir-i emr ü rizâ hareketlerde bulunmalarıdır. Bu da umumiyetle aşiret mensuplarının kendi beylerinden şikâyetçi olarak devlet katına müracaat
edip, yeni bey istemeleriyle ortaya çıkmıştır. Bu durum da Devlet, beyin, devletin
menfaatlerine, kanunlara ve yerleşmiş geleneklere aykırı davranışları olup olmadığını tetkik ettirirdi20. Kanuna aykırı hareketlerinin tespiti durumunda, beylikten alınıp
yerine bir başkası tayin edilirdi. Suçlu görülen aşiret reisi sürgün edilir veya başka
şekilde cezalandırılırdı (Saydam, 2009, s. 23). Osmanlı arşiv belgelerinde kanuna
aykırı davranışlarda bulunan birçok Etrâk ve Ekrâd aşiret beyinin, şiddetli bir şekilde cezalandırıldıkları görülmektedir. Bu cezalandırmalar için bazı örnekler şunlardır;
Maraş mutasarrıfından gelen tahrirat bir tahrirata göre, Kars-ı Zülkadriye Sancağı’nda yaşayan Ekrâd cemaati boy beyi Yusuf Bey, yağmacılık yaptığından azledilmiş ve sabık boy beyi Veli Bey yeniden boy beyliğine tayin edilmiştir (BA, C. DH.:
65/3217, Tarih: 11 Ca 1154). Rişvan (Bk. Söylemez, s. 2007) mukataasından Hısn-ı
Mansur’da sakin boy beyi Bereket oğlu Hasan şer‘e ve kanuna mugayir hareketlerinden dolayı ağır şekilde (izale-i vücûd) cezalandırılmıştır (BA, C. ADL.: 85/5133,
Tarih: 20 Şaban 1167). Yeni-il ve Türkmânân-ı Halep’den Boynu Yoğunlu cemaatine
aşiret beyi nasb olunan Battal Bey’in halka zulmettiği şikayeti üzerine mübaşir marifetiyle ihzar olunup, şikayetçilerle mahkemede yüzleştirilmiştir (BA, C. ADL.:
72/4322, Tarih: 29 Rebiülevvel 1197). Kızık boy beyi olan Kahraman uşaklarının bir
kaçını öldüren ve boy beyliğini zapt eden Kara Mehmed’in ölümle cezalandırılması
için Rakka Valisi Timur Paşa’ya emir verilmiştir (BA, C. DH.: 274/13657, Tarih: 29
Safer 1217) . Kayseri Mutasarrıfı Salih Paşa tarafından Sadaret’e gönderilen tahrirata
göre, Boynu İncelü aşiret beyi Piroğlu Mehmed Bey ile Boz Musaoğlu Bekir Bey
arasındaki düşmanlık sebebiyle aşiretler perişan olduğundan, her ikisi de idamla
cezalandırılmıştır (BA, HAT.: 752/35519-A, Tarih: 13 Rebiülevvel 1230). Maraş Valisi
Ahmed Paşa'dan Sadaret’e gönderilen bir tahrirata göre, kanuna aykırı hareketleri
20
Hükümet merkezinin tetkiki hususunda Mehmet Beşirli (2003, ss. 295-297)’nin verdiği şu
örnek kayda şayandır; Evâhir-i Şaban 1238/1-11 Mayıs 1823 tarihli bir fermana göre, İlbeyli
Kazası boy beyi ve muhtarı Şekeroğlu Abdulkadir, azledilerek Canik Sancağı’nın Çarşamba
Nahiyesi’ne sürgün edilmiştir. Çarşamba naibi ve Sivas mütesellimine yazılan sürgün fermanına göre, Sivas valisi İsmail Hakkı Paşa, müteselliminin kendisine ulaştırdığı bilgiler doğrultusunda, İlbeyli boy beyi Abdulkadir Ağa’nın kendi hâlinde olmadığı, kaza vergilerinin tahsili için Sivas tarafından gönderilen mübaşirleri bir hile ile geri döndürdüğü, Şark ordusunun
ihtiyaçlarına halel getirdiği ve başına yarar eshâs dahi toplayup hilâf-i rızâ harekete ibtidâr itmekde
oldığını İstanbul’a bildirmiştir. Bunun üzerine Abdulkadir Ağa görevden azl ve sürgün edilmiştir. Ancak, İlbeyli Kazası ileri gelenleri, İstanbul’a Abdulkadir Ağa’nın suçsuz olduğunu
ve kendüsünden hoşnûd oldıklarını bildiren bir ilam ve mahzar yazmışlardır. Bunun üzerine
merkez, geniş çaplı bir araştırma yapmış; boy beyinin halkına baskı yaptığı bilgilerinin gerçek olmadığını, mütesellim ile kazaya hâkim olmak isteyen birkaç kişinin iftira ettiğini ortaya
çıkarmıştır. Bunun üzerine sürgün kararından dönülmüştür.
104
OSMANLI DEVLET HUKUKUNDA BOY BEYİ
sebebiyle Milli aşireti boy beyi ve iskan-başısı Eyüp azledilmiştir (BA, HAT.:
703/33798, Tarih: 11 Rebiülahir 1239). Niğde, Kırşehir ve Beyşehir mutasarrıfı Mahmud Paşa’ya gönderilen bir hükme göre, boy beyilik iddiasında bulunan Menemenci
aşiretinden Menemencioğlu Ahmed’in Kütahya’ya ve Hacı Habib’in Bursa’ya sürgün
edilmeleri emredilmiştir (BA, C. ZB.: 60/2956, Tarih: 29 Zilhicce 1241). Adana’da
yaşayan Menemenci aşireti boy beyi Menemencioğlu Habib Bey’i çekemeyen Adana
eski ayanlarından Hasan Paşa-zâde Ali Bey, Tecirli ve Kareler aşiretlerini kandırarak
Adana’yı basıp katl ve yağma yapmasından dolayı cezalandırılmıştır (BA, HAT.:
452/22379-M; 452/22379-G, Tarih: 25 Cemaziyelevvel 1244). Anteb civarında eşkıyalık
yapan Kızık aşireti boy beyi Çerçioğlu Kara Mehmed, Maraş mutasarrıfı Kalender
Paşa tarafından öldürülmüştür (BA, C. ZB.: 3/137; Tarih: 29 Zilhicce 1255). 5 Muharrem 1263 (24 Aralık 1846)’de Menemenci aşireti boy beyi Nabi Bey, kendisine bağlı
aşiretlere zulüm edip, fazla para tahsil ettiği için; hem boy beyliğinden atılmış, hem
para geri alınmış, hem de Lefkoşa’ya sürgün edilmiştir (BA, C. DH.: 153/7650; BA, A.
MKT.: 63/73; BA, A. MKT. MHM.: 2/44). Afşar boy beyi Çerkes, aşiretini iskan ettirmeyip, yaylağa götürmek istediğinden uyarılmıştır (BA, İ. MVL.: 221/7432; 26 Zilkade 1267).
Boy beyinin mümessilliği, devletten, gelenekten, statüden, asaletten (Oğuz Han soyundan) temsil yetkisi almasını sağlamıştır. Bu temsil iki yönlüdür; boy halkı nazarında devlet, devlet nazarında boy halkının mümessilliği icra edilir. Bu sebeple bey,
temsil ettiği kişiler veya aşiretleri adına hareket ederler ve sorumluluk yüklenirler
(Gündüz, 2005, s. 61). Beye verilen sorumluluk devlet icazetiyle yetkiye dönüşmüştür. Osman Beyin beylere verdikleri icazet, kuruculuk özelliğinden kazanılmış, sonuçta Osmanlı ve Safevî gibi benzeri olan devletlerin doğmasını sağlamıştır. Bu noktada Padişah ile bey arasında kanunî teminat temeline dayanan bir ilişki vardır. Timar bu ilişkinin kanunî teminatını perçinleyen ve hukuken berat ile tasdik edilen
şartname hüviyetindedir. Maraş Sancağı’nda Kars-ı Zülkadriye boy beyi Latif-zâde Hacı
Ali’ye berat verilmesi (BA, C. DH.: 81/4033, Tarih: 21 Şaban 1199/29 Haziran 1785)
emrinde olduğu gibi, berat alan bey, devletin muhafazası sorumluluğunu üstlendiği
gibi, temsil hukukuna da girmiş veya mümessillik elde etmiştir. Hukuk içerisinde
uyulacak kurallar ve temsil edilenin iradesi çok yönlü menfaatlerin dengelendirilmesinde karşılaşılan pratik ve esas sorundur. Bu istikbal sorununu Devlet, merkezîleşmeyle aşmaya çalışmış, güçlü mümessilliği devlet memuriyetine dönüştürerek de
büyük ölçüde bunu başarmıştır. Tabi ki bu sırada sorundan kaynaklanan sıkıntılar,
aşiretleri derinden etkilemiş ve Orhonlu ile Halaçoğlu’nun teferruatlıca işledikleri
sürgünlerin yaşanmasına yol açmıştır.
Temsilci sıfatıyla beyin merkezî hükümetle ilişkileri düzenlemedeki sorumluluğu,
hem boyun, hem de devletin gücü ve geleceği açısından önemlidir. Temsil yeteneği,
hükümdar-bey diyalogu ve siyasi, askerî, hukukî işbirliği içerisinde boya ve devlete
güç ve kudret verir. Buna karşılık, temsildeki yetersizlik, merkezî hükümetin o boya
karşı menfi tavır takınması sonucunu doğurmaktadır. Osmanlı padişahlarının soy,
kültür ve ülkü birliği olmasına rağmen, boylara karşı takındıkları “perakende politikası” temsil sahiplerinin aşırı arzu ve isteklerini törpülemek ve onları merkezin memuru hâline getirmek isteğinden kaynaklanmaktadır. Osmanlı kanun/nizam hükümranlığına karşı direnç göstermiş, konfederasyon /federasyon şeklinde teşkilatlanmış
105
ALİ SİNAN BİLGİLİ
Varsak, Turgut, Karaman beylerinin temel sorunu, işte bu aşırı arzulardır. Buna
karşılık devlet politikaları, iç ahengi bozabilecek her türlü güç dengelerini ortadan
kaldırmaya ve oluşturulmak istenen boy beyinin bir nevi muhtariyet isteğini yok
etmeye yöneliktir. Bu muhtariyet sorunu tedricen eritilmiş ve muhtariyet, memuriyete dönüştürülmüştür. Devletin doktrini ve yönetim, idarî, askerî, toprak tatbikatı boy
esasına göre kurulmuş olmakla birlikte, İslâm hukukunun tevhid esasına istinaden
oluşturulan Osmanlı hukuku, temsil muhtariyetinin oluşmamasındaki en büyük
etkendir. Osmanlı hukuku ve diğer alanlardaki tatbiki, muhtariyeti şiddetle reddederken bu ret, hâkimiyetin bölünmezliği ilkesine dayanmaktadır. Çünkü İslâm karakterli hukuk, halife-yi rûy-ı zemin olan hükümdarı ve onun divandan müteşekkil hükümetini, idare ve iradede tek yetkili ve mümessil kılmaktadır (İnalcık, 1958, s. 69
vd.).
Sonuç
Araştırmamız, Osmanlı Devleti’nin kurucularının boy beyleri olması hasebiyle, kuruluş veya başlangıç dönemlerinde kendinden önceki ve Safevîler gibi çağdaşı devletlerle benzer özellikler gösterdiğini ortaya koymuştur. Bununla birlikte, daha sonraki
dönemlerde devlet idarî yapılarında ve sistemlerinde meydana gelen değişimlerin,
beyin idarî fonksiyonu gibi, hukukunu da etkilediği görülmüştür. Osmanlılarda boybey başlangıçta kamu hukuku sahibi iken, Fatih Sultan Mehmed devrinde bu durumun büyük ölçüde değişerek, özel hukuklu devlet memuru hâline geldikleri ortaya
çıkmıştır.
Boy beyleri, kuruluştaki katkılarıyla, kendilerine has bir savaşçı-yönetici hukuku
yaratmışlardır. Devletlerin gelişmesi ve büyümesinde, boy askerleriyle büyük hizmette bulunmuş olmaları, onların yönetici hukukuna (kamu hukuku) sahip olmalarını sağlamıştır. Ancak bir müddet sonra Padişahlar, gücü merkezde toplamak istediklerinden, onların etkili varlıklarından rahatsız olmaya başlamışlar ve karşı politikalar geliştirmişlerdir. Osmanlı padişahları, kul sistemi, iskân siyaseti ve timar rejimiyle beylerin kamu hukukunu ellerinden almış ve onları birer devlet memuru veya
üretken çiftçi/çoban hâline getirmeyi başarmışlardır.
Tatbikatta beyin temsilcilik sıfatı, yakın zamanlara doğru iyice azalmış olmakla birlikte, boyu temsilde gösterdiği maharet, devlet-boy arasındaki hukuk açısından
önemli bir görev olmuştur. Temsil hakkı, devletin beyi ve boyu tanımasını ve imtiyazlar vermesini sağlamıştır. Devlete (Padişaha) ve rejime sadakat göstermek ve
kanunlara uymak şartlarıyla, bunu iyi değerlendiren temsilciler, boylarının rahat ve
huzur içinde bir hayat sürmesini sağlamışlar, tersi durumlarda aşiretlerinin sürgün
ve şekavetine karşı, merkezi yönetimin silahlı güç kullanılmasına sebebiyet vermişlerdir. Bu da pek çok insanın acı çekmesine neden olmuştur.
Sonuç olarak, savaşçı-yönetici karakterli Türk devlet hiyerarşisi ve hukuku, yüzyıllar
içerisinde meydana gelen siyasî, askerî, sosyal faktörlerin etkisiyle bir değişime uğramıştır. Bu hukukî değişimden bey de etkilenmiştir.
106
OSMANLI DEVLET HUKUKUNDA BOY BEYİ
KAYNAKÇA
1-ARŞİV VESİKALARI
1-İstanbul-Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BA).
Bâb-ı Asafî Divân-ı Hümâyûn Kalemi, Ruûs Defterleri (A. RSK): 1459, 1466, 1572.
Bâb-ı Asafî Divân-ı Hümâyûn Kalemi, Tahvîl Defterleri (A.NŞT): 1159.
Cevdet, Adliye (C. ADL): 72/4322, 85/5133.
Cevdet, Askeriye (C. AS): 333/13785, 559/23465, 1086/47919.
Cevdet, Dâhiliye (C. DH): 65/3217, 81/4033, 153/7650; 188/9361; 262/13055, 274/13657.
Cevdet, Zaptiye (C. ZB): 3/137, 23/1127, 60/2956.
Dâhiliye, Mektubi Kalemi (DH. MKT): 1322/89, 2180/94.
Hatt-ı Hümâyûn (HAT): 452/22379-M, 452/22379-G, 703/33798, 752/35519, 752/35519A, 809/37201-E.
İbnülemin, Dahiliye (İE. DH): 2/148, 13/1244.
İradeler, Meclis-i Vâlâ (İ. MVL): 221/7432.
Kamil Kepeci (KK), Divân-ı Hümâyûn Divân Kalemi: 79.
Kamil Kepeci (KK), Ruûs Defterleri: 221.
Maarif Nezareti, Mektubî Kalemi (MF. MKT): 526/41.
Maliyeden Müdevver Defterler (MAD): 534, 563.
Mühimme Defterleri (MD): 1, 2, 3, 4, 8, 34, 37, 44, 69, 73, 74, 90, 112.
Ruznamçe Defterleri: 2.
Sadâret, Divân Kalemi Evrakı (A. DVN): 103/60.
Sadâret, Meclis-i Vâlâ Evrakı (A. MKT. MVL): 8/11.
Sadâret, Mektûbî Kalemi Evrakı (A. MKT): 63/73.
Sadâret, Mühimme Evrakı (A. DVN. MHM): 3/26.
Sadaret, Mühimme Kalemi Evrakı (A. MKT. MHM): 2/44.
Sadâret, Teşrifât Kalemi Evrakı (A. TŞF): 2/89.
Tapu-Tahrir Defterleri (TD): 221, 998, 1067.
2-İstanbul-Belediye Kütüphanesi, Atatürk Kitaplığı. Muallim Cevdet Yazmaları, (MC)
nr. O.71, O.89.
3-Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi (TSMA): E.11351.
4-Defter-i Caba-i Eyalet-i Çıldır 1694-1732 (1979). Türkçe metni ve Gürcüce çevirisini
notlarla yayınlayan Tsisana Abuladza, Miheil Svanidze, Tbilisi: Gürcistan SS
Cumhuriyeti Bilimler Akademisi Komisyonu.
2-MAKALE VE KİTAPLAR
Ahmed Cevdet Paşa, (1980). Ma’ruzât. (Y. Halaçoğlu, Haz.). İstanbul: TTK Yay.
Ahmed Cevdet Paşa, (1986-1991). Tezâkir. (C. Baysun Haz.). 4 c., Ankara: TTK Yay.
Ahmed Refik (1989). Anadolu’da Türk Aşiretleri (966-1200). İstanbul Enderun Yay.
Anonim Tevârih-i Âl-i Osman (1992). (Nihat Azamat Haz.). İstanbul: Marmara Üniversitesi Yay.
Arsal, S. M. (1947a). Türk Tarihi ve Hukuk. İstanbul: İstanbul Hukuk Fak. Yay.
Arsal, S. M. (1947b). Kutadgu Bilig. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, II,
657-683.
Arslan, M. (1987). Kutadgu-Bilig’deki Toplum ve Devlet Anlayışı. İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.
107
ALİ SİNAN BİLGİLİ
Aşıkpaşa-zade (1332). Tevârih-i Al-i Osman. (Neş. Ali Bey). İstanbul.
Aliyarlı, S. (1996). Azerbaycan Tarixi, Uzaq keçmişden 1870-ci illere qeder. Bakı.
Aydın, D. (1998). Erzurum Beylerbeyiliği ve Teşkilatı Kuruluş ve Genişleme Devri (15351566). Ankara: TTK Yay.
Barkan, Ö. L. (1939). Türk-İslâm toprak hukuku tatbikatının Osmanlı imparatorluğunda aldığı şekiller, Malikâne-Divanî sistemi. Türk Hukuk ve İktisat Tarihi
Mecmuası. II, 119-185.
Barkan, Ö. L. (1941). Türkiye’de İmparatorluk Devirlerinin Büyük Nüfus ve Arazi
Tahrirleri ve Hakana Mahsus İstatistik Defterleri. İstanbul Üniversitesi İktisat
Fakültesi Mecmuası. II/1, 29-59.
Beşirli, M. (2003). XIX. Yüzyılın Başlarında Tokat Voyvodalığı’na Bağlı Bazı Türkmen
Kabilelerinin Sorunları. Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 27,
289-307.
Bilgili, A. S. (2004). Osmanlı-İran ve Azerbaycanı-I 16. ve 18. Yüzyıllar Sosyal ve Ekonomik
Tarih. Erzurum: Bozkır Yay.
I. Selim Kanûnnâmesi (1512-1520) (1995). (Y. Yücel ve S. Pulaha, Haz.). Ankara: TTK
Yay.
Cevizci, A. (2005). Felsefe Sözlüğü. Ankara: Paradigma Yay.
Donuk, A. (1982). Eski Türklerde Hükümdarın Vazifeleri ve Vasıfları. Türk Dünyası
Araştırmaları Dergisi. XVII, 103-152.
Donuk, A. (1985). Eski Türk Devlet Teşkilatında “Bey” Unvanı ve Tarihi Gelişmesi.
Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türklük Araştırmaları Dergisi. I, 710.
Emecen, F. M. (1989). Akça Koca. DİA. II, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay.
Emecen, F. M. (2001). İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikler Dünyası. İstanbul: Kitapevi Yay.
Gelibolulu Mustafa Alî, (2003). Künhü’l-Ahbâr, II, (M. H. Şentürk, Yay.). Ankara: TTK
Yay.
Gökalp, Z. (1976). Türk Medeniyeti Tarihi. (K. Y. Kopraman ve İ. Aka, Haz.). İstanbul:
Kültür Bakanlığı Yay.
Gökalp, Z. (1981). Türk Devletinin Tekâmülü. (K. Y. Kopraman Haz.). Ankara: Kültür
Bakanlığı Yay.
Gökbilgin M. T. (1977). Osmanlı Müesseseleri Teşkilatı ve Medeniyeti Tarihine Genel
Bakış. İstanbul: İstanbul Üniv. Edebiyat Fak. Yay.
Gündüz, T. (1997). Anadolu’da Türkmen Aşiretleri, “Bozulus Türkmenleri 1540-1640”.
Ankara: Bilge Yay.
Gündüz, T. (2005). XVII. Ve XVIII. Yüzyıllarda Danişmendli Türkmenleri. İstanbul: Yeditepe Yay.
Gündüz, T. (2008). Safevîler. DİA, XXXV, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay.
Hadidî, (1991). Tevârih-i Âl-i Osman (1299-1523). (N. Öztürk, Haz.). İstanbul: Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yay.
Halaçoğlu, Y. (1988). XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İskân Siyaseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi. Ankara: TTK Yay.
Hasan-ı Rûmlu (2006). Ahsenü’t-Tevârih. (M. Öztürk, Çev.). Ankara: TTK Yay.
Hezarfen Hüseyin Efendi (1998). Telhîsü’l-Beyân fî Kavânîn-i Âl-i Osmân. (S. İlgürel,
Haz.). Ankara: TTK Yay.
108
OSMANLI DEVLET HUKUKUNDA BOY BEYİ
İbn Batuta, (1983). İbn Batûta Seyahatnamesi, (Sad.: M. Çevik), I-II, İstanbul: Üçdal Yay.
İbn Kemal (1991). Tevârih-i Âl-i Osman, I. Defter. (Ş. Turan, Haz.). Ankara: TTK Yay.
İdrîs-i Bidlisî (2001). Selim Şah-nâme, (H. Kırlangıç, Haz.). Ankara: Kültür Bakanlığı
Yay.
İlgürel, M. (2001). İstimâlet. DİA, XXIII, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay.
İnalcık, H. (1958). Osmanlı Pâdişahı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, XIII/1, 68-79.
İnalcık, H. (1959). Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü ve Türk Hâkimiyet Telâkkisiyle İlgisi. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, XIV/1, 69-94.
İnalcık, H. (1967). Adaletnâmeler. Belgeler, II/3-4
İnalcık, H. (1997). Osman Gazi’nin İznik Kuşatması ve Bafeus Muharebesi. Osmanlı
Beyliği (1300-1389). (E. A. Zachariadou, Ed.). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay.
İnalcık, H. (2000). Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet. İstanbul: Eren Yayıncılık
İnalcık, H. (2003). Mehmed II. DİA, XXVIII, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay.
İnalcık, H. (2005). Makaleler I. Doğu Batı, Ankara: Doğubatı Yay.
İnalcık, H. (2006). Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ (1300-1600). (R. Sezer, Çev.). İstanbul: Yapı Kredi Yay.
İpşirli, M. (1999). Klasik Dönem Osmanlı Devlet Teşkilatı. Osmanlı Devleti Tarihi, I, (E.
İhsanoğlu, Ed.). İstanbul: Feza Gazetecilik Yay.
İskender Beg Türkmen (1335). Tarih-i Alam Arâ-yı Abbasî. I-II, Tahran.
Kafesoğlu, İ. (1980). Eski Türkler’de Devlet Meclisi-Toy. İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türkiyat Enstitüsü Birinci Millî Türkoloji Kongresi Tebliğler. (6-9 Şubat
1978), 205-209.
Kafesoğlu, İ. (1986). Türk Millî Kültürü. İstanbul: Boğaziçi Yay.
Kaşgarlı Mahmud (2006). Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi, I, (B. Atalay, Çev.). Ankara:
TDK Yay.
Kılıç, O. (2001). Ocaklık Sancakların Osmanlı Hukukunda ve İdarî Tatbikattaki Yeri.
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, XI/1, 257-274.
Kırzıoğlu, M. F. (1992). Yukarı Kür ve Çoruk Boyları’nda Kıpçaklar İlk-Kıpçaklar (M.Ö.
VIII-M.S. VI. yy) ve Son-Kıpçaklar (1118-1195) ile Ortodoks-Kıpçak Atabekler Hükümeti (1267-1578). Ankara: TTK Yay.
Köprülü, F. (1988). Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu. Ankara TTK Yay.
Köprülü, O. F. (1992). Bey. DİA, VI, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay.
Lindner, R. P. (2000). Ortaçağ Anadolu’sunda Göçebeler ve Osmanlılar. (M. Günay, Çev.).
Ankara: İmge Kitabevi.
Mevlânâ Mehmed Neşrî, (2008). Cihânnümâ. (N. Öztürk, Haz.). İstanbul: Çamlıca
Yay.
Miroğlu, İ. (1989). Fetret Devrinden II. Bayezid’e Kadar Osmanlı Siyasî Tarihi. Doğuştan günümüze Büyük İslâm Tarihi. X, (Red. Hakkı D. Yıldız), İstanbul: Çağ
Yay.
Nevaî, Abdulhüseyn (1347). Şah İsmail Safevî. Tahran
Orhonlu, C. (1987). Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretlerin İskânı. İstanbul: Eren Yay.
Özcan, A. (1982). Fatih’in Teşkilât Kanunnemesi ve Nizâm-ı âlem için kardeş katli
meselesi. İstanbul Üniversitesi Tarih Dergisi, XXXIII, 1-56.
Ögel, B. (1971). Türk Mitolojisi. Ankara: Selçuklu Tarihi ve Medeniyeti Ens. Yay.
109
ALİ SİNAN BİLGİLİ
Ögel, B. (2001). Türk Kültürünün Gelişme Çağları. İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yay.
Ögel, B. (2002). Devlet Meclisi ve Kurultay. Türkler, II, 874-887, (H. C. Güzel, K. Çiçek,
S. Koca, Ed.). Ankara: Yeni Türkiye Yay.
Pamir, A. (2009). Orta Asya Türk Hukukunda “Töre” Kavramı. Ankara Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Dergisi. 58/2, 360-375.
Saydam, A. (2000). XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Aşiretlerin İskânına Dair Gözlemler.
Anadolu’da ve Rumeli’de Yörükler ve Türkmenler Sempozyumu Bildirileri. Ankara: Yörük Türkmen Vakfı Yay.
Saydam, A. (2009). Sultanın Özel Statüye Sahip Tebaası: Konar-Göçerler. Süleyman
Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, XX, 9-31.
Sofyalı Ali Çavuş Kanunnâmesi (1992). (M. Sertoğlu, Haz.). İstanbul: Marmara Üni.
Yay.
Söylemez, F. (2007). Osmanlı Devleti’nde Aşiret Yönetimi: Rişvan Aşireti Örneği. İstanbul: Kitapevi Yayınları
Sümer, F. (1949). Osmanlı Devrinde Anadolu’da yaşayan bazı Üçoklu Oğuz boylarına mensup teşekküller. İstanbul Üniversitesi İktisad Fakültesi Mecmuası, XI/1-4,
437-508.
Sümer, F. (1989). İlhanlı Hükümdarlarından Abaka, Argun Hanlar ve Ahmed-i
Celâyir. Belleten, LIII, 175-197.
Sümer, F. (1992). Oğuzlar (Türkmenler), Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları. İstanbul: Türk
Dünyası Araştırmaları Vakfı Yay.
Şahin, İ. (1982/a). Osmanlı İmparatorluğu’nda Konar-Göçer Aşiretlerin Hukuki Nizamları. Türk Kültürü, XX/227, 285-295.
Şahin, İ. (1982/b). XVI. Asırda Halep Türkmenleri. İstanbul Üniversitesi Tarih Enstitüsü
Dergisi, XII, 687-712.
Şahin, İ. (1997). XVI. Yüzyılda Osmanlı Anadolusu Göçebelerinin İdari ve Sosyal
Yapısı. İstanbul Üniversitesi Tarih Enstitüsü Dergisi, XV, 253-264.
Şahin, İ. ve Emecen, F. (1994). II. Bâyezid Dönemine Ait 906/1501 Tarihli Ahkâm Defteri.
İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yay.
Şahin, İ. (1997). XV ve XVI. Yüzyıllarda Osmanlı Taşra Teşkilatının Özellikleri. XV ve
XVI. Asırları Türk Asrı Yapan Değerler, İstanbul: Ensar Neşriyat
Temir, A. (1993). Suldus. İA, XI, İstanbul: MEB Yay.
Togan, A.Z.V. (1982). Oğuz Destanı Reşideddin Oğuznâmesi, Tercüme ve Tahlili, İstanbul:
Enderun Yay.
Turan, O. (2002). Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi. Türkler, II, Ankara: Yeni Türkiye
Yay.
Uğur, A. (2001). Osmanlı Siyâset-nâmeleri. İstanbul: MEB Yay.
Uzunçarşılı, İ. H. (1951). Kanun-ı Osmanî Mefhûm-ı Defter-i Hâkanî. Belleten, XV/59,
381-399.
Uzunçarşılı, İ. H. (1982). Osmanlı Tarihi. I, Ankara: TTK Yay.
Weber, M. (1978). Economy and Society: An outline of İnterperetive Sociology. (G. Roth, C.
Wittich, Çev.). University of California Press
Yavuz, N. (2004). Fırka-i Islahiye. Ankara: Gündüz Eğitim Yay.
Yazıcı-zâde Âli (2009). Tevârih-i Âl-i Selçuk. (A. Bakır, Haz.). İstanbul: Çamlıca Yay.
110
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
ÖZBEK OĞUZCASI VE ONUN HORASAN TÜRKÇESİYLE
BENZERLİKLERİ VE FARKLILIKLARI
AN DR EY KU BA TİN
Giriş
“Özbek Oğuzcası” olarak bilinen Oğuzca şive ve ağızlar Orta Asya’nın geniş bir coğrafyasında yaygındır. Bugün “Özbek Oğuzcası”yla konuşan nüfus esas olarak eski
dönemlerde Oğuz boyları yaşayan topraklarda, yani, Güney Kazakistan’ın bazı kasaba
ve köylerinde (bugünkü Türkistan ve Çimkent şehirleri arasındaki İkan, Karabulak,
Karamurt vb.), Özbekistan’daki Buhara vilayetinin güney batısında (Karaköl ve Alat
ilçelerinde), Eski Harezm bölgesinin büyük bir kısmında, yani Özbekistan’daki Harezm vilayet (il)inin güney bölgelerinde (Hive, Ürgenç, Hazaresp, Yengiarık, Bağat,
Koşköpür vb. ilçelerinde) ve Karakalpakistan’ın güneyindeki bir kaç şehirde (Törtköl
ve onun çevresi), Türkmenistan’ın Daşoğuz (Daşoğuz/Taşhauz, Köhne Ürgenç ve onların çevresi) ve Lebap (Türkmenabad/Çarcuy vb.) vilayetlerinin büyük bir alanında yaşamaktadırlar. Bilindiği gibi, Özbekler’in oluşumunda Oğuz boylarının katkısı büyük
olmuş, ancak, orta çağlarda Orta Asya’da tarih sahnesine çıkan Türk devletlerinin kurucuları daha çok Karluk / Hakanî vb. (örn. Karahanlılar) ve Kıpçak soylu (örn. Özbek
Hanlıkları) olması Oğuz etkisinin erimesine yol açmıştır. Bu sebeple yukarıda bahsedilen topraklarda yaşayan ve Oğuz lehçesinde konuşan ahali bügunlerde kendilerini
Özbek olarak saymaktadırlar. “Özbek Oğuzcası”yla konuşanların nüfusu 2 milyon
civarındadır. Bilim adamları Özbek dilinin Oğuz lehçesini, yani “Özbek Oğuzcası”nı,
aşağıdaki şekilde tasnif etmektedirler:
1. Güney Harezm şiveler grubu:
Ürgenç-Hive. Türkmenistan’ın Daşoğuz ve Lebap vilayetindeki mezkûr şiveye çok yakın olan Oğuz ağızlarını da bu şiveye dâhil edebiliriz;
Hazaresp-Yengiarık;
Törtkül-Sarıbiy. Bu şive Ürgenç-Hive şivesine yakınlık göstermekteyse de, ancak Harezm’deki Özbek Kıpçaksanından daha çok etkilenmiştir.
2. Buhara vilayetindeki Oğuz şiveleri:
Karaköl-Alat;
3. Güney Kazakistan Oğuz şiveleri:
İkan-Karabulak,
Karamurt (Hodjiev, 1997, s. 436).
111
ANDREY KUBATİN
Karaköl-Alat şivesi Türkmenceden etkilenen ve daha çok Türkmence karakter taşıyan
şive, İkan-Karabulak ve Karamurt şiveleri ise sadece sözvarlığı ve ünlüler bakımından
Oğuzcanın etkisinde olan Karluk şiveleri olduklarından dolayı bildiride esas olarak
Horasan Türkçesiyle Harezm Oğuzcasını karşılaştırılacaktır.
Horasan Türkçesi, hâlâ tam olarak kesinlik kazanmamış olsa bile, genel olarak İran’ın
kuzeydoğusunda ve komşu Türkmenistan’ın Amuderya ötesine kadar yaşayan Horasan Türkleri tarafından konuşulan ve Oğuz öbeğine ait yazı dili olmayan bir Türk lehçesi olarak bilinmektedir. Henüz bir yazı dili olmayan Horasan Türkçesi İran’ın Kuzey
Horasan, Razavi Horasan ve Güney Horasan olarak üçe bölünmüş olan eski Horasan bölgesinde konuşulmaktadır. Horasan Türkçesi, Türkmence ve Azerice arasında olup, Türkmenceye daha çok yakınlık göstermektedir. Ancak, G. Doerfer’in
belirttiği gibi, birçok önemli noktada Horasan Türkçesi açık olarak Türkmenceden ayrılmaktadır (Doerfer, 1969, ss. 9-11). Bununla beraber yine Doerfer Horasan Türkçesi ile
Özbek Harezm Oğuzcası arasında benzerlikler var olduğunu da belirtererek, ikisini de
Doğu Oğuzcasına dâhil etmiştir (Doerfer, 1977, ss. 194-195).
Horasan Türkçesi yaklaşık bir milyon fazla kişi tarafından konuşulmaktadır.
Yayıldıkları alan genellikle Bocnurd, Şirvan, Kuçan, Dara-Gaz, Kelat, Esferayin gibi
Horasan bölgesinin kuzeyini kapsar. Çoğunluğun bu bölgede bulunmasıyla birlikte
Sebzevar’la Nişabur’un kuzeyinde, yani Servilayet, Hur, Cüveyn, Ribat, Mişkan ve
çevresindeki köylerde de Horasan Türklerine rastlamak mümkündür (Ziyayeva, 2006,
ss. 91-92).
Dr. Cevat Heyet Horasan Türkçesinin dört şiveden oluştuğunu belirtmiştir:
1. Güney şivesi (Cüveyn, Ribat, Mişkan, Bam ve Safiabat);
2. Merkezi şive (Servilayet);
3. Kuzey-Doğu şivesi (Deregez, Kelat ve Kocan);
4. Kuzey-Batı şivesi (Şirvan ve Bocnurt) (Ziyayeva, 2006, s. 93).
G. Doerfer ise Horasan Türkçesinin başlıca üç lehçesi olduğunu belirlemiş ve “ev”
anlamında kullanılan sözcüğün dil coğrafyasına göre ağızlarda dağılımını şöyle
göstermiştir.
I. ev – Kuzey-Batıda ve Batıda: Şeyh-Teymur, Bocnurd, Cogatay, Kelat (Esferayan
yakınında), Asadlı. Öv kuzeyde: Dara-Gaz, Lutfabad;
II. öy – Kuzey-Doğuda geniş bir alanda: Ziyaret, Şirvan, Kuçan, Şurek, Dovga’i, Marişk,
Kelat (Meşhed yakınında), Gucgi. Oy ayrıca Lenger’de;
III. eu – Güneyde: Nişabur dolaylarında (Ruhabad, Herv-i Ulya, Pir-Kumac), Karabağ,
Sultanabad, Hukmabad. Ev ayrıksal olarak Çerem’de (Doerfer, 1974, ss. 200-201).
Ancak, şimdiki zaman ve bildirme ekleri esasında Horasan Türkçesini Gerhard Doerfer
şimdiye dek bilinen ağızları göz önüne alarak şöyle sınıflandırır:
1.
Kuzey-Batı: Şeyh-Teymur, Bocnurd, Asadlı,
2.
Kuzey: Zeyarat, Şirvan, Zourom, Kuçan, Şurak, Lutfabad, Douga’ı, Dara-Gaz 1,
Dara-Gaz 2, Nohur, Anau vb.
3.
Kuzey-Doğu: Mareşk, Conk, Gucgı, Langar
4.
Güney-Doğu: Harve ‘Olya, Ruhabad, Çaram-Sarcam, Kalat
5.
Güney-Batı: Cogatay, Hokmabad, Soltanabad, Karabag, Pır-Komac (Doerfer,
Hesche, 1993, s. 24).
112
ÖZBEK OĞUZCASI VE ONUN HORASAN TÜRKÇESİYLE BENZERLİKLERİ VE FARKLILIKLARI
G. Doerfer ve W. Hesche Türkische Folklore-Texte aus Chorasan adlı eserde Horasan
Türkçesi ile ilgili şunları belirtmektedir: “Ağızların bir bölümü arasındaki farklar oldukça belirgindir. En az beş grup arasında bir ayrım yapılmalıdır. (bk. Doerfer, Hesche,
1993, s. 24). Ancak, burada Özbekçenin (veya Oğuz Özbekçesinin) (yani Harezm Oğuzcasının – A.K.) kuzey ve kuzey-doğu ağızlarıyla birlikte Langar ve güney-batı ağızları
üzerindeki etkisine dikkat edilmelidir. Burada Azerbaycan Türkçesinin ağızları da en
azından Kuzey Horasan’ın merkezinde varlığını korumaktadır. Bu durumda, “Horasan Türkleri” tanımlaması, daha çok coğrafi olarak anlaşılmalıdır. Çünkü “Horasan’da
yaşayan Türk grupları”ndan söz etmek gerekir” (Tulu, 2006, s. 118). Demek ki, Horasan Türkçesi ve Harezm Oğuzcasını karşılaştırırken yukarıda zikredilen özelliklere
dikkat edilmelidir.
Yukarıda gördüğümüz gibi, Harezm Oğuzcası ve Horasan Türkçesi geniş topraklarda
yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu iki Türk lehçelesi binlerce kilometre mesafede
kullanılmasına ve Türkmence konuşan nüfusu ayırmasına rağmen, onların arasında
birçok benzerlik bulunmaktadır. Aşağıda bu benzerlik ve farklılıkların üzerinde
durulacaktır.
SESLER: Harezm Oğuzcasında 9 kısa ve 9 uzun ünlü vardır: i (ï), e, ä, ü, ö, ı, u (î), o, a
(â), i:, ä:, ü:, ö:, ı:, u:, o:, a: (Abdullaev, 1961, ss. 130-132). Harezm Oğuzcasının diğer
önemli bir ayırt edici ses özelliği, onun Ana Türkçedeki ve Ana Oğuzcadaki uzun
ünlüleri korumasıdır. Kısa ünlülerle zıtlaşan uzun ünlüler yalnızca Türkmence
etkisiyle açıklanamaz, çünkü Türkmencede kısalan bazı ünlüler, Harezm Oğuzcasında
uzun ünlüyle görülür: ya:n ‘yan’, ḳı:z ‘kız’, o:t ‘ateş’, bu:t ‘but’, ge:cä ‘gece’, di:ri ‘diri,
canlı’, ö:ç ‘öç, intikam’, gü:ç ‘güç’ (Eker, 2006, ss. 120-121). Bunun dışında Harezm
Oğuzcasunda ikincil uzun ünlüler de vardır.
Horasan Türkçesinde 9 kısa, 9 uzun ünlü bulunur: i (ï), e, ä, ü, ö, ı , u, o, a (â), i:, ä:, ü:, ö:,
ı:, u:, o:, a:. Horasan Türkçesini diğer Oğuz yazı dillerinden ayıran ve onu Türkmence
hem de Harezm Oğuzcasıyla ortak kılan özellik bu Türk ağzında asıl uzun ünlülerin
korunmasıdır: o:din “odun”, a:t “at”, to:li “dolu”, be:r- “ver-”, ge:ce “gece”, bu:t “but”,
ka:n “kan”, yo:l “yol”, o:t “ateş”. Farsça etkisiyle diğer Oğuz yazı dillerinde görülen ü~ö
denkliği Horasan ağızlarında korunamamıştır (ö > e veya o, ü > i, ı > i). Bu Horasan
ağızlarının en önemli fonetik özelliğidir (Ziyayeva, 2006, s. 93).
Harezm Oğuzcasında 22 ünsüz bulunur: b, v, g, ğ, d, c, z, y, k, ḳ, l, m, n, ŋ, p, r, s, t, x, h, ç,
ş (Abdullaev, 1961, s. 132).
Söz başındaki ḳ-’nın korunması: Oğuz dillerinin en önemli ses özelliklerinden biri, söz
başındaki ḳ- > ġ- ötümlüleşmesidir; ancak, Azerice, Türkmence, Anadolu ağızları ve
Horasan Türkçesinin bazı ağızlarının aksine, Harezm Oğuzcasında söz başındaki ḳ-,
Türkiye Türkçesi, Gagavuz yazı dilinde olduğu gibi, korunur.
-ḳ- / -k-’nin korunması: Ürgenç-Hive diyalektinde çok heceli sözlerin sonundaki -ḳ- ve k-’nin ünlüler arası durumda ötümlüleşmemesi Harezm Oğuzcasının önemli bir ayırt
edici ses özelliğidir: ayaḳı ‘ayağı’, kulaḳım ‘kulağım’; göynekim ‘gömleğim’ vb. (Eker,
2006, ss. 120-121).
Horasan Türkçesinde de 22 temel ünlü vardır: b, v, g, ğ, d, c, z (δ), y ( ỳ), k, ḳ (ġ), l, m, n, ŋ,
p, r, s (θ), t, x, h, ç, ş. Ancak, ağızlara göre ünsüzlerin sayısı değişmektedir (bk. Doerfer,
Hesche, 1993, s. 33).
113
ANDREY KUBATİN
İSİM ÇEKİMİ
Harezm Oğuzcasında ve Horasan Türkçesinde çoğul ekleri Türk lehçelerinin
ekserisinde kullanılan -lAr eki kullanılmaktadir. Harezm Oğuzcası: -la(r) // -lä(r)
(Abdullaev, 1961, ss. 268, 272); Horasan Türkçesi: -la(r) // -lä(r) (Doerfer, 1977, s. 160).
İyelik ekleri karşılaştırılmakta olan iki lehçede birbirinden fazla farkı olmamakta,
sadece Horasan Tükçesinde fonetik biçimi bakımından çeşitlilik bulunduğu göze
çarpmaktadır.
Tablo 1. Harezm Oğuzcasında ve Horasan Türkçesinde iyelik ekleri
Harezm Oğuzcası
Horasan Türkçesi
(Abdullaev, 1961, ss. 145- 146)
(Doerfer, 1977, ss. 162-164).
şahıs
tekil
çoğul
tekil
çoğul
I.
-m, -ïm/-ım
-mïz/-mïz, -ımız/ïmïz
-m, -im/-ım
-mis/-imis,
II.
-ŋ, -ïŋ/-ıŋ
-ŋïz/-ŋız, -ïŋïz/-ıŋız
-ŋ, -iŋ/-ıŋ, -iŋ/y
~ń, -
-ŋis/-iŋis, -ŋ́is/-iŋ́is, ỳis/-iỳis, -yis/-iyis, -i:s/yis, -gis, -gis/-igis
-bis/-ibis
in/n, -i/-ń, -i/-y, i/-ỳ ,
-i/-n
III.
-ï/-ı, -sï/-sı
ï/-ı, -sï/-sı
-ï/-ı, -sï/-sı
ï/-ı, -sï/-sı
(-lärï /-ları)
(-lärï /-ları)
Hâl ekleri bakımından da Harezm Oğuzcası ve Horasan Türkçesi arasında epeyce
yakınlık vardır.
Tablo 2. Harezm Oğuzcasında ve Horasan Türkçesinde hâl ekleri
Horasan Türkçesi
Harezm Oğuzcası
(Doerfer, 1977, ss. 160-162).
(Abdullaev, 1961, ss. 145- 146)
Yalın hâl
-
-
İlgi hâli
Hazaresp-Yengiarık:
-in (-iŋ) ~ ï , -nin (-niŋ) ~ -ni
-ïŋ / -ıŋ, -nïŋ / -nıŋ;
Hive-Ürgenç:
-nï / -nı
Yaklaşma
hâli
-ä / -a, - gä / -yä / -ğa
-ä / -a, -yä / -ya , -na/ -nä, -gä / -ga
Yapma hâli
Hazaresp-Yengiarık:
-i / -ı; -ni / -nı
-i / -ï / -ı; -nï / -nı;
Hive-Ürgenç:
-nï / -nı
Bulunma hâli
-da / -dä , -ta / -tä
-da / -dä, -ta / -tä
Uzaklaşma
hâli
-dan / -dän, -tan / -tän, -nan / nän
-dan / -dän, -tan / -tän
114
ÖZBEK OĞUZCASI VE ONUN HORASAN TÜRKÇESİYLE BENZERLİKLERİ VE FARKLILIKLARI
ZAMİRLER
Harezm Oğuzcasında ve Horasan Türkçesinde Türk lehçelerinin ekserisinde kullanılan
zamirler kullanılmakta olup, birbirlerine benzerlik göstermektedir. Sadece Harezm
Oğuzcasında III. şahıs zamirlerin başında protetik h- ya da v-’nın bulunması Harezm
Oğuzcasının diğer Türk dillerinden ayırt edici özelliğidir bk. Tablo 3.
Tablo 3. Harezm Oğuzcasında zamir çekimi.
Harezm Oğuzcası (Abdullaev, 1961, s. 157)
Tekil
Çoğul
Yalın
I
män
II
sän
III
hu/vu
I
bïzlä
II
sïzlä
İlgi
mänï
sänï
hunı/vunı
bïzlänï
sïzlänï
Yaklaşma
maŋa
saŋa
huŋa/vuŋa
bïzlärä
sïzlärä
Yapma hâli
mänï
sänï
hunı/vunı
bïzlänï
sïzlänï
Bulunma
mändä
sändä
hunda/vunda
bïzlädä
sïzlädä
Uzaklaşma
männän
sännän
hunnan/vunnan
bïzlädän
sïzlädän
III
hula/
vula
hulanı/
vulanı
hulara/
vulara
hulanı/
vulanı
hulada/
vulada
huladan/
vuladan
Tablo 4. Horasan Türkçesinde zamir çekimi.
Horasan Türkçesi (Doerfer, Hesche, 1993, s. 339-378).
Tekil
Yalın
İlgi
Yaklaşma
Yapma
Bulunma
Uzaklaşma
Çoğul
I
män,
mä,
min
mäniŋ,
män,
mäni,
mänüm,
mänün
mänä,
mäŋ,
mäŋgä,
minä
II
sän, sin
III
o, u
I
biz
II
siz
sänïŋ,
sän,
sänin
onıŋ,
on,
onın,
uni
biziŋ,
bizin,
bizi
siziŋ,
sizin
III
olar,
ola,
ula
olarıŋ,
oların
sänä,
säŋä,
sinä
bizä, bizlära
sizä,
olara
mäni, mini
säni,
sini
sändä
bizni,
bizi,
bizlära
bizdä
sizni,
sizi,
sizlära
sizdä
oları,
olara
mändä,
mäŋä,
mindä
mändän,
minδän,
mänδän
ona,
oŋa,
oŋga,
uya,
una
onı,
oni,
uni
onda,
unda
olarda
ondan,
unδan
bizdän
sizdän
olardan
sändän,
sänδän
115
ANDREY KUBATİN
FİİL ÇEKİMİ
Emir-istek kipi Harezm Oğuzcasında ve Horasan Türkçesinde fiil gövdesine gelen
emir-istek kip eklerinin eklenmesi ile oluşmaktadır. Mezkur iki lehçede bu kipin
ekleri birbirine benzerlik göstermektedir. Ancak, bununla beraber Horasan
Türkçesinde Harezm Oğuzcasına göre eklerin daha biçim çeşitliliğine sahip
bulunduğu görülmektedir.
Tablo 5. Harezm Oğuzcasında ve Horasan Türkçesinde emir-istek çekimi
Harezm Oğuzcası
(Abdullaev, 1961, s. 160)
şahıs
tekil
çoğul
I.
-Iyn (-I:n):
-ıyn (-ı:n),
-iyn (-i:n)
-AlI:
-alı, -äli
II.
-θ
-IŋlA:
-ıŋla, -iŋlä
III.
-sIn:
-sın, -sin
-sInlA:
-sılla, -sillä
Horasan Türkçesi1
(Doerfer, 1977, ss. 173-174).
tekil
-Im ~ -Ay ~ -AyIm:
-im (3, 5-13, 18, 24,
25),
- ịm / -ị:m (4),
-äm (17, 19, 21-23),
-äyim (14),
-äy (14, 20),
- ị (17)
-θ. Bununla
beraber:
-аŋ (4, 22, 25),
-äy (5, 7, 11, 18, 19,
21), -än (16, 20, 24),
-äsän (9, 10), -gäysä
(12-14), -isän (15)
-sIn:
-sin (3-13, 15-25),
-si (14, 15)
çoğul
-IK ~ AylI ~ AlIm:
-äy (3-6, 10, 24, 25),
-äk (7, 8, 11, 15, 17, 2123),
-äyli (12, 14),
-ili ~ -älim (14),
-ik (16),
-ämis ~ -äk (20)
-Iŋ ~- IŋIz:
-äŋis (4, 21, 25),
-äyis (7, 11, 17, 19, 22,
23),
-äsis (7, 9),
-äysis (10),
-gäysis (12, 13)
-sInlAr:
-silän (3-7, 11, 12, 17-20,
22-25),
-sinlär (10),
-silä/-silär (15),
-gäylä (13).
İstek kipinde Horasan Türkçesinin genel olarak Kuzey ağızları Harezm Oğuzcasıyla
II. şahıs tekil, II. ve III. şahıs çoğulda yakınlık göstermektedir.
Tablo 6. Harezm Oğuzcasında ve Horasan Türkçesinde istek çekimi
Harezm Oğuzcası
(Abdullaev, 1961, s. 161)
şahıs
Tekil
1
çoğul
Horasan Türkçesi
(Doerfer, 1977, ss. 173).
tekil
çoğul
I.
-GaymAn
-GAymIz
-Am
-AK ~ -AmIs
II.
-GaysAn
-GAysIlA
III.
-Gay
-GAylA
-Aŋ ~ -Asan
~-GAysAn
-A
-AŋIz ~ -AsIz ~
-GAysIz
-AlAr ~ -GAylAr
Cetvelde parantez içinde kullanılan rakamlar G. Doerfer’in kendi araştırmalarında Horasan
Türkçesi konuşurlarının bulunduğu Horasan’daki şehir, kasaba ve köyler için kullandığı
rakamlardır: 3. Şeyh Teymur, 4. Bocnurd, 5. Zeyarat, 6. Şirvan, 7. Kuçan, 8. Şurak, 9. Lotfabad,
10. Derregaz, 11. Dogai, 12. Cunk, 13. Gocgi, 14. Mareşk, 15. Langar, 16. Çaram, 17. Ruhabad,
18. Harve Olya, 19. Pir Komac, 20. Kara Bağ, 21. Soltanabad, 22. Hokmabad, 23. Cogatay, 24.
Kalat, 25. Asadli (bk. Doerfer, 1977, s. 203 ).
116
ÖZBEK OĞUZCASI VE ONUN HORASAN TÜRKÇESİYLE BENZERLİKLERİ VE FARKLILIKLARI
Haber kipleri bakımından Horasan Türkçesi ve Harezm Oğuzcası yakınlık göstermektedir.
Harezm Oğuzcasında aşağıdaki haber kipleri mevcuttur:
GEÇMİŞ ZAMAN
-dI’li Geçmiş zaman: -dI + şahıs ekleri. I. şahıs: - dIm, -dIK; II. şahıs: -dIŋ, -dIŋlA; III.
şahıs: -dI, -dIlA.
Belirsiz geçmiş zaman: -GAn / -Kan + şahıs ekleri. I. şahıs: - GAnmAn, -GAnmIz; II.
şahıs: -GAnsAn, -GAnsIzlA; III. şahıs: -GAn, -GAnlA. Pratikteki şekiller, örneğin, I.
şahıs. -ğamman / -gämmäm, -ğammız / - gämmiz; III. şahıs çoğul: -ğalla / -gällä.
Anlatı geçmiş zaman: -Iр + şahıs ekleri. I. şahıs: - IpmAn, -IpmIz; II. şahıs: -IpsAn, IpsIzlA; III. şahıs: -IptI, -IptılA.
Geçmişteki geçmiş zaman: -Ip + edi + şahıs ekleri. Pratikteki şekiller, örneğin, I.
şahıs: -Ivädim, -Ivädik; II. şahıs: -Ivädiŋ, -Ivädiŋizlä; III. şahıs: -Ivädi, -Ivädilä.
Geçmiş geniş zaman: -Ar + edi+ şahıs ekleri. Şahıs ekleri -dI’li geşmiş zamandakiyle
anidir.
ŞİMDİKİ ZAMAN
Belirli şimdiki zaman: fiil gövdesi + yatır + şahıs ekleri. Pratikteki şekiller, örneğin,
III. şahıs: - yatır, -yatırla.
Şimdiki geniş zaman: -A + şahıs ekleri. Örneğin, gälämän. III. şahıs esas şekilleri: AdI, -AdIlA.
GELECEK ZAMAN
Gelecek zaman: -cAK + şahıs ekleri. I. şahıs: - cAkmAn, -cAKmIz; II. şahıs: -cAKsAn,
-cAKsIzlA; III. şahıs: -cAK, -cAKlA.
Belirsiz gelecek zaman: -Ar + şahıs ekleri. I. şahıs: - ArmAn, -ArmIz; II. şahıs: -ArsAn,
-ArsIzlA; III. şahıs: -Ar, -ArlA (Abdullaev, 1961, ss. 162-169).
Horasan Türkçesindeki haber kipleri ise aşağıdaki gibidir:
GEÇMİŞ ZAMAN
-dI’li geçmiş zaman: -dI+ şahıs ekleri. Bazı istisnalar: I. şahıs çoğul -dik/-dịk (-dix - 6, dük - 17), III. şahıs çoğul -di + çoğul eki (örneğin: -dilä ~ -dilän - 7).
-mIş’li geçmiş zaman (yani, Belirsiz geçmiş zaman – A.K.) pek az kulanılıyor. Farsçanın etkisinde -mIş ve -dI zamanlar karşıtı yok olmuştur.
Anlatı geçmiş zaman: -Iр + turur + şahıs ekleri. Örneğin: kälip män veya kälip turur
män. ‘turur’ fiili her zaman kullanılıyor (4, 21-23, 25, hem de 3, 24), I. ve III. şahıslarda (10), sadece III. şahısta (5, 7, 13, 19, 20) veya genellikle yoktur (17, 20, 22). Pratiktaki şekiller, örneğin, I. şahıs tekil: -iptiräm (4, 21-23, 25), -upturäm (17), -iptim (10)
vb. Bazı ağızlarda bu tip geçmiş zaman kısmen bulunmakta, 16 ağızda ise tümüyle
yoktur.
GEÇMİŞTEKİ GEÇMİŞ ZAMAN
1) -ip ärtim > -ib idim (3-15, 19, 20, 24, 25): -u:dim, -ou̯dim, -iβdim, -ibitim;
2) -ip turdum (21-23): -iptirdim, -iptirdum;
3) -miş ärtim > -miş idim (16-18): -miştum, -miştim.
117
ANDREY KUBATİN
ŞİMDİKİ ZAMAN
1) -ịyä/-iyä (3, 4, 24, 25). I. şahıs tekil: geliyäm, III. şahıs çoğul: gäliyällän < gäliyärlän.
2) -ir (16-23), ünlüden sonra: -уr veya sadece -r, örneğin: galiräm vb. III. şahıs tekil: iri/-yä/-yär (16), -i (17, 21, 22), -ị: (19), -ị/-ịdi (20), -ịyä/-ịr/- ị:r (18), -ị /-ịya (23); III.
şahıs çoğul -illän (15-17, 23), - ị:län (19), - ịlän/- ịlä (20), -ịlä (21), -ịlän (22).
3) -ä/-a (5-15), örneğin: gälämän. III. şahıs tekil en yaygın şekli: gälädi.
GELECEK ZAMAN
Gelecek zaman ekleri: -är (3, 11, 17, 20-23, 25), -ir (19), -gäy, -gi (12-15), -ästiräm (I. şahıs tekil -16).
-АсАК’li gelecek zaman genelde bulunmamaktadır (Doerfer, 1977, ss. 168-173).
Görüldüğü gibi, geçmiş zaman şekillerinin çoğunluğu Harezm Oğuzcası ve Horasan
Türkçesi için ortaktır. Ancak, Harezm Oğuzcasında Horasan Türkçesi ve diğer Oğuz
dillerinden farklı olarak -mIş’li geçmiş zaman yerine genellikle -Gan’li geçmiş zaman
kullanılmaktadır ve bu özelliğiyle o Türkmenceye yakınlık göstermektedir. Ancak,
şunu belirtmek gerekir, ki -mIş’li geçmiş zaman ekinin eski dönemlerin mirası olarak
bugünlere ulaşan halk destanları ve türkülerde yaygın olarak kullanıldığı
görülmektedir. Örneğin, “Köroğlu” (Harezm Oğuzcası “Göroğlı”) destanına ait
aşadıdaki parçanda bunu görebiliriz:
Göroğlı yola düşmişäm,
İşḳıŋ şarabın içmişäm,
Pärizad bälin ḳuçmışam,
Huşyar bolıŋ ḳırk yigitim (Horezm Dostonlari, 2004, s. 61).
Horasan Türkçesinde Farsçanın etkisinde -mIş ve -dI zamanlarının karşıtı
bulunmadığını görürüz, Harezm Oğuzcasında ise bunun gibi hadise, yani -GAn ve dI’nın karşıtlığı korunmuştur. Şimdiki zamanda ise sadece Horasan Türkçesinin
Kuzey ağızlarını Harezm Oğuzcasıyla ortak eden -A’lı şimdiki zamanı gösterebiliriz.
Gelecek zaman şekilleri de benzerlik göstermektedir. Oğuz dillerine özgü -AcAk’lı
gelecek zaman Horasan Türkçesinde pek yaygın olmasa da, Harezm Oğuzcasında cAK şeklinde yaygın olduğu görülür. -Ar’li gelecek zamanı da karşılaştırmakta olan
her iki Oğuz lehçesi için ortak olsa da, Harezm Oğuzcasında - ArmAn, -ArmIz (I.
şahıs), -ArsAn, -ArsIzlA (II. şahıs), -Ar, -ArlA (III. şahıs) şahıs eklerini alarak, belirsiz
gelecek zamanını oluşturmaktadır. Bu gelecek zamanın Harezm Oğuzcasında
Özbekçenin Karluk ve Kıpçak ağızları, özellikle, Özbek (yani Çağatay) edebi dilinin
etkisi neticesinde ortaya çıktığını söylebiliriz. Bununla beraber, eski halk
türkülerinde ve atasözlerinde -Ar’li gelecek zamanın, aynen belirli gelecek zaman
anlamında kullanıldığını görebiliriz, ancak onlarda şahıs ekleri yukarıdaki gibi değil,
Horasan ve Azerbaycan Türkçelerinde kullanılan eklerle aynıdır, örneğin: ḳazaram,
gezmäräm. Belirli gelecek anlamında -Ar ekininin kullandığını bu gibi örneklerde
görebiliriz: “… Daryayam, taşmaram neylärsän?! - Ḳazaram içkäräm” - «... Nehirim,
taşmam, ne yaparsın?! - Kazarım, içeriye doğru yollanırım» (Atasözü) 2 ve Äsiräm,
2
Bu atasözü geçen yüzyılın ortalarında Harezm’in Hazaresp ilçe su işleri bölümü müdürü
Babacan Atabayev ağzından arkeolog Ord. Prof. Y. Gulamov tarafından kağıda dökülmüş ve
onun “Harezm’in sulama tarihi” adlı eserinde yer almıştır (Gulamov, 1959, s. 237 ).
118
ÖZBEK OĞUZCASI VE ONUN HORASAN TÜRKÇESİYLE BENZERLİKLERİ VE FARKLILIKLARI
benävayäm, bekäsäm, giriftaräm, aman; Ömrimdä gezmäräm gül-gülzari säyrinä; Fäsli bähar
istämäräm bülbül olmasa; Gülzari säyrin näyläräm (bağrımdä) gül olmasa, aman (“Läzgi”
olarak adlandırılan geleneksel Harezm halk türküsünden parça).
Sonuç
Yukarıda verilen Horasan Türkçesi ve Harezm Oğuzcasına ait dilbilgisel özellikler
bu iki lehçenin birbirinden ayrışan yönlerine nazaran benzer yönlerinin daha çok
olduğunu göstermektedir. Elbette, gelecekte Harezm Oğuzcası ve Horasan
Türkçesinin sözvarlığının karşılaştırılarak öğrenilmesi ve ayrıca daha geniş bir
araştırmanın yapılması gerektiğini belirtmek gerektir. Ancak, bu iki lehçenin
sözvarlığına yüzeysel bakıldığında da onların arasında epey yakınlık var olduğu
görülmektedir.
Harezm Oğuzcası ve Horasan Türkçesinin birbirilerine bu kadar benzer taraflarının
bulunmasının nedeni, ilkin bu lehçelerde konuşan toplulukların oluşumunda aynı
Oğuz boyların etkisi ile bağlantılı olmalıdır. H. Cevat’a göre Horasan Türkleri Beyat
yahut Bayat (Nişabur bölgesinde), Karaçordu (Güveyn ve Esferayin bölgesinde),
İmarlı, Bukanlı, Cuyanlı, Pehlivanlı, Boranlı, Kılıcanlı (Bocnurd vilayetinde), Timurtaş ve
Nardin (Gürgan merkezinde), Godari (Sını bölgesinde), Afşar (Bocnurd ve Kuçan’ın
güneyinde, Sebzevar ile Nişabur arasında – Servilayet, Ribat, Mişkan, Pamane ve
Güveyn’in kuzeyinde); Karayı (Türbeti Heyderiye çevresinde) gibi çeşitli boylardan
oluşmuştur (Ziyayeva, 2006, s. 92). Ancak, bugün Harezm Oğuzcasında konuşan
ahali arasında boy aidiyeti bulunmamasa da, ancak Harezm vilayetinin yer adları
arasında birkaç Oğuz boy adı ile kasaba ve köy adları olarak korunmaktadır, örneğin,
Sayat (Hive), Bayat (Hazaresp ve Yengiarık), Tagan (Yengiarık), Cuvandır (Hazaresp),
Avşar/Ovşar (Hazaresp), Bicenek (Bağat), Kınık (Hive yakınındaki kanalın adı). Bu
adların dışında Türkmen boylarıyla bağlı olan yer adları da Harezm’de sıkca
görülmektedir: Yomud, Salar, Alieli, Hıdıreli, Çandır, Şih, Ökiz, Bayram, Karlaut vb.
(Abdullaev, 1961, s. 243).
Görüldüğü gibi, Harezm Oğuzcası diğerlerine nazaran Horasan Türkçesinin kuzey
ağızlarıyla daha çok yakınlık göstermektedir. G. Doerfer Türkische Folklore-Texte aus
Chorasan adlı eserinde Horasan Türkçesinin ağızlarını sınıflandırarak, şöyle yazmaktadır: “Bu sınıflandırmaya göre Kuzey-Doğu, Güney-Doğu ve Langar, Oğuz
Özbekçesini andıran belirgin özellikler gösterir. Lutfabad ve Daragaz’da Horasan
Türkçesi yanında Azerî Türkçesi de konuşulmaktadır. Stewart’a göre, Azerbaycan
Türk dil sahası, örn., Kuçan’ın güneybatısına dek uzanmaktadır (Tulu, 2006, ss. 120121). Bununla beraber, işbu eserde Chorasantürkisch, 1993’le ilgili düzeltmeler ve eklemeler verilmiş; coğrafi konumu kesin olmayan yerlerin düzeltisi yapılmış ve Langar’daki kaynak kişilerin kökeni ile ilgili tahmin yürütülmüştür. Burada datif -gA
ekinin “Oğuz Özbekçesi”nde bir ek mi, yoksa” Horasan Türkçesi mi olduğu soruları
üzerinde durulmuştur. Bir başka tespit de, Horasan’ın doğu bölgesinin her şeye
rağmen Doğu’yla ilgili ilginç bir bağlantı kurduğu veya onun etkisi altında kaldığıdır
(Örn: şimdiki zaman -A-mAn veya datif eki -gA veya kata “büyük” kelimesi). Diğer
yandan Lutfabad ve Daragaz’da da Azerbaycan kökenlilerin varlığına işaret edilir:
Örneğin, kata yanında böhöy de kullanılmaktadır. Metinlerde çift düzlemli gramer
(double grammer) özelliklerine dikkat çekilmektedir. Yani, bir metinde aynı kelime
veya şekile değişik şekillerde ve çekimde rastlamak mümkündür” (Tulu, 2006, ss.
119-120).
119
ANDREY KUBATİN
Horasan’da Azerbaycan Türkçesinin ağızların Kuzey Horasan’da korunması fikri
tartışılmalıdır ve bu ağızlar fikrimizce Horasan Türkçesinin ağızları olmalıdır. Bu
görüş H. Vambery tarafından Harezm Oğuzları ve onların dili hakkında da belirtilmiştir: “Sartlar (yani Harezm Oğuzcasında konuşan nüfüs – A.K.) bu yere (Harezm’e) gelen Azerbaycan Türklerinin güçlü etkisi altında olmuşlar, Sartların dili
(Harezm Oğuzcası – A.K.) de işbu Azerbaycan Türkçesi etkisinde değişmiştir”
(Abdullaev, 1961, s. 243). Ama doğuyu etkileyecek kadar büyük bir sayıda
Azerbaycan Türklerin göçü henüz belli değildir ve bu sebepten bunun gibi görüşlere
şüpheyle bakılmalıdır. Tahminimizce, Harezm Oğuzcası ve Horasan Türkçesi eski
dönemlerde Azerbaycan Türkçesine yakın ayrı ayrı lehçeler idi. Yukarıda misal olarak verilmiş Harezm Oğuzcasının folklor örnekleri bu dilin Azerbaycan Türkçesine
şimdiki Harezm Oğuzcasından daha yakın olduğunu göstermektedir. Cengizliler,
Temurlular ve Özbek hanlıkları döneminde Horasan ve Harezm topraklarına çok
sayıda Karluk ve Kıpçak ağızlarında konuşan boyların göç etmesi burada önceden
yaşayan Oğuzca konuşan nüfusa büyük bir etki göstermesi sonucunda gramerde
birçok değişiklik ortaya çıkmıştır. Bu tarihî olaylar Harezm bölgesinde ve Horasan’ın
kuzey ve kuzey-doğusunda olduğu için bu hudutlardaki ağızların benzer yönleri
daha çok hissedilmesinde esas etki olmuştur. Ancak, bu konuya daha netlik kazandırılması için hâlâ elimizde yeterli malzeme yoktur. G. Doerfer’in belirttiği gibi “Türk,
özellikle de Oğuz grubu şivelerinin tarihî sürekliliği, her şeyden önce, Horasan
Türkçesinin tümüyle araştırılması sonucunda ortaya çıkabilir” (Tulu, 2006, s. 122).
Umarız, Horasan Türkçesinin ve Harezm Oğuzcasının üzerinde gelecekte yapılacak
daha kapsamlı araştırmalar bu iki lehçenin ortak yönlerinin daha da çok olduğunu
ve onların Oğuz grubundaki gerçek yerini gösterecektir.
KAYNAKÇA
Abdullaev, F. A. (1961). Özbek Tilining Horazm Şevalari. I. Luğat. II. Horazm Şevalarining
Tasnifi. Taşkent: Fan.
Doerfer, G. (1969). İran’daki Türk Dilleri. Türk Dili Araştırmaları Yıllığı. Belleten 1969 (ss. 111). Ankara: TTK Basımevi.
Doerfer, G. (1974). İran’da Bir Dilbilim Araştırma Gezisi Üzerine Rapor (çev. S. Tezcan).
Türk Dili Araştırmaları Yıllığı. Belleten 1973-1974 (ss. 195-198). Ankara: Ankara
Üniversitesi Basımevi.
Doerfer, G. (1977). Das Chorasantürkische. Türk Dili Araştırmaları Yıllığı. Belleten 1977 (ss.
127-204). Ankara: TTK Basımevi.
Doerfer, G. ve Hesche, W. (1993). Chorasantürkisch: Wörterlisten, Kurzgrammatiken, Indices
(Turcologica, Band 16). Wiesbaden: Harrassowitz.
Eker, S. (2006). Özbekistan’da Oğuzca Bir Diyalekt - Güney Harezm-Oğuzcası. Hacettepe
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sayı 5 (ss. 113-128).
Gulamov, Y. G. (1959). Horazmning Suğuriliş Tarihi. Taşkent: UzSSR FA.
Hodjiev, A. P. (1997). Uzbekskiy Yazık. Yazıki Mira: Tyurkskie Yazıki. Bişkek. 426-427.
Horazm Dostonlari, (2004). Horazm Dostonlari Göröğli. Urganç: Horazm.
Tulu, S. (2006). Gerhard Doerfer/Wolfram Hesche. Türkische Folklore-Texte aus Chorasan,
Turcologica 38, Harrassowitz Verlag, Wiesbaden 1998, XIV + 504 S. + 2 harita.
Çankaya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Journal of Arts and Sciences, sayı 5, 117122.
Ziyayeva, Z. (2006). Horasan Ağızları. Journal of Qafqaz University, Number 18. Bakı. 91-96.
120
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
DULKADİRLİ SAHASINDA OĞUZ BOYLARI
AR İF S AR I
Dulkadirli Beyliği’nin 1522’de kesin olarak Osmanlı hâkimiyetine girmesiyle ilki
1525-1526’da olmak üzere XVI. yüzyıl boyunca Dulkadirli Türkmenlerinin bulundukları sahalarda tahrirler yapılmıştır. Bu tahrir kayıtları esas alınmak üzere XVI.
yüzyılda Dulkadirli sahasındaki Oğuz boy isimlerini taşıyan aşiretlerin ele alınması
bölgedeki Oğuz esas unsurlarını belirlemekte kolaylık sağlamaktadır.
Dulkadirli Türkmenlerinin konar-göçerlik ettiği sahalar Maraş merkez olmak üzere
kuzeyde; Kayseri, Ürgüp, Kırşehir, Yozgat ile Sivas'a bağlı Gemerek ve Gürün, güneyde; Çukurova’da Karataş Burnu’ndan İskenderun’a kadar uzanan Akdeniz’in
kıyı şeridi ile Kadirli, Kozan, Hatay ve Antep’in kuzeydoğu kısımları, doğuda; Besni
ve Harput’u içine alan bölge ile çevrelenmişti (Yinanç, 1994, s. 553). Bu saha bölgede
Osmanlı Devleti hâkimiyetinin tesisiyle kurulan Dulkadirli Eyaleti’nin sınırları içerisinde yer almaktaydı (Şahin, 1994, s. 552). Dulkadirli Türkmenlerinin bazı oymakları
ise güneyde Lazkiye, Şam, Azaz ve güneydoğuda Diyarbekir’de kışlamakta, Erzurum-Kars taraflarında yaylamaktaydılar. Ayrıca Bozulus ve Yeni-il Türkmenlerinden
başka Ankara’da Haymâne ve Kasaba Yörükleri ile Batı Anadolu’da Aydın, Balıkesir,
Hamid sanacaklarındaki konargöçerler içerisine dağılmış durumda olan birçok Dulkadirli aşireti bulunmaktaydı. Bu itibarla Dulkadirli Türkmenlerinin bulundukları
saha Dulkadirli Eyaleti’nin sınırlarından daha geniş bir coğrafyayı kapsamaktaydı.
Dulkadirli Türkmenleriyle ilgili vergi ve nüfus kayıtlarından anlaşıldığına göre bu il,
Oğuzların hem Bozok hem de Üçok koluna mensup aşiretlerinden meydana gelmekteydi. Esasen Türkmenler Anadolu’yu yurt tutmaya başladıklarında artık zayıflamış
olan Üçoklu ve Bozoklu ayrımı onların, Moğol baskısı ile Kuzey Suriye’de toplandıklarında birbirleri arasına karışmaları neticesinde geçerliliğini yitirmiş durumdaydı.
Oğuz boylarının karışarak aldıkları yeni hâl Kuzey Suriye’den Çukurova ve Maraş
taraflarına iki kol hâlinde yayıldıkları ve burada Ramazanoğulları ve Dulkadirli
Beyliklerini kurduklarında bu beylikler içerisine aynıyla taşındı. Bu nedenle kayıtlarda Dulkadirli Beyliği’nin Bozoklardan (Yinanç, 1994, s. 553), Ramazanoğulları
Beyliği’nin Üçoklardan olduğuna dair verilen bilgilerde kastın yalnızca kurucu hanedan aileleri olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim XVI. yüzyıl tahrir kayıtlarında, aynı
aşiretin kollarının hem Dulkadirli hem de Ramazanoğlu Beyliği bakiyesi olan konar121
ARİF SARI
göçerler arasında olduğuna dair çok sayıda örnek bulunmaktadır (TD.402; TD.155;
TD.450) .
Dulkadir Türkmenleri, XVI. yüzyıl başında elli taife ve bunlara bağlı olan yaklaşık
bin beş yüz cemaate bölünmüş aşiretleriyle Osmanlı idaresi altında bulunan konargöçerler içerisinde en büyük teşekkülü oluşturmaktaydı. Bu büyük teşekkül içerisinde Oğuz boy ismini taşıyan aşiretlerin son derece az olduğu görülmektedir. Bu durum, konar-göçer aşiretlerin dinamik yapılarının onların isim almalarında da etkin
olması ile izah edilebilir. Büyük bir boyun alt kollarını oluşturan oymaklar zaman
içinde nüfus bakımından güçlenmekte ve önceleri boy adıyla anılırken daha sonra
sadece kendi adlarıyla anılmaktadırlar. Örneğin Kuzey Suriye’de dolaşan Kutlubeyli,
Köpekli, Gündüzlü gibi oymaklar ilk kayıtlarda mensup oldukları boyun adıyla,
yani Kutbeyli Avşarı, Gündüzlü Avşarı, Köpekli Avşarı diye anılırken zaman içinde
Avşar adı düşmüş ve sadece kendi isimleriyle anılır olmuşlardır. Dulkadirli Türkmenleri içinde de, izah edileceği üzere Oğuz Boy adlarını taşıyan aşiretlerin yanı sıra,
onlara bağlı ve yine onların içinden çıkan irili ufaklı cemaatlerin varlığı tespit olunmaktadır. Bu durum bize Kâşgarlı Mahmud’un, “Bu saydığım bölükler köktür, bu
kökten bir takım oymaklar çıkmıştır, onları söylemedim, sözü kısa kestim. Bu bölüklerin adları onları kurmuş olan eski dedelerinin adlarından alınmıştır” (Divanü Lugatit Türk, 1985, s. 58) sözünü bir kez daha hatırlatma gereği duyurmaktadır.
Dulkadirli Türkmenleri içinde yirmi dört Oğuz boyundan on iki tanesinin ismine
tesadüf edilmektedir. Bunlardan Bayat, Eymir ve Peçenek büyük birer taife olarak
kaydedilirken örneğin Avşar, Dodurga, Yazır gibi boylar sadece cemaatler şeklinde
kaydedilmiştir. Bu husus boy düzeninin bütünüyle alt üst olduğunu, boylar arasında
herhangi bir hiyerarşik yapının bulunmadığını göstermek için yeterli örnektir.
Bayat
Dulkadirli Beyliği’ni meydana getiren büyük aşiretlerden biri olan Bayatlar, Kuzey
Suriye Bayatlarının kollarından olmaları nedeniyle Şam Bayadı ismini almışlardı
(Sümer, Oğuzlar, 1999, s. 242). XVI. yüzyılın başında Bozok’ta, bugün Sivas’a bağlı
Şarkışla çevresini içine alan Gedik nahiyesinde yaylayan Şam Bayadı aşiretlerinden
bazı oymaklar kışları yine Şam taraflarına inerlerken büyük bir kısmı aynı nahiyede
Eynesili, Tekmen, Yüreğir, Kara Demirci, Birecik, Uzun Kışla, Günler gibi birçok köy
kurarak iskân olmuşlardı (TD.315, s. 478-558). Yeni İl kazasının teşkili üzerine bazı
yaylak ve ekinlikleri bu kaza sınırları içerisinde kalan Şam Bayadı aşiretlerinden bir
kısmı da Yeni İl Türkmenlerine dâhil edildiler (Şahin, 1980, s. 162,168 vd.). Ayrıca
Şam Bayadı’ndan Bozulus’a katılanlar, bu ilin Dulkadirli kolu içerisinde iki cemaat
hâlinde bulunmaktaydılar (Gündüz, 2007, s. 118). Maraş havalisinde kalan Şam Bayadı aşireti ise Maraş’ta yaylayıp Besni’de Korucu ve Antakya’da Hacılı köylerinde
kışlamaktaydılar (TD.116, s. 301/b).
Peçenek
Peçenek, XVI. yüzyılın başında Dulkadirli Türkmenleri içerisinde kendisine bağlı 47
ayrı cemaatle bir taifeye isim vermişti. Bununla birlikte Peçenek adını taşıyan ayrıca
bir cemaat bulunmamaktaydı. Bu taifenin içinde Hızır Hacılı, Cendereli, İkiz, Şah
Melikli aşiretleri nüfus bakımından diğerlerine göre daha kalabalıktılar (TD.402, s.
379-400).
Peçenek’e bağlı aşiretlerin ekserisi Bayındır nahiyesinde kışlıyorlardı. Yaylakları ise
Elbistan, Güvercinlik, Zamantı, Kınık, Göksun, Niğde, Köstere, Develi, Bozok bölge122
DULKADİRLİ SAHASINDA OĞUZ BOYLARI
leri içinde geniş bir alana yayılmıştı. Bu aşiretlerden Sivas’ın güneyini yurt tutanların
Yeni İl’e (Şahin, 1980, s. 159), Diyarbekir’de bulunanların Bozulus’a dâhil edilmeleri
(TD.402, s. 689) ve birçoğunun da birbirinden uzak olan yaylak veya kışlaklarına
yerleşmeleri üzerine XVI. yüzyılın ikinci yarasında Peçenek taifesi dağılmış, bu boyun Maraş bölgesinde konar-göçerliği sürdüren oymakları da Küşne taifesine dâhil
edilmişlerdir.
Eymir
Eymir kabilesinin ana kolu Maraş bölgesinde olmakla birlikte şubeleri Kars, Bozok,
Yeni İl, Bozulus ve İran’daki Dulkadirli teşekkülleri içerisinde bulunmaktaydı
(Sümer, 1949-1950, s. 513). 1525’te Eymir taifesi, kendisine bağlı olan 92 cemaatle
Eymirli ve Andırın Eymirlisi olarak iki kola ayrılmıştı. Bu taife içerisinde Eymir,
Eymirli, Eymirşallu, Eymirli Hasan isimlerini taşıyan cemaatler mühim bir nüfusa
sahipti. Aynı zamanda Anamaslı ve Demrek taifeleri içerisinde Eymirli adıyla kaydedilmiş olan cemaatler bulunmaktaydı (TD.402, s. 602-640,949-958). Bunlardan
Maraş havalisinde bulunanlar, Pazarcık, Güvercinlik, Tekak, Kemer, Andırın, Haruniye’de yerleşmişlerdi (TD.101, s. 81,129,149,133,141,220). Diyarbekir’i kışlayan Elmacalu, Ömerlü, Harun ve Eymirşallu cemaatleri yedi bölük hâlinde Eymir adı altında Bozulus Türkmenlerine dâhil edilmişlerdi (TD.200, s. 987-1006; TD.402, s. 610625).
Dodurga
Dodurga boyu Dulkadirli Türkmenleri içerisinde Döngeleli taifesine bağlı bir cemaatle temsil olunmaktaydı. Yaylak ve kışlakları Diyarbekir’de olan bu aşiret buradaki
diğer Dulkadirli aşiretleri gibi Bozulus’un teşkil edilmesi üzerine bu teşekküle dâhil
edildiler. Bozulus’a ait ilk tahrir defterinde üç bölük hâlinde kaydedilen Dodurga
aşiretlerinden biri Döngelli’ye bağlı olduğunu söylediğimiz bu aşiretti (TD.402, s.
460; TD.200, s. 971,976). Bozulus içerisinde yer alan diğer Dodurga aşiretleri ise ihtimalen Akkoyunlu zamanında Dulkadir ilinden koparak bölgeye gitmişler, ana kütle
ile bağlarını daha önce koparmışlardı. Dulkadirli sahasının XVI. yüzyılda yapılan
diğer tahrirlerinde ismine bir daha rastlanmayan Dodurga aşiretinin eski yurtlarına
dönmedikleri anlaşılmaktadır. Bozulus’un Orta Anadolu’ya dağılan bölükleri arasında da bulunmayan aşiretin Bozulus’un göçüne katılmayarak bölgede kaldığı anlaşılmaktadır (Gündüz, 2007, s. 131).
Yazır
Dulkadirli Türkmenleri içerisinde Anamaslı ve Küşne taifelerine bağlı olarak kaydedilen Yazır adında iki aşiret bulunmaktaydı. Daha önce Halep Türkmenleri arasında
yer alan bu aşiretler Maraş dâhilinde kışlamaya başladıktan sonra Dulkadirli Türkmenleri içerisine katılmışlardı. Yazır aşiretinin bir kısmı 1563’te Üzeyr’e bağlı Bakras’da Han-ı Cedid derbentçileri olarak yerleşmiş hâlde bulunuyorlardı. Konargöçerliği sürdürenler ise Birecik’te Sof Dağı civarında kışlayıp ve Elbistan’da yaylamaktaydılar (TD.402, s. 128; TD.168, s. 264/b; TD.116, s. 38/a). Yazır’ın Sis Sancağında
bulunan küçük bir kolu ise Kınık nahiyesinde Çayır adlı mezrada ziraat etmekteydi
(Halaçoğlu, 1980, s. 868).
Avşar
Dulkadirli Beyliği’nin kuruluşunda etkin boylardan biri olan Avşarlar, Kuzey-Suriye
Avşarlarının bir koluydu (Sümer, Oğuzlar, 1999, s. 284). Dulkadirli Türkmenleri
içerisinde Avşar, Bidil Avşarı ve İmanlı Avşarı isimleriyle kaydedilmiş olan Avşar
123
ARİF SARI
aşiretleri Kavurgalı, Anamaslı, Kızıllu, Eymir ve Küşne taifeleri içerisinde dağılmış
durumdaydılar (TD.402, s. 177,419,675,683).
Avşarların yaylak ve kışlakları Dulkadirli Eyaleti’nin tamamına yayılmış durumdaydı. Eyaletin sınırları dışında Diyarbekir’de kışlayan Avşarlar, Bozulus’a (TD.448,
s. 3,20), Sivas’ın güneyinde bulunan yayladıkları Yeni İl kazası içinde kalan İmanlı ve
Bidil Avşarları da Yeni il Türkmenlerine dâhil edildiler (TD.604, s. 163,170). Bidil
Avşarı, Yeni-İl’in çözülmesi üzerine batıya göç ederek Ankara’nın Bâlâ kazası dâhilinde yurt tutmuştu (Sümer, Oğuzlar, 1999, s. 285).
XVI. yüzyıl sonlarında Maraş çevresinde kalarak konar-göçerliğe devam eden Avşar,
İmanlı ve Bidil Avşarı obaları; Gündüzlü, Çukurova, Amik ve Yüreğir’de kışlamakta
ve Niğde taraflarında yaylamaktaydılar. İskân olanlar ise Güvercinlik’te Altıntop,
Tumtuma, Karahayıt’ta İğdecik, Andırın’da Yeşil Depe köylerini kurmuşlardı
(TD.101, s. 109,206; TD.168, s. 285/a; TD.116, s. 198/a,301/a) . Avşarların Bozok’ta
bulunan kolu ise, bölgeye Adana’dan Mesudlu taifesiyle birlikte gelerek Sorgun
çevresine yurt tutmuş küçük bir cemaatten ibaretti (TD.155, s. 171).
Kızık
Kızıklı adını taşıyan aşiretler Dulkadirli Türkmenlerinin Çimeli, Kızıllu, Demircili,
Cerid, Küşne ve Şam Bayadı taifeleri içerisinde küçük şubeler halinde bulunmaktaydı. Bunlar Pazarcık ve Sis’te kışlamakta Niğde ve Kayseri bölgesinde yaylamaktaydılar. Pazarcık’ta Girni ve Saylıca, Niğde’de İlköy köyleri de ziraat alanlarındandı
(TD.402, s. 653; TD.116, s. 125/b,274/b).
Şam Bayadı taifesine dâhil olarak Bozok’ta bugünkü Şarkışla bölgesini yurt tutan
Kızıklı cemaatlerinden bazıları yaylak sahaları Yeni İl kazası içinde kalınca Yeni-il
Türkmenlerine dâhil edildiler (Şahin, 1980, s. 259). Bozok Sancağı içerisinde kalanlar
ise iki kola ayrılarak Akdağ’da Kayaşlı ve Öyük Kışla, Emlak nahiyesinde ise Bel
Viran köylerine yerleştiler (TD.30, s. 59/a,109/b).
Karkın
Dulkadirli Türkmenleri içerisinde asıl Karkın cemaati, Eymir taifesi içerisinde bulunmaktaydı. Bunun yanında Göksun’daki Dede Karkın Zaviyesi’ne hizmet ettikleri
için Dede Karkın adını alan 3 ile 5 haneden oluşan üç cemaat ise Küşne taifesi içerisinde yer almaktaydı (TD.402, s. 536,623). 1580’de Maraş dâhilinde yaylayan Karkın
cemaati Antep’te Güllüce köyünde kışlamaktaydı (TD.116, s. 234/a,260/a). Kars-ı
Maraş Sancağı’nda Berendi’de bulunan Karkın şubesi ise ihtimalen buradaki Karkınlı
köyüne yerleşmişlerdi (Gülten, 2009, s. 183). Karkınların bazı kolları Urfa kazasının
Araban nahiyesinde Elif ve Akviran (Gündüz, 2007, s. 150), yine iki Karkın cemaati
de Kırşehir sancağına bağlı Çatal Meşhed ve Çetek İni köylerine yerleşmişlerdi
(Gülten, 2009, s. 183).
Karkın cemaatinin bir kolu da Adana’da Dündarlı nahiyesinde bulunurken (TD.114,
s. 99/b), Bozulus içerisindeki üç Karkın cemaatinden biri de Dulkadirli’den Bozulus’a
dâhil edilmişti (Gündüz, 2007, s. 149).
Beğdilü
Dulkadir Türkmenlerinin içerisinde 1525-1526’da Gündeşli taifesine bağlı olan Beğdili aşireti Besni’de yerleşik durumda olan yalnızca iki haneden oluşmaktaydı (TD.402,
s. 101). 1580’de ise şarktan gelerek Dulkadirli iline dâhil oldukları kaydedilen Beğdili
aşireti, Kemer nahiyesinde kışlayıp Maraş sancağı dâhilinde yaylayan çoğunluğu
124
DULKADİRLİ SAHASINDA OĞUZ BOYLARI
sipahilerden oluşan 33 neferlik bir bölüktü (TD.116, s. 305/b). Beğdili aşiretin bir kolu
ise Bozok’ta Kızılkocalı taifesi içerisinde bulunuyordu. İdrisli ve Çevreli olmak üzere
iki mahalleye ayrılmış olan aşiret, Akdağ çevresini yurt tutmuş, burada Beğdili
adıyla bir köy kurmuşlardı (TD.30, s. 46/a).
Çepni
Dulkadirli Türkmenleri arasında ilk defa 1580’de Eymirli taifesi içinde Yenice Kale'de
kışlayan bir cemaat olarak rastlanan Çepni cemaatinin bu ile ne şekilde dâhil olduklarına dair tahrir defterlerinde bilgi bulunmamaktadır (TD.116, s. 266/a). Ancak Adana’nın Şarıçam nahiyesinde Sakız Viranı ve İri Kendi mezralarını ziraat eden Mesudlu taifesine bağlı bir Çepni aşireti bulunmakta olup (TD.114, s. 74/a) anılan bölge
Dulkadirli aşiretlerinin yayıldıkları sahalar arasındaydı.
Bozok havalisine yayılan Dulkadirli aşiretleri arasında Çepni ismini taşıyanı bulunmamakla birlikte Emlak nahiyesinde Çepni adını taşıyan (TD.315, s. 438) ve Kızılkoca
taifesinin boybeyi İsa Bey’in ikamet ettiği bir köy bulunmaktaydı (Sümer, Oğuzlar,
1999, s. 330).
Salur
Dulkadirli Türkmenleri içerisinde Maraş Varsakları arasında Salurlu adıyla tek bir
cemaate rastlanmaktadır. Üzeyir nahiyesinde bulunan bu Salurlu cemaatiyle
(TD.168, s. 29/b), Adana’da Kara İsalu nahiyesinde Salur ve Şeyh Salur adıyla kaydedilen iki cemaat (TD.114, s. 116/b,139/b) aynı aşiretin kolları olmalıdır. Bozok’ta bulunan Salur aşireti ise Kanak-ı Bâlâ nahiyesinde Dere Kışla ve Günde Kışla köylerinde yerleşmiş durumdaydılar (TD.315, s. 221).
Yüreğir
XVI. asırda Çukurova’da bulunan Yüreğir boyu kendisine bağlı bütün obalarla birlikte yerleşik duruma gelmişti (Sümer, Oğuzlar, 1999, s. 346). Bu asrın sonunda Dulkadirli Türkmenlerinin Eymir taifesi içinde Suriye’de kışlayıp Binboğa'da yaylayan
bir Yüreğir cemaati bulunmaktaydı (TD.116, s. 260/b).
Yıva
Dulkadir iline mensup olan Yıva cemaatleri Maraş, Bozok, Yeni İl sahasına dağılmış
durumdaydılar. Yıva adını taşıyan üç cemaat Dulkadirlilerin 1525-1526’da yapılan
ilk tahririne Yeni İl bölgesini yurt tutmuşlardı (TD.402, s. 336-337). Yeni ilin müstakil
bir teşekkül hâline getirilmesi ile bu cemaatler Yeni il Türkmenleri ile tahrir edilmişler, 1583’te bu il içerisinde mühim bir nüfus varlığına erişmişlerdi (Şahin, 1980, s.
242).
Yıvalı adıyla kaydedilen aşiretlerden bir oymak Adana’da Saruçam nahiyesinde
kışlayıp Sis’te yaylamaktayken (TD.450, s. 169-170), diğer bölüğü ise Maraş’ta Pazarcık nahiyesinde Alaözü köyünde kışlayıp Elbistan’da yaylamaktaydılar (TD.116, s.
273/b). Bozok’ta Çiçekli taifesi içerisinde (TD.155, s. 158), Kayseri’de Koramaz, Niğde’de Ürgüp ve Develi, Maraş’ta Pazarcık ve Yenice Kale’de bulunan Yıvalı cemaatleri aynı aşiretin parçalarıydı.
Öte yandan Maraş’ta 1580’de Kara Yuvalı adıyla kaydedilen bir aşiret bulunmaktaydı. Gündüzlü, Haruniye ve Ceyhan nehri çevresinde kışlamakta olan aşiretin
(TD.116, s. 155/b) Kemer’de Çeri Öyüğü, Dede Öyüğü, Tekak’da Hisarcık (Ak Mağara), Yenice Kala’da Tuşlani köyleri de kışlakları arasındaydı (TD.101, s. 81,218,191).
125
ARİF SARI
Bayındır
Maraş havalisinde Bayındır ismine Bertiz taifesi içerisindeki Bayındır Veledi ve Kara
Bayındır adıyla iki cemaatte rastlanmaktadır (TD.402, s. 331,333). Ancak bunların
doğrudan Bayındır boyu ile ilgisinin olup olmadığı bilinmemektedir. Bozok’ta Şam
Bayadı içerisinde bulunan Bayındır cemaati Kırk Günlük mezrasında ziraat etmekteydi (TD.155, s. 238). Nüfus bilgisi bulunmayan bu cemaat Yeni-İl Türkmenleri
içerisinde yer alan Bayındır aşiretiyle (Şahin, 1980, s. 245) ilgili olmalıdır.
Sonuç olarak, Dulkadirli Türkmenleri içinde Oğuz boy adlarını taşıyan taife ve aşiretler bulunmaktaydı. Ancak bunlar küçük parçalar hâlinde dağılmış olup başka
boy ve oymaklarla birlikte idare ediliyorlardı. Bu durumun Dulkadirlilere özgü bir
yapı olmadığını; Bozulus, Halep, Yeni İl gibi diğer Türkmen teşekkülleri içinde de
sıklıkla rastlandığını söylemek mümkündür. Ayrıca bu husus sadece Osmanlı Devleti’nin yapısı ile ilgili olmayıp, Akkoyunlu, Karakoyunlu ve Safevi Devletlerini meydana getiren ana Türkmen unsurlarında da rastlanmaktadır.
KAYNAKÇA
Gülten, S. (2009). XVI. Yüzyılda Konar-Göçer Karkınlar. Ekev Akademi Dergisi, Yaz 2009(40), 177186.
Gündüz, T. (2007). Anadolu'da Türkmen Aşiretleri Bozulus Türkmenleri 1540-1640. İstanbul:
Yeditepe Yayınevi.
Halaçoğlu, Y. (1980). Tapu-Tahrir Defterlerine göre XVI. Yüzyılın ilk yarısında Sis (=Kozan)
Sancağı. Tarih Dergisi, 819-892.
Kaşgarlı Mahmud. (1985). Divanü Lugat-it Türk. (çev.Besim Atalay). Ankara: TDK.
Sümer, F. (1949-1950). “XVI. Asırda Anadolu, Suriye ve Irak’ta Yaşayan Türk Aşiretlerine
Umumî Bir Bakış. İÜİFM, XI, 509-522.
Sümer, F. (1999). Oğuzlar (5.Baskı b.). İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı.
Şahin, İ. (1980). Yeni-il Kazası ve Yeni-il Türkmenleri (1548-1683). İstanbul: İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Basılmamış Doktora Tezi.
Şahin, İ. (1994). Dulkadır Eyaleti. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.9 (s. 552-553).
Ankara: TDV.
TD.101. (1563). Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyûd-ı Kadîme Arşivi, Tapu Tahrir Defteri.
TD.114. (1572). Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyûd-ı Kadîme Arşivi, Tapu Tahrir Defteri.
TD.116. (1580). Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyûd-ı Kadîme Arşivi, Tapu Tahrir Defteri.
TD.155. (1529). Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Tapu Tahrir Defteri.
TD.168. (1563). Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyûd-ı Kadîme Arşivi, Tapu Tahrir Defteri.
TD.200. (1540). Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Tapu Tahrir Defteri.
TD.30. (1576). Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyûd-ı Kadîme Arşivi, Tapu Tahrir Defteri.
TD.315. (1555). Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Tapu Tahrir Defteri.
TD.402. (1525-1526). Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Tapu Tahrir Defteri.
TD.448. (Tarihsiz). Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Tapu Tahrir Defteri.
TD.450. (1525). Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Tapu Tahrir Defteri.
TD.604. (1683). Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Tapu Tahrir Defteri.
Yinanç, R. (1989). Dulkadir Beyliği. Ankara: TTK Yayınları.
Yinanç, R. (1994). Dulkadiroğulları. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (s. 553-557). Ankara:
TDV.
126
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
MÜSLÜMAN-HAÇLI MÜCADELELERİNDE TÜRKMENLER/OĞUZLAR
A Y D IN U S T A
Tarih boyunca dünya üzerindeki çok az topluluk olayların gidişatına Türkmenler
kadar güçlü ve etkili şekilde yön verebilmek ayrıcalığına sahip olabilmiştir. Bunun en
önemli amili ise onları at üzerinde uzak mesafeler kat etmeye yönlendiren göçebe ve
maceracı hâletiruhiyeleri idi. Bahse konu özellikleri, göçebeliğin getirdiği sert ve güçlü
mizaçları ile birleştiğinde yerleşiklerle aralarında tarihin her döneminde pek de dostça
denilemeyecek mücadeleleri de beraberinde getirmişti. Dolayısıyla sahip oldukları
değerler kimi zaman onların talihi kimi zaman ise felaketleri hâline gelebilmekteydi.
Nitekim güçlü potansiyelleri sayesinde Selçuklu Devleti’nin temellerinin ana harcını
teşkil etmelerine karşılık yerleşiklerle geleneksel rekabetleri, onlara karşı gösterdikleri
şiddet Türkmenlerin bir anda ikinci plana itilmelerine yol açmıştı. İbn Haldun göçebelerle ilgili şiddet ve kuvvet bunlar için bir yaradılış olmuştur demektedir (1990, I, s. 315). Bu
tanımlamaya Türkmenleri de dâhil etmek mümkündür. Ganimet ve yağmaya olan
meyilleri ile başlangıç için etkili bir silah olmalarına rağmen kabilecilik anlayışından
gelen itaatsizlikleri nedeniyle yeni oluşan devletin düzeni için tehlikeli görülmüş ve
batıya doğru yönlendirilmişlerdir.
Türkmenler adına olumsuzluk şeklinde nitelendirilebilecek bu gelişme akabinde olumluya doğru giden yeni olayların önünü açacaktı. Onların eliyle Anadolu topraklarının
fethi onların yerleşik hayata geçişi için de ilk adımdı. Ancak diğer taraftan bu yeni
gücün karşısında tutunamayan Bizans’ın Avrupa’dan paralı asker isteğinin farklı bir
şekilde karşılık bulmasıyla Haçlı Seferleri başlamıştı. Böylece uzun soluklu bir mücadeleye sahne olacak Ortadoğu’da Türkmenlerin kabiliyetlerine uygun bir ortam meydana
gelmişti. Bölgenin Müslüman hâkimleri buraya yerleşen Haçlılarla mücadele etmek
için insan kaynağına şiddetle ihtiyaç duymaktaydı. Ayrıca Ortadoğu’da başlayan mücadelenin seyri genelde karşı tarafın askerî ve ekonomik imkânlarını kısıtlamak üzere
akınlar yapmak prensibine dayandığı için Türkmenler açısından son derece uygundu.
Dolayısıyla da en başından itibaren daima bu mücadelelerin içerisinde oldular.
Bununla birlikte yeni muhatapları o güne değin karşılaştıkları rakiplerinden teçhizat ve
savaş anlayışı açısından çok farklıydı. İlk bakışta dikkati çeken en belirgin farklılık ağır
zırhlı ve silahlı Haçlı şövalyelerinin hafif teçhizatlı ve neredeyse hiç zırh kullanmayan
Türkmenler karşısındaki açık üstünlüğü idi. İkincilerin karşı tarafa en önemli üstünlü-
127
AYDIN USTA
ğü ise daha hareketli olmaları ve bütün Haçlı kroniklerinin de açıkça ifade ettiği üzere
ok-yay kombinasyonunu mükemmelen kullanmalarıydı. Diğer taraftan Türkmenlerin
gelenekselleşen disiplin zafiyetleri bölgedeki güçlerin savaşın kavramları üzerinde
ciddi etkide bulunacaktı.
Ortadoğu’da başlayan mücadelenin ilk safhalarında Haçlılar taarruz üstünlüğünü
ellerinde bulunduruyorlardı. Müslümanların aralarında zaten onların gelişinden önce
de var olan çekişmeler şimdi çok daha karmaşık bir hâle bürünmüştü. Askerî kaynaklarını birbirlerine karşı yaptıkları mücadelelerde tüketen Müslüman hâkimlerinin yeni
muhataplarına karşı mevcut imkânlarıyla savaşı sürdürmesi olanak dâhilinde değildi.
Dolayısıyla dönemsel olarak kullanabilecekleri ve hazinelerine fazladan külfet getirmeyecek bir askerî gücün varlığına ihtiyaç kaçınılmaz hâle gelmişti. Onların bu gereksinimini karşılayabilecek yegâne adres ise Türkmenlerdi. Nitekim daha Haçlılar gelmeden önce bölgede görünmeye başlayan Türkmenler, Hanoğlu Harun idaresinde
Kuzey Suriye’de, Kurlu, Şöklü ve Uvakoğlu Atsız idaresinde (Navekiyye Türkmenleri)
Güney Suriye’de faaliyetlerde bulunmuşlardı. Nispeten küçük kuvvetlerle gerçekleştirilen bu faaliyetler yine de bölgenin hâkimleri arasında güçlü bir etki bırakmış ve
Türkmenlerin neler yapabilecekleri konusunda iyi bir referans olmuştu. Ancak şimdi
çok daha fazla sayıda askerî güce ihtiyaç duyulmaktaydı. Mücadelenin merkezinde yer
alan Suriye’deki hâkimlerin komşu bölgelerdeki Türkmen nüfusuna da ihtiyaç duymaları kaçınılmazdı. Bunun için sıklıkla Diyarbakır, el-Cezire ve Irak bölgelerinde meskûn
Türkmenlere başvuracaklardı. Haçlılarla mücadelede ilk dönemin Döğer boyuna mensup bir aile olan Artukoğullarının liderliğinde geçilmesi de savaş meydanlarında
Türkmenlerin varlık ve etkinliğini arttıracaktı.
Haçlılar Ortadoğu’ya girişleriyle birlikte Türkmenlerle tanışmışlar ve ilk karşılaşmalar
onların üstünlüğü ile neticelenmişti. Türkiye Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan, I. Haçlı
ordusuna karşı 16 Mayıs 1097’de İznik önlerinde ve 1 Temmuz’da Eskişehir yakınlarında tecrübe ettiği iki meydan savaşında da başarılı olamamıştı. Haçlılara ciddi bir
korunma avantajı sağlayan ağır teçhizatları I. Kılıç Arslan’ın hafif zırhlı ve çoğunluğu
Türkmenlerden meydana gelen kuvvetlerine üstün gelmişti. Dolayısıyla Sultan taktik
değiştirerek elindeki askerî güce uygun bir strateji belirlemişti. Meydan savaşlarında
Türkmenlerin güçlü teçhizatlı rakipleri karşısında zafiyetini iyi bir şekilde tespit edip
yanık toprak stratejisini muhatabını zayıflatmak amacıyla onun geçeceği yolları, iaşe ve
su kaynaklarını kullanılmaz hâle getirmeyi uygulamaya koymuştu. Nitekim kısa sürede yapılan bu değişikliğin sonuçları alınmış ve Türkiye Selçukluları, Danişmentlilerin
de desteği ile 1101 Haçlı Seferini akamete uğratmayı başarmışlardı (Demirkent, 1995,
ss. 17-56; Usta, 2008, ss. 72-75). Böylelikle de belki de Haçlıların Ortadoğu’daki kaderi
de şekillenmişti. Elde edilen bu başarının en büyük hak sahiplerinden biri de Türkmenler olmuştu.
Haçlılara karşı Türkmenleri Suriye’de ise ilk olarak 1098 senesi Haziranında Antakya
önlerindeki savaş esnasında görmekteyiz. Ancak buradaki savaşın da talihi Haçlıların
lehine tecelli etmiş ve bu onların Ortadoğu’daki varlıklarının bekası için önemli bir
adım olmuştu. Halebli tarihçi İbn el-Adim’e göre buradaki mağlubiyet Kürboğa’nın
ordusunda bulunan ve Haçlıların saldırısı karşısında bocalayan Türkmenlerin dağılmasıyla gelmişti (1954, II, s. 137). Muhtemeldir ki bu Türkmenler ailelerini de yanlarında getirmişlerdi. Zira Latin kaynaklarında surların önünde gerçekleşen mücadelenin
Müslüman ordusunun mağlubiyeti ile sonuçlanmasının akabinde Yunan av tanrıçası
128
MÜSLÜMAN-HAÇLI MÜCADELELERİNDE TÜRKMENLER/OĞUZLAR
Diana’ya benzeyen sırtlarındaki sadakları (ok torbası) oklarla dolu, kapalı giyinmiş
kadınlardan bahsedilmektedir. Bunlar savaşın sonrasında kaçarken daha hızlı olabilmek için yeni doğurdukları çocuklarını dahi bırakmışlardır (Guibertus Novigenti, 1997,
s. 103). Ayrıca İbn el-Adim de seferin başlangıcında Haçlılara karşı gerçekleştirilecek
harekât planı tartışılırken Artukoğlu Sökmen’in Diyarbakır’a gidilip orada bulunan
Türkmenlerden asker topladıktan sonra harekete geçilmesi taraftarı olduğunu yazmıştır (1954, II, s. 129).
Bu olayın sonrasında Türkmenler, Artukluların, Haçlılara karşı yürüttüğü mücadelelerde daima ön saflarında yer almışlar ve kazanılan zaferlerde büyük pay sahibi olmuşlardı. Öyle ki 1104’te Harran’da Artukoğlu Sökmen’in ordusunda 7.000, 1119’da TellAfrin (Ager Sanguinis)’de İlgazi’nin ordusunda yaklaşık 20.000 Türkmen yer almıştı
(İbn el-Esir, 1979, X, ss. 374,554). Yine İlgazi, Selçuklu Kumandanı Aksungur elPorsukî’yi Dara’da baskına uğrattığında yeğenleri Belek ve Davud da beraberlerindeki
Türkmenlerle birlikte onun yanında yer almışlardı. Aynı soydan gelmeleri nedeniyle
Artukluların, Türkmenler nezdinde sahip oldukları saygınlık onlara geniş bir askerî
destek kaynağı sağlamıştır. Öyle ki İbn el-Esir’in, Davud b. Sökmen ile ilgili şu cümleleri durumu en iyi şekilde açıklamaktadır; O, Türkmenler arasında o kadar itibar sahibi idi
ki, eli silah tutan herkes onun emri altında toplanırdı (İbn el-Esir, t.y., s. 81). Ancak kimi
zaman aksi durumlarda yaşanabilmekteydi. İlgazi, Tell-Afrin’den sonraki yıl Mayıs
1120’de topladığı birliklerle yeniden Haçlı topraklarına girmesine karşın Türkmenlerin
mal-mülk için etrafa dağılmalarıyla düzenli bir harekât yapmak imkânını bulamamıştı.
Muhtemelen bir önce sene elde edilen ganimetlerin cazibesiyle ona katılan Türkmenler
bekledikleri yağmayı bulamadıklarından yeteri kadar istekli savaşmıyorlardı. İlgazi’nin de bu duruma kızıp Türkmen beylerinden bazılarının sakallarını kesip bazılarını
iğdiş etmesi üzerine zaten dönmek için bahane arayan Türkmenlerin, Artuklu beyinden ayrılmasına sebebiyet vermişti (İbn el-Adim, 1954, II, s. 195). Böylece büyük umutlarla başlatılan bu sefer hiçbir başarı kazanılmadan sonuçlandırılmıştı. Aynı şekilde
Tell-Afrin hemen akabinde Türkmenlerin yağma için çevreye dağılmaları o sırada
sahipsiz ve korumasız kalan Antakya’nın olası fethini engellemişti. Yine ilginç bir not
olarak kaynaklar mücadele sahasında Türkmenlerin bahsinin geçtiği her yerde yağma,
ganimet (yağmaladılar, zengin ganimet elde ettiler, elleri ganimet doldu) gibi cümleleri kullanmışlardır (İbn Kalanisî, 1983, ss. 340,360,380; İbn el-Esir, 1979, X, s. 374; İbn el-Adim,
1954, II, s. 187).
Zira bu dönem içinde Türkmenler, Haçlılara karşı yürütülen mücadelelerde orduların
ana gücünü oluşturmaktaydı. Öyle ki kaynaklarda bu mücadelenin iki önemli siması
İlgazi ve Tuğtekin’in ihtiyaçları olan asker kaynağı için sürekli çevredeki Türkmenlerle
yazıştıkları ifade edilmektedir (İbn Kalanisî, 1983, s. 318). Elbette ki burada onları ordusunda istihdam edecek kişinin maddi gücü de çok önemliydi. İbn el-Esir eserinin
514/1120-1121 senesi olaylarını anlattığı kısmı içerisinde İlgazi ve Tuğtekin’in Türkmenlerle alakalı hareket tarzlarını ve Türkmenlerin davranışlarını açıkça gözler önüne
sermektedir. Buna göre; Tuğtekin, Haçlıların kıstırılmasına, zaferin çok yakın olmasına rağmen Türkmenlerin atlarının zayıf Haçlı süvarisinin ise güçlü olmasından dolayı muhatabına,
Haçlıların önünden çekilmesini tavsiye etmişti. İlgazi de Haçlı beldelerinde fazla kalıp zaman
kaybetmek istemiyordu. Çünkü o Türkmenleri ganimet için toplardı. Türkmenler yanlarında
içinde un bulunan bir azık çantası ve koyunları ile gelirlerdi. Ele geçirecekleri ganimetleri kaçırmamak için acele ederler, saatleri sayar, sonra da geri dönerlerdi. Eğer bir yerde uzun süreli
129
AYDIN USTA
kalınırsa hemen dağılırlardı. İlgazi’nin yanında onlara dağıtacak kadar mal yoktu (İbn el-Esir,
1979, X, ss. 568-569). Nitekim İlgazi, 1119’daki Tell-Afrin Zaferi’nden önce Tuğtekin’i
beklemekte iken beraberindeki Türkmenler sıkılmışlar ve onu hareket etmeye zorlamışlardı. Bunun üzerine muhataplarından savaşta sabır gösterecekleri, canla başla
savaşıp ölmeyi göze alacakları hususunda yemin alıp Antakya Haçlılarının üzerine
yürümüştü (İbn el-Adim, 1954, II, s. 188).
Türkmenlerin disiplinsizliği onları güvenilmez kılarken hafif teçhizatları da Haçlılar
karşısında yetersiz kalmaktaydı. Rakiplerinin ağır zırhları ve güçlü silahları karşısında
zorlanan Türkmenler zaten temel amaçları yağma ve ganimet olduğu için çabucak
çözülerek ricat ederlerdi. Fahrülmülk b. Ammar, Cenahüddevle ve Melik Rıdvan’ın
birleşik kuvvetlerinin Trablus önlerinde kendilerinden defalarca küçük Raymond St.
Gilles’in 300 kişilik askerî gücü karşısında aldıkları mağlubiyet de bunun bir örneğidir
(İbn Kalanisî, 1983, s. 228; İbn el-Esir, 1979, X, s. 344). Yine Seruc önlerinde bu şehrin
hâkimiyeti için gerçekleştirilen ikinci savaş sırasında emrindeki bir grup Türkmen’in
kaçması üzerine Artukoğlu Sökmen de mücadele sahasını terk etmek zorunda kalmıştı
(İbn Kalanisî, 1983, s. 224).
Ortadoğu’daki dört Haçlı devletçiği Müslümanların sayısal üstünlüğünü telafi edebilmek amacıyla genelde kuvvetlerini birleştirmeden savaşa girmemeyi tercih etmişlerdir.
Böyle durumlarda komutaları altındaki Türkmenlerin durumu dolayısıyla Müslüman
emîrler de saldırmak konusunda çekingen davranıp rakiplerini uzaktan takip etmekle
yetinirdi. Haçlıların bu hareket tarzından amaçladıkları bir diğer husus ise artık yeteri
kadar tanıdıkları sabırsız Türkmenlerin dağılmalarını beklemekti. Böylelikle olay kimi
zaman meydan savaşına kalmadan tarafların birbirinden ayrılmasıyla sonuçlanırdı.
Haçlılara karşı kazanılan ilk dönemdeki zaferlerin hemen hemen hepsinde onların
güçlerini birleştirmeden yakalanmasıyla elde edilmesi de görüşlerimizin bir ispatı
niteliğindedir.
Türkmenler, karşı tarafın ekonomik ve sosyal gücünü yıpratmaya yönelik akınlar için
de mükemmel bir uygulayıcı idiler. Haçlıların kaleler ve müstahkem mevkiler inşasına
girişmeleri biraz da bu akınların önüne geçebilmek endişesinden kaynaklanmaktaydı.
Böyle bir tahkimatlar zincirinin oluşmaya başlaması bölgedeki Müslüman-Haçlı mücadelesini yeni bir safhaya taşırken Türkmenler daha önce yaşadıkları gibi ana askerî
güç tanımlamasından çıkıp yardımcı kuvvetler derecesine sokulacaklardı. Bunu gelişmelerin getirdiği gerekliliklerin yanında -Haçlılara karşı düzensiz kuvvetlerin elde
ettikleri başarılara rağmen bunların kalıcı olmadığı anlaşılmıştı- güç ve liderliğin
Türkmen Artuklulardan, gulam asıllı Zengi hanedanına geçmesinde de aramak mümkündür. Adı geçen devletin kurucusu İmadeddin Zengi, uzun zamandır süre gelen
mücadelelerin merkezi bir gücün yokluğunun sonucu olduğunu çok iyi şekilde idrak
etmiş ve planlamalarını buna göre yapmıştı. Ancak Zengi, hiçbir zaman Türkmenleri
tamamıyla mücadele sahasının dışında bırakmak gibi bir düşüncenin içinde olmamıştı.
Nitekim bölgeye gelmesinin ve Haleb’i ele geçirmesinin akabinde beraberinde getirdiği
Yiva Türkmenlerini Haleb ve çevresine yerleştirmişti. Bunlar başlarındaki kişiye nispetle Yarukiyye adıyla da bilinirlerdi (Sümer, 1992, s. 117). Yavaş yavaş değişmeye başlayan görev tanımlamalarıyla birlikte Türkmenler artık sınır boylarına yerleştirilerek
Müslüman topraklarının korunması kadar karşı tarafa yapılacak yağma akınlarından
sorumlu tutulmuşlardı. Bunlar Zengi’nin Haleb’e tayin ettiği Emîr Savar’ın idaresinde
idiler. 530/1135-1136 senesinde 3.000 Türkmen’le birlikte Haleb’ten Lazkiye taraflarına
130
MÜSLÜMAN-HAÇLI MÜCADELELERİNDE TÜRKMENLER/OĞUZLAR
yapılan bir akında 7.000 esir ve sayılamayacak derecede çok ganimet elde edilmişti.
Öyle ki Haleb esir ve binek hayvanları ile dolmuştu (İbn el-Adim, II, 1954, ss. 260-261).
Zengi’nin özellikle Kuzey Suriye’ye Türkmenleri iskân politikası bir yüzyıl sonrasında
bölge gerçek anlamda bir Türkmen yurdu hâline gelmiştir. Nitekim sadece Haleb’teki
Türkmen nüfusu 150.000 kişiye ulaşmıştı (Turan, 1993, s. 510). Ardından Memluklar
devrinde Moğolların önünden kaçan Türkmenlerden yaklaşık 40.000 çadırlık bir grubun gelişi bu durumu daha da pekiştirecekti (Yaltkaya, 2000, ss. 155,171; Sümer, 1992,
ss. 133-134). Öte yandan dönemin sultanı Baybars bu Türkmenleri küçük gruplara
ayırıp farklı sahalarda ve bilhassa sınır bölgelerinde iskân etmeyi tercih etmişti. Baybars’ın böyle hareket etmesindeki temel neden Türkmenlerin iki ucu keskin kılıç gibi
kendisine bağlı halka karşı yapmaları muhtemelen yağma ve talan faaliyetlerini engellemek içindi. Ancak alınan tüm tedbirlere rağmen Türkmenler zaman zaman yol kesip
Müslüman ahaliyi de yağmaladıkları vakidir (İbn Kalanisî, 1983, ss. 400-401; İbn el-Esir,
1979, X, ss. 355-357; Makrizî, 1997, I, s. 563.).
Türkmenler yeni görev tanımlamalarına karşın Zengiler devrinde çok ileri olmasa da
asli güç olmak pozisyonlarını muhafaza etmişlerdi. Nitekim 1133’te Trablus Haçlı
Kontluğu’nun topraklarına yaptıkları büyük bir akında Kont Pons’u mağlup ederek
Ba’rin Kalesi’ne sığınmaya zorlamışlar ve bir süre onu burada kuşatmışlardı (İbn Kalanisî, 1983, s. 380).
Yine Haleb civarında yaşayan Türkmenler, sabık Urfa Kontu II. Joscelin’i yakalayarak
Atabey Nureddin Mahmud’a teslim etmeyi başarmışlardı (İbn el-Esir, 1979, X, ss. 154155; İbn el-Adim, 1954, II, ss. 301-302). II. Joscelin’in esareti ve Haleb zindanlarında
ölümüyle birlikte Urfa Haçlı Kontluğunun yeniden canlandırılması çabaları da sonuçsuz kalmıştı.
Aileleri ile birlikte kuzey Suriye’ye yerleşen Türkmenlerin burada eski boy teşkilatlarını korudukları da görülmektedir. Buna göre içlerinde Bayat, Avşar, Beydilli gibi oymakların yer aldığı Bozoklu Türkmenleri Amik Ovası’ndan doğuya Haleb’e oradan da
Asi Irmağı boyunca aşağı doğru Şam bölgesine kadar olan sahada meskûndular. Üçok
Türkmenlerinin Yüreğir, Yıva, Kınık, Bayındır, Salur ve Eymür boyları ise Amik Ovası’ndan güneye doğru Lazkiye, Trablusşam istikametinde Cebelü’l-Ensariyye’nin batısında yerleşmişlerdi. Bunlar yazları İç Anadolu’ya gelmekteydiler (Sümer, 1992, s. 138).
Haçlı seferlerinin ikinci yarısından itibaren -1187 Kudüs’ün fethi sonrası- Türkmenlerin
askerî sorumluluğu sınır bölgelerinin koruması olmuştu. Olağanüstü durumlarda
orduda da görev yaptıkları bilinmektedir. Bu tanımlama ise onların maceracı ve kendilerine has hâletiruhiyesine uygun düşen görevleri içermektedir. Nitekim Nureddin
Mahmud b. Zengi kuvvet göndermek konusunda kararsız kaldığı Mısır’a nihayetinde
ısrarlarına duyarsız kalamadığı Şirkuh’u tayin etmişti. Şirkuh bu görev için Türkmen
obalarını dolaşarak onlardan para ile asker toplamıştı. Bu nedenle Zengilerin ordusunun neredeyse tamamı Türkmenlerden oluşmaktaydı. Onların bu ağırlığı bir süre daha
devam etmiştir. (İbn el-Esir, 1979, XI, ss. 298-341).
Yine Eyyubiler ve Memluklar dönemlerinde Türkmenler yapılacak seferlerin öncesinde
Haçlı topraklarına yaptıkları akınlarla karşı tarafın mukabele imkânını ortadan kaldırmaya yönelik kullanılmışlardır. Örneğin Selahaddin Eyyubi’nin yıkılmasına büyük
önem verdiği Mayıs 1179’daki Beytu’l-Ahzan kuşatması sırasında Akka’ya kadar uzanan Haçlı topraklarında yağmalar yapıp ekinleri toplamışlardı (İbn el-Esir, 1979, XI, ss.
131
AYDIN USTA
455-456; Makrizî, 1997, I, ss. 89-90). Sultan Baybars 1263’te müstahkem Haçlı kalelerinden Kaysariyye üzerine gitmeden önce aynı şekilde Türkmenleri göndererek Haçlı
topraklarını yağmalatmıştı (İbn Abdüzzahir, 1976, ss. 229-234). Diğer taraftan sınırdaki
görevlerinin dışında Türkmenlerin asker olarak Eyyubi ordusuna yazıldıkları da vakidir. Bunlara normal bir asker maaşı bağlanırdı. Yukarıda Zengi tarafından Haleb civarına yerleştirildikleri anlatılan Yarukiyye Türkmenleri Eyyubiler döneminde de mevkilerini koruyup geliştirmeyi başarmışlardı. Bunların liderlerinden Bedreddin Duldurum
el-Yarukî III. Haçlı Seferi sırasında birliği ile Selahaddin’in ordusunun öncülüğünü
yapmıştı (Şeşen, 2000, s. 198).
Sonuç olarak; Haçlı Seferleri döneminde Türkmenlerin genelde Ortadoğu özelde ise
Suriye’deki faaliyetlerine bakıldığında onlar için durumun geçmiştekilerden çok da
farklı olmadığı görülecektir. Bu onların konar-göçerlikten gelen karakterlerinin bir
yansımasıdır. Daha evvelinde Selçuklu Devleti’nin kuruluşu sırasında yaşandığı gibi
yine askerî anlamda asli unsurlar olmaktan bir anda ikincil bir güç hâline gelmişlerdir.
Ancak burada dikkati çeken temel nokta her ne olursa olsun Türkmenlerin bu mücadelelerde askerî kavram ve uygulamalara damgalarını vurmuş olmalarıdır. Bilhassa ilk
dönemde seferler elbette ki biraz da mecburiyetten onların durumlarına göre yapılmıştır. Ancak daha sonraları bölgede Müslümanlar safında değişen siyasi ve askerî çerçeveden Türkmenler de etkilenmişlerdir.
Dikkati çeken bir diğer husus Türkmenlerin her şartta artık bir karakter hâline gelmiş
özelliklerini muhafaza edebilmeleridir. Bu nedenle zaman zaman komutaları altına
girdikleri emîrlerle de çatışmaya girmekten çekinmemişlerdir. Ayrıca bölgenin siyasi
hâkimlerinin en önemli asker kaynağı olarak Türkmenler zaten daha öncesinde de var
oldukları Suriye’nin kuzeyinde bugüne kadar varlığını muhafaza edebilecek bir nüfus
yoğunluğu oluşturabilmişlerdir. Bunu ise sadece askerî başarı olarak değil bıraktıkları
eserlerle de yapmışlardır. Haleb’de kurulan büyük Yarukiyye Mahallesi, Türkmen
adını taşıyan on beş mescid ve İzzeddin Avşar tarafından kurulan Avşariyye Medresesini bunlara örnek verebiliriz (Turan, 1993, s. 510).
KAYNAKÇA
Demirkent, I. (1995). 1101 Haçlı Seferleri. Prof. Dr. Fikret Işıltan’a 80. Doğum Yılı Armağanı.
İstanbul: Dünya Yayıncılık. 17-56.
Guibertus Novigenti. (1997). Gesta Dei Per Francos (The Deeds of God Through Franks). Woodbridge: The Boydell Press.
İbn Abdüzzahir. (1976). el-Ravz el-Zahir fi Sireti’l-el-Melik el-Zahir. Riyad.
İbn el-Adim. (1954). Zübdetü’l-Haleb fi tarihi Haleb. II, Dımaşk: İnstitut Français de Damas.
İbn el-Esir. (1979). el-Kamil fi’l-tarih. X, XI, Beyrut: Darü’l-fikr.
İbn el-Esir. (t.y.). el-Tarihü’l-bahir fi devleti’l-atabekiyye. Kahire: Darü’l-kütübi’l-hadise.
İbn Haldun. (1990). Mukaddime. İstanbul: MEB Yayınları.
İbn Kalanisî. (1983). Tarih-i Dımaşk. Dımaşk: Darü’l-Hassan.
Makrizî. (1997). Kitab el-Sülûk li Marifeti düveli’l-mülûk. Beyrut: Darü’l-kutubi’l-ilmiyye.
Sümer, F. (1992). Oğuzlar (Türkmenler), Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları. İstanbul: TDAV Yay.
Şeşen, R. (2000). Selahaddin Eyyubi ve Devri. İstanbul: İSAR Yayınları.
Turan, O. (1993). Selçuklular Zamanında Türkiye. İstanbul: Boğaziçi Yayınları.
Usta, A. (2008). Çıkarların Gölgesinde Haçlı Seferleri. İstanbul: Yeditepe Yayınevi.
Yaltkaya, Ş. (2000). Baypars Tarihi, al-Melik al-Zahir (Baypars) Hakkındaki Tarihin İkinci Cildi.
Ankara: TTK Yayınları.
132
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
OĞUZ KAĞAN KİMDİR?
A YH AN PA LA
Oğuz Kağan’ın Türk tarihindeki hangi şahsın destanî ismi olduğu üzerinde De
Guignes’den itibaren iki yüz elli yıldır pek çok yorum yapılmıştır. Zeki Velidî
Togan’a göre Oğuz Kağan Destanında Hun hükümdarı Motun’a ait motifler olmakla
birlikte o daha çok Saka hükümdarı Alp Er Tonga’dır. Bir kaynağa göre ise
Efrasiyab’ın kumandanlarından biridir (Togan, 1982, s. 152). Fuad Köprülü,
Abdülkadir İnan, Osman Turan, Ziya Gökalp, Hüseyin Namık Orkun, Sadettin
Gömeç ve başka bazı araştırmacılara göre Hun hükümdarı Motun’dur. Oğuz Kağan
bazılarına göre Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han’dır ve hatta Cengiz Han’dır.
Sovyet dönemi Türkmen tarihçisi Agacanov’a göre Oğuz Destanı Oğuzların Yedisu
bölgesinden Sır Derya boyundaki Yeni Kent’e gelişlerinin ve burada devlet
kuruşlarının izlerini taşır. Oğuz Kağan’ın Yeni Kent’i onarması bu dönemi gösterir.
O zaman Oğuz Kağan VIII - IX. asırlarda ömür süren Sır Derya Oğuz Devleti’nin
başındaki kişi olmaktadır (Agacanov, 2002, ss. 188-189). Osmanlı tarihçisi Rüstem
Paşa ise Kur’an’da ‘iki boynuzlu’ adı ile zikredilen kişinin babasını öldürerek
hâkimiyeti ele geçiren Oğuz Han olduğu kanaatindedir ve o Hz. İbrahim’in hak
dininde idi (Bayat, 2002, s. 522). Timur dönemi tarihçisi Şerefüddin Yezdi’nin
kitabında Nuh’un oğlu Yafes’in oğlu Türk’ün oğullarından dördünün ismi Tutel,
Çigil, Barshan ve İlak olarak sayılmıştır. Reşidüddin’e göre ise Abulca Yafes’tir.
Gerek Reşidüddin’de ve gerekse Şerefüddin’de Abulca Han’ın torunu Oğuz Han,
Kara Han’ın torunu olarak takdim edilmektedir. Reşidüddin’e göre Abulca Han’ın
Dib-Bakuy adında bir oğlu vardı ve onun oğullarından biri de Kara Han’dı.
Şerefüddin’de ise Kara Han Moğol Han’ın oğludur. Moğol ve Tatar ikizdiler ve
Moğolların ve Tatarların atalarıydılar. Bu konuda yorum yapan daha pek çok isim
sayılabilir. Bu durum folklor ilminde tarihî-mitolojik ecdad tipinin yeniden doğması
ile izah edilmektedir (Bayat, 2002, s. 521). Ebu’l-Gazi Bahadır Han’ın yazdığına göre
XVII. asırda Türkmen bakşıları Oğuznameleri sözlü olarak icra etmekte idiler. (Bayat,
2002, s. 522). Bakşının hafızasına, bilgisine, zihniyetine ve muhayyilesine göre Oğuz
Destanı da zamanla değişmelere uğramakta idi. Onun için belki başlangıçta Gök
133
AYHAN PALA
Tanrı’nın oğlu olan Oğuz Kağan zamanla Ay Tanrı’nın veya Ay Kağan’ın oğlu
oluyor; sonra da bir İslam gazisi ve velisi hâline dönüşüyordu. Oğuz, bir ecdat,
kurucu kahraman olarak Türk kültürünün bütün katmanlarında mevcuttur. (Bayat,
2002, s. 522). W. Barthold’a göre “Oğuz-name”nin son değişiklikleri, Moğol
döneminde yapılmıştır. (Agadjanov, 2002, s. 48) Fuzuli Bayat’a göre Oğuz, ister
Uygur varyantında olsun, ister tarihî eserlerde olsun bütün yönleri ile tarihî
şahsiyetten daha çok mitolojik karakterlidir (Bayat, 2002, s. 522).
Bizim kanaatimize göre de Oğuz Kağan diye bir tarihî şahsiyet yoktur. Oğuz Kağan
Oğuzların kağanı demektir. Bu ad zamanla halk muhayyilesinde bir destan
kahramanının ismine dönüşmüştür. Osmanlı padişahlarının Oğuz Han’a kadar
uzanan şecerelerinde yer alan Dibbakoy adı da bu görüşümüzü teyid eden bir
misaldir. Dib Yabgu yani en eski yabgu unvanı zamanla bir kişi adı zannedilerek ve
yanlış okunarak bu şekle dönüşmüştür. Tarihte Bayındır Han isimli bir şahsiyet
bilinmediği halde Dede Korkut hikâyelerinde Bayındır Han’dan bahsedilmektedir.
Akkoyunlu soyu Bayındır boyundan olduğu için bu devlete mensup bir Dede
Korkut hikâyeleri anlatıcısı veya yazıcısının bu devletin eski hükümdarlarından
olduğunu düşündüğü bir kişi için bu adı kullandığı anlaşılmaktadır. Bu konuda
başka misaller de verilebilir. Yukarıda bahsettiğimiz kaynaklarda zikredilen Türk,
Hazar, Çiğil, Moğol, Tatar gibi kavim adlarının şecerelerde kişi adı olarak geçtiğini
biliyoruz. Oğuz Han’a kadar uzanan şecerelerde Çin, Maçin gibi ülke adlarının dahi
kişi adı olarak kullanıldığını da biliyoruz. Oğuz Kağan belirli bir şahsiyet olmadığı
içindir ki pek çok tarihî veya destani şahsiyet Oğuz Kağan olarak anılmıştır. Togan’a
göre de “Oğuz rivayetleri birkaç fatihin, mesela Doğu’da Mete’nin, Batıda Afrasyab
(Tunga Alp)’ın ve belki de Atila’nın fütuhatına ait destanların bir araya getirilen şekli
gibi görünüyor.” (Togan, 1981, s. 481). Destanlarda görülen tabakalaşma Oğuz Kağan
meselesinde de kendisini göstermiş, Köroğlu’nun Türkmenistan’da, Azerbaycan’da
ve Anadolu’da yaşamış ortak bir destan kahramanı olması gibi Oğuz Kağan da böyle
olmuştur. Bu sebeple, Oğuz Kağan’ı belirli bir tarihî kişilikle sınırlandırmak doğru
değildir.
Destan kahramanı Efrasiyab da Oğuz Kağan gibi tarihî bir şahsiyet değildir. Bazı
kaynaklarda onun 2000 yıla kadar yaşadığı düşünülür. Efrasiyab hikâyeleri, sadece
Saka kabilelerinden bir bölümün değil aynı zamanda Hunlar, Heftalitler ve
Türkler’in saldırılarını da yansıtmaktadır (Yazıcı, 1994, s. 478). Efrasiyab’ın Med
Kralı Astiyog olması ihtimali üzerinde durulmuştur (Yazıcı, 1994, s. 479). Moğol
tarihçisi Cüveyni’nin verdiği bilgiye göre Uygur şehirlerindeki halkın inanışına göre
Uygur hükümdarı Buku Han Efrasiyab’ın ta kendisidir (Cüveyni, 1999, s. 102).
Osman Turan’a göre İslam kaynakları, Karahanlıların, Koçu (İdikut) Uygur
Devletinin ve Selçuklu hanedanlarının Efrasiyab’a mensup olduklarını ifade
ederlerken bu münasebetle, onu tarihi ve millî ananeye uygun olarak, Oğuz Han ile
birleştirmişlerdir (Abdurrahman, 2004, s. 8; Turan, 1995, s. 81; Turan, 1999, s. 191).
Oğuz Han’ın adı üzerinde de bugüne kadar çeşitli yorumlar yapılmışsa da tatmin
edici bir sonuca varılamamıştır. Bu adın etimolojisini yapan ilim adamlarından Denis
Sinor onu öküz kelimesi ile izah etmiş (Sinor, 1980, ss. 5-6), Ahmet Bican Ercilasun bu
fikri desteklemiştir (Ercilasun, 1994, s. 87). Türk tarihinde öküz ismini alan bir
134
OĞUZ KAĞAN KİMDİR?
şahsiyet kaynaklarımızda görülmemektedir. Boğa ismi ise başka hayvan isimleri gibi
şahıs adı olarak kullanılmıştır. Kanaatimizce destan kahramanı Oğuz Kağan’ın öküz
ismini taşıması ihtimali yoktur. Bizim biraz evvel bahsettiğimiz görüş kabul edilirse
Oğuz Kağan’ın adı meselesi de zaten ortadan kalkar. Yani Oğuz Kağan Oğuzların
kağanı demek ise onun öküz veya boğa olmasına gerek kalmaz. Kavim adı olarak
Oğuz kelimesinin etimolojisi Oğuz Kağan için de geçerli olur. Bildiğimize göre bu
görüşü ilk defa Rus tarihçisi Lev Gumilyev yazmıştır (Gumilyev, 2002, s. 85). Kemal
Eraslan’a göre de Oğuz kavim adı, destanın teşekkülü ile Oğuz şahıs adı yerine
geçmiş olmalıdır (Eraslan, 1995, s. 31).
KAYNAKÇA
Abdurrahman, V. (2004). Tarihteki Efsanevi Turan Padişahı Alp Er Tunga Hakkında.
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Araştırmaları Dergisi.
Cilt: 22, Sayı: 35. Ankara. 1-8.
Agacanov, S. G. (2002). Oğuzlar. (E. N. Necef ve A. Annaberdiyev, Çev.). İstanbul:
Selenge Yayınları.
Bayat, F. (2002). Oğuz Kağan Destanı Üzerinde Yeni Düşünceler, Türkler, 3. cilt.
Ankara. 520-526.
Cüveyni, A. (1999). Tarih-i Cihangüşa. (M. Öztürk, Çev.) (2. bs.). Ankara: Kültür
Bakanlığı.
Eraslan, K. (1995). Yazıcı-zade’nin Oğuz-name’si, TDAY Belleten 1992. Ankara. 29-35.
Ercilasun, A. B. (1994). Dede Korkut Kitabı İle Oğuz Destanı Arasındaki
Münasebetler, TDAY Belleten 1988. Ankara. 69-89.
Gömeç, S. (2004). Oğuz Kağan’ın Kimliği, Oğuzlar ve Oğuz Kağan Destanları
Üzerine Bir İki Söz, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Araştırmaları Dergisi,
Cilt: 22, Sayı: 35. Ankara. 113-121.
Gumilev, L. N. (2002). Eski Türkler. (D. A. Batur, Çev.). (2. bs.). İstanbul: Selenge
Yayınları.
Sinor, D. (1980). Oğuz Kağan Destanı Üzerinde Bazı Mülahazalar. (A. Ateş, Çev.).
İÜEF Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi. IV, Sayı: 1-2, İstanbul. 1-14.
Togan, A. Z. V. (1981). Umumi Türk Tarihine Giriş, Cild I: En Eski Devirlerden 16. Asra
Kadar. (3. Bs.). İstanbul: Enderun Yayınları.
Togan, A. Z. V. (1982). Oğuz Destanı: Reşideddin Oğuznâmesi Tercüme ve Tahlili. (2. bs.).
İstanbul: Enderun Kitabevi.
Turan, O. (1995). Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Turan, O. (1999). Selçuklular ve İslamiyet. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Yazıcı, T. (1994). Efrasiyab, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 10, Ankara.
478-479.
135
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
KARAKOYUNLULARIN MENŞEÎ HAKKINDA BAZI GÖRÜŞLER
A YŞ E A TICI AR AYAN CAN
Karakoyunlular, XIV. yüzyılın ortalarından XV. yüzyılın son çeyreğine kadar Doğu
ve Güney Doğu Anadolu, Kafkasya, İran ve Irak bölgesine hâkim olan, bünyesinde
Sa’dlu, Baharlu, Duharlu, Karamanlu, Alpavut (Alpağut), Çekirlu (Câkîrlu), Âyînlu,
Hacılu, Ağaç-eri, Döğer, Bayramlu gibi birçok aşireti birleştirmiş büyük bir Türkmen
birliğidir (Sümer, 1992, ss. 19-32; Çay, 1992, s. 344). Van Gölü kıyısında bulunan
Erciş’ten Erzurum ve Musul’a kadar uzanan bölgede ortaya çıkmışlar ve Van-Erciş’i
kendilerine merkez olarak seçmişlerdir (Bahram-nejad, 1386, s. 21). Karakoyunlu
siyasi birliği içerisinde Karakoyunlu boyu idareci bir rol üstlenmekle beraber onların
Oğuzların hangi boyuna mensup olduğu meselesi henüz aydınlatılmış değildir. XV.
yüzyıl Osmanlı müverrihlerinden Mevlana Şükrullah’ın (Behcetü’t-Tevârîh)
Karakoyunlu hanedanının Deniz Han’dan geldiğini Karakoyunlu sultanı
Cihanşah’ın ağzından bizzat duyduğunu nakletmiştir1. Elçi olarak sultan
Cihânşah’ın sarayına konuk olan Şükrullah, Cihânşah’ın Oğuz tarihini getirtip,
1
Şükrullah, Sultah Cihânşah’ın yanına elçi olarak gittiği zaman şahit olduklarını şu şekilde
anlatmaktadır: “şöyle ki 1449 tarihinde merhum Sultan Murad bu güçsüzü elçilikle Mirza
Cihânşah’a gönderdi, varıp yerine getirdik. Bir gün Şagavul geldi: “Mirza sizinle yalnız
konuşacağından tek olarak gitmelisiniz” dedi. “İşittik ve baş eğdik” deyip gittik. Konuşma sırasında
buyurdu ki: Sultan Murad benim ahiret kardeşimdir. Bu kardeşlikten başka da akrabamdır. Akrabalığın
sebebi soruldu. Buyurdu ki, tarih okuyucu Mevlana İsmail’i çağırsınlar ve Oğuz tarihini getirsinler.
Mevlana İsmail geldi ve Moğol yazısı (uygur alfabesi) yazılmış bir kitap getirdi. O kitaptan anlaşıldı ki
Oğuz’un oğlu olmuştur. Adları Gök Alp, Yer Alp, Gün Alp, Deniz Alp, Yıldız Alp, Ay Alp. Mirza
buyurdu ki: “Kardeşim Sultan Murad‟ın nesebi Oğuz oğlu Gök Alp‟a ulaşıyor. Gök Alp oğulları,
Kızıl Buga oğlu Kaya Alp oğlu Süleymanşah oğlu Ertuğrul’a 45. göbekten erişmiştir. Kara Yusuf’un
nesebi 41.göbekten Deniz Alp’e erişmektedir”. Bu iki padişahım nesebi bilinince Mirza buyurdu:
“Kardeşim Sultan Murad’ın nesebi bizim nesebimizden ağadır. Gök ve Deniz arasında fark olduğu
gibi” ifadelerinden anlaşılacağı üzere Şükrullah Karakoyunlu hanedanının Uçok- Denizhan
evladından geldiğini belirtmektedir. (Şükrullah, 1939, s. 137)
137
AYŞE ATICI ARAYANCAN
şeceresini incelettiği ve Osmanlı Sultanı II. Murad ile aynı soydan geldiğini
kanıtlamaya çalıştığını aktarmıştır (Şükrullah, 1939, s. 137). Öte yandan Cihânşah’ın
II. Murad ile Oğuzculuk politikası üzerinde birleşmeye çalışması ilginçtir. Ayrıca
Osmanlılar ve Karakoyunlular Oğuz Han adını kullanıp, şecerelerini Oğuz Kağan’a
bağlamaları onların yakınlaşma nedenlerinin en temel sebebi olmuştur.
Buradan yola çıkarak eğer Karakoyunlular Oğuzların Üçok-Denizhan koluna
mensup idiyseler İğdir, Büğdüz, Yıva ya da Kınık boylarından birine mensup olması
icap etmektedir (Sümer, 1992, s.14). Ancak kayıtlarda hangi boyun mensubu
olduklarına dair net bilgiye de şimdilik rastlanılamamıştır (Aka, 2002, s. 316).
Karakoyunluların kışlak sahası olan Musul-Kerkük bölgesinde kesif bir şekilde
Yıvalar bulunmaktaysa da onların bu boya mensup olabileceği kanaatini
kuvvetlendirecek delillerden uzakta bulunuyoruz (Sümer, 1992, s. 15). Karakoyunlu
sikkelerinde görülen işaretlerin Reşidüddin’deki Oğuz damgalarından en fazla
Yıvaların damgalarına benzediği görüşüne ise Faruk Sümer bu işaretlerin birer nakış
olabileceğini savunarak Yıva boyunun damgası olmadığını ortaya koymuştur
(Sümer, 1992, s. 15). Öte yandan Doğu ve Güneydoğu Anadolu, Azerbaycan, İran
topraklarının
yapısı
incelediğinde
Yıva,
Ağaçeri,
Döğer
unsurlarına
rastlanılmaktadır. Buradan yola çıkarak Karakoyunluların Denizhan oğullarından
geldiği fikri kuvvetlenmektedir (Çay, 1992, ss. 344-345).
Başka bir husus ise birçok Türk topluluğu ve boyları ikili sisteme göre ayrılmışlardır.
İkili sistemin temeli Türk soyunun atası olan Oğuz Kağan’a dayanmaktadır. Destana
göre, Oğuz Kağan, dünyanın fethini tamamladıktan sonra devletini ve ülkesini iki
kısma ayırmıştır. Bunlardan doğu kısmı “Bozok kolu” altında toplanan oğullarına
(Gün, Ay, Yıldız), batı kısmı da “Üçok kolu” altında toplanan oğullarına (Gök, Dağ,
Deniz) vermiştir. Bundan sonra Oğuzlar daima “Bozoklar (Dış Oğuz)” ve “Üçoklar
(İç Oğuz)” şeklinde varlıklarını devam ettirmişlerdir (Koca, 2008, s. 39). İkili teşkilat
kuruluşuna göre kabilelerin silsilelerinin kökü aynı hatta ikiz kardeş olduğu
üzerinde durulmaktadır. Akkoyunlu, Karakoyunlu, Bozok, Üçok kabileleri böyle bir
düşünce ile kendilerine isim koymuş olabilirler. Ancak bu adlarda boz, üç, ak, kara
sözcükleri ayrılığı og ve koyun sözcüğü ile birliği bildirmiş olabileceği üzerinde
durulmuştur (Seyidov, 2007, s. 109). Ayrıca eski Türk geleneklerinde görüldüğü
üzere Türk toplulukları ve boyları “Sarı Türgiş-Kara Türgiş”, “Ak Kuman-Kara
Kuman”, “Ak Hazar-Kara Hazar”, “Akkoyunlu-Karakoyunlu”,“Alkevli (Akçadırlı)Karaevli (Kara Çadırlı) Sarıkeçili-Karakeçili gibi iki sisteme uygun olarak ikiye
ayrılmışlardır (Koca, 2008, s. 39).
İkili sistemden yola çıkılarak Akkoyunlu-Karakoyunlu üzerinde değerlendirme
yaptığımızda Akkoyunluların Üçokların–Gökhan Bayındır boyuna mensup
olduğunu ve hanedan üyelerinin de Bayındır boyundan olduğunu biliyoruz. Ancak
kaynakları taradığımızda Karakoyunlularda hanedan ve boy konusunda
Akkoyunlulardaki gibi kesinlik olmasa da Oğuzlardaki ikili sistemin uygulanmış
olabileceği akla gelmektedir.
Karakoyunluların menşeî hakkında dikkatimizi çeken önemli diğer bir husus ise
Karakoyunlulara verilen Baranlu ya da Baranî mahiyeti, menşeî ve lakabıdır.
Kaynaklarda Baranlu ya da Baranî Karakoyunluların aile ya da hanedan adı olarak
138
KARAKOYUNLULARIN MENŞEÎ HAKKINDA BAZI GÖRÜŞLER
geçmektedir. Dönemin kaynaklarında Kara Yusuf’un ve Cihânşah’ın daha çok
Baranlu hanedanının mensubu olduğu, “baranlu” yada “baranî” lakabı ile anıldıkları
görülmektedir (Neşrî, 1987, s. 821; Budak, 2000, s. 63; Kazvinî, 1314, s. 210)2. Ancak
bu kelimenin menşeî, hanedanın bu adı hangi suretle aldığı Aynı şekilde Baran
nisbesinin bir aşiretten mi alındığı hususu belli değildir. Faruk Sümer bu adın bir yer
adı olabileceğine dikkat çekmiştir (Sümer, 1992, s. 19).
Bununla birlikte Baranî ya da Baranlu sıfatının koç ile ilişkilendirilmesi dikkati çeken
hususlardandır. Bilindiği gibi Türkler arasında kurt, koyun, at gibi evcil ya da vahşi
hayvanlara özel önem verilmiştir. Aynı şekilde kayıtlarda mezar taşları olarak koç
heykeli yaptırmaları ki Karakoyunlu dönemlerine ait koç biçimli mezar taşlarının
Karakoyunlular için önemi üzerinde durulmaktadır. Mezar taşları özellikle Doğu
Anadolu Bölgesi’nden Azerbaycan’a kadar geniş bir araziye yayılmıştır (Bağırlı,
2008, s. 44; Sümer, 1992, s. 17; Koşay, 1962, s. 255). Dolayısıyla Baranlu (Koçlu)
anlamının Karakoyunlular için önem arz ettiği ve sembol olarak kullandığı kesindir.
Ayrıca bugün dahi “Baran” kelimesi Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu
bölgesinde koç anlamında kullanılması dikkati çekmektedir. Buradan yola çıkarak
Karakoyunlular için “Baranlu ya da Baranî” daha önce kullanılıyor muydu, yoksa
Anadolu’ya gelince mi bu nispet verilmiş bu konuda net bir bilgiye şimdilik
ulaşamıyoruz. Diğer taraftan Karakoyunluların adında yer alan koyun sözcüğün
daha çok totemle ilgili olabileceği akla uygun gibi görünüyorsa da koyun onların
iktisadî faaliyet biçiminin temelini oluşturduğundan bu fikri savunmak güç
görünmektedir. Kaldı ki totemin etinin yenmesinin yasak oluşunu da dikkate almak
gerekmektedir. (Seyidov, 2007, ss. 113-114).
Bu konudaki üçüncü husus ise Karakoyunluların geldiği yere göre menşeînin
belirlenme konusudur. Bunlardan bir tanesi Cengizhan’ın saldırıları üzerine yaklaşık
30 bin çadırdan oluşan Karakoyunluların Türe Bey adındaki reislerinin idaresi
altında Türkistan’dan Mâverâun-nehr’e geldikleri oradan da İran yolu ile Doğu
Anadolu’ya göç ettikleri üzerinedir (Sümer, 1992, s. 35). Aynı şekilde dönem
kaynaklarından Devletşah Karakoyunluların Oğuzların en eski yurtları olarak
bilinen Gazkurd (Gaz-gurd) dağlarından Mâverâun-nehr’e geldikleri, Moğol istilası
sonrası Azerbaycan ve Bitlis civarına geçtikleri kayıtlıdır (Devletşah, 1957, s. 457).
Reşidüddin Câmiü’t-Tevârih adlı eserinde Türkmenlerin kışlaklarının Türkistan
toprakları olduğu, yazın Artag, Kartag, İnang şehirleri sınırlarına kışlaklarının da
Bursug, Kar-kum ve meşhur Karakurum ifadelerinin yer alması onların Türkistan
taraflarından geldikleri bilgisi Devletşah ile örtüşmektedir (Reşidûddin, 2005, s. 1).
Dolayısıyla bu da onların Oğuzların yaşadığı bölgeden göç ettikleri üzerinde
dururken, mekân-göç ve köken bağlamında birleştirilmeye çalışıldığı görülmektedir.
2
Örneğin Neşrî Tarihin’de “Bu ol Uzun Hasan’dır ki Bayındır Han neslinden Turhan Beyoğlu,
Baranlu’dan Emirza Cihânşah’ı basıp başını kesti” şeklinde belirtmiştir (Neşrî, 1987, s. 821). Münşi
Kazvinî Budak eseri Cevâhirü’l-ahbâr‘da Karakoyunluların kökeni hakkında “Bu tayife
Sebûktekin tayfasındandır ve Barani lakabına sahip” şeklinde kayıt bulunmaktadır. (Budak, 2000,
s. 63); Yahya Bin Kazvin, Lubbu’t-Tevarih’te “onların hükümdarları barani” lakaplıdır (Kazvinî,
1314, s. 210). Ebu Bekr-i Tihranî’de “Kara Yusuf Baranî”, (Tihranî, 2001, s. 34) şeklinde ibareler
mevcuttur ve örnekler çoğaltılabilir.
139
AYŞE ATICI ARAYANCAN
Sonuç olarak Karakoyunluların Oğuz/Türkmen kökenleri hakkında herhangi bir
şüphe bulunmamakla beraber onların nasıl bir göç yolu takip ettikleri ve nereden
geldikleri, hangi Oğuz boyuna mensup oldukları konusu açık değildir. Bununla
birlikte bünyelerinde çok sayıda konargöçer Türkmen aşireti bulundurmaları, hatta
kuvvetli bir Oğuz/Türkmen bilincine sahip oldukları bilinmektedir. Yine de onların
Yıva boyuna mensubiyetleri daha yakın bir ihtimal olarak görülmektedir.
KAYNAKÇA
Aka, İ. (2002). Selçuklu Sonrası Orta Doğu’da Türk Varlığı. Genel Türk Tarihi. C.4,
Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.
Bahram-nejad, M. (1386). Serguzeşt-i Karakoyunluha ve Akkoyunluha. Tahran: Merkez-i
Pejuheş-i Miras-ı mektup.
Bağırlı, R. (2008). Akkoyunlu Karakoyunlu Hanedanlıkları Dönemi At ve Koç (Koyun)
Figürlü Mezar Taşlarının Çağdaş Seramik Sanatı Açısından İncelenmesi. Konya:
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.
Budak, M. K. (2000). Cevâhirü‘l-ahbâr. (M. Bahrâmnejâd (Haz.). Tahran: Ayene-ye
Miras.
Çay, A. (1992). Karakoyunlular. Türk Dünyası El Kitabı. Ankara: Türk Kültürü
Araştırma Enstitüsü Yayınları.
Devletşah, (1957). Tezkiretü‘ş Şûara, (Devletşah Tezkiresi). (N. Lugal, Çev.). İstanbul:
Tercüman Yayınları.
Kazvînî, Y. A. (1314). Lübbü‘t-Tevârîh. (S. C. Tehrani, Haz.). Tahran: Miras-ı Mektup.
Koca, S. (2008). Diyâr-ı Rûm’un (Roma Ülkesi=Anadolu) “Türkiye” Hâline
Gelmesinde Türk Kültürünün Rolü. Türkiyat Araştırmaları Dergisi. S. 23,
Konya.
Koşay, H. Z. (1962). Doğu Anadolu Mezarlıklarındaki Koç ve Koyun Heykelleri. I.
Türk Sanatları Kongresi. C.1, Ankara: 256-257.
Neşrî, M. (1987). Kitâb-ı Cihan-Nümâ. (F.R. Unat, M.A. Köymen, Nşr.). Ankara: TTK
Yayınları.
Reşiduddin, F. (2005). Câmi‘üt-Tevârih (Tarih-i Oğuz). (M. Revşen, Haz.). Tahran:
Miras-ı Mektup.
Seyidov, M. (2007). Kızıl Döyüşçü’nün Taleyi. YOM Türk Dünyası Medeniyet Dergisi,
S.7, Bakü: YOM.
Sümer, F. (1992), Karakokoyunlular. Ankara: TTK Yayınları
Şükrullah, (1939). Dokuz Boy Türkler ve Osmanlı Sultanları Tarihi, İstanbul: Arkadaş
Basımevi.
140
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
OĞUZLAR VƏ TÜRK KİMLİYİ
CAHANDAR BAYOĞL U
Oğuz etnoniminin adı bizim eradan öncə II yüzillikdə əski Çin qaynaqlarında “O-kut”,
yəni Türklər kimi qeyd olunmuşdur. Bu, təbii ki, çin dilinin qrammatik şərtləri
əsasında belə qeyd edilib. Əski türkcədə isə “Oqur kimi” xatırlanır. Doğu
Türküstandakı əski türk qaynaqlarında, özəlliklə də Tarbaqatay və Kobdo bölgəsində
“z” hərfi çox zaman “r” hərfi ilə əvəzlənir. Çinlilərin düşüncəsinə görə, “O-kut”
deyimi, həm də “türklərin ərazisi” olaraq başa düşülür.
“Oğuz” sözünün mənşəyinin əski türklərdə “ok” (ox) kimi anlamının mövcud olması
indi heç kimə sirr deyil. “Ok” sözü həm də əski türklərdə elat mənasını daşıyırdı. Misal
üçün “Onok” deyimi on boy, yəni “on elat” demək idi. Beləliklə, “z” hərfinin də əlavə
olunması sayəsində “Oğuz” sözü formalaşıb. Türk dilinin qrammatik şərtləri daxilində
sözün əsas hissəsinə əlavə edilən şəkilçi həm də və hüquqi anlamda yeni məna
qazanmış olur. Bu söz də beləcə etnik qavrama çevrilib.
“Oğuz” kəlməsinə Güney Sibir bölgəsində də rast gəlinir. Burada Barlık və Ulu Kem
dağ çaylarının Yenisey çayına töküldüyü ərazilərdə tapılan daşlar üzərindəki yazılı
abidələrdə “Altı Oğuz boyu” kəlməsi qeyd edilib. Bu vadidə yaşayan yerli türk
toplumları olaraq, şor, telengit, mişar, çulum, barabinlər indinin özündə belə, öz xalq
inanclarında bölgənin əski oğuzlara aid olduğunu qeyd edirlər.
Orhun abidələrində oğuzlar və gök türklər haqqında çox geniş mənada qeydlərə rast
gəlmək mümkündür. Bir çox əski türk qaynaqlarında əslində gök türklərin elə
oğuzların özləri olduğu da qeyd olunub. Əski Çin qaynaqlarında, özəlliklə də Tan
sülaləsinin yazılı abidələrindəki “Tanq Su” və “Kiy Tanq Şu” kitablarında bizim eranın
VI-VII yüzilliklərinə aid nümunələrdə belə yazılır: “Gök Türklər elə Oğuz boyunun bir
parçasıdır. Gök Türklər 9 boydan ibarət olsalar da, onların hamısı oğuzlardırlar”.
Elə həmin Çin qaynaqlarında oğuzlar “toles” kimi də xatırlanırlar. Deməli, toleslər də
oğuz boyunun bir adı olaraq qeyd edilib. Oğuzlarla bağlı Çin qaynağında “kui-sin”
yəni 9 boy haqqında yazılan salnamədə onların hamısının “tu-kyue”, yəni türklər kimi
ifadə olunması xüsusilə diqqət çəkir. Daha sonra isə qeyd olunur ki, oğuzlar, yəni
141
CAHANDAR BAYOĞLU
türklər Aşin Xaqanlığını yaratmaqla, bütün türk etnik qruplarını vahid bir dövlətdə
birləşdirə bildilər. Çin qaynaqları Aşin Xaqanlığını həm də Oğuzların dövləti kimi
qeyd edir.
Tarixi qaynaqlarda bizim eranın VI yüzilliyində Gök Türk Xaqanlığının yaranmasında
əsas dominant rolu oğuzların oynadığını qeyd olunur. 630-cu ildən başlayaraq, Tolqa
və Selenqa çaylarının vadiləri boyunca, çox geniş bir coğrafi məkanda İlteriş Xaqanın
komandanlığı altında oğuzlar tarixdə ilk dəfə olaraq qüdrətli dövlət quruluşunu
yaratdılar. Bu barədə İlteriş Xaqanın və Baz Xaqanın məzarları üzərindəki daş balbal
abidələrində də xüsusi qeydlər var.
682-ci ildə Selenqa bölgəsində Kutluq Xaqanla oğuzlar daha geniş mənada ittifaq
yaratmaqla Çinə məxsus orduların qarşısında daha güclü mövqe nümayiş etdiriblər.
Özəlliklə də çinlilər və kitanlara qarşı bütün döyüşlərdə birgə iştirak ediblər. 682-ci ildə
Tonyukuk Xaqanın dövlətin başına gəlməsi sayəsində Korov Gölü çevrəsində çinlilərə
qarşı tarixin ən böyük savaşlarından biri oldu və demək olar ki, oğuzlar onlara ən ağır
cəzanı verdilər. IX yüzilə kimi Selenqa şəhəri oğuzların paytaxt olmaqla özünün siyasi
və hərbi qüdrətlərini qorumuş oldu.
Oğuzların bu möhtəşəm gücünü görən çinlilər hər zaman olduğu kimi zərif və incə
taktika ilə mümkündür qədər fərqli türk boylarını üz-üzə qoymaqla, onların arasına
nifaq toxumunu səpmək istəyiblər. Özəlliklə də 691-ci ildən başlayaraq, uyğurlarla
oğuzlar arasında mövcud olan bir sıra qarşıdurmalar məhz bu səbəbdən baş verib.
Uyğurların Moen-Çur adlı tegini Uyğur Xaqanlığı dönəmində dəfələrlə çinlilərin yağlı
vədlərinə inanaraq, oğuzlara qarşı Börgü və Selenqa şəhərlərinə yürüşlər etməklə
savaşlar aparmışdır. 716-cı ildə Gültekin Xaqan, daha sonralar isə Bilgə Xaqan, 717-ci
yüzildə Kapaqan Xaqan, daha sonralar isə Tonyukuk Xaqan və İlteriş Xaqan oğuzların
ən güclü savaşçı boyu olan bayrıkların sayəsində çinlilərin türk boyları arasında
apardığı incə və zərif siyasətlərin qarşısını almaq üçün onlara dərin və sarsıdıcı
zərbələr vurublar. Özəlliklə də Ötükən vadiləri boyunca tarixdə Üç Oğuz və ya
Karluklar adlanan boylar bu savaşların əsil qəhrəmanlarına çevriliblər. Çünki çinli
döyüşçülərin sayı bu savaşlarda oğuzlardan ən azı on dəfələrlə çox olub. 717-718-ci
illərdə Çinin sınırlarına kimi oğuz boyları onları təqib edib.
775-ci ildə Orxon bölgəsindən Talas bölgəsinə kimi ərazilər tamamilə oğuzların
nəzarətində idi. Daha sonra oğuzlar Sır Dərya çayının vadilərinə qədər öz
hakimiyyətlərini genişləndirdilər. Bunun əsas səbəbi isə, ərəblərin islam bayrağı
altında bu dini qəbul edən bütün toplumları bir araya gətirməklə türkləri ya
ərəbləşdirmək, ya da tamamilə soyqırımı etmək niyyəti idi. Belə bir durumun
yaranmasında farslara məxsus əski əhəməni və sasani ideyasının daşıyıcısı olan,
çinlilər qədər zərif və incə siyasətə üstünlük verən indiki farsların da mühüm rolu
olmuşdur. Tarixi qaynaqlar da təsdiq edir ki, IX yüzillikdə oğuzların siyasi
hakimiyyətinə qalxan səlcuqlulara qədər, bölgədə Oğuz El Birlikləri tərəfindən islam
bayrağı altında hərbi yürüşlər edən ərəb-fars qoşunları darmadağın edilmişlər. 820821-ci illərdə Sır Dərya və Səmərqənd arasındakı savaşların özü belə bu gerçəklikləri
təsdiq edir.
X yüzillikdə oğuzların təsir dairəsi altında Karacuk (indiki Fərab), Sayram, Sabran,
Ürgenc kimi inkişaf etmiş böyük şəhərlər, Aral dənizinin hövzəsi, Cit və Börütekin
bozkırları oğuzların tam nəzarətində olmuşdur. Ərəb-fars birlikləri məhz oğuzların
142
OĞUZLAR VƏ TÜRK KİMLİYİ
sayəsində Türküstana daxil ola bilmirdilər. Xəzər dənizinin sahillərindəki Karacuk
bölgəsini ərəb qaynaqları “Məfəzül Ğuziyə”, yəni Oğuz bozkırları adlandırmışlar.
975-ci ildə karluklar, yaqmamlar və oğuzlar Türküstanın doğusunda, batısında isə
toksullar və çigilmanlar 9 Oğuz El Birliyi düzənini yaratmış oldular. IX-XI yüzilliklərdə
Xəzər dənizinin quzeyi boyunca Oğuzların ən yüksək səviyyədə dominantlıq təşkil
edən boylarından biri kimi – Uzlar – Doğu Avropadan Balkanlara qədər olan coğrafi
məkanın əsas idarəedici gücü olaraq tanındılar. Faktiki olaraq, Orxon vadisindən
Seyhan çayının vadilərinə kimi bu geniş coğrafi məkan Oğuzların nəzarətində idi.
X yüzillikdə Oğuzların dövləti idarə etmə siyasətində YABQU anlamını ortaya
qoyuldu. “Eni (Yeni) Kent şəhəri mərkəz olmaqla oğuzların nəzarətində olan bütün
bölgələr el birliklərinin Geneşme, yəni Məsləhət Şurası tərəfindən yönləndirilirdi və
geneşme kurul başqanı Yabqu adlandırılırdı. Onun varisi isə Erkin adlanırdı. Erkinin
əsas vəzifəsi savaş dönəmində bütün el birliklərindən orduya döyüşçülərin dəvət
edilməsini təmin etmək və onlara komandanlıq etək idi. Eyni zamanda el birliyinə
daxil olan oğuz boylarında savaş hazırlıqlarına nəzarət etmək, yeni döyüş taktikalarını
tətbiq etmək də onun vəzifəsi idi. Hər bir ordu birliyinin yerli komandanı isə Subaşı
adlanırdı. Oğuzlarda dövləti idarəetmə siyasətində eyni kökdən olan Xəzər, Kimak,
Peçeneklərlə səmimi qonşuluq və strateji müttəfiqlik önəmli sayılırdı. Ərəb-fars və
eləcə də Avropa qaynaqları məqsədli şəkildə bu türk dövlətləri arasında daim
savaşların və intriqaların yaşanıldığını qeyd edirlər. Əslində, bu türk dövlətləri
öncələrdən çinlilərə qarşı birlik və bərabərlik içində savaş aparmaq təcrübəsinə malik
idilər. Ünlü türk salnaməçisi Mahmud Kaşqarlı da zatən öz yazılarında buna
toxunurdu.
XIV yüzillikdə yaşamış türk salnaməçisi Rəşidəddin Əlixan tərəfindən yazılmış Cami ət
Təvarix əsərində də qeyd edildiyi kimi, oğuz, karluk, kimak, xəzər, uyğur, karaxanlı və
digər el birlikləri bütövlükdə TÜRK adlanırdılar. Oğuzların səlcuq boyunu təmsil edən
Toğrul və Çağrı bəylərin dönəmində bu birliklər daha da gücləndi.
Mahmud Kaşğarlı qeyd edir ki, oğuzlar üç-ok və boz-ok qrupları şəklində mövcud
idilər. Bu iki çevrəni toplam 22 boy birləşdirirdi. Onların hər birinin ayrıca damğası
mövcud idi. Bunlar Kai, Bayat, Alka Evli, Kara Evli, Yazır, Döger, Dodurqa, Yaparlı,
Ovşar, Kızır, Bəydili, Karkın, Çaruklu, Bayandır, Peçene, Çavuldur, Salur, Eymur,
Alayuntlu, Yuregir, İqdır, Böyükdüz, İva boylarıdırlar.
XI yüzillikdə Səlcuqlu xanədanlığı dönəmində oğuzlar daha geniş coğrafi arealda
dövlət formalaşdırma siyasətinə üz tutdular. İlk addım kimi Xorasan bölgəsini
nəzarətə aldılar. Beləliklə, indiki Türkmənistan, Əfqanıstan, İran və Qafqazda böyük
bir gücə sahib oldular. Bu, həm də ipək yollarının nəzarətə alınması demək idi. Heç də
sirr deyil ki, Qara dəniz, Karpat dağlarının ətəkləri və Başkan yarımadasına kimi
böyük bir ərazini nəzarətdə saxlayan kumanların yarısı oğuz kökənlidirlər. Özəlliklə,
IX-XI yüzilliklərdə İssık Kul və Balxaş gölləri aralığında oğuzlara məxsus Türkeşlər
dövləti Çin istilasına qarşı tarixdə ən böyük dirənişlərdən birini aparmışdır.
Mahmud Kaşqarlı qeyd edir ki: “Mərkəzi Avropa, özəlliklə də Dunay çayının sahilləri
boyunca, eyni zamanda Balkan və Krımda türklərin ən böyük gücü peşeneqlər
olmuşlar. Peçenqlər isə Oğuz boyundandırlar. Onlar Vizantiya dövlətinin coğrafi
ərazilərini genişləndirmək siyasətinə qarşı ən böyük güc olaraq birləşmişdi. Peçeneqlər
İtil (Volqa) çayı və Xarəzm arasındakı ərazilərə də nəzarət edirdilər. Onların əsas güc
143
CAHANDAR BAYOĞLU
mərkəzi isə Don-Kama çaylarının vadiləri idi”. Bu gün həmin tarixi faktlar coğrafi
məkan olaraq toponimik, hidrinomik və digər adlar altında öz mövcudluğunu
saxlamaqdadır. Qara dəniz boyu Kəngər adlanan məkanlarda Ertim, Çor, Yula
çaylarının adları hələ də mövcuddur. Don və Dunay çaylarının qolları kimi mövcud
olan Çoban, Tolmaç, Külbey, Çor, Ertin, Kapan kiçik çaylar, Sulu, Börü, Bula, Yazı,
Yavdi, Kalqan göllərinin adları bir daha sübut edir ki, Oğuz Türkləri bu bölgədə
yaşamışlar.
Mərkəzi Avropaya hakim olan peçeneqlərin oğuz kökənli olmasını Almaniya, İtaliya,
Fransa, Norveç və Macarıstan alimləri də təsdiq edirlər. Peçeneqlərin tərkibindəki Aba,
Balçar, Bator, Bıçkılı, Eke, İlbeq, Kure, Karaca, Temir, Teber, Sol, Salma, Saqa, Kerbak el
birliklərinin adları da təsdiq edir ki, onlar Oğuz kökənli olublar. Avropa qaynaqları
onları Uzlar adlandırır. Uzların böyük bir qolu isə Oka çayının vadilərinə qədər uzanır.
Oğuzlar haqqında əski yunan tarixçisi Ptolomey (b.e.-nın 160-170-ci illəri) qeyd edir ki,
oğuz-oqur adı ilə məşhur olan türklər Beş Oğuz, Altı Oğuz, Doqquz Oğuz, On Oğuz və
Otuz Oğuz adı ilə tanınırdılar. Oğuzlar və Oqurlar arasında “z” və “r” hərflərinin
yerdəyişməsi sadəcə dialektlə bağlıdır. Bu heç də onların fərqli etnos olduqları demək
deyildir. Ptolomeyin də etiraf etdiyi kimi, indiki Qara dəniz, Balkan, Karpat dağlarının
ətəkləri, Dunay çayı vadiləri, Don və Volqa çayları ətrafında yaşayan Oğuzlar ilkin
ortaçağ dönəmində həmin bölgələrdə siyasi, hərbi-inzibati və dövlətçilik baxımından
dominant gücə sahib olmuşlar. Tarixi qaynaqlarda da qeyd olunduğu kimi, Doğu və
Güney Sibir boyunda çox zaman əsas güc sahibi kimak türkləri idi. Onların əsas güc
mərkəzi isə İrtış çayının orta hövzəsi sayılırdı. Ərəb coğrafiyaçısı Məhəmməd əl
Müqəddəsi qeyd edir ki:
X yüzillikdə Sabran, Şaqlcan mərkəzlərindən başlamış Sırdərya çayının hövzəsinə qədər
olan ərazidə hakim olan oğuzlar Ak İdil çayının sınırlarında kimaklarla strateji müttəfiq
idilər. Kimaklar “Kırkızxan” adı ilə də tanınırlar. Onlar Kanqlı boyu və oğuzlarla birlikdə
hərbi-siyasi güc ortaqlığına malikdirlər. Kimaklar kıpçak, bolqar və imek dialektlərində
danışan türk boyu olaraq oğuzlarla hər zaman qarşılıqlı anlaşma sürəcində yaşamağa
üstünlük verirlər. Bunun da əsas səbəblərindən biri kimakların yaşadıqları bölgələrdə qış
mövsümünün olduqca sərt keçməsiydi, onlar heyvan sürülərini oğuzlara aid qışlaq
ərazisində saxlamağa məcbur idilər. Kimakların qoyun sürüləri və at ilxılarının qış
mövsümündə əsasən Ak Taq (ok taq, yəni ağ dağ) bölgəsində bəslənmələri iki eyni
kökdən olan boylar arasında dostluq əlaqələrini gücləndirirdi.
Oğuzların Sibir və Altayda yaşayan türk toplumlarının əcdadı olduğunu bu gün isbat
etmək o qədər də çətin deyil. Orok, Udegey, Oroç, Ulçi, Tofalar, Dolqan, Saka (Yakut),
Tuva, Çulım, Şor, Xakas, Altay, Telengit, Kumandi, Çelkan, Tubalar, Teleut, Barabin
türklərinə məxsus olan kurqan abidələri, etnoqrafik sənədlər, xalq inancları, təbiətlə
bağlı kultlar ən böyük faktlardan biridir. Altaydakı Çulışman çayının sahilindəki
Başkavuz, Aktura, Toto, Volqa çayının sahillərindəki İlmo, İvol bölgəsində, Baykal
gölü və əski Selenqa şəhəri arasındakı hövzədəki kurqanlarda tapılan abidələrin
hamısında təsvir olunan mövzular oğuz boylarına məxsus olan inanc kultu, mifoloji
baxışlarla eynilik tam təşkil edir.
Tarixi qaynaqlarda indiki Qazaxıstanın İrgiz bölgəsindən başlamış Ural dağlarının
ətəkləri, Embe (indiki Omba), Yil bölgələri daxil olmaqla Türküstanın Aral dənizi və
Xəzər dənizi, eləcə də Çuy vadisi, Karpat dağlarının ətəkləri boyunca bizim eranın
başlanğıcında IX yüzilin sonları və X yüzilin başlanğıcında mərkəzi Yanqikent olmaqla
144
OĞUZLAR VƏ TÜRK KİMLİYİ
Oğuz Xaqanlığı dövləti mövcud olmuşdur. Bu dövlətin təməlində oğuz, kimak və
kıpçak boyları dayanmışlar. Bu günün özündə belə, Qazaxıstanın batı bölgələrinə
Oğuz Çölü deyə müraciət edilir. İlkin Ortaçağ ərəb qaynaqlarında “Məfəzət əl-quzz”,
yəni Oğuz Çölü dedikdə məhz bu ərazilər nəzərdə tutulur. Oğuz Xaqanlığı dövləti
karvan yollarının üzərində yarandığı üçün, Batıda Xəzər Xaqanlığı, Volqaboyundakı
Bulqar, doğuda Karaxanlılar kimi Türk dövlətləri ilə uzlaşma siyasətini aparıb. 985-ci
ildən başlayaraq, mərkəzi Xarəzm olmaqla, bütün Türküstan, daha sonra, Xorasan
bölgəsini əhatə edib. Beləliklə, Oğuz Xaqanlığının coğrafi idarəetmə arealı da
genişlənmişdi. Oğuz Xaqanlığı Şamxal idarəetmə sistemini tətbiq etmişdi. Hər bir
bölgənin ayrıca Şamxalı var idi. Belə idarəetmə tətbiq olunan dövlət quruluşu həm də
Türk demokratizmi ilə müşayiət olunurdu. Oğuz Xaqanlığının dövlət demokratizmi
Doğu Avropa, özəlliklə də Dəşti-Kıpçak boyunca yerləşən ərazilərə də təsir dairəsini
artırmışdır. Buna Cabqu idarəetmə sistemi də deyilirdi.
1219-cu ildə Güney Sibir bölgəsinin İrtış çayının vadiləri boyunca yaranan Kimak
(İmak) adlandırılan türk dövləti Oğuz Xaqanlığı, Saman və Karluk dövlətləri ilə strateji
müttəfiqlik əsasında fəaliyyət göstərisdi. Mərkəzi Asiya və Mərkəzi Avropa boyunca
çox böyük coğrafi məkanda türklərə məxsus dövlətlər faktiki olaraq, IX-XII
yüzilliklərdə renesans çağını yaşayırdılar. Bu dönəmdə Mərkəzi Avropa daha çox Dəşti
Kıpçak adı ilə tanınırdı. Bu dövlətin mərkəzi Sıqnak şəhəri olmaqla, Altay-Sibir,
Uralboyu və indiki Qazaxıstan ərazisində yaşayan bütün türk boyları arasında böyük
bir uzlaşma siyasəti bərqərar olmuşdu. Beləliklə, Dunay çayının çevrəsindəki vadilər
də daxil olmaqla Balkanlara kimi türklər bu ərazilərin hakimi idi. Təbii ki, yerli
idarəetmə strukturlarında başlıca dominant rolu oğuzlar və kıpçaklar oynayırdılar. Bu
günün özündə belə, həmin ərazilərdə yaşayan türk toplumlarının mənşəyi həmin tarixi
gerçəklikləri təsdiq edir. Qaqouz, Krım, Qaraçay, Balkar, Volqaboyu Tatar və Qazaxlar,
Noqay, Başkort, Karakalpak, Özbək, Qırğız, Macar türklərinin mənşəyi bu tarixi
komponentlərin varisi kimi mövcuddurlar.
Tatarıstanın başkəndi Kazanda ünlü tatar tarixçisi və etnoqraf alimi Mirfateh Zakievin
1995-ci ildə işıq üzü görən Tatarların etnik mənşəyi kitabının 12-37-ci səhifələrindəki ilk
paraqrafda belə qeyd olunur:
Tarixdə skif və ya sarmat adlanan toplumların dili, mənşəyi türk kökənli olmuşdur. HindAvropa siyasəti nəzəriyyəsinin və ideologiyasının daşıyıcıları olanlar çox təəssüf ki,
skifləri və sarmatları uzun müddət “Hind-Avropa mənşəli” hesab ediblər. Skif-sarmat
kültürü Ural-İdel boyunca yaşayan Türk toplumlarının həm əski, həm də çağdaş
kültürləri ilə eyni ortaq dəyərləri paylaşır. Təbii ki, burada əsasən Ural-Altay, KıpçakOğuz və Fin-Uqor kültürü – üç yöndə skif-sarmat kültürünün aparıcı ünsürü kimi
mövcuddur. Bizim eranın IV-VIII yüzilliklərinə bağlı olan Mərkəzi Volqa və Ural, eləcə də
Quzey Qafqaz və Qara Dəniz kıyıları boyunca mövcud olan skif-sarmat kültürü bu günün
özündə belə, həmin ərazilərdə yaşayan türk topluluqlarının aparıcı kültürü olmaqda
davam edir.
Tarixdə macar, macqarax, mojar, mişar və moçar adı ilə tanınan türk toplumlarının
haqqında Avropa qaynaqları, onların əski skif-sartmat boyundan olduqlarını qeyd
edirlər. Həmin mənbələr bunu da bildirir ki, həmin toplumlar türkcə danışırlar. Demək
olar ki, IX-X yüzilliklərdə Avropa səyyahlarının bütün əsərlərində bu fakt xüsusilə
qeyd edilib. Bu gün macar adı ilə tanınan toplumun haqqında yazılan qaynaqlarda o
da qeyd olunur ki, VI-VIII yüzilliklərdə madyar adı altında onlar oğuzların bir qolu
145
CAHANDAR BAYOĞLU
kimi fəaliyyət göstəriblər. Məşhur macar alimi İmre Erdey 1961-ci ildə yazdığı Böyük
Macarıstan kitabında belə qeyd edir:
Ural dağlarının ətəkləri və Volqa çayının kıyıları boyunca yaşayan macarlar, həm də
madyar adı ilə tanınırdılar. Əski kitablarda madyar, başkort və mişar türklərinin dili ortaq
idi. Özəlliklə, Aşağı Kama və Ak Kama çayları aralığında bu üç toplum hər zaman ortaq
siyasət aparırdılar (səh. 307-320).
Məşhur tatar arxeoloqu və etnoqraf alimi Eldar Xalikovun 1976-cı ildə nəşr etdirdiyi
Böyük Tiqan və 1987-ci ildə çap olunan Macarlar ekspedisiya əsərlərində yazır:
Kama çayının sahilləri boyunca yerləşən Böyük Tiqan və Kuşnar abidələrində üzə çıxan
maddi-mədəniyyət abidələri bir-birini tamamlayan ən böyük dəlildir. Bu iki mədəni abidə
əski skif-sarmat kültüründən madyar-macar, madyar-başkort, madyar-tatar kültür
birliyinə qədər bütün dəlilləri ortaya qoyur. VIII-IX yüzilliklərə aid olan bu abidələr
ortaçağ tarixi və kültürünü araşdırmaq üçün çox mühüm göstəricilərdir. Həmin mədəni
qatlar bu gün də həmin xalqların milli kültüründə yaşamaqda davam edir.
1701-ci ildə Almaniya, Fransa, Hollandiya, İngiltərə, Avstriya, Polşa, İsveç və digər
Avropa dövlətlərinin hərbi, siyasi, mədəni, iqtisadi və digər yardımları ilə I Pyotr ilk
dəfə olaraq türklərə məxsus olan tarixi ərazilərin amansızcasına və qəddarcasına
işğalına başladı. Bundan öncə 1552-ci ildə Çar İvan Qroznı da Avropanın dəstəyi ilə bu
siyasəti gündəmə gətirmişdi. Öz çağına görə ən müasir və modern silahlarla təchiz
edilmiş rus ordusu Dunay çayının sahillərindən başlamış Sakit Okeanın sahillərinə
kimi çox geniş bir ərazinin işğalına başladı. Bu proses 1920-ci ilə kimi davam etdi.
Avropanın əsas məqsədi Ural, Sibir, Qafqaz, Türküstan və Dunay boyunca təbii
sərvətləri vəhşicəsinə yağmalamaq idi. Bütün bunlarla yanaşı Rusiya özünün işğalçılıq
siyasətinə hüquqi don geyindirmək üçün həmin bölgələrin “Hind-Avropa” kültürü
nəzəriyyəsini irəli sürdü. Özəlliklə skif-sarmat siyasəti üzərində formalaşdırılan bu
elmi konseptə görə, guya bu toplumlar “İran-Hind mənşəli” olublar. Keçmiş Sovetlər
Birliyi dönəmində də İosif Stalin tərəfindən bu siyasət uzun müddət davam etdirildi.
Faktiki olaraq bütün elmi araşdırmalar bu siyasətə tabe etdirilmişdi. Hətta qədim tarixi
salnamələr belə inkar edilirdi və ya onların tərcüməsində xüsusi “düzəliş”lər
olunurdu. Bəzi “vicdanlı” alimlər, xüsusilə alman mənşəli Ziqfrid Bayer, fərqli
konteksdə çıxış etməyə qərar verdi: guya skif-sarmat toplumlarının Orta Asiyadan
gəlmə və yerli toplumların isə slavyan olduqlarını irəli sürməyə başladılar. V. Tatişev,
M. Lomonosov, A. Heydarxt, N. Karamzin, B. Nibur, K. Tseyss, E. Eyxvlad, K.
Noymann, P. Şafarik, K. Mülllenxoff, A. Dovatur, L. Elnitskiy, V. Abaev, V. Miller, F.
Simokatt və elm aləmində at oynadan digər “akademiklər” bütün əsərlərində sarmatskif mənşəyinin türklərə söykəmli olduğunu qətiyyətlə inkar edirdilər. İlk dəfə olaraq
Azov dənizinin sahilləri boyunca yerləşən Kolak və Tarğıtay kurqanları bu elmi
müddəanı tamamilə darmadağın etmiş oldu. Hər iki kurqandan üzə çıxan skif-sarmat
kültürünün Avar Xaqanlığı çağına və türk kültürünə bağlı olması 1552-ci ildən
başlayan və 1957-ci ilə kimi davam edən Avropa-Rusiya elmi ehtimallarının nə qədər
ziyanlı olduğunu isbat etdi. VII yüzillikdə yaşamış əski yunan tarixçisi Feofilakt
Simokattın Avar Xaqanlığı ilə bağlı yazdığı tarixi salnamə isə bu siyasətin üstündən
birdəfəlik xətt çəkdi.
568-ci ildə yaşamış Bizans tarixçisi Menandr Polien tərəfindən yazılmış tarixi
salnamədə belə yazılır:
Avar Xaqanlığının başında duran Tarğıtay öz öncəgörmə üzrə müşaviri Bayanı Qara
dəniz sahilləri boyunca yaşayan skiflərlə görüşə göndərdi. Bu iki toplum Ural və İtil
146
OĞUZLAR VƏ TÜRK KİMLİYİ
boyunca yaşayan toplumların dillərində danışırdılar. Beləliklə, Azov dənizi və Qara dəniz
arasındakı Apaksay, Aksoy, Paksoy Kolaksay, Lipoksay və Köksoy bölgələrində Tarğıtay
əmin-amanlıq yarada bildi.
1972-ci ildə Moskvada Heredotun əsərlərinin IV-cü cildinin 5-ci səhifəsində qeyd
olunur ki, saklar indiki Dunay çayı, Azov və Qara dənizləri boyunca ərazilərdə yaşayış
məskənilərinə ad verdiklərində sözün sonuna sak sözünü də əlavə edərdilər.
İlk dəfə mənşəcə çuvaş türkü olan V.Latışev skif-sarmat toplumlarının türk kökənli
olduğunu elmi müddəa şəklində irəli sürdü. Onun 1893-cü ildə dərc olunan “Sak,
saqay və sarmatlar” adlı kitabı uzun illər Rusiya və sonra isə Sovetlər Birliyi tərəfindən
yasaq edildi. V.Latışev adı çəkilən əsərinin I Buraxılışının 265-ci səhifəsində belə yazır:
“Sak”, “saqdaq” və “saqay” sözləri bir etnonim kimi türk sözləridir və onlar daha çox
Altay-Yenisey aralığında yaşayan türklərin dillərinin qrammatik şərtlərinə uyğun gəlir.
Bu sözləri saka (yakut), xakas türklərinin etnonimi kimi də qəbul etmək lazımdır. “Saka”
sözünün əsas dominant fəlsəfi anlamı maral kültürü ilə bağlıdır. Türk dillərinin
strukturundakı affiksə, eləcə də dilin alliterasiyasına görə, bəzən “sakadar” deyimi də
mövcuddur. “Sakadar”, əslində “sakalar” deməkdir. Balkar türkləri “lar” və “lər”
şəkilçilərini çox zaman “dar” və ya “dər” şəklində ifadə edirlər. Bu deyiliş formasını saka,
altay, şor və telengit türklərində də müşahidə etmək heç də çətin deyil.
Balkar türklərinin ünlü etnoqraf və folklorçu alimi İsmayıl Miziyevin yazdığı
“Qaraçay-Balkar türklərinin mənşəyi haqqında bir neçə söz” elmi məqaləsində belə
qeyd olunur:
Qədim yunan tarixçiləri tərəfindən skif-sarmat türklərinə məxsus olan epos ədəbiyyatı
zorla yunanlaşdırılsa da, obrazların adları dəyişdirilsə də, baş verən hadisələr, haqqında
bəhs edilən mövzular özünün məzmununa görə, nə avropalıların, nə də yunanların digər
ədəbi əsərlərində öz strukturuna görə təkrar olunmur. Heredotun 1972-ci ildə dərc olunan
əsərlərinin IV cildinin 8, 9 və 10-cu bölümlərində Heraklla bağlı bəhs edilən rəvayətlərə
aydınlıq gətirilmişdir. “Herakl” türk dilində “Jirakl-Yirakl”, yəni “yerin ağlı” anlamını
verir. Bu bütün türk qəhrəmanlıq eposlarında “bahadır” mənasını verir. Onun oğlunun
adı yunanca tərcümə edilərək Aqafirs və ya Aqadiros adlandırılsa da, sözün hərfi mənası
“Həyat Ağacı” deməkdir. Belə bir inanc kultu isə qədim çağlardan bu günə kimi ancaq,
türk toplumlarında mövcuddur. Buradan belə çıxır ki, Herakl əslində skif-sarmat
toplumlarının eposunun qəhrəmanı olub.
Məşhur çuvaş türkoloq alimi L. Elnitskiy 1977-ci ildə dərc etdirdiyi Asguz-İskuz-İşquz
kitabının 25-ci səhifəsində qeyd edir ki:
Skiflərin adının belə yazılmasının əsas mənası bu adın əski yunanca transkripsiyası kimi
başa düşülməsidir. As-aş və ğuz-oğuz adı isə skiflərin türk kökənli olması ilə əlaqəlidir.
Çünki əski yunanlar başqa dillərdən alınma sözləri öz dillərinin transkripsiyasına
uyğunlaşdırmağı üstün hesab edərdilər. “Skif” sözünü oğuz kimi ifadə etdikdə, bunun
mənası “hər şeyə qadir insan” deməkdir. Yunan, eləcə də Hind-Avropa dillərinin heç
birində bu sözün nə qədim, nə də çağdaş mənada anlamı yoxdur. “Skif” sözünün gerçək
üzü isə rəngarəngdir, skıtı-skıt-skit formalarının çoxçalarlı anlamları var.
V. Latışevin 1896-cı ildə dərc olunmuş seçilmiş əsərlərinin I buraxılışının II cildinin 185ci səhifəsində Qafqaz sözünün etimoloji anlamı belə qeyd olunub:
Qafqaz sözü əski türklərdə Kukas kimi ifadə edilib. Burada sözün ilk hecası “kau”dur.
Türk dillərində isə bunun mənası boz-sarı-ağ rənglərinin birgə çaları kimi başa düşülür.
Kıuçak-kıfçak-kıpçak-kıu-kiji kimi anlamların etimoloji mənalarını ifadə etmək
mümkündür, burada sözün əsas dominantlığını təşkil edən “kıu” kəlməsidir, mənası isə
qaz deməkdir.
147
CAHANDAR BAYOĞLU
Qədim yunan qaynaqlarında isə qeyd olunur ki, “Qafqaz” sözü skiflərdə “Kroukas” kimi
ifadə edilib, yəni “qayalıqlarla dolu olan dağlar”. Altay türkcəsində işlədilən “kaskak” ,
yəni “kad-kaz” ifadəsi də “qayalıq məkan” deməkdir. Skif mifologiyasında Tabiti – evin
ocaq kimi qəbul edilməsi, onun özünə məxsus Tanrısının olması düşüncəsi hər zaman
hakim olmuşdur. Onun ətrafında isə, Babay (Ulu Baba), Api (Torpaq, dağ), Uran (Göy,
səma), və Pont (Dəniz, su) anlamları bütünləşib.
Məşhur türkoloq alim M. Zəkiev 1986-cı ildə dərc edilmiş Ulu Ana əsərinin 27-ci
səhifəsində yazır ki, “Ebi” sözü əski skiflərdə həm də mifoloji anlam kimi
dərəyləndirilirdi. Bu sözün mifoloji anlamı türk dillərində 6-8 min öncə işlədilib və
bunu əski kurqan maddi-mədəniyyəti abidələrində görmək mümkündür. Bizim eranın
IV-VII yüzilliklərinə aid olan abidələrdə və yazılarda da həmin mifoloji izlər
yetərincədir. Daha sonra isə Hun İmperiyasının əsas simvollarından biri kimi ona rast
gəlinir. 1854-cü ildə rus etnoqrafı R. Latama “Skiflərin türk kökənli olmasını sübut
etməyə ehtiyac yoxdur” əsərinin 45-ci səhifəsində yazırdı:
Kimmer, skif və sarmatlar əslində sakalardır. Onlar tarixin sonrakı dönəmlərində FinUqor və Oğuz boyları kimi formalaşıblar. Doğu Avropa, Sibir və Türküstan torpaqlarında
mövcud olan qədim mədəniyyət və tarix bu iki türk boyuna məxsusdur. Skiflərə məxsus
olan etnoloji, mifoloji və linqvistik izlər bu günün özündə belə qorunub saxlanılır. Bunu
Fin-Uqor və Oğuzlara aid olan toplumların mədəniyyətində görmək mümkündür.
Məşhur balkar və qaraçay alimlərindən İ. Miziyev və K. Laypanovun 1993-cü ildə birgə
yazdıqları Alanlar: Onlar kimdirlər kitabının 97-113-cü səhifələrində qeyd edilir ki, Alan
İmperiyasının etnik kimliyini araşdırmaq üçün hər hansı hipotezə ehtiyac yoxdur. Hun
İmperiyasının çöküşündən sonra qısa bir zamanda onların yerini Alan İmperiyası
tutdu. IV yüzillikdən başlayaraq, Hun, onun ardınca isə Alan imperiyalarının bir ucu
Ural, Volqaboyu və Doğu Avropanın əraziləri olub. Alanların dili isə kuman (oğuz)kıpçak dil ailəsinin qovuşuğu kimi mövcud idi. Çağdaş qaqauz, balkar, kumuk,
qaraçay, balkar və Krım türklərinin dil strukturu da məhz həmin prinsipə əsasən
formalaşıb.
Saka (yakut) Türklərinin inancına görə, onların əcdadları skiflər olub. Skiflərdə olan
mistik inanc kultu eynilə bugünkü sakaların mədəniyyətində qorunub saxlanılır. Saka
türklərində də “saka-skit” sözünün mənası “döyüşçü” deməkdir. Saka (yakut) dilinin
marfologiyası” üzrə 1955-ci ildə elmi iş yazaraq elmlər doktoru adını almış V.V.
Filippov həmin əsərində belə qeyd edir:
“Saka (yakut) dili özünün qrammatik quruluşuna görə, türk dillərinin daha çox oğuz dil
ailəsinə yaxındır. Sibir boyunda dil baxımından digər türk toplumlarından fərqli olaraq
təkcə saka türkləri oğuzlarla dil və qrammatik baxımdan çox yaxındırlar.
Bu məşhur dilçi-türkoloq alim saka ata sözlərindən biri kimi bunu da qeyd etməyi
unutmamışdır:
“Oqus bu olan aan doyduqa ayaataabıt uraanxay-saxalar bu bihiqi bu baarbıt” (Həmin
Uranxay-Saxa, hansı ki, öküzlə bütün dünyaya hökm edirdilər, bax onlar bizik, oğuzlarıq).
Məşhur türkoloq Karjaubay Aydarov 1971-ci ildə yazdığı XII yüzillikdə Moğolustandakı
Altay əsərinin 158-ci səhifəsində qeyd edir ki, Sibir, Altay və Moğolustan ərazisində
yaşayan teleslərin tərkibində olan sun-uz, kıbır, tuba, kurıkan, telenget, buqu, bayırku,
tonqra, kun, sıqır, xasar, ayqır, ediz, baysi el birliklərinin mənşəyi də zatən oğuzlara
daha yaxındır. Bu tarixi izləri əski çağlardan izləməklə daha aydın şəkildə isbatlamaq
mümkündür. Tele el birliyinin kökündə dayanan toquz-oğuz və ya sekiz-oğuz inanclar
148
OĞUZLAR VƏ TÜRK KİMLİYİ
bu gün də həmin el birlikləri arasında fərqli xalq inanc hekayələri çərçivəsində
mümkündür.
Altaydan olan dilçi alim Y. Zuev qeyd edir ki, oğuzlar bir zamanlar Batıya doğru
böyük həcmdə köç etsələr də, onların bir qismi hələ də öz tarixi torpaqlarında
yaşamaqda davam edirlər. Türküstanda yaşayan oğuzları Altaylı hesab etmək daha
doğrudur. Teleut, telengit türklərinin etnonimləri isə zatən oğuzlarla eynilik təşkil edir.
Altayda və Moğolustanda tele-oğuz deyimi həm də tuvalılara şamil edilir. Özəlliklə
tuvalılar arasında syeyanto boyuna oğuz timsalında baxılır. Bu gün Türküstanda
yaşayan türkmənlərin yemek, yomut və kimak boylarının istifadə etdikləri damğa
kültürü Altay və Tuva türklərində eynilə, olduğu kimi yaşamaqdadır.
Etnoqraf alim İ. Stralenberq Altaydan Orta Asiyaya kimi əsərində yazır ki, qədim sakların
indiki varislərinə daha çox türk toplumlarının oğuz boylarında rast gəlmək
mümkündür. Tarixi qaynaqlarda qeyd olunan “sakav”, “sakavı”, “sakar”, “saxqar”,
“saka”, “şaqla” adları əslində indiki türkmənlər arasında daha çox tanınmışdır. Hətta
bu sözlərlə bağlı deyimlər, bir sıra inanclar saka (yakut) torpaqlarına qədər uzanır.
Oğuz boylarından biri kimi çox məşhur olan bayatlarla bağlı saka etnoqraf alimi A.
Savvin qeyd edir ki, saka türklərinin olonxo xalq mahnılarından biri “Saxa bayattar”
adlanır. “Bayat” sözünün saka türkcəsində anlamı “kişinin bədənində yuxarıya doğru
yüksələn ilahi enerji” deməkdir. Bu gün Sakanın (Yakutiya) ünlü etnoqraf alimlərindən
biri olan Q. Rumyantsev “Sakalar və etnoloji baxışların kökləri” əsərində oğuzlarla
bağlı bu fikirləri qeyd edir: “Oğuzlarda “bəydili” adlanan boy bizlərdə “bekdili”
şəklində işlədilir. XIII yüzillikdən bu yana saka türklərinin dilini monqol və çin
ünsürləri ilə doldurmaq təşəbbüsləri ona görə baş tutmamışdır ki, bizim dil daha çox
oğuz dil ailəsinin ünsürlərini qoruya bilib. Saka türkləri də Oğuzlar kimi Qartal inanc
kultuna eyni dərəcədə dəyər verir. Sakadakı naymanları bizlər tarixdə olduğu kimi, bu
gün də “seqiz-oğuz” adlandırırıq. Biz buna əcdad kultu kimi dəyər veririk. Bu gün hər
iki dil arasında müəyyən problemlərin olmasının səbəbini isə tunqus-mancur təsir
dairəsinin izlərində aramalıyıq”.
QAYNAQLAR
Абульгази. Родословное древо тюрков, пер. Г.С. Саблукова. – Казань, 1906. – с. 42.
Аманжолов С.А. Вопросы диалектологии и истории казахского языка. – Алма-Ата, 1959. – 72
с.
Айдаров Г.П. Язык орхонских памятников древнетюркской письменности VIII века. – АлмаАта, 1971. – 380 с.
Бичурин Н.Я. Собрание сведений о народах, обитавших в Средней Азии в древние времена. М. Л.,
1950. – Ч. I. – 380 с.
Кляшторный С.Г., Савинов Д.Г. Государства и народы Евразийских степей. Древность и
средневековье. – СПб.: Петербургское востоковедение, 2000. – 320 с.
Каржаубай Сарткожаулы. Обьединенный каганат тюрков в 745-760 годах. – Астана
«Фолиант», 2002. – 220 с.
Ксенофонтов Г.В. Материалы к II Тому «Ураанхай-сахалар». Архив ЯНЦ СО РАН, ф.4, оп.7,
ед.хр.32.
Окладников А.П. История Якутской АССР. Т. I. Якутия до присоединения к русскому
государству. – М.; Л., 1955. – 295 с.
Агаджанов С. Г. Некоторые проблемы истории огузских племен Средней Азии. –
Тюркологический сборник. М., 1970. – С. 192-197
Левина Л. М. Керамика Нижней и Средней Сыр-Дарьи в первом тысячелетии нашей эры. М.,
1972.
149
CAHANDAR BAYOĞLU
Hududal-Alam. "The Region of the World". A. Persian geography 372 A. H. – 982 A. D. Transl. by
V. Minorskv. London, 1937.
Рашид ад-дин. Джами ат-таварих. Фотокопия рукописи Британского музея- ИВАН СССР,
ИФВ-242. – л. 410-412
Рашид ад-дин. Сборник летописей. Перев. Л. А. Хетагурова, т. I, ч. 1. М.-Л., 1952.- С. 86-91
Агаджанов С. Г. Очерки истории огузов и туркмен Средней Азии IX-XIII вв. Ашхабад, 1969.
Kitab at-tanbih wa'l-israf auctore... al-Masudi, ed. M. 1. de GoeJ'e. Lugduni Batavorum, 1894. – C.
180; 13. Macoudi. Le Livre de l'avertissement et de la revision. Paris, 1897. – C. 244245
Le Coq A. Turkische Manichaica aus Chotscho. – "Abhandlungen des Konigl. Akademie der
Wissenschaften. Philologisch-historische klasse", Abh. VI, 1911.
Махмуд Ибн Хусейн Ал-Кашгари. Диван лугат ат-тюрк, т. 1-3. Стамбул, 1333 г. х.;
Абу Райхан Бируни. Геодезия. Пер., иссл. и примеч. П. Г. Булгакова. Ташкент, 1966. – C. 304307.
Агаджанов С. Г. Очерки истории огузов и туркмен Средней Азии IX- XIII вв. Ашхабад, 1969.
Macoudi. Les praires d'or, t. 1. Paris, 1851. – С. 212
Bergeron P. Voyages faits principalement en Asie. t. I, La Haye, 1735. – С. 49
Синицин И. В. Археологические исследования в Нижнем Поволжье и Западном Казахстане. –
"Краткие сообщения Института истории материальной культуры", вып. 37. М.,
1951.
Гинзбург В. В., Фирштейн Б. Ф. Материалы к антропологии древнего населения Западного
Казахстана. – Сборник Музея антропологии и этнографии. вып. 28. М., 1958.
Алексеев А.Ю. К идентификации погребений кургана Солоха //Тез. докл. междунар.
конф. «Проблемы скифо-сарматской археологии Северного Причерноморья»,
посвящ. 95-летию со дня рождения профессора Б.Н.Гракова. – Запорожье, 1994.
– II.
Алексеев А.Ю. Гребень из кургана Солоха в контексте династической истории Скифии
//Эрмитажные чтения памяти Б.Б.Пиотровского. Тез. докл. – Санкт-Петербург,
1996.
Брашинский И. Б. Сокровища скифских царей: Поиски и находки / Отв. ред. Д. Б. Шелов. –
М.: Наука, 1967. – 128 с. – 75 000 экз. (обл.)
Кузнецов C. В. Щиты на золотом гребне из кургана «Солоха» //Проблемы ски-фосарматской археологии Северного Причерноморья (К 100-летию Б.Н.Гракова). –
Запорожье, 1999.
Мозолевський Б.М. Солоха // Мозолевський Б.М. Скіфський степ. – Київ, 1983. – С. 83-94
Манцевич А.П. Гребень и фиала из кургана Солоха //СА. – 1951. – XIII.
Манцевич А.П. Золотой гребень из кургана Солоха. – Ленинград: Изд-во ГЭ, 1962.
Манцевич А.П. Горит из кургана Солоха //ТГЭ. – 1962. – Т.3.
Манцевич А.П. Курган Солоха. Публикация одной коллекции. – Ленинград:Искусство, 1987.
Половцова С. Объяснение изображений на драгоценных вещах из Солохи проф. Свороносом
//ИАК. – 1918. – Вып. 65.
Русяева М.В. Золотой гребень из кургана Солоха //VI чтения памяти профессора
В.Д.Блаватского. К 100-летию со дня рождения. Тезисы докладов 21-22 мая 1999 г.
– М., 1999. – С.96-97.
Русяева М.В. Сцена охоты на чаше из кургана Солоха // V Боспорские чтения. Боспор
Киммерийский и варварский мир в период античности и средневековья.
Этнические процессы. – Керчь, 2004. – С. 301–306.
Русяева М.В. Серебряная чаша из кургана Солоха // Боспорские исследования. – Вып. IX. –
Керчь, 2005. – C. 112–126.
Фармаковский Б.В. Горит из кургана Солоха //ИРАИМК. – 1922. – II.
150
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
KIRGIZ TARİHÎ KAYNAKLARINDA VE ARAŞTIRMALARINDA OĞUZLAR
CENGİZ BUYAR
Giriş
Kırgız kültüründe sözlü geleneğin hayli güçlü olduğu ve bunun 20. yüzyılın başlarına kadar çok canlı bir şekilde devam ettiği görülür. 19. yüzyılın sonlarından itibaren
yazıya aktarılmaya başlanan bu geleneğin eskiye nazaran zayıfladığı söylenebilir. Bu
bağlamda Kırgız kaynaklarındaki Oğuzlarla ilgili bilgilerin de aynı dönemden itibaren yazıya geçirildiği ifade edilebilir. Bilhassa Kırgız kültürünün en mühim eserlerinden Manas destanı, şecereler, destanlar, efsanelerde konuyla ilgili ilk bilgiler yer
alır. Bu noktada Oğuzlarla ilgili Kırgız kaynaklarındaki bilgileri 20. yüzyıla kadarki
bilgiler, Sovyet dönemi ve bağımsızlık sonrası araştırmalar şeklinde üç döneme
ayırmak mümkündür.
20. yüzyıla kadarki Oğuzlar ile ilgili bilgiler genel itibari ile Kırgız tarihinin Türkçe,
Çince, Arapça ve Farsça kaynaklarında verilen bilgilerdeki Oğuz Kırgız ilişkileri
bakımından değerlendirilebilir. Sovyet döneminde daha ziyade Türkmen tarihi araştırmalarından hareketle, Kırgız tarihi ile bağlantılı konular noktasında Oğuzlar üzerinde durulurken, bağımsızlık sonrası süreçte daha ziyade etnik ve sosyo-kültürel
çalışmalarda Kırgızların Oğuzlar ile olan ilişkileri konusu üzerinden Oğuzlar ile ilgili
araştırmalar yapılmakta ve değerlendirmeler ortaya konmaktadır.
İlk dönem Kırgız tarihi kaynaklarından olan Çin yıllığı Chou-shu’da Türklerle ilgili
anlatılan ilk destanlarda Kırgızların da Aşina’dan ortaya çıktığı bilgisi yer almaktadır1. Bunun yanında Wei-shu adlı Çin yıllığında, Kao-ch’eler’e belki de eski Çi-dilerin
bir kolu olarak önceden Ti-li dendiği, sonra kuzey bölgesindekiler onlara Çi-le adını
verdiği ve daha sonra ise onların Ting-ling (= yüksek arabalı) adı ile geçmeye başladığı görülür. Böylece Ting-ling ve Te-le, Oğuz arasında tarihî bir ilişkinin gerçek
olduğu söylenebilir. Bu bağlamda onlarla Kırgızlar arasında eskiye dayalı etnik iliş-
1
Materialı po istorii kırgızov i Kırgızstana, ed. K. Djusayev, A. Mokeyev, D. Saparaliyev, Bişkek
2003, s. 16.
151
CENGİZ BUYAR
kilerin ve bağların olduğu da ortaya çıkar. Nitekim VII. yüzyılın başında yazılan Weshu ve Sui-shu tarihinde Kırgızlar, Te-le boy birliği içerisinde Doğu Türkistan’da
yaşayan boylar arasında gözükür2.
Söz konusu kaynaklarda, Te-lelerin ataları olarak Hsiung-nuları (Hunlar) teşkil eden
boyların sayısının bir hayli fazla olduğu ve -Hami-Turfan’ın kuzey doğusunda bulunan- İ-u’nun batısında, Yantsi’nin kuzeyinde Bayşan’ın etrafında Tsibi, Bolo, Çci, De,
Subo, Kie-kou, Edeu, Cihu gibi boyların yaşadığından söz edilir. Çin yıllığında ‘Hsiachia-ssi (Kırgızlar), bu eski Chin-k’un (Kırgızlar) memleketidir, halkı Ting-linglerle
karışmıştır.’ ifadesi yer alır. Bu ifadeye dayanarak arkeolog D. G. Savinov’un ilginç
bir görüşü vardır. Buna göre Ting-lingler, Te-le iseler, Gök Türk devrinde bu tabakadan Sie-yen-t’o ve Uygur gibi eski boylar meydana gelmiş olmalıdır. ... Kaynaklardaki bu bilgiler çerçevesinde Kırgızların etnik menşei ile ilgili meselelere bakıldığında
ilk olarak III. –IV. yüzyıllarda Çin kaynaklarında geçen Kırgız, Te-le ve Oğuz (Türk)
arasında etnik menşe bakımından etnik ilişkilerin var olduğunu söylemek mümkündür3.
Kırgız Oğuz ilişkileri ile ilgili bir diğer konu da Kırgız adının oluşumu ile ilgili efsanelerde geçer. Bu efsanevî izahlarda Kırgızların kırk kızdan ortaya çıktığı ve adlarının anlamının da kırk kız şeklinde açıklandığı görülür. Bunun tarihî dayanak noktası
Yuan Şi yani Yuan Hanlığı Tarihi’ndeki Kırgızların, kırk Çin kızı ile Us ovası halkından olanların birleşmesinden ortaya çıktıklarına dair anlatılan efsanedir. Burada Us
ovası halkının Us, Ugus, Oğuz (?) şekillerinde okunabileceği ve onların Oğuzlar
olabileceği ileri sürülmektedir. Kırgız ile Oğuzların tarihî coğrafyalarının genel itibari ile yakın olması bu efsanevî bilginin tarihî coğrafî bir dayanağının olabileceğini
göstermektedir4. Yine Kırgız adının anlamıyla ilgili olarak Oğuz destanı üzerinden
izahlar yapılmaktadır. Oğuz Destanında Kırgız’ın Oğuz Han’ın neslinden olarak
gösterilmesinden hareket eden Berezin, G. Supka, B. Munkaşi, kırk + uuz (Oğuz) yani
Kırk Oğuz’un Kırguz ve daha sonra da Kırgız’a dönüştüğünü5, Baskakov ise kızıl
oğuzlar yani güneyli veya batılı oğuzlar şeklinde açıklanabileceğini iddia etmektedir.
Ayrıca Mecmüatü’t-Tevarih’te “Selçuklu Sultan Sencer’in Oğuzları büyük bir bozguna
uğrattığı sırada buradan 40 Guz kaçıp kurtulmuşlardır. Bunlara Farsçada çehel guz,
Türkçede kırk guz denilmiştir. Kırk Guz kaçarak, Hocend dağlarına gelmiş ve burasını sığınak yaparak yaşamlarını devam ettirmişlerdir. Kırgız’ın ise bu Kırk Guz’dan
meydana geldiği belirtilir6.”
Bu bilgiler, Kırgızlar hakkındaki birinci dönem olarak tasnif edilen kaynaklardaki
Oğuz, Kırgız ilişkileriyle ilgili ilk bilgileri teşkil etmektedir.
Muratbek Kocobekov, “Kırgız Şecerelerinde Oğuz Efsanesi ve Kırgızların Kökenine Dair Bazı
Görüşler”, Ciepo Interim Symposium: The Central Asiatic Roots of Ottaman Culture, editör: İlhan
Şahin, Baktıbek İsakov, Cengiz Buyar, İstanbul 2014, s. 155-156.
3 Muratbek Kocobekov, “Kırgız Şecerelerinde Oğuz Efsanesi…”, s. 156.
4 Tınçtıkbek Çorotekin, “Kırgızistan Cumhuriyeti”, Türkler, XIX, Ankara 2002, s. 461; Yine bk.
Materialı po istorii kırgızov …, II, s. 53.
5 L. Ligeti, “Kırgız Kavim İsminin Menşei”, ss. 235-249.
6 Muratbek Kocobekov, “Kırgız Şecerelerinde Oğuz Efsanesi…”, s. 162; Tınçtıkbek Çorotekin,
“Kırgızistan Cumhuriyeti”, Türkler, XIX, Ankara 2002, s. 461; Yine bk. Materialı po istorii kırgızov …, II, s. 53.
2
152
KIRGIZ TARİHÎ KAYNAKLARINDA VE ARAŞTIRMALARINDA OĞUZLAR
Manas Destanı’nda Oğuzlar
Oğuz Han, Manas Destanı’nın varyantlarında Oguz Kan, Ögüzkan, Uuzkan, Ugus
Kan ve Uguz Kan adıyla yer alır. Destanın başlangıç kısmında Oguz Kan, Manas’ın
atalarından biri olarak belirtilir7. Destanın muhtelif yerlerinde Oğuz Han’ın neslinden olanlar anlatılırken Manas’ın da onun neslinden geldiği ifade edilir8. Destanda
bu durum Tüp atabız Ugus kan / Ugus kandan taragan (ilk atamız Oğuz Han/Oğuz
Han’dan geldik) şeklinde geçer.
Manas Ansiklopedisi’nde Oğuz Han ile ilgili Ögüzkan ve Uguzkan başlıklarıyla iki
madde yer almaktadır. Ögüzkan (Uguzkan) maddesinde,
“Edebî eserlerdeki kahraman. Destanın muhtelif varyantlarında Manas’ın dedelerinden
biri. Oğuzhan’ın temsili Manas destanına Türk halklarına ait efsane ve şecerelerden
geçmiştir. Türk halklarına ait Oğuzname, Mahmud Kaşgarlı’nın Divan-u Lügati’t-Türk ve
Ebulgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Türk gibi yazılı kaynaklarının bunda etkisi olmuş olabilir9.”
ifadeleri yer alır. Uguzkan maddesinde ise, şu bilgiler verilir:
“Manas’ın eski atalarından biri. Oğuz Kağan’ın adı Türk halkları arasında hayli yaygın
bir şekilde bilinir. Şecerelerde güneyi Mısıra, batısı Barang’a kadarki topraklarda yaşayan halklara baş eğdirmiş, büyük bir imparatorluk kurmuş büyük kağandır. Kırgızlar
ona Uuz demektedirler. Annesinin karnında nurdan teşekkül etmiştir, doğumundan
itibaren bahadırlık özellikleri bilinmektedir. Annesini bir defa emdikten sonra bir daha
emmemiştir. Doğumundan 40 gün sonra yürümeye başlamış, konuşmuş, kendisinden
büyük çocuklar ile oynamaya başlamıştır. Şecerelerdeki bilgilere göre Oğuz Kağan’ın
maddî hususiyetlerine bakıldığında onda Türk halklarına ait totemik işaretler görülür.
‘Ayakları boğanın ayakları gibidir, beli kurtunki gibi ince, omuzları kunduzunki gibi
görkemli, göğsü ayınınki gibi geniştir.’ Sefere çıkıldığında yol gösterip, savaşa başlandığında zafere ulaştırır, insan gibi konuşan bozkurt onu her zaman korumaktadır.
Oğuz Han’ın göğün kızı olan ilk eşinden Gün, Ay ve Yıldız adlı üç çocuk doğmuştur.
Yer güzeli olan ikinci eşinden Gök, Dağ ve Deniz adlı üç oğlu olmuştur. Eski Oğuzların
iki kanata bölünen halkı bu iki hanımdan doğan çocuklardan çoğalmışlardır. Şecerelerde Oğuz elinin 24 boyu için, Oğuz Kağan’ın 24 torununun neslindendir denilmektedir.
Ebul Gazi’nin ifadelerine göre Kırgız, Oğuz Kağan’ın torunlarından biridir. Manas Destanı’nda Oğuz Kağan, Manas’ın eski atalarından biri olarak şöyle ifade edilmektedir.
‘Eskilerden kalan söz: Karakan, Oğuz Kağan’dan sonra Alança han neslinden Baygur,
Uygur olarak adlandırılanlar gelmiştir.’10”
Manas’ın Togolok Moldo11 varyantında Manas’ın silsilesi “İlk atası Türk, halkının
bahadırıdır, evlatlarına bahadırlık şanını bırakmıştır. Türk, Tütök, Elçe, Baku, Kiyik
Alança, Alança’dan Tatar, Moñol. Tatar’dan Buta, Buka, Moñol’dan Karakan, ondan
Burut, Burat. Burut’tan Uygur, Baygur. Baygur’dan Oğuz Kağan, Oğuz Kağan’dan
Kırgız Han, ondan Sapar Şah12.” şeklinde verilmekte ve onun ilk atası olarak Türk
gösterilmekte ve yine Kırgız’ın da Oğuz Kağan’ın evlatlarından olduğu belirtilmektedir. Ayrıca S. Abdrakunov, Manas destanının kaynaklarına dayanarak yapmış
Manas, I, Sagınbay Orozbakov Varyantı, Bişkek 1995, s. 79.
Manas, III, s. 21.
9 “Ögüzkan”, Manas Entsiklopediya, II, Bişkek 1995, s. 147.
10 A. Alimbayev, “Uguz kan”, Manas Entsiklopediya, II, Bişkek 1995, s. 307.
11 Asıl adı: Bayımbet Abdırahmanov (1860-1942).
12 Manas, I, s. 539.
7
8
153
CENGİZ BUYAR
olduğu araştırmalarda Kırgız Oğuz etnik bağlarındaki Kıpçak kuşağının önemli bir
rolünün olduğunu belirtir13.
Şecerelerde Oğuzlar
Günümüzde bilinen, matbû ilk Kırgız tarih kitabı olarak da kabul edilen, Osmonalı
Sıdık Uulu’nun Muhtasar Tarih-i Kırgıziya adlı eseri ilk Kırgız şecere kitabıdır. 1913
yılında Ufa’da basılan eserin hemen baş kısmında Kırgızların ilk atasının, Türk olan
Oğuz Han’ın neslinden geldiği Bolubdur tüp atamız Oğuz Handın / Oğuz Han biri bolur
tokuz handın14 şeklinde ifade edilmektedir. İlerleyen sayfalarda verilen bilgilere göre,
Hazreti Âdem’in Ariler ve Turaniler şeklinde ikiye bölünen 8 evladı vardır. Evlatlarının en büyüğü olan Türk Turaniler grubundandır ki, Kırgızlar da bu gruba dâhildir.15 Bu eserde giriş, niçin tarih bilmek gerekir?, tarihin faydası, bilhassa hangi tarihi
bilmek gerekir, Hazreti Adem, Ham Oğulları, Sam Oğulları, Yafes Oğulları, Turanî
Kavmi, Türk boyları şeklindeki bölümlerin ardından Kırgız boylarının şeceresini
verilmektedir.
Sözlü kültürün en iyi aktarıcılarından, manasçı16, comokçu17 ve sancıraçı yani şecereci Balık, sözlü gelenek yoluyla aktardığı Otor Han destanında ilginç bilgiler vermektedir. Otor Han şeceresi veya rivayetleri olarak da bilinen şecere içinde Otor Han ile
ilgili bilgiler vermekte ve bu ülkeyi yönetenlerin Oğuz Han’ın neslinden olduğunu
belirtmektedir.
Coo erender
Düşman İranlılar,
Coonu cenip kuugandar
Düşmanı yenip kovanlar
Algır kuştay kıraandar
Avcı kuşlar gibi cesurlar
Uguzdan çıkkan berender
Oğuzdan çıkan kahramanlar
Kol baştagan noyondor
Askeri yöneten noyanlar
Al berendin cayın aytayın
O kahramanın yurtunu söyleyeyim
Samarkanddı kutkarıp
Semerkand’ı kurtarıp
Otor şaarın saldırgan
Otor şehrini yapan
Otor Handay berender
Otor Han gibi kahramanlar18,
şeklinde Oğuz Han’dan bahsedilen bölümde Otor Han’ın Oğuz Han’ın neslinden
olduğu ifade edilmektedir. Bazı bilim adamları, burada geçen olayların tarihî arka
planının 6. yüzyılda Gök Türklerle İranlıların, Eftalitlere karşı ittifakı ve birlikte onla-
Olcobay Karatayev, “Kırgızların-Oğuzların (Türkmenlerin) Tarihi ve Etnik Bağları”, çev.
Mustafa Kalkan, Sosyal Bilimler Dergisi, 5, Bişkek 2003, s. 200.
14 Osmonali Sıdıkoğlu, Muhtasar Tarih-i Kırgıziya, Ufa 1913, s. 3,; Osmonali Sıdıkof, Muhtasar
Tarih-i Şadmaniya, Ufa 1914, s. 4.
15 Osmonali Sıdıkoğlu, Muhtasar Tarih-i Kırgıziya, s. 14-15; Osmonali Sıdıkof, Muhtasar Tarih-i
Şadmaniya, s. 24-25.
16 Manas’ı vücut hareketleriyle birlikte anlatılanları yaşarcasına yüksek sesle anlatanlara manasçı
denir.
17 Hikâye, masal, efsane ve hikâye hâline gelmiş tarihî olayları edebî bir dille anlatanlara comokçu denir.
18 A. Akılbekov, T. Alımbekov, Balıkoozdun Sancırası, (Otorhan, ce arabdar kelgenge çeyinki kırgızdardın tarıhı), Bişkek 2009, s. 50.
13
154
KIRGIZ TARİHÎ KAYNAKLARINDA VE ARAŞTIRMALARINDA OĞUZLAR
ra karşı yaptıkları mücadelelere dayandığını19, bazıları Selçuklu, İran mücadeleleri
veya Selçuklu, Gazneli mücadelelerinin destana yansıtıldığı ve Kırgızların buradaki
mücadelelerdeki rollerinden bahsedildiğini ileri sürmektedirler20.
Manasçı Togolok Moldo’nun Tarıh. Tüpkü Atalar yani Tarih. Eski Atalar21 adlı sancırasında diğer şecerelerde olduğu gibi Oğuz’un, Türk’ün sekizinci neslinden geldiği,
Kırgız, Budat ve Burut’un da onun evlatları olduğu ifade edilmektedir. Bu arada
Togolok Moldo Anadolu Türklerinden, Osmanlılardan bahseden, onların sultanlarının soylarının Altaylardan gittiklerini anlatan ilk şecerelerden biri olma özelliğini
taşır.
Musalı İmanaliyev tarafından hazırlanan Kırgız Sancırası: Sancıra22 adlı eserdeki bilgiler Osmonalı Sıdık Uulu’nun aktardığı şecere ile ana çizgileri itibarıyla benzerlik
göstermektedir. Hz. Âdem ile Havva’nın yaratılması, insanoğlunun çoğalması, Nuh
tufanı, Nuh’un evlatları Ham, Sam ve Yafes’ten insanlığın tekrar çoğalması ile giriş
yapılmaktadır. Ham’dan zenciler, Sam’dan Araplar, Yafes’ten ise Avrasya bölgesinde yaşayan insanların çoğaldığı, Yafes’in Turaniye ve Ariya olmak üzere evlatlarının
ikiye bölündüğü, Turanîlerin Asya’ya, Arîlerin Avrupa’ya yerleştikleri aktarılmaktadır. Turaniye’nin en büyükleri Türk olmak üzere Japon ve Çin adlarında üç çocuk
dünyaya getirdiği ifade edilmektedir. Türk’ün Hz. Hızır’ın duasına nail olduğu, on
evladının dünyaya geldiği ve bunlardan altısının bilindiği belirtilmektedir. Şecere’de
bu altı oğulun adı Abır, Sabır, Tütök, Avas, Hasar, Anürü şeklinde verilmektedir.
Daha sonra Türk’ten Tütök’ün, Kara Han’ın, Kara Han’dan Uguz Han’ın (Oğuz
Han), Oğuz Han’dan Tagın Han’ın, Tagın Han’dan da Kırgız Han’ın olduğu aktarılmaktadır23.
Tölök Törökan Uulu’nun Kırgız şeceresi adını verdiği kitabında, Hz. Âdem’den
insanlığın yaratılması daha sonra Nuh Tufanı, Nuh’un oğulları ve Yafes’in neslinden
Oğuz Han’ın ve onun neslinden de Kırgız’ın ortaya çıkışı anlatılır24. Bir diğer şecereci
Talip Moldo’nun şeceresinde de, Kırgız’ın Oğuz’un neslinden geldiği şeklindeki
klasik bilgiler tekarlanır25. Bunların yanında son dönemde Üsöyün Acı tarafından
ortaya konan Kırgız Sancırası’nda Kırgızların ortaya çıkışı ile ilgili muhtelif rivayetler değerlendirilmekte ve Kırgız’ın, Nuh Tufanı sonrası Yafes’in 8 oğlunun en büyü-
Nurak Abdırahmanov, “Orozdu cana Otorhon Bayanı”, Uluu Bayan. Kırgız cana Ariy-Turaniy
kalktarının tarınınan maalımat naama, Bişkek 2007, s. 420-421.
20 Olcobay Karatayev, “Halk Edebiyatına Göre Kırgız ve Oğuzlar Arasındaki Tarihi-Etnik İlişkiler”, Bişkek 2004. (Yayımlanmamış Makale).
21 “Kırgız Sancırası”, Ala Too Jurnalı, Bişkek 1994, s. 38-45. Kırgız ve Osmanlı şecerelerinin meşruluk dayanağı noktasından değerlendirilmesi ile ilgili olarak bk. Üçler Bulduk, “Bir Meşrutiyet Kaynağı Olarak Oğuz-Kırgız Şecereleri ve Osmanlılar”, Ciepo Interim Symposium: The
Central Asiatic Roots of Ottaman Culture, editör: İlhan Şahin, Baktıbek İsakov, Cengiz Buyar,
İstanbul 2014, s. 163-171.
22 Musalı İmanaliyev, Kırgız Sancırası: Sancıra, Bişkek 1995.
23 Musalı İmanaliyev, Kırgız Sancırası: Sancıra, s. 5-7; Yine bk. Altay Daniyarov, Kırgız Sancırası,
Bişkek 2011, s. 5-10. Bu şecere kitabı İmanaliyev’in verdiği bu bilgileri olduğu gibi tekrarlamaktadır.
24 Tölök Törökan uulu, “Sancıra”, Kırgızdar, IV, Bişkek 1997, s. 5-10.
25 Talıp Moldo, Kırgızın Irkı, Kırgız Sancırası, Bişkek 1994, s. 199.
19
155
CENGİZ BUYAR
ğü olan Türk’ün neslinden olan Oğuz’un 24 torunundan Deniz Han’ın neslinden
geldiği belirtilmektedir26.
Bu şecerelerin Ebul Gazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terakime, Reşideddin’in Camiü’tTevarih, Seyfeddin Aksikendi’nin Mecmuatü’t-Tevarih, Musa Oğlu Abdurrahim’in
Nesebname ve Ötemiş Hacı’nın Cengizname gibi klasik şecere kitaplarından etkilendiği
ortadadır. Kırgızların şecere silsilesinin Oğuz Han’a ve ilk ata olarak da Türk Ata’ya
bağlandığı hemen bütün şecere kitaplarında görülmektedir.
Kırgızistan’daki İlmî Araştırmalarda Oğuzlar
Kırgızistan’da Oğuzlar üzerine yapılan ilmî çalışmaların sayısının hayli az olduğu
görülmekle birlikte mevcut çalışmalar daha ziyade tarihî, kültürel ve etnik açıdan
Kırgız-Oğuz bağlantıları ve ilişkileri üzerinde yoğunlaşmıştır. Bunun yanında bilhassa Oğuz adının Ok + (u) z şeklindeki açıklanması doğrultusunda Kırgız adının da bu
şekilde açıklanabileceği ileri sürülmektedir. Kırgız adının açıklanması ile ilgili hemen
bütün Kırgız tarihi çalışmalarında bu değerlendirmeye yer verildiği görülür.
Kırgız araştırmacılarının ilk modern tarih yazımı denemesi olarak belirtebileceğimiz
çalışma, Belek Soltonoyev’in 1934 yılında tamamladığı, fakat Stalin dönemi baskıları
neticesinde 1993 yılına kadar yayımlanamayan Kızıl Kırgız Tarihi adlı eserdir27. Belek
Soltonoyev, bu eserle ilgili çalışmasına 1895 yılında başladığını ve çalışmayı 1934
yılında bitirdiğini ifade etmektedir28. Şecereci gelenekten modern tarih yazımına
geçiş eseri olan çalışma, Kırgızların tarihte kaydedildiği ilk tarihten 1917 Ekim ihtilaline kadarki Kırgız tarihini konu alır.29 Eserin takdim kısmında Türk kavminin en
eski zamanlarda ortaya çıktığı, Türklerin insanoğlunun ilk kavimlerinden olduğu ve
bahadır, temiz, yalan söylemeyen dürüst kavimlerden biri olduğu belirtildikten
sonra Kırgız’ın da Türklerden olduğu ifade edilmektedir30. Soltonoyev, Kırgızlarla
ilgili Ebul Gazi’nin bilgilerini aktarmakta, Oğuz Han’ın Kırgız adlı bir torununun
olduğu bilgisini tekrarlamaktadır31. Yazar, Oğuz Han’ın, Hz. Muhammed’in hicretinden önce ortaya çıktığını,32 Mete Han’ın Türk dilinde Uguzhan olarak adlandırıldığını belirtmektedir33.
Sovyet Dönemi Kırgızistan’ında yapılan çalışmalarda Oğuz ya da Kırgız-Oğuz münasebetlerine dair hemen hiçbir şey yok demek hatalı olmaz. Kırgız Sovyet Ansiklopedisi’nin “Oguzname” maddesindeki, “Oğuz Türklerinin ilk atası ve efsanevî ecdadı
Üsöyün Acı, “Kırgız Sancırası”, II, Bişkek 2004, s. 312.
Belek Soltonoyev, Kızıl Kırgız Tarıhı, 1-2, Bişkek 1993. Eserin iç künyesinde Kırgız Tarıhı: Tarıhıy oçerkter, I, Bişkek 1993 şeklinde verilmiştir.
28 Belek Soltonoyev, Kızıl Kırgız Tarıhı, s. 3.
29 Belek Soltonoyev, Kızıl Kırgız Tarıhı, s. 5.
30 Belek Soltonoyev, Kızıl Kırgız Tarıhı, s. 3. “... eñ eski zamanda arasınan Türk urugu çıga baştagan. Türk (Türküyö) kıtay tili bolup, temir tuulga, temir kalkan, degen söz. Türk degen el
adam balasının eñ eski urugunun birinen sanalıp, zamanında adam arasında baatır, taza,
kalp aytpay turgan tuura elden sanalgan. Kırgız oşol Türktön sanalgan-fin, gun urugunan,
caki Türktöşkön mogol, caki ari nasilinen kanı aralaşkan bir uruk kurama el.”
31 Belek Soltonoyev, Kızıl Kırgız Tarıhı, s. 18. (Abulgazı Han, Tarıh şecire türk, 1891, 28. bet)
32 Belek Soltonoyev, Kızıl Kırgız Tarıhı, s. 19.
33 Belek Soltonoyev, Kızıl Kırgız Tarıhı, s. 26.
26
27
156
KIRGIZ TARİHÎ KAYNAKLARINDA VE ARAŞTIRMALARINDA OĞUZLAR
Oğuz Kağan hakkındaki epik bir eserdir”34 şeklindeki bir cümle, Oğuzları konu alan
ilk yayında yer almakta ve ancak Sovyetlerin dağılmasının hemen arifesinde 1989
yılında yayımlanmıştır. Ala Too dergisinin 9. sayısında yer alan bu yayın Çoyun
Ömüraliyev’in35 Şecere-i Türk’ten Kırgızcaya yaptığı Ögüz Kagan adlı çeviri ve onun
değerlendirilmesinden ibarettir. Daha sonra bu çeviri ve değerlendirme Kırgızdar gibi
değişik ansiklopedik eserlerde birçok defa basılacak Oğuz-name’nin neredeyse Kırgızca yegâne çevirisini teşkil edecektir36. Çoyun Ömüraliyev, Oğuzname ile ilgili
olarak
“ilk olarak XIII. yüzyılda eski Uygur harfleriyle yazıya dökülmüş, Reşüdiddin’de ve
Ebul Gazi’nin Türk Şeceresi adlı eserinde geniş bir şekilde yer almıştır. Oğuz Kagan ile
ilgili efsaneler, hikâyeler anlatılmaktadır. Bu esere XVIII. yüzyıldan itibaren ilgi gösterilmeye başlanmıştır. Eserin muhtelif bölümlerini Alman bilim adamı F. Dits 1815 yılında çevirmiştir. Ondan sonra Biçurin, V. Radlov, A. Bernştam, A. Şçerbak, S. Kononov,
Rıza Nur, Paul Peliot, V. Bang, İ. Marquart gibi bilim adamları da ilgilenmişlerdir. Daha
sonraları Oğuz Beyanına ilgi artmış, 1987 yılında Bakü’de Reşüdiddin’in İstanbul’daki
eserinde yer alan Oğuzname varyantı ilmî olarak değerlendirilmiş ve yayımlanmıştır.
1988 yılında Kazak bilim adamı Kulmat Ömüraliyev’in Ögüz Kagandın Tili adlı çalışması yayımlanmıştır37.”
şeklinde devam eden geniş bir değerlendirme vermektedir.
Kırgızistan’da bağımsızlık sonrasında millî kimlik oluşturma ve halkın moral gücünü arttırma gayretleri doğrultusunda hazırlanan çok sayıda ilmî popüler Kırgız tarihi
çalışmaları bulunmaktadır. Bunlardan biri de Kara Kırgız38 adlı çalışmadır. Eserde 9
bin yıl önce Oğuz İmparatorluğu’nun kurulduğu ve Oğuz yazısının olduğu, Türk
Kağanlığı döneminde bu yazının en gelişmiş hâlinin ortaya konduğu ifade edilmektedir39. Sümercede ugu (veya ug) kelimesinin boy, Altaylılarda ug kelimesinin yine
boy, aile, anne anlamlarına geldiği, Ug (veya ugu)+ (u) s çokluk ekinin eklenmesiyle
Uguz (≈ Oğuz) adının boylar anlamına geldiği belirtilmektedir. Bu adın bir şahıs adı
değil, birçok boyun başında bulunan beyleri veya hanların genel adı olduğu görüşü
ortaya konmaktadır. Yazar buradan hareketle Kırk boylu halkın başında bulunan
Ugus biy veya hanın adının zamanla şahıs adına dönüşerek bir kahramanı ifade
ettiğini ileri sürmekte ve Manas Destanı’nda geçen Tüp atabız Ugus kan / Ugus kandan
taragan şeklindeki ifadenin de aslında bu hâliyle anlaşılması gerektiğini, Oğuz
Han’ın boyların başına seçilen, onların baş eğdiği, atası gibi gördüğü yöneticilerin
genel adı olduğu belirtmektedir. Ayrıca halk sancıralarında buyruk, emir veren anlamlarında kullanılan ugus sözünün de bu noktada halkın başına seçilen boylar
beyinin yani Oğuz’un buyruk verme hakkına binaen bu anlama geldiği izah edil-
Kırgızdar, editör: Keneş Cusupov, Kanıbek İmanaliyev, V, Bişkek 2011, s. 236.
Çoyun Ömüraliyev, “Ögüz Kagan”, Ala Too Jurnalı, sayı 9, Bişkek 1989.
36 Kırgızdar, editör: Keñeş Cusupov, I-V, Bişkek 1993. Aynı bölüm bu eserin 14 cilt şeklinde
genişletilmiş yeni baskısında da yer almaktadır. Bk. Kırgızdar, editör: Keneş Cusupov, Kanıbek İmanaliyev, IV, Bişkek 2011, s. 542-603.
37 Çoyun Ömüraliyev, “Osuyat. Ögüz Kagandan Öskön Oylor”, Kırgızdar, I, Bişkek 1993, s. 374415.
38 Orozbek Aytımbet, Kara Kırgız, I-V, Bişkek 2007.
39 Orozbek Aytımbet, Kara Kırgız, s. 23.
34
35
157
CENGİZ BUYAR
mektedir40. Yine bu çalışmada MÖ 16-6. yüzyıllarda Oğuz Hanlığı’nın mevcut olduğu, 6. yüzyıldan itibaren imparatorluğa dönüştüğü, Oğuzların demirle iştigal ettikleri, mızrak kullandıkları ve yayı ilk onların yaptıkları, hançer, kılıç gibi silahları kullandıkları, bunun yanında atları, koyunları, keçileri, köpekleri, inek ve develeri evcilleştirdikleri ileri sürülmektedir41.
Oğuzlar üzerine son dönemlerde yapılan ilmî çalışmaların sayısının arttığı dikkati
çekmektedir. Bu çalışmalar etnik ve sosyo-kültürel açılardan Kırgız, Oğuz ilişkileri
üzerine yoğunlaşmaktadır. Bu bağlamda Kırgızların şecelerinde Oğuz efsanesi ve
Kırgızların kökenine dair bazı görüşler ortaya koyan Muratbek Kocobekov, Reşideddin ve Ebul Gazi Bahadır Han’ın verdiği bilgilerin Kırgızların etnik köken anlayışılarıyla ilgili mühim bilgiler ortaya koyduğunu ifade etmektedir. Bunun yanında o, A.
N. Bernştam’ın Oguz, Ögüz terimiyle, öküz, buka42 terimini ilişkilendirdiğini, bunun
ise önemli olduğunu ve dikkate alınması gerektiğini belirtmektedir. “9. yüzyıl Çin
kaynağı Yuang Sza Szu’da, ak yüzlü, sarı saçlı Kırgızların börü boyundan olmadıkları, onların atalarının doğduğu mağaranın, Tsyuman (Sayan) Dağı’nın kuzey tarafında bulunduğu ve geçmiş zamanlarda o mağarada (Kırgız neslinin) Tanrı’nın kudretiyle ‘sığırdan türediği’ ifade edilir.” Ayrıca Gerdizi’de de Kırgızların ineğe taptıklarından söz edildiğini ve eski Kırgızların totemlerinden birinin öküz olabileceğini
belirtir. Kocobekov, bunların efsanevî bir rivayet olmakla birlikte Kırgızların kökeninin öküze ya da şecerelerde Oğuz’a bağlanmasının bu konudaki bakış açılarının çok
geniş tutulması gerektiğine işaret eder. Netice olarak Kocobekov, eski atalarımızın
Türk’ten ve Oğuz Han’dan Kırgızlar’ın çıktığı ile ilgili rivayetler, eskiden gelen etnogenetik süreci belirtmektedir. Buradan Kırgızların Türkler ve Te-le = Oğuz = Sie-yent’olar ile kaynaştıkları ortaya çıkıyor 43.” demektedir.
Kırgız-Oğuz etnik ilişkileri ile iki çalışmada Olcobay Karatayev’e aittir. O, Kırgız ve
Oğuz (Türkmen) alt boy birliklerinden yani uruğlarından 250 tanesinin aynı adı
taşıdığını tespit etmiş, ayrıca Oğuz ve Kırgız damgalarının karşılaştırmalı bir şekilde
ortaya koymuştur44. Buradaki birçok damganın da ortak olduğu görülmektedir.
Karatayev bunların haricinde şu tespitlerde bulunmaktadır:
“Kırgız-Oğuz ilişkileri hakkında Kırgız yer, su adları (toponimler) ve etnonimlerden de
bilgiler edinilebilir. Kırgızların içkilik boy konfederasyonuna giren Geklen, Tekren, Teke, Bayat, Sarı, Ersarı gibi boyların adları, ortaçağda Kırgızlar’la karışan OğuzTürkmenlerinin adlarıdır. Yukarıda geçen boy adları sadece Kırgız ve Türkmenlerde
rastlanmaktadır. (bk. Ataniyazov, 1988: 52, 53, 58, 112).
Orozbek Aytımbet, Kara Kırgız, s. 10-12.
Orozbek Aytımbet, Kara Kırgız, s. 23.
42 Kırgızlar 1 yaşına kadarki erkek büyük baş mala muzo, 1 yaşını doldurmuş mala torpok, 3
yaşındakine buka der. İğdiş edilmiş erkek mala ise öküz denir. Ayrıca güçlü, kuvvetli, boylu,
iri yarı insanlar için de öküz gibi benzetmesi yapılır. Burada kastedilen, kişinin güçlü, kalıplı,
iri yarı, endamlı olduğudur. Değişik Kırgız halk anlatılarındaki bahadır yani kahraman tasvirlerinde de bu benzetme yapılır.
43 Muratbek Kocobekov, “Kırgız Şecerelerinde Oğuz Efsanesi…”, s. 158-160.
44 Olcobay Karatayev, “Kırgızların-Oğuzların (Türkmenlerin) Tarihi ve Etnik Bağları”, Çev.
Mustafa Kalkan, Sosyal Bilimler Dergisi, 5, Bişkek 2003, s. 199-207; Olcobay Karatayev, “Halk
Edebiyatına Göre Kırgız ve Oğuzlar Arasındaki Tarihî-Etnik İlişkiler”, Bişkek 2014 (Yayımlanmamış makale).
40
41
158
KIRGIZ TARİHÎ KAYNAKLARINDA VE ARAŞTIRMALARINDA OĞUZLAR
Yer, su isimlerinde de birtakım benzerlikler görülür. Örneğin, Kırgızistan’daki Akman,
Daşman, Arslanbap (Bazar-Korgon ilçesi), Kara-Koy (Nookat ilçesi), Kara-Guz (KaraKulca ilçesi), Ceti-Ögüz gibi coğrafik adlarda Oguz-Türkmen izlerine rastlamak mümkündür. IX.-XI. yüzyıl Oğuzların içinde akman, karaman adlı boy grupları mevcuttur.
Günümüzde akman - Kırgızların Munduz boybirliği içinde bulunan bir alt boy, uruğ
adıdır.”
Bu noktada Kırgız boy ve uruğlarıyla Oğuz boy ve uruğlarının her iki toplumun da
etnik yapısı içerisinde yaygın oldukları, etnik oluşum sürecinde birbirlerini hayli
etkiledikleri, bu uruğların büyük kısmının etnik köklerinin aynı olduğu ifade edilebilir.
Kırgızistan’da şimdiye kadar Oğuzlar adıyla yayımlanan tek kitap olma özelliğini
taşıyan eserde, Oğuz boylarının kurduğu Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti
devletlerinin özet tarihi yer almaktadır45.
Milli İdeolojinin Kaynağı Oğuz Ata adlı eser Oğuz Kağan’ı ideoloji boyutunda ele alan
nadir çalışmalardan birini teşkil etmektedir46. Eserin başlangıcında
“En eski dönemlerde Türk boyu ortaya çıkmıştır. Türk sözü Çin dilinde demir miğfer,
demir kalkan anlamlarına gelmektedir. Biz Kırgızlar işte bu Türk neslindeniz. Ata köklerimizin başlangıcı Oğuz Han’ın vaktinde, Kırgız halkının terbiyesi, siyaseti, örf-âdeti,
gelenek görenekleri ve kültürü kalıplaşarak yaşanılır hâle gelmiştir.”
şeklinde Kırgız kültürünün temeli Oğuz Han’a dayandırılarak Kırgız kültürünün
çeşitli unsurları ele alınmaktadır.
Mokeyev ve Abdiyev, Boz-ok Kelimesinin Anlamı Hakkında adlı makalelerinde Boz
Ok ve Üç Ok olarak bölünen Oğuzların, idarî, askerî ve etno-siyasi yapılanmasını bu
adlandırmaların anlamları üzerinden değerlendirmekte ve Boz Ok adlandırmasının
sayı sıfatı olabileceği, “yalnız ok” veya “bir ok” anlamına geldiğini ileri sürmektedirler47. Bu yaklaşım bilhassa muhtelif Türk boylarının adlarının anlamlarının açıklanması bakımından dikkate değer görünmektedir.
Sonuç
Sonuç olarak Kırgız tarihî kaynaklarında ve çalışmalarında Oğuzlarla ilgili bilgiler üç
dönem şeklinde tasnif edilebilir. 20. yüzyıla kadarki bilgileri genel itibari ile Çince
kaynaklardaki ilk bilgiler, destanlar ve şecerelerdir. Çince kaynaklarda Oğuzlarla
Kırgızların etnik ilişkilerinin ve yapılanmaları hakkında bilgiler edinilebilmektedir.
Yine Kırgız adının izahında kırk oğuz, kırk guz şeklindeki açıklamalar da dikkate
değer görülmektedir. Yerli kaynaklardan olan Manas destanında Oğuz’un Manas’ın
atası olarak verilmektedir. Bunun yanında hemen diğer bütün şecerelerde, İslam
kaynaklarındaki klasik şecere geleneği doğrultusundaki bilgilerin devamında Yafes’ten Türk’ün, daha sonra Oğuz Han’ın ve ondan da Kırgız’ın ortaya çıktığı şeklinde bir silsilenin aktarıldığı görülür. Bu durum da geleneksel anlayışın ortaya konması bakımında önemlidir.
Sovyet dönemi Oğuz araştırmaları genel itibari ile Türkmen tarihi araştırmaları içerisinde daha geniş bir şekilde ele alınırken, Kırgız tarihiyle alakalı olaylar ve konular
Bayas Tural, Oguzdar, Bişkek 2008.
Esencan Tınay Uulu, Uguz-Ata Uluttuk İdeologiyanın Uyutkusu. Eldik Tarbiya, Bişkek 2006.
47 Anvarbek Mokeyev - Taalay Abdiyev, “Boz-ok Kelimesinin Anlamı Hakkında”, I. Uluslararası
Devlet Yönetimi Geleneği Kongresi, Bişkek 2014. (Yayımlanmamış Bildiri)
45
46
159
CENGİZ BUYAR
noktasında temel bilgilerin verildiği görülür. Bunun yanında Oğuz Han ve Oğuzname ile ilgili kısa ansiklopedik bilgiler aktarılmaktadır. Son dönemde ise Oğuzname
çevirilerinin ve geniş değerlendirmelerin yapıldığı görülür.
Bağımsızlık sonrasında Kırgızlarla Oğuzlar arasındaki etnik ilişkileri ele mühim
çalışmaların yapıldığı dikkati çeker. Bu noktada Kırgız ve Oğuz-Türkmen boyları
arasında 250 civarında alt boy birlikleri olan uruğların aynı adı taşıdığı ve bunların
büyük kısmının ise etnik köklerinin aynı olduğu tespit edilmiştir.
Kırgızistan’daki Oğuz Araştırmaları ile İlgili Çalışmalar Bibliyografyası
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
11.
12.
13.
14.
15.
16.
17.
18.
160
Alımbek Akılbekov, Turgunbek Alımbekov, Balıkoozdun Sancırası (Otor Han ce
arabdar kelgenge çeyinki kırgızdardın tarıhı), Bişkek 2009, s. 17, 37, 50.
Anvarbek Mokeyev - Taalay Abdiyev, “Boz-ok Kelimesinin Anlamı Hakkında”,
I. Uluslararası Devlet Yönetimi Geleneği Kongresi, Bişkek 2014. (Yayımlanmamış
Bildiri)
Bayas Tural, Oguzdar, Bişkek 2008.
Çoyun Ömüraliyev, “Osuyat. Ögüz Kagandan Öskön Oylor”, Kırgızdar, I, Bişkek 1993, s. 374-415.
Çoyun Ömüraliyev, “Ögüz Kagan”, Ala Too, sayı 9, Bişkek 1989.
Esencan Tınay uulu, Uguz-Ata uluttuk ideologiyanın uyutkusu. Eldik Tarbiya, Bişkek 2006.
İ. B. Moldobayev, Manas istoriko-kulturnıy pamyatnik kırgızov, Bişkek 1995.
Kayrat Belek, “Kırgızistan’da Yeni Bulunan Oğuz Boylarına Ait Yazıtlar ve
Oğuz Damgaları”, 5. Uluslararası Türkiyat Araştırmaları, Oğuzlar: Dilleri, Tarihleri ve Kültürleri Sempozyumu, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Ankara, 2014 (Yayımlanmamış Bildiri).
Muratbek Kocobekov, “Kırgız Şecerelerinde Oğuz Efsanesi ve Kırgızların Kökenine Dair Bazı Görüşler”, Ciepo Interim Symposium: The Central Asiatic Roots of
Ottaman Culture, editör: İlhan Şahin, Baktıbek İsakov, Cengiz Buyar, İstanbul
2014, s. 151-162.
Nurak Abdırahmanov, “Ögüz Kagan ce Uguzhan”, Uluu Bayan. Kırgız cana
Ariy-Turaniy kalktarının tarıhınan maalımat naama, Bişkek 2007, s. 68-100.
Nurdin Useyev, “Kırgız Türkçesi Ağızlarında Oğuzca (T. Türkçesi) Unsurlar”,
5. Uluslararası Türkiyat Araştırmaları, Oğuzlar: Dilleri, Tarihleri ve Kültürleri
Sempozyumu, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Ankara, 2014 (Yayımlanmamış Bildiri).
Oguz-name, Kırgızdar, V, Bişkek 2011, s. 236-241.
Olcobay Karatayev, “Halk Edebiyatına Göre Kırgız ve Oğuzlar Arasındaki
Tarihî-Etnik İlişkiler”, Bişkek 2014 (Yayımlanmamış makale)
Olcobay Karatayev, “Kırgızların-Oğuzların (Türkmenlerin) Tarihi ve Etnik
Bağları”, Çev. Mustafa Kalkan, Sosyal Bilimler Dergisi, 5, Bişkek 2003, s. 199-207.
Olcobay Karatayev, “Kırgız-Oguz Tarıhıy-Etnikalık Baylanıştarı”, Sosyal Bilimler Dergisi, 1, Bişkek 2001, 175-185.
Olcobay Karatayev, “Oguz”, Kırgız Etnonimder Sözdügü, Bişkek 2003, s. 146-147.
Ögüz Kagan, Kırgızdar, I, Bişkek 1993, s. 358-370.
Ögüzkan (Uguzkan), Manas Entsiklopediyası, 2, Bişkek 1995.
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
TUĞRUL BEY DÖNEMİNDE OĞUZLARIN İRAN
COĞRAFYASINDA YAYILMALARI
ER GİN A YAN
Giriş
Selçuklu devletini kuran insanların yani Oğuzların tarihinin araştırılmasının güç ve
ilginç olan sorunları hakkında düşünmenin, geleneksel Türk tarihçiliğine önemli
katkılarının olacağı açıktır.
Genel olarak Türkistan coğrafyasında, 8. yüzyılın ikinci yarısında Batı Kök-Türk
Hakanlığının yıkılışından sonra yaşanan yoğun siyasal olaylar, Oğuz boylarının
hareketlenmesinde ve devlet teşkilatlanması unsurlarının gelişiminde önemli ve
belirgin bir rol oynamıştır. Takriben 9. yüzyıl ortalarıyla sonları arasında
Sirderya’nın aşağı kısımlarıyla Aral Gölü civarlarında Oğuz topluluklarının bir
devlet hâlinde teşekkül ettiklerine dair, Arapça tarih ve coğrafya kaynaklarında
bilgilere rastlamak mümkündür. Bu bilgiler sayesinde Oğuzların, bu bölgelerde
örneğin Peçenekler, Kimekler, Karluklar gibi muhtelif adlardaki Türk toplulukları ile
olan ilişkilerini öğrenebiliyoruz. Oğuz Yabgu Devleti ile Selçuklular arasında
kurulması elzem olan tarihî bağlar da açıktır, çünkü Selçukluların kuruluşu
sürecinin, Oğuz Yabguluğunu anlama süreciyle pek çok bakımlardan müşterek
hususiyetleri bulunmaktadır. Bugün Selçukluların menşei ve kuruluşları hakkında
araştırdığımız pek çok şey, aslında onların geçmişte içinden çıktığı Oğuz
Yabguluğunun siyasal ve sosyal tarihinin içerisindeki pek çok bilinmeyen ve
belgelenmemiş şeyi ihtiva etmektedir. Bu nedenle Selçuklu tarihini izleyen tarihçiler,
Sirderya Oğuzlarının tarihine sürüklenmektedir.
Bu tür bilgilerin dışında Oğuz Yabgu Devleti’nin siyasi tarihi ve hanedân sicili
hakkında yapılan rivâyetler, güvenilemez tahminler yapmaktan başka bir işe
yaramamaktadır. Kaynaklarda bu konuda ne yazık ki, hiçbir bilgi bulunmamaktadır.
Yine de Oğuznâme rivâyetlerini aktarmaktan vazgeçilmesi düşünülemez. Pratikte,
kaynakların Oğuz Yabgu Devleti hakkında bize anlatabileceği şeylerden birçoğu,
161
ERGİN AYAN
Oğuznâme rivâyetleri ile coğrafi ve tarihî bilgilerin bir araya gelmesi neticesinde
kurgulanabileceğini kabul etmemiz gerekiyor. Bu konuda tarihî bilgilerin daha
nesnel katkı sağladığı doğrudur. Destanî mahiyette yaklaşımlarla, Oğuzlara dair
harika rivâyetler nakledilmiş olmakla birlikte, herhangi tarihî bir perspektifi tam
olarak sağlamamaktadır. Denilebilir ki, bu destanların tarihî haberlerle örtüşmeyen
hiçbir verisi dikkate alınamaz. Nitekim tarihçilerin yapabilecekleri şey de tarihî
haberlerin dışında kalan olayları, asla tarihsel olarak kabul edip böyle bir kurguya
yüklememektir. Buna mukabil pratikte Oğuz Yabguluğuna dair yazabileceğimiz
şeylerden çoğunun destanlar ile tarihsel perspektifin bir araya getirilmesi üzerinde
yükseldiğini kabul etmeliyiz.
Şimdiye kadar pek fazla öne çıkmış olmasa da Selçukluların tarih sahnesine çıkışını
hazırlayan olgu olarak, Oğuz Yagbuluğu devrindeki siyasal ve sosyal gelişmelerin
dinamiklerinin anlaşılması tartışmasız çok büyük ehemmiyet arz etmektedir.
Oğuzların sosyal hayatını çok iyi yansıtmış olan İbn Fazlan’ın seyahatnâmesi bu
durumun farkına varılmasına bir hayli yardımcı olmaktadır. Geçmişte Oğuzlara ait
bilgilerin büyük bir kısmı tarihî haberlerden elde edilebilmekle beraber, bu kavmin
atası sayılan Oğuz Han’a ait rivâyetler ancak yazılı ve sözlü destanlarda
bulunabilmektedir. Özel bir inceleme alanı olarak Oğuzlarla ilgili çağdaş çalışmalar
ise Faruk Sümer ile Agacanov’a aittir1. Oğuzların tarihinin Türk tarihçiliğinde ilk
büyük üstadı olan Faruk Sümer’in Oğuzların menşei ile ilgili çalışmalarının çoğunun
kaynağını ise Oğuzlar hakkındaki destanî mahiyetteki eserler oluşturmaktadır. Faruk
Sümer’in Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları adlı eseri bugün
güncelliğini hâlâ dikkat çekici bir şekilde korumaktadır. Ebulgazi, Reşidüddîn, Dede
Korkut, Yazıcızâde, Mehmed Neşrî ve diğerlerinin Oğuzlar hakkındaki rivâyetleri,
Orhun yazıtları ve ilâveten Çin kaynakları Oğuzların menşeini araştırma zeminini
oluşturmaktadırlar2. Demek ki, Oğuzların kökenleri hakkındaki araştırmalar fazla
geniş olmayan tarihsel bir literatür teşkil etmektedir.
Daha genel bir ifadeyle tarihî ve coğrafi bilgilere göre Oğuzların tarihi Batı KökTürkler’in yıkılışından (659) ve Çu ile Talas nehirleri civarındaki yaylaların Karluklar
tarafından zaptından sonra (766) evvelce oralarda oturan Oğuzların göç ederek, Aral
havalisinde Sirderya boylarına yerleşmeleriyle yoğunluk kazanır3. Ancak Oğuzların
kökenleri ve Selçuklu Devleti’nin kuruluşunda Oğuzların oynadıkları tarihî rol ve
karşılaştıkları güçlükleri ayrı bir araştırma konusu olarak bir tarafa bırakarak,
mevzuumuza dönelim.
Oğuzların Yayılmalarında Gazneliler Faktörü
Ele aldığımız “Oğuzların İran Coğrafyasında Yayılmaları” konusu kesinlikle Selçukluların Oğuz Yabguluğundan başlanması gereken hacimli bir araştırmayı gerektirir.
Ancak burada kısaca Tuğrul Bey dönemini içeren tarihsel kısmı yansıtmaya çalışacağız. Örneğin Dandanakan Savaşı’ndan önce Gaznelilerle Oğuzlar arasındaki ilişkilerle ilgili birkaç saptama sanırım ilgiyi hak eden bir konudur. Bu münasebetle şunu
Sümer, 1972; Agacanov, 2002.
Ebülgazi, (tarihsiz); Togan, 1982; Ergin, 2000; Yazıcızâde, 2009; Neşrî, 1987.
3 Agacanov, 2002, s. 192.
1
2
162
TUĞRUL BEY DÖNEMİNDE OĞUZLARIN İRAN COĞRAFYASINDA YAYILMALARI
ifade edelim ki, Selçuklu fatihler, fethedecekleri İran, Azerbaycan, Suriye, Irak ve
Anadolu sahalarına yerleşmeden kısa sayılabilecek bir süre önce, Horâsân hâkimi
Gazneli Sultan Mahmûd’un elinden kurtulmak için Oğuzlardan bir grup, çeşitli
bölgelere dağılmışlardı4. Çağrı Bey’in 1018’de yaptığı keşif seferinden5 sonra Arslan
Yabgu’nun Oğuzları Sultan Mahmûd ve Mes‘ûd’un takiplerine uğrayarak bir kaç
defa Anadolu’ya girmişlerdi. Birbirinin peşi sıra harekete geçen Türkmen gruplarının
göçü, 1025’te, Gazneli Mahmûd’un Selçuklu ailesinin reisi Arslan Yabgu’yu tutuklayıp Kalincâr kalesine hapsetmesinden sonra ona bağlı Türkmenlerden Kızıl, Boğa,
Yağmur ve Göktaş gibi Oğuz beylerinin dört bin çadırlık oymakları ile birlikte
Horâsân’a geçmeleriyle başlayacaktır. 1028’de, türlü mâceralar ile dolu, bir sefer ile
ve pek çok kayıp vererek Azerbaycan’a, Ermeni ve Bizans beldelerine ve Diyarbekir
havâlisine kadar yayılmışlardı. Bunlardan İsfahân bölgesine gidenlerden bir kısmı,
bu bölgenin hâkimi olan Alâüddevle tarafından Efendisi Gazneli Sultân Mahmûd’un
emriyle, bir ziyafet bahanesiyle tuzağa düşürülerek öldürülmek istenmiş, fakat
Oğuzlar bunu fark edince bu tuzaktan sıyrılmışlardı (1029)6. Sultan Mahmûd’un
Oğuzların kendi ülkesine yerleşmelerini reddetmesi ve fırsat bulduğunda onları
Horâsân’dan çıkartması ölümüne kadar (1030) sürdü7. Fakat yerine geçen oğlu
Mesûd devrinde Oğuzlarla mücadele artarak devam etti. Bu dönemde karakteristik
bir biçimde hiçbir siyasal sınırı bulunmayan Oğuz boylarının, siyasal iktidarlarla
mücadelesi artık alışkanlık hâline gelmişti.
420 (1029) yılında Gazneli Sultan Mahmûd, Oğuzlara saldırdı ve onları kendi ülkesindeki
çeşitli yerlere dağıttı. Bu Oğuzlar Selçuk Bey’in oğlu Arslan Yabgu’ya bağlı olan Türkmenler
olup, Buhara sahrasında ikamet etmekte idiler. Esîr, 1987, s. 292; Mecîd Rızâzâde Amuzeyneddinî, Bahar, 2004, s. 109.
5 Kafesoğlu, 1953, s. 268; Karş. Heykelabâdî, Selçukiyân, 1384, s. 59.
6 Sultan Mahmûd, İsfahân hâkimi Alâüddevle’ye bir mektup yazıp Oğuzları yakalamasını veya
öldürmesini istedi. Alâüddevle de nâibine bir ziyafet hazırlamasını ve bu ziyafette onları öldürmesini emretti. Nâib Oğuzlara haber gönderip askerî hizmetlerde kullanmak üzere isimlerini tespit etmek istediğini bildirdi. Bu arada Deylemlileri de pusuya yatırdı. Oğuzlardan pek
çoğu bu davete icabet etti, fakat Alâüddevle’nin bir Türk kölesi onları karşılayıp, bu tuzaktan
onları haberdâr etti. Oğuzlar bunu öğrenir öğrenmez geri döndüler. Nâib onların dönmesine
mani olmak istediyse de Oğuzlar onu dinlemediler. Bu arada Deylemli kumandanlardan biri
Oğuzlardan birine saldırdı. O da bir ok atarak bu kumandanı öldürdü. Bu yüzden büyük bir
gürültü koptu. Deylemliler pusudan çıktılar. Şehir halkı da onlara katılınca aralarında savaş
vuku buldu (Esîr, 1987, IX, s. 292).
7 Arslan Yabgu’nun Gazneli Sultan Mahmûd tarafından tutuklanması (1025) üzerine ona bağlı
olan Oğuzlar sürüleriyle Horâsân otlaklarına yerleştikten sonra yeni katılımlarla gittikçe çoğaldılar, fakat bu kez acımasız Gazneli vergi memurlarının zulmüne uğradılar. Müneccimbaşı,
vergi mültezimlerinin bunların mallarını ve çoluk çocuklarını aldıklarını yazar. Bu nedenle
Gazneli kumandan Arslan Cazib ile savaştılar. Bu nedenle Gazneli Mahmûd bizzat ordusuyla
Horâsân’a gitmek zorunda kaldı ve Oğuzlardan 4 bin kadarını öldürdü. Oğuzlardan geri kalanları Balhan dağlarına ve Hazar kıyılarına doğru kaçtılar. Oğuzlardan diğer bir kısmı ise
batıya Irak, Musul ve Azerbaycan taraflarına gittiler. Onlara bu bölgelerde Oğuzlar veya
Türkmenler deniliyordu. Bunların şehirlere dağılmalarının ve yayılmalarının başlangıcının
tarihi 420 (1029) yılında idi. (Müneccimbaşı, 2000, s. 7; Ravendî, 1957, s. 87 vd.; Esir, 1987, IX, s.
292).
4
163
ERGİN AYAN
Demek ki, Dandanakan Savaşı’ndan önceki 20-30 yıl içerisinde Oğuzlar henüz bir
devlet hâlinde teşekkül etmedikleri için Mâverâünnehir, Horâsân ve İran bölgesinde,
uğraşlarının büyük bölümünü yerleşme çabası için harcamışlardır. Zaten yerel
egemenlerle aralarında sürüp giden askeri çatışmaların, adı geçen bölgelerde
olağandışı sağlam ve uzun süren bir Oğuz hâkimiyeti ve Türk nüfuzu ile
noktalanmış olmasının tarihçilere ilginç gelmesinin nedeni de budur. Bu durumda
Oğuzların tarihinin önemli bir kısmını oluşturan mücadelelerin ve uzun asırlara
yayılacak olan hâkimiyetin kolay elde edilmediğini ve pahalıya mal olduğunu
öğrenmemiz gerekiyor.
Oğuzların Azerbaycan’a ikinci seferi
Tekrar mevzuumuza dönersek, Isfahân bölgesinde umduğunu bulamayan ve uzun
bir mücâdeleye dayanabilecek durumda olmayan Oğuzların bu grubu çadırlarını
söküp oradan ayrıldılar ve Azerbâycân hâkimi Vahsûdân b. Mamlân’ın8 yanına varıncaya kadar yol boyunca uğradıkları her köyü yağmaladılar. Vahsûdân onları
dostça karşıladı ve ihtiyaçlarını giderdi (420/1029)9. Mükremin Halil diyor ki, Selçuklular Kafkasya’ya geldiğinde bölgede iki Müslüman hükümet mevcuttu. Bunlardan
biri Derbent şehri ve Hazar sahiline hâkim olan Şirvanşahlar, diğeri Nahçıvan, Dübeyl ve Gence şehirlerini ihtiva eden Ravvâdiye veya Şeddâdoğulları hükümetiydi10.
İbnü’l-Esîr’e göre Vahsûdân Oğuzların kötülüklerine mani olacağını ve yardım
sağlayacağını ümit ederek Oğuzlara ikramda bulunmuş ve onlarla akrabalık tesis
etmişti. Kaynak Vahsûdân’ın Oğuzlarla akrabalık tesis ettiğini kaydetmekle beraber,
nasıl bir akrabalık kurduğu hakkında tafsilât vermemektedir. Anlaşılmaz olan
Isfahân bölgesinden tard edilen Oğuzlara, Vahsûdân’ın sebepsiz yere neden kendi
hâkimiyet bölgesine girme şansı vermiş olduğudur. Kaynak Vahsûdân’ın kime veya
kimlere karşı Oğuzlardan yardım sağlamayı ümit ettiğinden de bahsetmemektedir.
Arrân Şeddâdîleri muhtemelen Kürt menşeli idiler. Bununla beraber Tebrîz ve Azerbâycân
Ravvâdîleri de X. yüzyılda Kürt sayılmaktaydı. Deylemlilerin ortadan kalkmasından sonra,
Tebrîz’de görülen Kürt Ravvâdî ailesinin Müsafîrîler ile sadece evlenme yolu ile bir akrabalık
kurdukları anlaşılmaktadır. Aslında Ravvâdî ailesi mensuplarının Yemenli Arapların Ezd kabilesinden oldukları anlaşılıyor. Belâzûrî’deki bir kayıt, er-Ravvâd el-Ezdî’nin Tebrîz’e geldiğini; daha sonra el-Vecnâ b. Er-Ravvâd’ın şehre kale yapıp, halkı ve kardeşleriyle birlikte buraya
yerleştiğini ifade ediyor (Belâzûrî, 1987, s. 475). Buna rağmen ertesi yüzyıl veya daha sonra
ailenin tamamen Kürtleştiği anlaşılıyor. Bu ailenin taşıdığı Memlân veya Ahmedîl gibi isimler,
bilinen Arap isimleri Muhammed veya Ahmed’in Kürtçeye uyarlanmış şekilleridir. Komşuları
Müsâfîrîler gibi Ravvâdîler de Sâcîlerin Azerbâycân’da iktidardan düşmesinden sonra meydana çıkan karışık durumdan istifade ettiler. Müsâfîrîlerin Azerbâycân’da yerleşmiş olan şubesi, Büveyhîlerin yardımlarına rağmen, Ebû’l-Heycâ Mamlân tarafından buradan kovuldular.
Böylece 374 (984-985)’te bütün bu bölge Ravvâdîlerin eline geçmiş oldu. XI. yüzyılda
Ravvâdîlerin en meşhuru 420-446 (1029-1054) yılları arasında adından söz edilen ve Tebrîz’den
başka dağ bölgesinde kalelere de sahip bulunan Vahsûdân b. Mamlân idi. Bk. V. Minorsky,
1993, s. 733; Hicri 438 (1046) yılında Tebriz’i ziyaret eden Nâsır-ı Hüsrev buranın hâkiminin
Vahsûdân olduğunu ve hutbelerde adının “el-emîrü’l-ecel seyfü’d-devle ve şerefü’l-mille”
olarak okunduğunu yazıyor. (Nâsır-ı Hüsrev, 1994, s. 9).
9 Esir, 1987, IX, s. 292.
10 Yinanç, 1944, s. 40.
8
164
TUĞRUL BEY DÖNEMİNDE OĞUZLARIN İRAN COĞRAFYASINDA YAYILMALARI
Geçmiş deneyimlere göre Oğuzların yerel egemenlikler için ciddi bir tehlike
oluşturdukları hususunda hiç şüphe yoktur. Bu nedenle Vahsûdân bunun şuurunda
olarak rakiplerine karşı onlardan faydalanmak adına şansını bir kere denemek
yolunu seçmiştir. Bu hesap doğruydu, fakat Vahsûdân’ın ümitleri boşa çıktı, çünkü
onlar yağma ve baskınlara devam ettiler.
Başlarında Boğa, Göktaş, Mansûr ve Dana adlı beyler bulunan bu Oğuz grubu daha
sonra Merâgâ şehri üzerine yürüdüler ve 429 (1037-1038) yılında şehre girdiler.
Burada camiyi yaktıkları gibi, Hezbâniyye Kürtlerinden birçoğu da dâhil olmak
üzere pek çok kişiyi katlettiler. Olaylar gittikçe büyüdü ve karışıklıklar arttı.
Bölgedeki Kürtler ve diğer şehirlerin halkı Oğuzların hareketlerine engel olmak
gayesiyle ittifak yapmak üzere teşebbüse geçtiler. Bu cümleden olmak üzere Ebû’lHeycâ b. Rebîbüddevle el-Hezbânî ile Azerbaycân hâkimi Vahsûdân barış ve işbirliği
yaptılar11. O bölgenin halkı da onlara katıldı. Böylece Oğuzlardan intikam alabilecek
duruma geldiler. Oğuzlar ise bütün bölge halkının kendileriyle savaşmak üzere
birleştiklerini görünce, Azerbaycân’dan ayrılıp gitmek zorunda kaldılar. Oğuzlardan
bir kısmı Boğa ile birlikte Rey’e, bir kısmı Mansûr ve Göktaş’ın idaresinde
Hemedân’a gidip şehri muhasaraya girişti. Öte yandan Anasıoğlu reisliğinde bir taife
de Kazvîn’e gitti12.
Oğuzların bir kısmı Hemedân’ı ele geçirirken Urmiye’de bulunan Oğuzlar ise
Ermeni ülkesi üzerine yürüdüler ve Ermenilere ağır bir darbe indirdiler. Pek çok
ganimet ve esir elde ettiler. Sonra tekrar Urmiye ve Ebû’l-Heycâ’nın hâkimiyetindeki
şehirlere döndüler. Oğuzların daha önceki hareketlerini tecrübe edinmiş olan bölge
Kürtleri onlarla savaşa tutuştular. Savaş sırasında pek çok kişi öldürüldü. Oğuzlar bu
bölgedeki köyleri de yağmaladılar ve Kürtlerden pek çok kişiyi öldürdüler13.
Dandanakan Savaşı’ndan önce Oğuzların Hemedân'ı muhasara edip şehrin hâkimi
Ebû Kâlicâr b. Alâüddevle ile barış ve akrabalık tesis ettiklerini yukarıda anlatmıştık.
Oğuzlar Rey'e hâkim olunca yeniden Hemedân'ı muhasara etmeğe başladılar. Kızıl
ve adamları hariç diğer Oğuz boyları Rey'den Hemedân üzerine yürüdüler ve
oradaki Oğuzlarla birleştiler. Ebû Kâlicâr bunu buyunca onlara mukavemet
edemeyeceğini anladı ve şehrin ileri gelenleri ve büyük tüccarlarla Hemedân'dan
kaçıp Kinkever'e sığındı. Oğuzlar 430 (1038-1039) yılında Hemedân'a girdiler,
reislerinden Göktaş, Boğa ve Kızıl da orada toplandılar. Fennâ Huşrev b.
Mecdüddevle b. Büveyh de çok sayıda Deylemli ile yanlarında bulunuyordu. Bunlar
daha önceki muharebe sebebiyle Hemedân ahalisine çok kin besledikleri ve öfkeli
oldukları için şehre girince burayı başka hiçbir şehirde yapmadıkları tarzda fena
hâlde yağmaladılar. Kadınları esir aldılar, Dinever köylerine ve Esedâbâd'a
Ebû’l-Heycâ, Vahsûdân’ın kızkardeşinin oğlu yani yeğeni olup, Hezbânî Kürtlerinin lideri idi.
(Kesrevî, 1385, s. 198).
12 Ebû Kâlicâr b. Alâüddevle Hemedân’da bulunuyordu. Muhasaranın uzadığını ve daha fazla
dayanamayacağını anlayınca Göktaş’a haber gönderip, onunla barış yaptı ve akrabalık tesis
etti. Rey’de ise Alâüddevle b. Kâkeveyh vardı. Temmuz-Ağustos 1029’da şehri terk edince
Oğuzlar Rey ve Kerec şehirlerini fena hâlde yağmaladılar. (Esir, 1987, IX, s. 295 vd.)
13 Esir, 1987, IX, s. 295 vd.; Minorsky, 1993, s. 734.
11
165
ERGİN AYAN
seriyyeler (çete birlikleri) sevk ettiler. Bu yöreleri tamamen yağmalayıp halkı perişan
ettiler. Halka karşı en sert ve acımasız davrananlar ise Deylemlilerdi. Dinever hâkimi
Ebûl'-Feth b. Ebî'ş-Şevk bunlara karşı savaşıp galip geldi ve onlardan bir topluluğu
da esir aldı. Oğuz reisleri adamlarının serbest bırakılması için Ebû'l-Feth'e haber
gönderdiler, fakat Ebü'1-Feth barış ve anlaşma olmadan salıvermeyeceğini bildirdi.
Sonunda Ebû'l-Feth'in teklifini kabul edip onunla anlaşma yaptılar, o da esirleri
serbest bıraktı. Daha sonra Hemedân'daki Oğuzlar Ebû Kâlicâr’a haber gönderip
onunla da anlaşma yaptılar. Yanlarına gelip işlerini idare etmesini istediler ve onun
görüşüne uygun olarak hareket edeceklerini söylediler. Oğuzlardan evlenmiş olduğu
karısını da yanına gönderdiler. Ebû Kâlicâr yapılan teklifi kabul edip Oğuzların
yanına geldi, fakat yanlarına gelir gelmez üzerine hücum edip mallarını ve yanında
bulunan eşya ve hayvanları yağmaladılar. Ebû Kâlicâr'ın babası bunu duyunca olup
bitenleri görmek için İsfahan'dan çıkıp buraya bağlı dağ kasabalarına gitti, orada çok
sayıdaki Oğuz taifesine saldırıp onları mağlûp etti ve birçok kişiyi öldürüp bir o
kadarını da esir aldıktan sonra muzaffer olarak İsfahan'a girdi14.
Dandanakan’dan Sonra Tuğrul Bey’in Saltanatı Döneminde Oğuzlar
8 Ramazan 431 Perşembe günü (23 Mayıs 1040) Dandanakan bozkırlarında Gazneli
ordusu Horâsân'ın kesin olarak kaybedilmesi, İran'ın muhtemel hiçbir direnci
kalmayan açık bir ülke durumuna düşmesi sonucunu doğuran, büyük bir bozguna
uğradı. Sonra Horâsân civarındaki bütün dağınık Oğuzların birleşmesiyle
Selçuklular birdenbire kuvvetlendiler. Cihân hâkimi olma yolundaki Selçuklu
reislerinde hükümdârlık tecelli etti ve Oğuzlar istiklâl kazandılar15. İlk Selçuklu
hânedân üyelerinin ve diğer Oğuz beylerinin, özellikle Tuğrul Bey'in şahsında,
devlet kurma iradesinin açık şuuruyla dolu, askerlik sanatıyla donanımlı komutanlar
olduklarından kesinlikle şüphe edilemez16. Dandanakan savaşını müteakip icra
edilen kurultayda görev taksimi yapıldıktan yaklaşık olarak altı ay sonra Tuğrul
Bey’in 431 yılı sonlarıyla 432 yılı başlarında (Kasım 1040) Nîşâbûr üzerine yürüyüp,
şehri zapt ettiği anlaşılıyor17. Nîşâbûr’un fethinden itibaren, daha sonraki fetihlerin
takip edeceği üç safha göze çarpar: Halkı tâbi olmaya meylettiren Oğuz-Türkmen
akınları safhası; karşılaşılabilecek tehlike anında, gerekli tedbirleri alan bir vekile,
buradaki özel durumda, Tuğrul Bey'in üvey kardeşi İbrahim Yınal'a boyun eğmeleri
safhası; nihayet hükümdarın girişi ve ülkeyi kesin olarak ele geçirmesi safhası. Diğer
taraftan Selçuk ailesinin üyeleri, yayılma alanını taksim etmişlerdi, özellikle Çağrı
Bey, merkezî Horâsân civarında, büyük kardeş olma vasfına uygun düşecek
ehemmiyette gözüken, Türklerin üs bölgesini muhafaza etmeye çalışıyor; Tuğrul Bey
ise, Nişabur'dan itibaren aslında çok büyük bir gelecek vaadeden batıya doğru açık
bir yayılma bölgesine sahip bulunuyordu18. Kuruluş aşamasında devlet bir yandan
Esir, 1987, IX, s. 296.
Dandanakan Savaşı hakkında en tafsilatlı kaynak eser olarak bk. Beyhakî, 1383, ss. 566-584;
Ayrıca bk. Esir, 1987, IX, ss. 368-369; Râvendî, 1957, s. 100; Köymen, 1993, ss. 278-345.
16 Cahen, 1992, s. 6.
17 Esir, 1987, IX, s. 369; İbnü’l-Cevzî, 1312-1992, s. 277. Tuğrul Bey’in Nîşâbûr’a girmesi ve Oğuzların bütün Horâsân’ı istila etmesi 432 (1040-1041) yılı olayları arasında zikrediliyor.
18 Cahen, 1992, s. 6.
14
15
166
TUĞRUL BEY DÖNEMİNDE OĞUZLARIN İRAN COĞRAFYASINDA YAYILMALARI
merkezî bir iktidarın yönetimine bırakılırken, diğer yandan hanedan üyeleri,
devletin büyümesinde yer almak üzere yeni topraklar fethetmeye memur
edilmişlerdir19.
Bu paylaşmada Oğuz-Türkmen başbuğlarının da görev aldığı bazı kaynakların
kayıtlarından anlaşılmaktadır. El-Azimî, bunlardan birkaçının adını vermektedir.
Buna göre, Balhan, Irak, Yabgulu Türkmenleri de denilen Navekiyye20
Türkmenlerinin başbuğlarından olan Kızıl Bey, beraberinde Boğa, Göktaş, Mansur
gibi beyler olduğu hâlde Kâkûyeoğullarından Alâüddevle’nin elinde bulunan Rey
kentini ele geçirerek, burada bir Türkmen beyliği kurmuştur. El-Azîmî ve İbnü’l-Esîr,
Kızıl Bey’in 1041 yılında Rey şehrinde öldüğünü zikretmektedirler21. Üç Selçuklu
başbuğundan sonra gelen büyük beylerden İbrahim Yınal’a Kuhistân, Arslan
Yabgu’nun oğlu Kutalmış’a da Gurgan ve Damgan tahsis edilmiş idi22.
Tuğrul Bey'in etrafını kuşatan yerleşik idari kadro yüzünden Tuğrul Bey artık sadece
bir Türkmen lideri değildir. Buna rağmen, Tuğrul Bey, Türkmenlerden vazgeçmeyi,
şimdilik düşünemiyordu. Zira kendisi de onlardan biriydi23. Bu münasebetle Kızıl
Bey’in Selçuklular ile işbirliği içerisinde ve hatta Tuğrul Bey’in kız kardeşiyle evli
olduğunu da ilâve etmek gerekir24. Tuğrul Bey yeni fethedilen veya edilecek ülkeler
üzerindeki üstünlüğünü ancak Türkmenlerle sürdürebiliyordu. Türkmenler,
kendiliklerinden akına kalkıştıkları zaman bile, Tuğrul Bey'e kılavuzluk ediyor, onun
yolları üzerinde bulunan engelleri kaldırıyor, asker topluyor ve fetihlerin ön
hazırlıklarını yapıyorlardı. Bu durumda Tuğrul Bey'in amacı, onları eksiltmek değil,
yönlendirmekti. Dandanakan zaferi, Tuğrul Bey’e yani Selçuklu yönetimine bağlı
Oğuzların Horâsân’dan daha batıya yani Anadolu sınırlarına kadar İran
coğrafyasında ilerlemelerine imkân sağlamış oldu. Tuğrul Bey, bütün bu alanların ve
daha fazlasının Oğuzlar tarafından Selçuklu yönetimine geçirilmesine nezaret
ediyordu. Oğuzların İran, Irak ve Azerbaycan’da yayılma teşebbüsleri, ardından bu
bölgelerin Selçuklu orduları tarafından beklenen fethine yol açtı.
Oğuzların Azerbaycan’a Üçüncü Seferi
Nitekim zaferin ardından Oğuzların Azerbaycan’daki yayılma girişimleri yeniden
canlandı. Bu yayılma öylesine sıra dışı idi ki yerel egemenlikleri onlara karşı
mücadele etmeye zorluyordu. Ancak her bakımdan zengin olan Doğu Roma
İmparatorluğu’nun Anadolu topraklarının fethi, Oğuzlar için bir sonraki mantıksal
adımı oluşturmaktaydı. Ancak, Oğuzlar, yayılmakta oldukları bölgelerin direnme
kapasitelerini olduğundan daha az hafife almaktaydılar. Ne var ki, 1018-1040 yılları
arasında yapılan akınların bu bölgelerdeki idarelerin düzenini bozması, bunlar
Ülüş telakkisi hakkında geniş bilgi için bk. Özgüdenli, 2006, s. 55.
Etimolojik açıdan tartışmalı Yabgulu veya Navekiyye adı verilen bu Türkmenler hakkında
yapılan özel çalışmalar için bk. Sevim 1965, ss. 563-569; Ateş, 1965, ss. 517–525.
21 Azimî, 1988, s. 4; Esir, 1987, IX, s. 377.
22 Bondarî, 1999, s. 6; Râvendî, 1957, s. 102; Nîşâbûrî, 1332, s. 18; Hüseynî, 1326, s. 37.
23 Cahen, 1992, s. 7.
24 Abû’l-Farac, 1987, s. 296.
19
20
167
ERGİN AYAN
üzerinde yarattığı genel etkiler ve Oğuzlara karşı yapılan son derece etkisiz
müdahaleler dikkate alındığında bu değerlendirmeler yersiz de sayılmaz.
432 (1040-1041) yılında Oğuzlar Tebriz bölgesindedirler ve bölge egemenleriyle barış
içinde yaşamayı düşündüklerine dair bulgular vardır. Ancak, bu kısa sürmüş ve
Ravvâdîler, Oğuzları tuzağa düşürmek suretiyle onlara karşı direnmeyi
denemişlerdir25. Bu harekât Oğuzlar bakımından başarısızlıkla sona erdi. Oğuzlar,
Vahsûdân’ın ve Hakkâri Kürtlerinin oluşturduğu çifte engel nedeniyle bu bölgelerde
tutunamadılar ve dağ yolunu tutup, dağıldılar. Ancak, bu müttefik kuvvetlerin
Oğuzların bu bölgelere dönmesini kesin olarak önleme olasılığının bulunmadığı,
müteakip olaylardan anlaşılacaktır. Diğer taraftan 1041 yılında Oğuzların Rey
bölgesinden ayrılıp, Diyarbakır tarafına gitmeleri üzerine meydana gelen olaylar,
Oğuzlar için muhteşem bir dönem teşkil eder. Bu nedenle bölgede hükümrân olan
Mervânoğulları beyliğinin ve Arap Ukaylîlerin halkının pek şanslı olduğu
söylenemez26. Aslında Oğuz-Türkmen gruplarının bu bölgedeki harekâtları, daha
sonraki Selçuklu askeri seferlerinin yolunu açmış oluyordu.
Vahsûdân Oğuzlardan büyük bir cemaatı kendileri için hazırladığı bir ziyafete davet etmişti.
Bunlar yiyip içtikten sonra ileri gelenlerinden otuz kişiyi tevkif etti, bunun üzerine kalanların
cesaretleri kırıldı, moralleri bozuldu. Vahsûdân burada Oğuzlardan birçok kişiyi öldürdü.
Bunun üzerine Urmiye'de oturan Oğuzlar toplanıp Musul'a bağlı olan Hakkâri kasabasına
gittiler: Hakkâri'deki Kürtler Oğuzlarla savaşa tutuştular. Aralarında büyük bir savaş vuku
buldu. Sonunda Kürtler mağlûp oldular; Oğuzlar bunların obalarını, mallarını ele geçirdiler,
kadınlarım ve çocuklarını esir aldılar. Kürtler bunun üzerine dağlara ve dar geçitlere sığındılar, ancak Oğuzlar bunları takip edip üzerlerine saldırdılar. Bu defa Kürtler Oğuzları yendiler, bin beş yüz kişiyi öldürdüler, çok sayıda insanı da esir aldılar. Yedi Oğuz beyi ile ileri gelenlerinden yüz kişi de esirler arasında bulunuyordu. Kürtler Oğuzların silâhlarını, hayvanlarım ele geçirdikleri gibi daha önce kendilerinden alınan ganimetleri de geri aldılar. Esir, 1987,
IX, ss. 297-298; Kesrevî, 1385, s. 198; Yinanç, 1944, s. 40, 42; Sümer, 1972, s. 95; Biçer, 2013, s.
180.
26 İbn Rebîbüddevle Hakkâri bölgesindeki Oğuzların durumunu işitince, geri kalan Oğuzları da
imha etmek üzere arkalarından asker sevk etti. Daha sonra Rey'de ikamet etmekte olan Oğuz
beyi Kızıl öldü. Öte yandan Tuğrul Bey'in kardeşi İbrahim Yınal Rey'e doğru yola çıktı.
Rey'deki Oğuzlar İbrahim Yınal'ın geldiğini duyunca onun önünden kaçtılar ve ondan korkup el-Cibâl bölgesinden ayrılarak 433 (1041-1042) yılında Diyarbekir ve Musul tarafına gittiler, fakat daha önce ahalisine yaptıklarından dolayı orada ikamet edemediler, ayrıca İbrahim
Yınal da arkalarından geliyordu. Bunlar İbrahim Yınal ile iki kardeşi Tuğrul Bey ve Davud'a
bağlı olduklarından İbrahim Yınal'dan korkuyorlardı. Kendilerine kılavuzluk etmesi için
Kürtlerden adam tuttular. Kılavuz bunları ez-Zevezûn üzerindeki sarp dağlardan götürdü.
Bunlar Ceziret İbn Ömer'e çıkınca Boğa, Anasıoğlu ve diğer bazı Oğuz beyleri Diyarbekir'e
gittiler ve Karadâ, Bâzebdâ, el-Hasaniyye ve Habur'u yağma ettiler. Bu arada Kızıl Bey’in oğlu Mansûr, el-Cezîre’de şark tarafında kaldı. el-Cezîre'de ikamet etmekte olan Süleyman b.
Nasruddevle b. Mervân, Mansûr'a adam gönderip barış teklif etti ve kış geçip diğer Oğuzlarla beraber Suriye'ye gidinceye kadar el-Cezîre'ye bağlı kasabalarda oturabileceğini bildirdi.
Mansûr bu teklifi kabul etti, her ikisi barışıp anlaştılar, fakat Süleyman Mansur'a hainlik etmeyi aklına koymuştu, bunun için büyük bir ziyafet tertip etti ve-Mansûr'u bu ziyafete çağırdı. Mansûr el-Cezîre'ye girer girmez Süleyman onu yakaladı ve hapsetti, bunun üzerine
Mansûr'un adamları her tarafa dağıldılar. Karvâş bu durumdan haberdar olunca Oğuzların
arkasından büyük bir ordu gönderdi. Fenek Kalesi'nin hâkimleri olan el-Beşneviyye Kürtle25
168
TUĞRUL BEY DÖNEMİNDE OĞUZLARIN İRAN COĞRAFYASINDA YAYILMALARI
434 (1042-1043) yılında Tuğrul Bey’in orduları Rey, el-Cibâl, Taberek, Kazvîn, İsfâhân, Hemedân, Kinkever gibi şehir ve kaleleri zapt etti27. Tuğrul Bey, Halife Kaim’e
Türkmenleri ne yapacağını bilmediğini söylerken haklıydı. Göçebe Türkmen savaşçılarının sayısı o kadar çoktu ki hiçbir eyalet, bunları bir haftadan fazla besleyemezdi.
Bu savaşçı Oğuzlar da kendilerine ve hayvanlarına besin bulmak için bir yerden bir
yere sürekli göçmek zorundaydılar28. Bazı Türkmen topluluklarının da Selçuklulara
karşı geçmişten gelen düşmanlıkları vardı ve bunu açıkça sürdürmeye devam ediyorlardı. Örneğin, Tuğrul Beyin amcası Arslan Yabgu’nun Irak Türkmenleri bu durumdaydılar. Tuğrul Bey amcası nedeni ile Selçuklulara bağımlı saydığı kendisinden
ayrı hareket hatta isyan etmiş olan Oğuzlarla barış yapmak istediği anlaşılıyor. Ancak çok yetenekli oldukları zikredilen Oğuz beyleri kendilerince bazı nedenlerden
ötürü Tuğrul Bey’in bu kritik teklifini geri çevirdiler29. Birçok hiyânet ve felâketlere
uğrayan bu Oğuzlar 1042’de Urmiye’de 15.000 kişi hâlinde toplanarak Ermeni Vaspuragan (Van gölü havzası) arazisine girmişler; Ermeni prensi Haçig’i öldürüp, bir
takım mücadelelerden sonra tekrar Rey’e dönmüşlerdi. Tuğrul Bey 1043’te Kazvin’e
riyle Nasruddevle'nin askerleri de Karvâş'ın ordusuna katıldılar. Oğuzları takip ederek arkalarından yetiştiler ve onlarla savaşa tutuştular. Oğuzlar ele geçirdikleri bütün ganimetleri vererek kendileri için aman diledilerse de onlar kabul etmediler, bunun üzerine Oğuzlar ölüme
meydan okurcasına savaşmağa başladılar, çok sayıda Arab'ı yaraladıktan sonra çeşitli yönlere
dağıldılar. Oğuzların bir kısmı yağma için Nusaybin ve Sincâr'a gitmişlerdi; bu hadise üzerine el-Cezîre'ye döndüler ve orayı muhasara ettiler, Araplar kışı geçirmek için Irak'a gidince
Oğuzlar Diyarbekir'e gidip şehri yağmalayarak tahrip etliler, birçok kişiyi öldürdüler; bunun
üzerine Nasruddevle Oğuz beyi Mansûr'u oğlu Süleyman'dan teslim aldı ve Oğuzlara haber
gönderip ülkesinden ayrıldıkları takdirde kendilerine çok miktarda mal vereceğini ve
Mansûr'u da serbest bırakacağını bildirdi. Oğuzlar bu teklifi kabul edince Nasruddevle de
Mansûr'u serbest bıraktı ve vaat ettiği malın bir kısmını gönderdi; fakat Oğuzlar sözlerinde
durmadılar ve karışıkları daha da artırdılar. Bir kısmı Nusaybin, Sincâr ve Habur'a gidip oraları yağma etliler, bir kısmı da Cüheyne'ye ve el-Ferec’e bağlı kasabalara gidip yağmaladılar.
Karvâş onlardan korktuğu için Musul'a girip kapandı. Esir, 1987, IX, ss. 298-299; Karş. Azimî,
1988, s. 6; Mateos, 1987, s. 82 vd; Kesrevî, 1385, s. 203; Köymen, 1989, s. 91.
27 Esir, 1987, IX, s. 388.
28 Turan, 1969, s. 75.
29 Nişâbûr’da hükümet kuran ve nizamı sağlayan Tuğrul Bey daha sonra bir süre önce isyan
etmiş olan Göktaş, Boğa ve diğer Oğuz beylerine haber gönderdi; onların gönlünü alıyor ve
yanına gelip hizmetine girmeğe davet ediyordu. Tuğrul Bey'in elçisi onların yanına varınca
Zencân yöresindeki bir nehrin kıyısında konaklayıncaya kadar yollarına devam ettiler, sonra
da elçiyi geri gönderip ona: “Tuğrul Bey'e de ki: Bizi tevkif etmek niyetiyle bir araya toplamak niyetindesin. Korktuğumuz için senden uzak duruyoruz. Şimdi buraya konaklamış bulunuyoruz; eğer üzerimize yürüyecek olursan Horâsân'a veya Diyâr-ı Rûm'a gideriz ve hiçbir
zaman için seninle beraber olmayız." dediler. Bu olumsuz cevap üzerine Tuğrul Bey de amcası Yusuf’un oğlu İbrahim Yınal’ı Rey’e gönderdi. İbrahim Yınal’ın üzerlerine geldiği haberini
alan Oğuzlar ise bölgeyi terk ederek önce Azerbaycan’a yönelmişlerse de daha evvel ahalisine
yaptıklarından dolayı burada tutunamayarak, aynı yıl el-Cezire’ye geçtiler (433/ 1042). Oğuzlar, ilk istilaları sırasında, Ermenistan’da ve Musul çevresinde o kadar esir aldılar ki, güzel bir
cariye 5 dinara düştü; gûlâmı ahp-satan yoktu (435/1044). Esir, 1987, IX, s. 388; Yinanç, 1944,
s. 42; Sümer, 1972, s. 88.
169
ERGİN AYAN
geldiği zaman Zencân’da toplanan ve sultanın itaat teklifini reddeden Oğuzlar bunlardır30.
Tuğrul Bey, başlangıçtan itibaren, Nişabur'un fethi sırasında uyguladığı metotlara
aynen riayet ederek, şuurlu bir biçimde, Bağdat yolu üzerinde ilerliyordu. Önce
Türkmen birlikleri, yolları açtılar. Taberistan'ın stratejik kavşağı emniyet altına alındıktan sonra, İbrahim Yınal tarafından işgal edildi. Sonra Tuğrul Bey bizzat, Bağdat
ve Ermenistan yollarının ayrıldığı noktada bulunan Rey'i başşehir yaptı. Hemen
ardından, Bağdat yolu üzerinde, Iran yaylasının diğer uç noktasında bulunan Hemedan'ı teslim aldı (1043)31.
Kirmân Bölgesinde Oğuzlar
Ekseriyetle kendi şeflerinin sevk ve idaresinde Oğuz kabilelerinin Güneydoğu
Anadolu’da hâkim Mervanoğulianve el-Cezire’de halam Ukayi oğulları Devleti
arazisini istila ve yağma etmeleri; Tuğrul Bey’in vazifelendirdiği İbrahim Yinal’ın,
Yakuti’nin ve Kutalmış’ın kuzeybatı İran’da, bilhassa Irak-ı Acem’de mahalli şehir
devletleri arazisini muntazam ordularla, bir plan dâhilinde fethetmeleri bir tarafa
bırakılacak olursa devlet merkezini doğu İran’daki Nişapur şehrinden, İbrahim
Yinal’ın fethettiği Rey şehrine nakleden (434/1043) Tuğrul Bey’in münasebete
giriştiği ilk müstakil devlet Büveyhoğulları Devleti’dir32. Tuğrul Bey Rey'e geldikten
sonra adamlarından bir topluluğu kardeşi İbrahim Yinal ile beraber Kirmân üzerine
gönderdi. Başka bir rivayete göre ise İbrahim Yinal Kirmân'a gitmemiş, Sicistân'a
gitmişti. Kirmân'a hareket eden ordunun başında başkası bulunuyordu. Selçuklu
ordusu Kirmân'ın çevresine gelince orayı yağmaladı, fakat yağmacılıkta aşırı
gitmediler sadece birkaç yeri ele geçirip yağmaladılar33.
Kirmân hâkimi Melik Ebû Kâlicâr bu haberi öğrenince veziri Mühezzibüddevle'yi
büyük bir orduyla onların üzerine sevk etti ve Cîruft'u ele geçirmeden önce onlara
yetişmek üzere süratle hareket etmesini emretti. Selçuklular ise Cîruft'u muhasara
ediyorlardı. Vezir onlara yakın bir yere kadar gitti, bunun üzerine onlar Cîruft'tan
ayrılıp altı fersah ötede bir yerde konakladılar. Mühezzibüddevle de oraya gelip
konakladı ve askere erzak ulaştırılması için haber gönderdi. Oğuzlar erzakı, develeri
ve katırları ele geçirmek üzere çıktılar. Mühezzibüddevle bunu haber alınca onlara
mani olmak için bir müfreze asker sevk etti. Bunlar Oğuzlarla savaşa tutuştu ve
çarpıştılar. Oğuzların galip geldiğini duyan Mühezzibüddevle savaşmak için
ordusuyla hareket eti. Mühezzibüddevle savaşa yetişince Oğuzlar mağlûp oldular ve
yağmaladıkları şeyleri bırakıp çöllere kaçtılar. Deylemliler onları sınıra kadar takip
ettiler ve sonra Kirmân'a dönüp bozulan durumu düzelttiler34.
Turan, 1969, s. 79.
Esir, 1987, IX, s. 388; Karş. Cahen, 1992, s. 9.
32 Köymen, 1979, s. 33; Tafsilat icin bk. Esir, 1987, IX, s. 388; Yinanc, 1944, s. 35, 46.
33 Esir, 1987, IX, s. 389. Bu duruma bakılırsa Kirmân bölgesine Yınal idaresindeki düzenli Selçuklu ordularının değil, Oğuzların gittiği anlaşılmaktadır.
34 Esir, 1987, IX, s. 390; İbnü’l-Cevzî, 1312-1992, XV, s. 279.
30
31
170
TUĞRUL BEY DÖNEMİNDE OĞUZLARIN İRAN COĞRAFYASINDA YAYILMALARI
Kirman Selçuklu devletinde Kufs adlı dağlık bölgede oturan bir kavim, yol kesip,
eşkıyalık yaparak yaşıyordu. Büveyhoğulları onlarla baş edememişlerdi. Melik Kavurt, onların ileri gelenlerini hile ile pusuya düşürüp, hepsini öldürttü (1050/1051).
Böylece Kufs belası bitmiş oldu. Bu sıralarda Arap yarım adasının ucundaki Umman
(Oman) Büveyhoğullarının yönetimindeydi. Ancak, Hariciler isyan ederek Umman’ı
ele geçirdiler. Ama kısa süre sonra Büveyhoğulları Umman’ı geri aldılar. Umman
zengin bir yerdi. Kirman’a hâkim olan Kavurt, bu zenginlikleri elde etmek için gemilerle Umman’a gitti. Hem Kavurt ve hem de Türk askerleri ilk defa denizde yolculuk
ediyorlardı. Türklerin aniden karaya çıkması, Umman’da büyük bir şaşkınlığa sebep
oldu. Hiç çatışma olmadan Umman ele geçti35.
Dandanakan’dan Anadolu Kapılarına
Yerel egemenlerin veya yerel halkın Selçuklu ordularına ve Oğuzlara karşı direniş
hareketleri hakkında iki şey söylemek gerekir. Birincisi 1043 yılına kadar Tuğrul
Bey’in zapt ettiği bazı yerler dışında hiçbir yerde belirleyici olmadı. Daha doğrusu
bu hareketlerin asıl önemi siyasal ve moral bakımdan ön plana çıkıyordu. Nitekim
güney ve batı İran’da el-Cibâl, Hemedân, Dinever, Hulvân gibi yerlerde el-Cevzâkân
Kürtlerini de kapsayacak şekilde İbrahim Yınal’a karşı 1043-1045 arasında
gerçekleştirilen direniş, neticede Oğuzlarla mücadeleye dönüştü. İbrahim Yınal’ın
Hulvân’ı yağmalamasından sonra, Oğuzlara mensup bir taife çoluk çocukları ve
mallarıyla Hulvân'dan ayrılmış olan halkın izini takip ederek Hânikayn'a gittiler,
onlara yetişip mağlûp ederek yanlarındaki malları ganimet aldılar ve o bölgeye
yayıldılar. Mâyedeşt ve ona yakın yerlere kadar vardılar, orayı da yağma ve talan
ettiler36.
Yerel hükümetler, kendileriyle Selçukluların bu çift taraflı gücü arasına bir sınır
koymaktan aciz kalıyorlardı. Daha doğrusu kuvvetlerini birleştiremiyorlar ve
dağınık bir şekilde savunma yapıyorlardı. Büyük bir ihtimalle etnik ve mezhepsel
ayrılıklar dolayısıyla birleşemeyen bu yereller arasında Selçuklu güçleriyle işbirliği
yapanlar da vardı37. Ancak Oğuzlara karşı başarılı ya da başarısızlıkla sonuçlanan
Tuğrul Bey, 1041’de Kavurd’u Fars ve Kirmân bölgesine melik tayin etmişti. Merçil, 1989, s. 17
vd.
36 Esir, 1987, IX,, s. 402.
37 Mühelhil, Sa'dî'nin annesiyle evlenince çevresini ihmal etti ve küçümsemeğe başladı, aynı
şekilde eş-Şâzencân Kürtlerinin haklarını da kıstı, onları da ihmal etti. Bunun üzerine Sa'dî
İbrahim Yınal'a mektup yazıp kendisine katılmak istediğini bildirdi, Yınal da kabul etti ve
babasına ait şehirlere hâkim olmasını sağlayacağına söz verdi. Sa'dî Hulvân’da muhafız kuvvetleri bırakıp Oğuzlarla beraber amcası Mühelhil üzerine yürüdü. Sa'dî'nin yaklaştığını duyan amcası onun önünden kaçarak Şehrizûr yakınlarındaki Tirânşâh kalesine gitti ve oraya
sığındı. Oğuzlar o yöredeki pek çok yeri ve sürüleri ele geçirip çok sayıda hayvan ve eşyayı
ganimet aldılar. Sa'dî amcasının kendisine karşı müdafaaya çekildiğini görünce Hulvân'da
bıraktığı muhafız birliğine bir zarar gelmesinden korkarak oradaki kaleyi muhasara etmek
üzere geri döndü, gidip kaleyi muhasara etti, amcasının adamları ona karşı koydular. Oğuzlar Hulvân'ı yağmaladılar, kan döküp halkın namusuna tecavüz ettiler, evleri ateşe verdiler;
bu yüzden de halk dağıldı. Oğuzlar o bölgenin her yerinde aynı çirkin işleri yaptılar. (Esir,
1987, IX, s. 405 vd.).
35
171
ERGİN AYAN
bazı askerî operasyonlar devam etmiştir38. Direniş hakkındaki ikinci tespit, izlenen
siyasetin -Şii-Büveyhî kumandanı Arslan Besâsîrî’nin oluşturduğu önemli istisna
hariç olmak üzere- bilinen nedenlerle kısa süre sonra Tuğrul Bey’e itaatle
sonuçlanmasıydı39. Her bölgedeki Şii veya Sünnî mezhep mensupları ile bağımsız
hareket eden Oğuz-Türkmen gruplarını yağmacı ve talancı olarak gören yerel
zenginler, Selçuklu siyasal erkine sempati duyma ya da en azından karşı çıkmama
temayülü gösterdiler.
Kaynaklarda Oğuzlar hakkındaki bu tanıma ve tespite uyan pek çok misallere
rastlamak mümkündür40. Ancak bu bilgilerden edindiğimiz genel ortalama sonuca
göre Oğuzlara karşı direnişi seçenlerin başarılı olamadıkları görülmektedir. Musul
bölgesinde de hemen hemen aynı şeyler oldu41. Oğuzlara karşı direnmeye çalışan
Mervânî Emîri Nasruddevle ve Musul Emîri Karvâş aslında hem birbirileriyle hem
de kendi halklarıyla barışık değillerdi. Karvâş, el-Hamîdiyye ve el-Hezbâniyye
Kürtleriyle anlaşmazlık içindeydi42. Yine de belirtilmelidir ki, askerî dürtüleri olan
birkaç yerel egemen için, bölgelerinin Oğuzlara karşı savunulması bakımından
vatanseverlik söz konusu olmuştur. Özel bir açıklama yapmak gerekirse, yerel
hâkimlerin gösterdikleri direniş hareketlerinin sonuç olarak kendi lehlerine siyasal
hiçbir ilerleme kaydetmediği görülmektedir43. Bu nedenle İran ve Irak coğrafyasında
Oğuzların yayılma hareketleri, yarattıkları etkiyle, 1045-1047 arasında en yüksek
noktasına ulaştı. Sultan Mahmûd’un 1030’a kadar sert biçimde Horâsân’dan
çıkartmasının ardından Oğuzların bir daha kendilerine gelemeyecekleri sanılıyordu,
fakat bunu izleyen yirmi yıl içinde Oğuzların kahramanca ama intihar niteliğinde
Hûzistân'da bulunan yerel hâkimlerden Melik Ebû Kâlicâr’ın harekâtı bir örnektir. Ebû
Kâlicâr Yınal ve Oğuzları o diyardan uzaklaştırmağa karar verdi. Askerlerine Oğuzlara karşı
sefere hazırlanmalarını emretti, fakat çok sayıda hayvanları telef olduğu için sefere çıkamadılar. Daha sonra böyle bir imkânı bulunca Fars şehirlerine hareket etti, askerler de ağırlıklarını
merkeplere yüklediler (1045). (Esir, 1987, IX, s. 403.).
39 Tuğrul Bey, metbu beylere bırakılmış beylikleri doğrudan yönetilen eyaletler hâline getirdi ve
Büveyhoğulları, Fars ve aşağı Irak liderleri arasındaki anlaşmazlıklardan yararlanarak, diplomatik faaliyetleri sayesinde, müttefiklerinin ve taraftarlarının çemberini son derece genişletti. (Cahen, 1992, s. 8.).
40 435 yılının Safer ayında (Eylül 1043) bir Oğuz taifesi Büst taraflarına gitti. Bilinen yağmacılık
ve fenalıklarını icra ettiler, bunun üzerine Gazne hükümdârı Ebû'1-Feth Mevdûd onlara karşı
asker sevk etti. Büst vilâyetinde karşılaştılar ve çok çetin bir savaş cereyan etti. Oğuzlar mağlûp olup Mevdûd'un askerleri galip geldi, Oğuzlardan pek çok kişiyi öldürdüler. (Esir, 1987,
IX, s. 395.).
41 Azerbaycan'dan ayrılan Oğuzlardan bazıları Nasruddevle b. Mervân'ın idaresindeki beldelerden Ceziret İbn Ömer'e gittiklerinde bir kısmı yukarıda adı geçen emirleriyle beraber Diyarbekir üzerine yürümüş, geri kalanlar da Bik'â'ya giderek Berkaîd'de konaklamışlardı. Musul emîri Karvâş on beş bin dinar vermek suretiyle Oğuzlardan kurtulacaklarını umdu. Fakat
Oğuzlar, Musul'u ele geçirip, şehir halkına yirmi bin dinar tutarında vergi tahakkuk ettirip
bunu toplamışlardı. Esir, 1987, IX, s. 299; Azimî, 1988, s. 6; Ayrıca bk. Yinanç, 1944, s. 41; Sümer, 1972, s. 89.
42 Esir, 1987, IX, s. 417 vd.
43 Oğuzların Musul’daki faaliyetleri hakkında ayrıntı için bk. Coşkun, 2013, ss. 967-975; Çevik,
2007, ss. 195–205.
38
172
TUĞRUL BEY DÖNEMİNDE OĞUZLARIN İRAN COĞRAFYASINDA YAYILMALARI
yayılma göstermeleri, Türk tarihinde adeta bir istisna oluşturmaktadır. Horâsân,
İran, Kirman, Irak, Azerbaycan gibi Oğuzların anayurtlarına uzak ülkelerde bile
Oğuz-Türkmenler ve Selçuklu hanedan üyelerinin idaresindeki ordular ayrı ayrı
yayılma blokları oluşturdular. 1045’ten sonra bu coğrafyalarda yegâne siyasal otorite
olma yolunda ortaya çıktılar ve elde ettikleri sonuçlar oldukça şaşırtıcı idi. 1038’deki
Serahs Savaşından önce adları yağmacı eşkıyalara çıkmış olan illegal bir çete,
Gaznelilere karşı sürdürdükleri iki yıllık bir direnişten kısa sayılabilecek bir süre
sonra (1046) bir cihan devleti olarak kendini kanıtlamaya başladı. Bu tarihte İbrahim
Yınal, Selçuklulara karşı direnişin sürdürüldüğü Hemedân, Dinever, Hulvân gibi
şehirleri zapt ederken Tuğrul Bey de İsfahân’a hâkim olmuştu, şöyle ki şehrin hâkimi
Ebû Mansûr Ferâmurz, Tuğrul Bey’e hem bir miktar mal göndermiş hem de adına
hutbe okutmuştu44.
1040’tan itibaren Selçuklu Oğuzlarının istilâsı ile karşılaşan küçük İran emîrlikleri
1045-1046’ya kadar direnmekle tâbi olmak arasında bir seçim yapmak zorunda
kalmışlardı. Aslında merkez ve güney İran sahasında fazla bir direniş olduğu da
söylenemez. Bu direniş Şii Büveyhoğullarının hâkim olduğu bölgelerde ve Musul
çevresinde kendini daha fazla göstermiştir. Selçuklular, İran sahası içindeki farklı
unsurları kısa süre içinde bir şemsiye altında toplamayı başardı45. Bizans
Ermenistanı'na karşı, birisi İbrahim Yınal tarafından (440/1048) diğeri, bizzat Tuğrul
Bey tarafından (446/1054) gerçekleştirilen iki harekâta şahit oluyoruz. Tuğrul Bey,
Rey’e geldikten (434/1042-1043) sonra üç-beş yıl içinde, etraftaki hükümdarlar
tarafından metbû olarak tanınmıştı. Mâverâünnehr’den gelen Oğuzlar genellikle
Bizans ucuna gönderiliyorlardı46. Bu arada, Selçuklu yöneticilerinde gayrimüslim
Bizans’ı yenilgiye uğratma ihtiyacı ve şerefinin öncelikli olduğu kaynakların
ifadesinden anlaşılmaktadır47. Tuğrul Bey, sadece siyasi faaliyetle yetinmedi, İbrahim
Esir, 1987, IX, ss. 402-406.
Oğuzlar 439 Receb ayında (Aralık 1047-Ocak 1048) Sa'dî b. Ebû'ş-Şevk üzerine yürüdüler ve
Bâcisrâ'dan iki fersah uzakta karargâh kurmuş olan Sa’dî'ye baskın düzenlediler. Sa'dî ve yanındakiler bozuldu ve neye uğradıklarım bilemediler, öyle ki kardeş kardeşe, baba oğluna
dönüp bakamadı, pek çok kişi öldürüldü. Oğuzlar onların mallarını ganimet aldılar, o yöreyi
yağmaladılar. Sa'dî'nin es-Sirevân Kalesi'nden getirttiği mallar da o gece oraya ulaşmıştı,
Oğuzlar bu malları da yağmaladılar, ancak çok az bir kısmını yanına alıp kurtarabildi. Sa'dî
bu olaydan ölümün eşiğinden dönüp kıl payı farkla kurtuldu. Oğuzlar ed-Destkere'yi Bâcisrâ
ve el-Harûniyye'yi Kasr-ı Sâbûr ve o yöredeki bütün kasaba ve köyleri yağmaladılar. (Esir,
1987, IX, ss. 409-410).
46 Sümer, 1972, s. 96; Sevim, 1971, s. 5.
47 Mâverâünnehr'de bulunan Oğuzların büyük bir kısmı İbrahim Yınal'ın yanına gelmiş, bunun
üzerine Yınal onlara: “Sizin burada kalmanız ve ihtiyaçlarınızı buradan karşılamanızdan dolayı ülkem sıkıntı içine girdi. Bana kalırsa yapacağınız en doğru iş Rumlara karşı gazaya çıkıp
Allah yolunda cihat etmenizdir. Böylece ganimet de elde edersiniz. Ben de sizin izinizden gelip yapacağınız işlerde size yardımcı olacağım.” demiş, onlar da kabul edip sefere çıkmışlardı. Oğuzlar, İbrahim Yınal'ın ününden ilerlediler, Yınal da onları takip etti- Malazgirt, Erzenü'r-Rûm (Erzurum) ve Kalikala'ya kadar geldiler. Trabzon'a ve o bölgedeki bütün şehir ve
kasabalara kadar uzandılar. Bu sırada Rumlar ve Abhazlar'dan müteşekkil elli bin kişilik büyük bir orduyla karşılaşıp savaşa tutuştular. Aralarından çok çetin bir savaş cereyan etti. Vuku bulan bir kaç savaşta bazan Rumlar, bazen da Müslüman Oğuzlar galip geldiler, sonunda
44
45
173
ERGİN AYAN
Yınal onun namına, uzun seneler süren zorlu uğraşlardan sonra, Mezopotamya'ya ve
özellikle Bağdat'a ulaşan yolları denetim altına aldı (1043-1054)48.
Doğu ve Batı İran sahasında Selçuklu hâkimiyeti 1054’e kadar belirginleşmiş oluyordu. Daha çok Fars, Huzistan ve Musul bölgesinde birkaç belirsizlik vardı. Bu belirsizlikler gerek Tuğrul Bey ve gerekse İbrahim Yınal ve Oğuzlar tarafından yapılan harekâtlarla İran’ın fiilen yenilgiye uğratılması gerçeğinden hareketle giderildi49. Çağrı
Bey ve oğulları, Nîşâbûr’dan Ceyhun’a kadar dâhil olmak üzere Harezm, Buhara ve
Belh’i fethederken, amcası Musa Yabgu Sistan'da Gaznelilerin baskınlarına karşı
doğu sınırlarını korudukları sırada Tuğrul Bey, sistemli bir biçimde, Bağdat’a doğru
ilerlemekteydi.
Diğer taraftan, Tuğrul Bey, İslamiyetin ilk yıllarından bu yana İran üzerinde hak
iddia eden dinî grupların çatışmalarına dâhil olmuş bulunuyordu. Selçuklular, koyu
Hanefi idiler ve hak mezheplere aykırı bir düşünceye sahip olanlara karşı faal bir
şekilde mücadele edenleri destekliyorlardı50. İslâm âleminin mezhep çatışmalarıyla
hızla parçalanmaya yüz tuttuğu bir dönemde, Türkmen kütlelerinin Mâverâünnehr
üzerinden Horâsân, İran, Azerbaycan, Irak ve Anadolu’ya akmasıyla, Selçukluların
Sünnî İslâmı yeniden egemen kılabilmesi arasında yakın bir ilişki vardır51. Selçuklu
Oğuzlarının icra ettiği savaşları birkaç sınıfa ayırmak mümkündür. Birincisi, Selçuklu sultanlarının ordularıyla bizzat yaptıkları savaşlar. İkincisi, Selçuklu genel siyasetinin hedeflerini gerçekleştirmeye matuf ve ülüş sistemine uygun olarak hanedan
üyelerinin ordularıyla yaptıkları savaşlar. Üçüncüsü, zikredilen siyaset mucibince
Oğuz-Türkmen başbuğlarının, Türkmenleri yönlendirerek yaptıkları savaşlar. Sonuncusu ise Oğuz-Türkmenlerin, Selçuklu yönetimlerinin bilgisi dışında, tamamen
bağımsız olarak yaptıkları savaşlar. Aslında son iki tür ile ilk iki tür savaşlar, eşzamanlı olarak birbirilerini inanılmaz bir şekilde tamamlamaktadırlar. Oğuzların, Sel-
Müslümanlar kesin bir zafer elde ettiler, çok sayıda patriği de esir aldılar. Esir, 1987, IX, s.
414-415. 440 (1048-1049) yılı olayları; İbnü’l-Cevzî, 1312-1992, s. 314.
48 Cahen, 1992, s. 9.
49 1053-1054’te Sultan Tuğrul Bey'in adamları Fars'a vardılar, Şîrâz'a kadar geldiler ve elBeyzâ'da konakladılar. Melik Ebû Kâlicâr Ebû Mansûr'un veziri el-Âdil Ebû Mansûr da
onlara katıldı ve işlerini idare etti, fakat onlar onu yakalayıp tevkif ettiler ve Kebze, Cüveym
ve Behender adlı üç kaleyi onun elinden alıp orada oturdular. Oğuzlardan yaklaşık iki yüz
kişi el-Melikü'r-Rahîm'in kardeşi Emir Ebû Sa'd'ın yanına giderek onun saflarına katıldılar.
Ebû Sa'd adı geçen üç kalede bulunan Oğuzlara haber gönderip onları da kendi tarafına
çekmeğe çalıştı, onlar da itaat arz edip kaleleri Ebû Sa'd'a teslim ettiler ve onun hizmetine
girdiler. Bu arada Şırâzlı askerler ez-Zâhir Ebû Nasr'ın kumandasında toplanıp Şirâz
kapısında Oğuzlara ağır bir darbe indirdiler. Oğuzlar bozguna uğradılar ve önde gelen
adamlarından Taceddîn Nasr b. Hibetuîlah b. Ahmed esir düştü. Oğuzlar mağlûp olunca
Şîrâzlı askerler Fesâ üzerine yürüdüler. Ayak takımından biri Şîrâz'da idareyi zorla ele
geçirmiş ve askerlerin Oğuzlarla meşgul olmasından dolayı da durumu giderek
kuvvetlenmişti. Şîrâzlı askerler o zorbayı da oradan uzaklaştırdılar ve şehre tekrar hâkim
oldular. (Esir, 1987, IX, s. 443 vd.).
50 Selçuklular döneminde mezhep çatışmaları için bk. Ayan, 2013, ss. 179-203.
51 Ravendî, 1957, s. 85; Cüzcânî, 2010, ss. 111-140; Farac, 1987, I, s. 300; Turan, 2001, s. 10; Köymen, 1962, s. 89.
174
TUĞRUL BEY DÖNEMİNDE OĞUZLARIN İRAN COĞRAFYASINDA YAYILMALARI
çukluların fetihlerine katkıda bulunup bulunmadığı ancak uzman tarihçilerin gözünde ilginçtir. Benzer biçimde Tuğrul Bey’in teşebbüs ettiği bazı seferler, kendisine
tâbi yerel emîrlerin veya Oğuz beylerinin isyanlarını bastırma amacını taşıyordu.
Zira hiç şüphe yoktur ki, Türkmenlerin yağma duygusu, her isyan için, derhal emre
hazır bir birlik oluşturabiliyordu52. Ancak, son iki savaş türü, hiçbir fetih düşüncesi
taşımaksızın sadece beslenmeyi amaçlayan, ganimet çekmeye yönelik, en fazla geçici
bir konaklama yeri elde etmek için yapılan savaşlardır53.
Mâverâünnehr ve Horâsân’dan sürdürülen Oğuz-Türkmen akınları, Batı İran’daki
güçsüz emirlikleri daha da zayıflatmaktaydı. Bağımsız Türkmen şefleri zaman zaman yerel emirliklerle iş birliği yapıyor, zaman zaman da onlarla çatışmalara giriyorlardı. Batıya doğru genişlemeye başlayan Tuğrul Bey, Türkmenlerin zaten yerel
emirlikleri yok edip, merkezi bir devlet kurmak yerine, emirlikleri, kendine tâbi
yönetimler hâlinde muhafazayı yeğledi. Tâbi yönetimler Tuğrul Bey adına hutbe
okutmak ve para basmak, vergi vermek, gerektiğinde Selçuklu ordusuna birlikler
yollamak gibi yükümlülükleri yerine getirmekle mükellefti54.
Bu sırada, yöresel egemenler olarak Ermeni ve Gürcü prenslerin yanında Müslüman
Şirvânşâhlar, Şeddâdoğulları ve Câferoğulları emirlikleri vardı. Şirvânşâhlar, Derbend ve Hazar kıyılarında, Şeddâdoğulları Nahçıvan, Dübeyl ve Gence’de, Câferoğulları Tifliste egemendiler. 1039-1043 yılları arasında, Bizans imparatorluğu umumiyetle Bizans sınırım sağlamlaştıran ve Nicephorus Phocas ve Jean Tzimisces'den
52
53
54
Tuğrul Bey 1054’te Basra hâkimi olan Emîr Ebû Ali b. el-Melık Ebû Kâlicâr'ı Oğuzlardan
müteşekkil bir orduyla Hûzistân'ı zapt etmek üzere gönderdi. Emîr Ebû Ali, Sâbûr-Hâst'a varınca Ahvâz'da bulunan Deylemliler'i itaate çağırdı, itaat ettikleri takdirde kendilerine iyilik
ve ihsanda bulunacağını, eğer kabul etmeyecek olurlarsa cezalandıracağını bildirdi. Bir kısmı
itaat arz ederken bazıları da karşı çıktılar, bunun üzerine Emîr Ebû Ali Ahvâz'a hareket etti,
şehri zapt ve istilâ etti. Hiç kimsenin malına mülküne saldırmadı, fakat bu Oğuzların işine
gelmedi ve halkın malına el uzatıp, yağma, talan ve müsadere ettiler. Halk onlardan dolayı
birçok haksızlık ve sıkıntılara maruz kaldı. (Esîr, 1987, IX, s. 458.).
Selçuklu Oğuzlarının beylerinden olan İbrahim b. İshâk, 446 Şevval ayında (Ocak 1055) edDestkere'ye vardı. Daha önce Hulvân'da oturuyordu. ed-Destkere'ye varınca şehir halkı
onunla savaşa girdi, ancak daha sonra cesaretleri kırılıp onunla baş etmekten aciz kaldılar ve
dağılarak kaçtılar. Oğuzlar şehre girip çok fena hâlde yağmaladılar. Kadınları ve çocuklarını
dayaktan geçirerek bu yolla pek çok mal aldılar, daha sonra da Rûşenkübâd'a giderek orayı
ele geçirmek istediler. Burası, Sa'dî'ye aitti. Başka bir Oğuz taifesi de Ahvâz ve oraya bağlı
kasaba ve köylere gitti, oraları yağmaladı ve halkı imha etti. Böylece Oğuzların o beldelere
olan hırs ve tamahları daha da arttı, bunun üzerine Deylemliler ve onların yanında bulunan
Türkler perişan oldular, cesaretleri kırıldı ve güçleri azaldı. (Esîr, 1987, IX, s. 457; Cahen, 1992,
s. 8).
Tuğrul Bey 1041’de Cürcân ve Taberistân'ı zapt ederek mahalli Ziyâroğulları ve Bâvendîleri
vergi ödemek ve namına hutbe okutmak sûretiyle tâbiiyetine aldı; şehirlere Selçuklu vâli
(nâib)ler tâyin etti. Cürcân hâkimi Merdâvic Cürcân'a bağlı yerlerin tamamı için her yıl elli
bin dinar vergi ödeyecekti. Tuğrul Bey bu işleri hallettikten sonra Nîsâbûr'a döndü. Bunun
üzerine Merdâvic, Sâriye'de bulunan Enûşirvân'm üzerine yürüdü. Enûşirvân'ın Merdâvic'e
otuz bin dinar vermesi şartıyla anlaşmaya vardılar. Bütün bu bölgede hutbe Tuğrul Bey adına
okundu. Merdâvic, Enûşirvân'ın annesiyle evlendi. Enûşirvân artık sadece Merdâvic'in emriyle hareket edip ona asla muhalefet edemez oldu. Esîr, 1987, IX, s. 379.
175
ERGİN AYAN
beri Bizans orduları Ani Ermeni Krallığı'nı doğrudan doğruya ilhak etmiş55 ve
Şeddâdî emîri Ebû’l-Esvâr'ı geri püskürtmüştü (1053)56. Fakat Selçuklu beylerinin
sağladığı zaferler, kalabalık ve yeni Türkmen birliklerinin toplanmasına vesile olmuştu57.
Sonuç
11. yüzyılda Oğuzların sosyal ve siyasal yaşamında büyük bir değişimin gerçekleştiği şüphesizdir. Aslında bu yüzyılı Oğuzların tarihi bakımından Dandanakan Savaşı
öncesi ve sonrası diye ayırmak mümkündür. Bu savaşla birlikte Oğuzları 1040 yılının
öncesine götürebilecek bir gücün bulunmadığı bir gerçek iken, İran coğrafyasındaki
yerel hükümetlerin, tarihin bu yeni aşamasını yeterince kavrayamadıkları, Oğuzlara
karşı gösterdikleri direniş hareketlerinden anlaşılmaktadır. Kaldı ki bundan sonraki
yirmi yıl içerisinde hâlâ ayakta durabilen en güçlü devlet olan Bizans’ın Oğuzlarla
karşılaşması, adeta acı gerçeklerle yüzleşmesine karşılık gelmektedir. Diğer taraftan
Bizans sınırlarına kadar olan sahalardaki yerel hükümetlerin 1040-1050’lerdekine
kıyasla direniş konusunda çok daha gönülsüz oldukları vurgulanmalıdır. Selçukluların bu süreçte devleti hızla kurumlaştırma çabalarında belirgin bir başarılarının görülmesi, öte yandan Selçuklu yönetiminin Oğuz-Türkmenlerle olan ilişkilerinde
rahatsız edici bir karşıtlık oluşturuyordu. Selçuklu Devleti’nin örtük biçimde uğraştığı en önemli sorunlardan biri şüphesiz Oğuz göçleri idi. Esasen bu mühim mesele
Büyük Selçuklu yönetiminden büyük ölçüde bağımsız hareket eden Oğuz boylarının
hareketleri çerçevesinde formüle edilebilir. İslâm dünyasını alt üst eden bu göçebe
Türkmenlerin sorumluluğu çoğu defa Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey’e yükleniyordu. Osman Turan’ın ifadesiyle “yurt bulmak ve sürüleri ile birlikte beslenmek maksadı ile İslâm beldelerini istilâ eden; yerli halk ile mücadeleye girişen ve neticede
yağma ve kıtâle sebep olan” göçebe Oğuzlar dümensiz bir gemiye benzetilseler de,
bununla birlikte Selçuklu yöneticilerinin bunların rotasını çizmek hususunda düşünce ürettikleri kesin olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak, bunu ifade ederken, bu yöneticilerin birtakım şemalar çizerek, devletin temelini ve asıl asker gücünü oluşturan bu
Oğuz oymaklarına yurt bulmak suretiyle, söz konusu sorunları giderebilmek misyonunu üstlendiklerini söylemek isterim. Buradaki sıkıntı, Türk devlet geleneğinde yer
alan hükümdârların “velâyet-i pederâne” sıfatı nedeniyle zaferi müteâkip bir OğuzTürk devletinin kurulduğunu duyan Oğuzların artık sel hâlinde İslâm ülkelerine
akmalarıydı.
Aristakes, 1985, s. 60 vd.; Brosset, 2003, s. 280 n. 437.
Yinanç, 1944, s. 44-49;
57 Cahen, 1992, s. 9.
55
56
176
TUĞRUL BEY DÖNEMİNDE OĞUZLARIN İRAN COĞRAFYASINDA YAYILMALARI
KAYNAKÇA
Agacanov, S. G. (2002). Oğuzlar. (E. N. Necef ve A. Annaberdiyev, Çev.). İstanbul:
Selenge Yayınları.
Ahmed Kesrevî (1385). Şehryârân-ı Gumnâm. Tahran: Kitâbhâne-i Millî-i İran.
Aristakes (1985). Aristakes Lastivertci’s History. (Robert Bedrosian, İng. Terc.). New
York.
Ateş, A. (1965). Yabgulular Meselesi. Belleten. XXIX, 517–525.
Ayan, E. (2013). Büyük Selçuklu Devleti Zamanında Alevî-Sünnî Çatışmaları. Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Dergisi. S. 8, 179-203.
Azimî (1988). Azimî Tarihi, Selçuklularla İlgili Bölümler (H. 430-538 = 1038/39-1143/44).
(A. Sevim, Yay.). Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Belâzûrî (1987). Fütûhû’l-Buldân. (M. Fayda, Çev.). Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı.
Beyhakî (1383). Târih-i Beyhakî. (Ali Ekber Feyyâz, Neşr.). Meşhed: Kitâbhâne-i Millî-i
İran.
Biçer, B. (2013). Selçuklular ve Kürtler. The Journal of Academic Social Science Studies.
Volume 6, Issue 2, 165-202.
Bondarî (1999). Irak ve Horâsân Selçukluları Tarihi. (K. Burslan, Çev.). Ankara: Türk
Tarih Kurumu.
Brosset, M. F. (2003). Gürcistan Tarihi. (E. Merçil, Yay. Haz.). Ankara: Türk Tarih
Kurumu.
Cahen, C. (1992). Türklerin Anadolu'ya İlk Girişi (XI. Yüzyılın İkinci Yarısı). Y. Yücel ve
B. Yediyıldız, Çev.). Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Coşkun, D. (2013). Musul’da İtaatsiz Bir Zümre; Yabgulular. TurkishStudiesInternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or
Turkic. Volume 8/9, 967-975.
Çevik, A. (2007). XI. Yüzyıl Ortalarında Güneydoğu Anadolu Bölgesinde Bir Oğuz
Topluluğu: Irak Oğuzları. Journal of Turkish Studies =Türklük Bilgisi Araştırmaları, 31/I, , (Şinasi Tekin Hatıra Sayısı). 195–205.
Ebülgazi Bahadır Han. (tarihsiz). Şecere-i Terakime. (M. Ergin, Haz.). İstanbul: Tercüman.
Ekber Behcet-Sağra Heykelabâdî (1384). Selçukiyân. Tebriz: Kitâbhâne-i Millî-i İran.
Ergin, M. (2000). Dede Korkut Kitabı. İstanbul: Boğaziçi Yayınları.
Gregory Abû’l-Farac (1987). Abû’l-Farac Tarihi. (Ö. R. Doğrul, Çev.). Ankara: Türk
Tarih Kurumu.
İbnü’l-Cevzî (1312-1992). El-Muntazam fî Târîhü’l-mülûk ve’l-Ümem. XVII, (Muhammed Abdülkâdir Atâ ve Mustafa Abdülkâdir Atâ, Neşr.). Beyrut-Lübnan:
Dârü’l-Kütübü’l-İlmiyye.
İbnü’l-Esîr (1987). el-Kâmil fi’t-Târih. IX, (A. Özaydın, Çev.). İstanbul, 1987: Bahar
Yayınları.
Kafesoğlu, İ. (1953). Doğu Anadolu'ya İlk Selçuklu Akını ve Tarihi Ehemmiyeti. Fuad
Köprülü Armağanı. İstanbul: Türk Tarih Kurumu, 259-274.
177
ERGİN AYAN
Köymen, M. A. (1962). Anadolu’nun Fethi. Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi. Ankara, II,
89-122.
Köymen, M. A. (1979). Tuğrul Bey ve Zamanı. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
Köymen, M. A. (1989). Selçuklu Devri Türk Tarihi. Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Köymen, M. A. (1993). Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi. Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Mecîd Rızâzâde Amuzeyneddinî (2004). Büyük Selçuklular ve Halefleri Devrinde
Tebriz. (A. Çetin, Çev.). Nüsha. Yıl 4, Sayı 13, s. 107-116.
Mehmed Neşrî (1987). Kitâb-ı Cihân-nümâ. I, (F. R. Unat ve M. A. Köymen, Yay.).
Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Merçil, E. (1989). Kirman Selçukluları. Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Minhac Sirâc Cüzcânî (2010). On İkinci Tabaka: Selçuklular Tabakât-ı Nâsırî’den. Çev.
Akbar A. Aghdam, VIII, s. 111-140.
Minorsky, V. (1993). Merâga. İslâm Ansiklopedisi. İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı, VII.
Müneccimbaşı (2000). Câmiü’d-Düvel Selçuklular Tarihi. I, (A. Öngül, Çev.). İzmir:
Akademi Kitaplığı.
Nâsır-ı Hüsrev (1994). Sefernâme. (Abdülvehhâb Tarzî, Çev.). İstanbul: Milli Eğitim
Bakanlığı
Nizâm el-Hüseynî (1326). el-Urâzâ fî Hikâyeti’s-Selcûkiyye. (K. Süssheim, Neşr.). Kahire: Matbaaü’l-Maarif.
Özgüdenli, O. G. (2006). Turco Iranica: Ortaçağ Türk-İran Tarihi Araştırmaları. İstanbul.
Kaknüs Yayınları.
Râvendî (1957). Râhat-üs Sudûr ve Ayet-üs-Sürûr. (A. Ateş, Neşr.). Ankara: Türk Tarih
Kurumu.
Sevim, A. (1965). Sıbt İbnü’l-Cevzî’ye Göre Navekiyye Türkmenleri. Prof. Dr. Necati
Lugal Hatıra Kitabı. Ankara: Türk Tarih Kurumu, 563-569.
Sevim, A. (1971). Malazgirt Meydan Savaşı. Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Sümer, F. (1972). Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları. Ankara: DTCF
Yayınları.
Togan, Z. V. (1982). Oğuz Destanı, Reşideddin Oğuznâmesi, Tercüme ve Tahlili. İstanbul:
Enderun Kitabevi.
Turan, O. (1969). Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti. İstanbul: Turan Neşriyat
Yurdu.
Turan, O. (2001). Selçuklular Zamanında Türkiye. İstanbul: Boğazici Yayınları.
Urfalı Mateos (1987). Vekâyinâme (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162). (H.
D. Andreasyan, Neşr.). Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Yazıcızâde Ali (2009). Tevârîh-i Âl-i Selçuk. (A. Bakır, Haz.). İstanbul: Çamlıca Basım
Yayın.
Yınanç, M. H. (1944). Türkiye Tarihi Selçuklular Devri. İstanbul: Burhaneddin Matbaası.
Zahîrüddîn Nîşâbûrî (1332). Selçuknâme. Tahran: Çâphâne-i Hâver.
178
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
OĞUZNÂMELERDE NÖKERLER VE NÖKERLİK KURUMU
ER HAN AKTAŞ
Nöker kavramı ekseriyetle tarihsel, sosyal ve dilbilimsel açıdan ele alınmıştır (Vladimirtsov, 1944; İnalcık, 2012; Sümer, 1959; Tuna, 1972; Caferoğlu, 2010; Beckwith,
2011; Agacanov, 2004; Günal, 2007). Edebi ürünler çerçevesinde nökerlik başta olmak
üzere yoldaşlık, naiplik, ınaklık vb. terimlerle karşılanan ve nökerlik kurumuyla
benzer özellikler taşıyan kurumlar ve bu kurumların yarattığı destan tipleri üzerinde
konuyla alakalı çalışmaların şahıs kadroları bölümünde, yardımcı kahramanlar başlığı altında birtakım değerlendirmeler yapılmıştır.
Bu çalışmada üzerinde durulması gereken asıl mesele nökerlik sınıfının tam olarak
kimleri kapsadığı, kimlerin nöker olabileceği, nöker olarak adlandırılmasalar bile
destanlarda geçen bazı şahısların nökerlik kurumu içerisinde değerlendirilip değerlendirilemeyeceği konusu üzerinde durulacaktır. Yukarıda adları belirtilen muhtelif
araştırmacıların ve sözlü kaynakların vermiş oldukları nöker tanımlarına göre saray
müştemilatında önemli bir mevkie sahip olan nökerler bazı tanımlara göre âdi karakterlerin ötesine geçememektedirler. Bununla birlikte ekseri tanım nökerlerin hükümdarın çok yakınında olan, hükümran ile aralarında herhangi bir kan bağı bulunmayıp hükümdarın şahsî işlerini görmekle birlikte birinci derecede onun özel ve yakın
muhafızlığını yapan, katıldığı akınların karşılığında ganimet ve/veya toprak alan
kişiler olduğudur. Biz de bu minvalde, seçtiğimiz bazı destan metinlerinde bu tanımlardan yola çıkarak Oğuznâmelerdeki nöker tipini irdelemeye çalışacağız. Çalışma
metin merkezli olup şu metinlerden faydalanılmıştır: Uygur harfli Oğuz Kağan Destanı (UOKD), Reşideddin Oğuznamesi (ROD), Andalıp Oğuznamesi (AO), Dede
Korkut Boyları (KDD) ve muhtelif tarihî eserlerde mevcut Oğuznâme parçaları.
Nöker, genel sözlük manasıyla erkek hizmetçi, uşak, hizmetkâr ile ağızlarda kuma
anlamlarına da gelmektedir. Kelimenin aslı Moğolca olmakla birlikte Uygurca menşeli olduğu görüşleri de mevcuttur (Uzunçarşılı, 1970, s. 292’den naklen Erdem, 1991,
s. 89). Moğolcadan Türkçeye geçen kelime Türk ve komşu halkların kültür tarihi
içerisinde yaygın bir şekilde yer bulmuş; Moğolların Gizli Tarihi, Tarih-i Cihangûşa,
179
ERHAN AKTAŞ
Garibname, Bezm ü Rezm, Et-Tuhfetü’z-Zekiyye fi’l-lugati’t-Türkiyye Babür’ün Hatıratı,
Nehcü’l-Feradis, Tevarih-i Âl-i Osman, Kitab-ı Dede Kokut, Fütühü’ş-Şam Tercümesi, Yahya Beg Divanı gibi birçok eserde hizmetçi, yaver, arkadaş, yoldaş, dost; karı, kuma anlamlarıyla kullanılmıştır. Kelimenin nökür, nöhör, nökhör, nökr, növker, löker şekilleri de yer
almakla birlikte tarihî ve çağdaş Türk lehçelerinde de kelimenin mevcut olduğunu
bilinmektedir (Tuna, 1972, s. 235; Günel, 2007, ss. 216-217). Bilhassa Moğol dönemi
nökerlik kurumu ile ilgili doyurucu bilgiler veren Rus Mongolist B. Y. Vladimirtsov
Moğolların İçtimaî Teşkilatı eseri (Vladimirtsov, 1944, ss. 133-146) ile “Moğolca Nökür”
başlıklı makalesinde kelimenin etimolojik, semantik ve sosyo-kültürel yönlerini ortaya koymuştur (Vladimirtsov, 2005, ss. 552-853).
Kaynakların bize işaret ettiği bizzat “nöker” ismiyle nökerlik kurumunun Cengiz
Han dönemi Moğollar yani XVIII. asır Moğolları arasında görüldüğüdür. Ancak
nöker adıyla olmasa bile nökerlik kurumunun emsali ve hatta muadili sayabileceğimiz seçkin, yakın ve özel koruma asker ile bu askerlerden oluşan birliklerin geçmişi
İskitlere kadar dayandırılabilir: “Orta Asya Kültür Terkibinin erken biçiminin en
hayatî unsuru, kahraman efendinin ve onun komitesinin sosyal-siyasî ve dinî idealleridir; dostlarından oluşan bir savaş ekibi kahramanı ölünceye kadar koruyacaklarına
ant içmiştir. Bu tür bir ordunun ve asker andının ilk görünüşleri İskitler devrine
kadar gitmektedir ki bunu ölümüne yapılan kan kardeşliği yeminlerinden ayırmak
zordur.” (Beckwith, 2011, ss. 11-12). Araştırmacı Beckwith, bu kurumu İskitlere dayandırması meşhur hicivci ve belagatçi Lucian’ın İskitler hakkında ve onların arasında mevcut kan kardeşliği/andalık kurumuna gönderme yapmasından kaynaklanmaktadır.1 Nökerlik kurumunun bizzat zuhur edip canlı bir şekilde yaşadığı Moğollarda ise canlı bir şekilde yaşamaktadır. Konuyla alakalı zengin bilgiler veren Vladimirtsov nökerliğin Moğol halkı arasında mecburen yapılmak zorunda kalınan bir
durumdan ortaya çıktığını söyler: “Zenginler ve zengin ağalar kendi mevkilerini
tahkim etmeğe çalışıyorlar; fıkara halk ise buna muhalefet ediyor, fakat onlara çoban
olmağa, onlarla beraber göçmeğe, nihayet onlara nökör’lük etmeğe mecbur idiler.”
(Vladimirtsov, 1944, ss. 114). Ancak bu ifadeler aynı yazarın ileride nökerlerin özellikleri ve nökerler hakkındaki söyleyecekleri ile tamamen uyuşmamaktadır (Vladimirtsov, 1944, ss. 134-135). Vladimirtsov, nöker olan kişilerin gücün ve güçlünün
yanında olma arzusuyla bu işe giriştiklerini ifade ettikten sonra nökerliği şöyle tanımlamakta ve diğer milletlerdeki emsalleriyle şu şekilde karşılaştırmaktadır:
“Moğol tarihine dair kaynaklar maiyet muhafızları, yani kavim ve kabile başbuğları
yanında asker olarak hizmet eden serbest şahısları zikrediyorlar. Eski Moğol muhafızları birçok cihetten eski Cermen başbuğlarının maiyet silahşorlarını ve diğer cihetten eski
Rus prens (knyaz)lerinin muhafız kıtalarını (drujina’yi) andırıyorlar. Eski Cermen ve
eski Rus muhafızları gibi, Moğol muhafız-silahşorlarına da ‘arkadaşlar’ manasına gelen
nököd (müfredi nökör – nökür ‘arkadaş’) denilirdi. Bu gibi nökör’leri biz eski Moğol
hanlarının, muhtelif bahadırlarının, kabile, klan ve oymak reislerinin etrafında görüyoruz. Nökör’lerin bariz hususiyetleri şudur ki, onlar bazen akraba olan, fakat başka bir
soyun başbuğuna, hizmet ederler.” (Vladimirtsov, 1944 s. 133).
1
Söz konusu and içme, kan dökerek anda olma konusunda bk. İnan, 1998, ss. 317-330.
180
OĞUZNÂMELERDE NÖKERLER VE NÖKERLİK KURUMU
Meşhur Moğol hükümdarı Cengiz Han’ın en bilinen dört nökeri vardı. Bunlar Cebe,
Hubilay, Celme, Subetay’dır. Bu kişiler asker olmanın da ötesinde Cengiz Han’ın
yanından hiç ayrılmayan, Han’ın fedaileriydi. Düzenli ordu ile savaşmaz her daim
Han’ın yanında olurdu. Moğolların Gizli Tarihi’nde bu nökerler Cengiz Han’ın dört
köpeği şeklinde tavsif edilmişlerdir.
Tarihçi Halil İnalcık, nökerlik kurumunun yalnızca Moğollar ve Türkler gibi Asya
halklarında değil Avrupa milletlerinde de mevcut olduğunu, Annales Okulu’nun
önemli temsilcisi Marc Bloch’a atfen, Batıda commendatio veya mannschaft şeklinde
yaşadığını ifade eder. Osmanlı Beyliğinin kuruluşu esnasında Osman Bey ile etrafındaki “gazi”ler arasındaki ilişkiyi nökerlik kurumunun en belirgin bir örneği olduğunu, Osmanlı kroniklerinin (Neşrî Tarihi; Elvan Çelebi Menâkibü’l-Kudsiyye; Âşıkpaşazade vb.) verdikleri örneklerden istifade ederek ifade eder. Bu dönemde, nökerlik/yoldaşlık, gazâ önderine anda (and) ile bağlanma yoluyla kurulur ve gâziyân birliği böylece ortaya çıkar görünmektedir. Tutsak düşen Harmankaya Tekfuru Köse Mihal, Osman’ın
nökeri olmuş, akınlarda ve öteki Rum tekfurlarıyla Osman arasındaki ilişkilerde daima ona
sadakatle hizmet etmiş, sonunda İslamiyet’i de kabul etmiştir (İnalcık, 2012, s. 28) der. Yine
Osman Bey, bu nökerlere fethettikleri bölgeyi yurd veya yurdluk olarak vermekte, bu
Moğolca nutug olarak bilinmektedir. İnalcık nutugu ve hem Selçuklu hem Osmanlıdaki emsalini şöyle tanımlar: Şu veya bu göçer birliğini geçindirecek noyana ait araz.
Selçuklularda ve Osmanlı klâsik döneminde, yurd veya yırdluk bir göçer-ev grubunun reisine
özerklikle verilen bir arazi ünitesi olarak tanımlanmaktadır (İnalcık, 2012, s. 28). İnalcık
konuyla alakalı olarak, nökerlik kurumunun Osmanlılarda gelişme çağında yerini
kul sistemine bıraktığını; yeniçeri, bey-kulları (gulâm-ı mir), tımarlı sipahilerin hizmetkârı gulâmların hep nöker durumunda bulunduğuna da bu konuyla alakalı olarak
dile getirir (Caferoğlu, 2010, s. 260; İnalcık, 2012, s. 33).
Oğuznâmelerdeki nöker ve nökerlik kurumuna temas etmeden önce onlarla benzer
özelliklere ve hatta bazı yerlerde onların emsali olan “kırk yiğit” konusuna da değinmek gerekir. Abdülkadir İnan, konuyla alakalı olan çalışmasında merkezî kahramanın yanında yer alan ve genel adlandırmasıyla “kırk yiğit” olarak sembolize edilen ve merkezî kahramanın ana yardımcı kuvvetlerinin, yüksek barbarlık kültürüne
ulaşan, küçük ve büyük derebeylikleri ellerinde tutan alpların çevresinde teşekkül edip geliştiğini söyledikten sonra Sibirya halk edebiyatı örneklerinde bu tür bir kurumsal yapının yerine ilahî güçlerle mücehhez, yarı tanrı görünümündeki alpların bulunduğunu
ve bunların yardımcı kuvvet gereksinimi duymadığını ekler (İnan, 1998, s. 238). İnan,
yine aynı makalesinde Moğol devrinden beri görülen nökerlik ve Özbekler arasında
görülen çehre ve iç oğlanlar kurumunun söz konusu kırklar geleneğinin bir hatırası
olduğunu ifade eder (İnan, 1998, s. 240). Bir diğer araştırmacı Faruk Sümer ise nökerler ve kırk yiğit konusunda, nöker ifadesinin yoldaş’ın eş anlamlısı olduğunu, destanlarda kırk yoldaşlı alplar olabildiği gibi üç yüz kişilik nöker birliğine sahip beylerin de bulunduğunu ifade eder ve bunun 40 olmasının sembolik bir mahiyeti bulunmadığını belirtirken (Sümer, 1959, s. 431) merkezî kahramanların kırk yiğit’li olması hususunda Emine Gürsoy Naskali ise kırk, bir sayı ismi veya sayı sıfatı olmaktan ziyade çokluk
ve bütünlük ifade eden bir belirsizlik sıfatı veya zamiri görevinde kullanılmış olabilir, der.
(Gürsoy, 1995, s. 124’den naklen Güneş, 2012, s. 326). Biz bu konuda Emine Gürsoy
Naskali’nin düşüncelerine katılarak kırk sayısını sembolik bir ifade olarak, bey veya
181
ERHAN AKTAŞ
kahramanların yanındaki yakın savaşçı sayısının çokluğuna vurgu yapıldığını düşünüyoruz.
Nökerlik kurumu çerçevesinde değineceğimiz ilk çalışma UOKD’dir. W. Bang ve
Reşid Rahmeti Arat tercümesi olan UOKD’de nöker kelimesinin karşılığı olarak
maiyet karşılığı verilmiş olup askerler için çerig ifadesi kullanılmıştır. Hatta merhum
Bahaeddin Ögel, UOKD’nin Cengiz Han sonrası kaleme alınan bir destan olduğunu
destanda yer alan ve başta nöker olmak üzere tüşimel, ağa ve soyurgamak gibi kelimelerin varlığına bağlar (Ögel, 1993, s. 128, 130). Söz konusu nökerlerin isimleri zikredilmez. Bununla birlikte Oğuz Kağan’ın maiyeti ve/veya askerleri arasında yer alan
bazı kişiler medeniyet kahramanı tipinde yer almışlar, Oğuz Kağan da bu münasebetle onları hem ödüllendirmiş, hem yaptıkları işlerden dolayı o işlerle matuf yeni
isimler tayin etmiş hem de bulundukları bölgeleri kendilerine emanet etmiştir. Bu
kişiler Saklap adını alan Uruz Bey’in kardeşi, Kıpçak adını alan Uluğ Ordu Bey,
Karluk, Kalaç adını alan Tömürdü Kağul, Kangaluğ adını alan Barmaklığ Çosun
Bilig’dir (Bang-Rahmeti, 1936, s. 23, 25, 26, 27). Biz bu saydığımız isimleri çalışmamızın Sonuç bölümünde belirttiğimiz değerlendirme hasebince nökerlik kurumu içerisinde değerlendirmekteyiz.
ROD’da nöker ifadesi iki yerde geçmektedir. Bunların ilkinde kendi yakın çevresinde
Müslüman olmayan akraba ve dostlarıyla mücadele içinde olan Oğuz Kağan, bir av
sonrasında kendisinin Müslüman olup, kendisine uygun görülen kızlarla Müslüman
olmadıkları için evlenmediğini öğrenen amcalarını ve babasını kendilerine karşı
silahlanmış hâlde bulur. Oğuz Kağan bunun üzerine kendi nökerlerinin başında onlarla
çarpışır (Togan, 1972, s. 19). Oğuz Kağan bu savaşta hem babasını hem de amcaları
olan Kür Han ve Küz Han’ı öldürür. Bir diğer nöker lafzını Oğuz Kağan öldükten
çok sonra devletin başına geçen Dîb Yavguy Han’ın ağzından duyarız. Dîb Yavguy,
kendisine nöker olan Ulaş ve Ulad adında Salur boyundan olan baba-oğlu huzurunda kabul ettiği sırada kendileri gibi diğer kavimlerin nökerlerinin de kendileriyle
ittifak yapıp yapamayacağını sorar (Togan, 1972, s. 53). Onlar da Yavku’ya beylik
edip onun yoldaşı olabilecek isimleri sayar. Bu kişiler şöyledir: Yazırlardan Alan
adından bir bey ile oğlu Bulan; Dögerlerden Dîb Cenkşu ve oğlu Dürkeş ile yine aynı
boydan Taş-bek ve oğlu Balgu-bek; Bayındırlardan ise Tulu (Togan, 1972, ss. 53-54).
Buradan da anlaşılmaktadır ki bu baba-oğul kendi istekleriyle Yavguy Han’a nöker
olmuştur:
“Bu topluluktan Ulaş ve Ulad adlarında Salur boyundan baba-oğul iki kişi birlikte gelip
diz vurup selamladılar ve cevap verdiler: Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar
bütün ülkeleri senin baba ve ataların ele geçirmişlerdir. Biz de seninle beraber müttefikiz ve o ülkelerin vergi vermeleri için göç veririz. Eğer herhangi bir karşı gelme olursa,
öyle şiddetle savaşıp onu yok ederiz ki, baba ve atalarının nam ve şanı daima baki kalır.” (Togan, 1972, s. 53).
Yavguy Han bu beyleri ve oğullarını geçmiş ve gelecek üç senenin vergilerini almaları için Şam, K.r.k, Başgurd, Fars, Kirman, Isfahan, Bağdad ve Basra’ya gönderir (Togan, 1972, s. 54). Destan metninde bunun haricinde nöker ifadesine rastlanılmasa da
bey ve hükümdarların en yakınında yer alan savaşçıları ve hizmet erlerinin bahsi
çokça geçmektedir.
182
OĞUZNÂMELERDE NÖKERLER VE NÖKERLİK KURUMU
Aynı tercümenin bir başka yerinde Oğuz Kağan, Gur ülkesini savaşsız bir şekilde
aldıktan sonra Gur hükümdarı kendisine etraflarında birçok düşman olduğunu söyleyince Oğuz önceden yüz seçme süvariyi Gur hükümdarı ile beraber haberci olarak o vilayete gönderir ve Gur vilayetinden Kâbil’e kadar olan toprakları ele geçirmiş olurlar
(Togan, 1972, s. 22). Oğuz Kağan Rum ve Frenk diyarının fethi için oğullarını görevlendirir. Kün, Yulduz ve Tengiz’i Rum; Ay, Kök ve Tag’ı da Frenk diyarına gönderir.
Oğulları gittikleri diyarlara dokuz bin süvari ile gitmiştir (Togan, 1972, s. 36).
Yine, Yavguy Han adlı Oğuz neslinden olan hükümdarın torunu Tuman Han taht
sırası kendisine geldiğinde yaşının pek küçük olması nedeniyle devlet idaresine naibi
olan Köl Erki Han bakar. Tuman Han ise yaşı kemale erdiğinde, tahtı Köl Erki’den
ister ve sağ ve sol kol beylerini ve askerlerini çağırıp üç yüz kişiye ‘artık tahta oturacağım”
diye açıklar (Togan, 1972, s. 56). Burada Tuman Han’ın çağırdıkları en yakınındaki
kişilerdir. Sağ ve sol kol beyleri ile birlikte askerleri kendisinin nökerlerini oluşturduğunu tahmin etmekle birlikte asıl nöker taifesi Tuman Han’ın askerleridir ancak
kesin bir sayı verilmediği görülmektedir. Aynı Tuman Han Uje Hanadlı bir hükümdar ile girdiği savaşta yüz süvarisi ile onu alt eder (Togan, 1972, s. 59).
Bir diğer örnekte ise Oğuz tahtına geçen Buğra Han’ın Ül Tekin, Korı Tekin ve BekTekin adlı üç oğlu vardır. Buğra Han uzun süre hükümdarlık yapar ancak çok sevdiği eşi ölünce iyice ıssızlaşır ve köşesine çekilir. Yerine ise ortanca oğlu Korı Tekin’in
geçmesini salık verir. Korı Tekin bir gün babası ile avda iken tesadüfen bir dağ geyiğine
ok attı. Sarı-qul2 adında birisi bu oku bulup Kurı Han’a getirdi. Korı Han, ‘O sadakat ve
samimiyetinden dolayı bu oku bana getirdi’ dedi. Ona iyi davranıp kendi ‘leşker-keş- beyliği
ile görevlendirdi; ona bir yer ve yüksek rütbe verdi.” (Togan, 1972, s. 64). Burada Kurı
Han, Sarı-kul’a verdiği rütbe bizce ordu kumandanlığından ziyade yüksek seviyedeki nöker naipliği olabilir. Sarıkul’un gerçek bir nöker ve/veya nöker başı olduğu
ilerleyen satırlarda ortaya çıkacaktır. Kurı Han, kendisine kurulan oyuna ve atılan
iftiraya daha fazla alet olmamak ve babasına karşı gelmemek için yurdunu terk etmek istediğinde Sarıkul ona engel olur; ikisi arasında duygusal bir konuşma geçer:
“(…) bu Antlıq Sarıqulbaş’dır, yani benimle dostluk andı içen. Eğer kardeşlerim olsalardı atları siyah ve kutası da beyaz olurdu” dedi. Birbirlerine yetişince atlarından indiler; Sarıqulbaş Qorı-Tekin’in el ve ayaklarından öptü ve ağladı. Qorı-Tekin “ey vefalı
dostum” dedi. “Üzerimde pek çok hakkın geçmiştir. Kardeşlerim yerine de sen geldin.
Geri dön, evine ve çocuklara bak. Ben kendi suçsuzluğumu biliyorum; yine biliyorum
ki sağ-selamet döneceğim. Eğer netice başka türlü olursa evime ve çocuklarıma sen
bak”. Antlıq Sarıqulbaş ağlayarak “geri dönmiyeceğim, iyi kötü seninle beraber olacağım” dedi (Togan, 1972, s. 66-67).
Bu paragraf nökerlik kurumunun özelliklerini göstermesi bakımından önemlidir.
Öncelikle, Sarıkul nökerbaşılığına yükseltildikten sonra ismi değişmiş Sarıqulbaş
olmuştur ve bundan da önemlisi Türklerde geçmişi kadim zamanlara dek uzanan
and içmeye bağlı gelişen kan kardeşliği ve andalık kurumu Sarıqul’un ismine bir
sıfat olarak eklenmiş ve Antlıq Sarıqulbaş olmuştur.
2
Dede Korkut hikâyelerinde de beylerbeyi Kazan Bey’in naibinin adı Sarı Kılbaş’tır.
183
ERHAN AKTAŞ
Destanda ismi geçen ve nökerlik hizmetinde gördüğümüz son kişi ise Suvar topraklarından gelen Suvar isimli kişidir. Yukarıda bahsi geçen Kurı Han’dan sonra önce
kendisinin akrabalarından Oyunak daha sonra da onun oğlu Arslan Han tahta oturur. Arslan Han’ın kırk hacibi ile Suvar ülkesinden satın aldığı Suvar adında bir gulamı
(içoğlanı) vardı. Çok hünerli, kahraman, çevik ve canayakın idi. Padişah ona çok yakınında
yer verdi. Öylesine inaq idi ki beylerin ve vezirlerin huzurunda Padişahın kulağına gizlice söz
söyleyebiliyordu (Togan, 1972, s. 68). Görüldüğü üzere Arslan Han’ın da kırk yiğidi
mevcuttur ancak ondan da önemlisi bu kırk hizmetkârdan daha üst seviyede olan
Suvar adlı nökeri vardır. Suvar oldukça müspet bir karaktere sahiptir; hatta kendisini
çekemeyip Arslan Han ile arasını bozmak isteyenler bile onun hakkını verirler: Ama o
çevik ve kahraman bir adamdır. Her türlü iş ve hizmetin ortasından pişip gelmiştir. Bütün
dünya ve padişahlık işlerini, yeyip, içme, at, katır ve deve gibi hayvanların yemlerini, elbise,
giyim ve donatım hususlarını iyice düzenlemiş ve plânlamıştır (Togan, 1972, ss. 68-69).
Arslan Han yetmiş yıl devletin başında kalırken subaşılık (emâret-i leşker), naiblik ve
hacibliği hep Suvar’a bırakmıştır. (Togan 1972: 71).
Yukarıda bahsettiklerimizden yola çıkarak söz konusu anlatmadaki nökerlik kurumunun durumu şu şekilde özetlenebilir: Sahip oldukları özellikler ve bulundukları
konum nedeniyle nökerlik kurumu içerisinde değerlendirdiğimiz şahısların büyük
bir çoğunluğunun ismi zikredilmiştir. Bunun haricinde yine tiginlerin ve diğer beylerin yanında dokuz bin, yüz ve üç yüz süvari bulunmaktadır. Her ne kadar sayıca fazla
olmalarından dolayı tek tek isimleri verilmese de muhafız grubu içinde önemli yere
sahip oldukları görülmektedir. Bizce burada daha önemli olan bizzat isim verilerek
anılan nökerlerin durumudur. Bu nökerlerin bir kısmı kendi istekleriyle Han’ın maiyetine katılarak bizzat nöker olmuşken bir kısmı Han’ın kölesi iken daha üst mertebelere ulaşmış kişilerdir. Kölelikten gelmiş olsalar dahi nökerlik gibi önemli bir mevkie getirilmelerinde bir beis görülmemiştir. Bir diğer husus isimleri doğrudan zikredilen bu nökerlerin tarihî kişiliklerle benzerlik taşıyan şahsiyetler olduğu durumudur ki söz konusu eseri tercüme eden âlim Zeki Velidî Togan tercümenin sonunda
yapmış olduğu notlandırmalarda bunlardan bahsetmiştir (Togan, 1972, ss. 128-147).
Yalnızca Oğuz grubunda değil diğer Türk boyları arasında da önemli yere sahip
KDD’de nökerlik kurumuna bir hayli zengin örneklerle rastlıyoruz. Dede Korkut
Kitabı’nda, nöker ifadesi çok sayıda geçmemekle birlikte kırk yiğit, kırk kız, kırk ince
kız gibi 40 formel sayısıyla oluşturulmuş alp ve hizmetkâr sınıfına ait mensuplara
rastlıyoruz. Neredeyse boylarda yer alan beylerin veya alpların kırk yiğidi vardır.
Genel manada müspet tip örneği gösteren bu alpların bazen beylerine zararı dokunmaktadır. Boğaç Han hikâyesinde, Dirse Han’ın oğlu ad aldıktan sonra kendisine
beylik ve taht vermesinden sonra Boğaç’ın babasının kırk yiğidini hatırlamamasını
kıskanan kırk yiğit, Dirse Han’ın oğlu Boğaç Han ile annesi arasında dedikodu çıkartarak baba oğlu karşı karşıya getirirler (Ergin, 1997, s. 83). Kırk yiğidin, beyini kıskanması olayına Bamsı Beyrek boyunda da rastlarız. Kendisine Banu’dan kırmızı bir
kaftan gelince kırk yiğidine bu iş hoş gelmez, Beyrek’i kıskanırlar. Çünkü Beyrek
kırmızı, kendileri beyaz kaftan giymektedir. Beyrek ise bunun kıskanılacak bir durum olmadığını önce naibinin sırasıyla da otuz dokuz yiğidinin giyip sonrasında bir
dervişe vermelerini ister. Mesele çözüme kavuşmuş olur (Ergin, 1997, s. 129). Kırk
yiğidin bağlı olduğu beylerine karşı olumsuz tavırlarda bulunması yalnızca Dede
184
OĞUZNÂMELERDE NÖKERLER VE NÖKERLİK KURUMU
Korkut anlatmalarında değil Türkmenistan sahası Köroğlu anlatmalarında görülen
bir durumdur. Araştırmacı Halil İbrahim Şahin, bazen bu kırk yiğidin Köroğlu’nun
yaptıklarını onaylamadıkları gibi, bazen onunla savaşa girmek istemediklerini belirtirken,
kırk yiğidin takındığı bazı olumsuz tavırlara rağmen Köroğlu’nun bu yoldaş alplarıyla daha güçlü olduğunu söyler (Şahin, 2012, ss. 308-309). Bazı boylarda merkezî
kahramanın kırk yiğidinin sayısının daha fazla olduğunu görüyoruz. Begil oğlu
Emren boyunda Emren’in kendi maiyetinde 300 yiğidi vardır (Ergin, 1997, s. 221).
Müspet kahramanlarda görülen has savaşçılar rakip olan kâfir askerlerde de mevcuttur. Yine Emren boyunda tekfurun 100 seçme askeri bulunurken (Ergin, 1997, s. 222),
Kan Turalı boyunda bu sayı altı yüze çıkar (Ergin, 1997, s. 193).
Dede Korkut kahramanlarının her daim yanlarında olan kırk yiğidiyle arası genel
manada olumludur. Alplar bu yiğitlerini çok severler ve gerekirse onlar için kendisinin can vereceğini söylerler. Bu sevgiyi Kazan Bey’in oğlu Uruz: Berü gelün kırk yoldaşum / Size kurban olsun menüm başum şeklinde ifade ederken (Ergin, 1997, s. 161)
Kan Turalı da benzer bir ifade kullanır: Hey kırk işüm kırk yoldaşum /Kurban olsun size
menüm başum (Ergin, 1997, s. 193). Bazı hikâyelerde kırk yiğidin tümü beyleri için
şehit olmaktadır. Kazan Bey oğlu Uruz’un canına kasteden kâfirlere karşı gelen kırk
yiğit, sayıca fazla olan kâfir askerleri karşısında güç yetiremez ve tümü birden şehit
olur (Ergin, 1993, ss. 161-162). Bazı kahramanlar ise genelin aksine kendi maiyetinde
askerleri yoktur. Alp Yigenek’in kırk yiğidi yoktur ancak Kazan Han kendisine babasını kurtarması için emrine aralarında Delü Tundar, Dülek Evren, İlalmış, Rüstem,
Delü Evren ve Soğan Saru’nun da bulunduğu 24 sancak beyini verir (Ergin, 1997, s.
201).
Yukarıda örneklerinin verdiğimiz edebî eserlerin haricinde, şecere niteliğindeki yarı
tarihî yarı edebî bazı eserlerin giriş kısımlarında küçük hacimli Oğuznâme örneklerine rastlamaktayız. Bunlardan biri olan Ebulgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terakime
adlı eserindeki Oğuznâme parçasında ise nöker vasfına sahip bir kişiye anlatının
sonlarına doğru rastlıyoruz. Oğuz Han, ismi verilmeyen bir nökerini Şam vilayetinde
iken göndererek daha sonra oğullarından bulmasını isteyeceği ok ve yayı saklamasını ister (Sakaoğlu-Duymaz, 2006, s. 234). Hatırlanacağı üzere UOKD’de Oğuz Kağan’ın altı oğlu haricinde ismi geçen bir diğer isim ise nazırı olan Uluğ Türk’tür.
Uluğ Türk rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok görür. Bunlar Oğuz Kağan’ın
oğulları için devlet ve ikbal müjdesidir. Bu rüya üzerine Oğuz Kağan oğullarını doğuya ve batıya avlanmaya gönderir, oğulları av sonrasında bu yayı ve okları bulur.
Ok ve yayları haber veren kişi UOKD’da Uluğ Türk’tür. UOKD’daki Uluğ Türk
Şecere-i Terakime ve Şecere-i Türk’te yerini Oğuz Han’ın nökerine bırakmıştır.
Uzunköprü Rivayetinde Oğuz Kağan anlatmasında geçen nöker ifadesi ise bizzat
Oğuz Han’ın en yakın ve mahir savaşçılarını anlatılmakla birlikte ancak kelimenin
tercümesi hizmetçi olarak yapılmıştır: “Oğuz işlerin tamamını özünü bildi / Hizmetçilerle
birliktir sözi / Hizmetçilere dedi: Tanrım bir ve var / Gönlü dar kılma (o) bizi koruyucudur /
Bu söz ile bütün hazır oldular / Uruş desturunu durup istediler (Sakaoğlu-Duymaz, 2006,
s. 244). Destanın bir başka yerinde Oğuz’un bizzat ad verdiği Halaç, Kınıklı, Karluk,
Kıpçak ve Uygur nöker olarak tavsif edilir ki (Sakaoğlu-Duymaz, 2006, s. 245) bu
isimler UOKD ile ROD’da da geçmesine rağmen bu kişilerden sadece Oğuz’un tebası
olan kişiler olarak bahsedilmiştir. Buradaki ifade diğerlerine göre farklılık arz eder.
185
ERHAN AKTAŞ
AO’da nöker kelimesi geçmemekle birlikte anlatmanın bir yerinde Oğuz Han gulamlarından birini ferman ile çağırtarak kendisine bir ok ve yay verir ve bunları maşrık
çölüne gömmesini emreder. Bunlar daha sonra Oğuz Han’ın oğulları tarafından
bulunacak ve kendilerine bu ok ve yay üzerinden vasiyette bulunacaktır. Destanda
her ne kadar bu göreve layık görülen kişi köle olarak adlandırılsa da işin önemi büyüktür, Oğuz Han’ın bunu maiyetinin haricinde birine vermesi düşünülemez (Aça,
2003, ss. 245-246). Aynı durum Şecere-i Terakime’deki Oğuznâme’de de geçer ve söz
konusu köle, maiyetindeki bir kişi olarak zikredilirken (Sakaoğlu-Duymaz, 2006, s.
234) araştırmacı Bahaeddin Ögel bunu Oğuz Han’ın nökeri olarak belirtir (Ögel, 1993,
s. 205).
Yukarıda ana hatlarıyla anda, kırk yiğit ve nökerlik kurumları bünyesince çıkarmaya
çalıştığımız şahıs kadrosuna göre nökerlik kurumu ya da Emel Esin’in de ifade ettiği
gibi alplık kurumu dairesinde değerlendirebileceğimiz anlatılarda farklı unvanlarla
anılan kişiler bulunmaktadır. Yine anlatmalarda kullanım alanlarının genişliğine
paralel olarak nöker ifadesinin çeşitlilik içeren bir anlam ve kullanım dünyası mevcuttur. Kırk yiğit ifadesi, merkezî destan kahramanının her daim yanında olan otağ
içi hizmetlerini gören, onların her türlü mahremini bilen hizmetçiler olarak değerlendirilebileceği gibi savaş meydanında kahramanı hiç yalnız bırakmayan gerektiğinde tümüyle can vermek durumunda kalan kişilere karşı gelmektedir ki bunlar
nökerden başka kimse değildir. Tarihçi İlhan Erdem Akkoyunlu Ordusundaki birimleri konu edindiği çalışmasında nökerler için ayrı bir başlık açmış, nökerleri muharip
(zırhlılar ve okçular) ve hizmetkâr olarak ikiye ayırmıştır (Erdem, 1991, ss. 89-90).
Ancak bunun yanı sıra, bağlı bulunduğu bey ile bizzat beraberce ya da onun emriyle
yeni yurtlar fetheden ve fethettiği yurda beyinin emri ve izniyle sahip olan, o coğrafyaya isim veren bir nöker tipi de tarihî gerçekler ışığında yukarıda bahsi geçen destanlarda mevcuttur.
Köroğlu anlatmalarında olduğu gibi nasıl kırk yiğit ifadesi olduğu hâlde Köroğlu’nun belli başlı “deli” veya “koçak”larının ismi geçiyorsa burada değerlendirmeye
çalıştığımız Oğuz destanlarında yer alan isimleri bizzat ve özellikle vurgulanan nökerler ile kırk, üç yüz veya altı yüz gibi çokluk bildiren sembolik yapıların durumu
da aynıdır.
Biz, Halil İnalcık’ın yoldaşlık/nökerlik bahsinde ifade ettiği ve Osman Bey zamanında en güzel şekliyle görülen yoldaş/nöker/anda kurumunun ilk örneklerinin Oğuz
destanları içindeki karakterler bünyesince görüldüğü kanaatindeyiz. Destanlardaki
hanlar ve beylerbeyini bir kenarda tutacak olursak geri kalan beyler silsile hâlinde
nökerlik kurumunun birer üyesidir. Bu durum, söz konusu nökerlerin anlatılardaki
bahsediliş şekline göre bir önem sırasına konabilir. İsmi hiç anılmayan kırk, altmış,
üç yüz, dokuz bin yiğit ile sadece nöker ismiyle zikredilenler bu sıranın en altında
yer alırken UOKD’da bizzat Oğuz Kağan’ın isim ve yaşam coğrafyası atadığı kişiler
Saklap, Kıpçak, Karluk, Kalaç, Kangaluğ; ROD’da Ulaş, Ulad, Alan, Bulan, Dîb
Cenkşu, Dürkeş, Antlıq Sarıqulbaş, Suvar; KDD’de Kıyan Selçuk, Deli Dündar, Dülek Evren, Ters Uzamış, Alp Rüstem, Alp Eren vb. gibi daha somut karakterler üst
sıralarda yer bulmaktadır. Bağlı bulundukları han veya varsa beylerbeyine tâbi; akın
ve av zamanlarında onlardan izin alan ve fetihlere birlikte çıkan, ganimet ve yurtluk
paylaşımında bulunup beylik alan, kendi nöker birlikleri olan bu kişiler nökerlik
186
OĞUZNÂMELERDE NÖKERLER VE NÖKERLİK KURUMU
kurumunun önem sırasına göre değişiklik arz eden üyeleridir. Bu sebeple nökerlik
kurumu içinde yer alan kişilerin şu gruplandırma içinde değerlendirilmesi gerektiği
kanaatindeyiz:
1. Nutug, yurtluk vb. veya daha geniş toprakların kendilerine verilmesiyle o coğrafyanın ekonomik, siyasal ve askerî varlığını sağlayıp aynı zamanda “bey” veya
“beylerbeyi” vasfını taşıyan nökerler.
2. Hanların, beyleri, beylerbeylerinin, bey oğullarının özel ve en yakın konumlarında
bulunan; akınlara ve avlara katılıp genel ordu sisteminden bağımsız bir muharip
yapıda bulunan silahlı fedailerden oluşan nökerler.
3. Kahramanların şahsî yani otağ içi hizmetini gören nökerler.
Bir bildiri hacminde ele aldığımız konu içinde faydalandığımız eserlerin sayısı ve
hacmi malumdur. Konu öncelikle tüm Oğuz grubu Türk destanları içerisinde daha
sonra diğer Türk gruplarının destancılık geleneği içinde değerlendirildiğinde daha
zengin ve farklı tipolojik yapılarla karşılaşılacağı aşikârdır.
KAYNAKÇA
Aça, M. (2003). Oğuznamecilik Geleneği ve Andalıp Oğuznamesi. İstanbul: IQ Yay.
Agacanov, S. G. (2004). Oğuzlar. (E. N. Necef ve A.t Annaberdiyev, Çev.). İstanbul:
Selenge Yay.
Bang, W. ve Rahmeti, R. R. (1936). Oğuz Kağan Destanı. İstanbul: Burhaneddin Basımevi.
Beckwith, C. I. (2011). İpek Yolu İmparatorlukları (Bronz Çağı’ndan Günümüze Orta Asya
Tarihi). Ankara: ODTÜ Yay.
Caferoğlu, A. (2010). Türk Tarihinde ‘Nöker’ ve ‘Nöker-zâdeler’ Müessesesi. IV. Türk
Tarih Kongresi Bildirileri. Ankara: TTK Yay.
Çobanoğlu, Ö. (2003). Türk Dünyası Epik Destan Geleneği. Ankara: Akçağ Yay.
Düzgün, D. (2010). Türk Gölge Oyunu Karagözde İstanbul Hayatı. Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi. S. 43. 25-33.
Erdem, İ. (1991). Ak-Koyunlu Ordusunu Oluşturan İnsan Unsuru. A.Ü.D.T.C.F. Tarih
Araştırmaları Dergisi. XV/26. Ankara. 85-92.
Ergin, M. (1997). Dede Korkut Kitabı I Giriş-Metin-Faksimile. Ankara: TDK Yay.
Esin, E. (2001). Türk Kozmolojisine Giriş. İstanbul: Kabalcı Yay.
Günal, Z. (2007). Nöker. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. C. 33, 216-217.
Güneş, A. (2012). Oğuz Grubu Türk Kahramanlık Destanlarında Kadın. Ankara: Kurgan
Edebiyat.
İnalcık, H. (2012). Devlet-i ‘Aliyye: Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-I. İstanbul: İş Bankası Kültür Yay.
İnan, A. (1998). Türk Destan ve Masallarında ‘Kırklar’ Motifi. Makaleler ve İncelemeler.
I. Cilt, Ankara: TTK Yay.
Kaplan, M., Akalın, M. ve Bali, M. (der). (1973). Köroğlu Destanı. Ankara: Sevinç Matbaası.
Naskali-Gürsoy, E. (1995). Manas Destanı’nda Kırk Yiğit (Niçin Kırk Yiğit?). Manas
1000 Bişkek Bildirileri. Ankara: AKM Yay. 121-125.
Paydaş, K. (2003). Ak-Koyunlu Devlet Teşkilatı. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü (Yayımlanmamış doktora tezi).
187
ERHAN AKTAŞ
Sakaoğlu, S. ve Duymaz, A. (2006). İslamiyet Öncesi Türk Destanları (İncelemelerMetinler). İstanbul: Ötüken Yay.
Sümer, F. (1959). Oğuzlara Ait Destanî Mahiyetde Eserler. Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi. Ankara C. 17. S. 3-4. 359-456.
Sümer, F. (1980). Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları. İstanbul: Elif
Ofset.
Şahin, H. İ. (2011). Türkmen Destanları ve Destancılık Geleneği. Konya: Kömen Yay.
Togan, A. Z. V. (1972). Oğuz Destanı Reşideddin Oğuznamesi, Tercüme ve Tahlili. İstanbul: Enderun Yay.
Tuna, O. N. (1972). Osmanlıcada Moğolca Ödünç Kelimeler I. Türkiyat Mecmuası
XVII. İstanbul. 209-250.
Uzunçarşılı, İ. (1970). Osmanlı Devlet Teşkilatına Medhâl. Ankara.
Vladimirtsov, B. Y. (1944). Moğolların İçtimai Teşkilatı Moğol Göçebe Feodalizmi. Ankara:
TTK Yay.
Vladimirtsov, B. Y. (2005). Mongol’skoe Nökür, Moskva: RAN.
188
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
ÇİN KAYNAKLARINDA DOKUZ OĞUZ MESELESİ: SAYISAL YAPISI
ER K İN EKREM
Türk tarih araştırmacılarının ilgisini çeken en karmaşık sorunlardan biri Dokuz Oğuz
meselesidir. 1936 yılında Paul Pelliot (1878-1945), Dokuz Oğuz meselesinin aydınlanması zor bir konu olduğunu ifade etmiştir.1 Orhun Yazıtı ve İslam kaynaklarında
yer alan Dokuz Oğuz adının Çin kaynaklarında karşılığı olmamasına rağmen, bugüne kadar birçok araştırmacı konu ile ilgili sorunları çözmeye çalışmıştır.2 Haneda
1
Paul Pelliot, Review: Historical and Commercial Atlas of China by Albert Herrmann, T’oung
2
Haneda Tōru 羽田亨, 「九姓回鶻と Toquz Oγuz との関係を論ず」, 『東洋學報』Toyo Bunko
Pao, Second Series, Vol. 32, Livr. 5, 1936:367-368.
第 9 巻第 1 號 (1919 年 1 月), 頁 1-61; 141-145; Haneda Tōru 羽田亨,「九姓回鶻と Toquz Oγuz
との関係を論ず」, 『羽田博士史學論文集』(上卷) <歴史篇>, 東京: 同朋舎, 1957:325-382;
Haneda Toru 羽田亨, 「九姓回鶻と Toquz Oγuz との關係を論ず-補遺 (一) 」, 『羽田博士史
學論文集』(上卷) <歴史篇>, 東京: 同朋舎, 1957:382-386; Haneda Toru 羽田亨, 「九姓回鶻と
Toquz Oγuz との關係を論ず-補遺 (二) 」, 『羽田博士史學論文集』(上卷) <歴史篇>, 東京: 同
朋舎, 1957:386-394; W. Barthold, “Tog̲h̲uzg̲h̲uz”, First Encyclopaedia of Islam: 1913-1936, Vol.
VIII, Leiden: B. J. Brill, 1993:805-806; Hashimoto Masukichi 橋本增吉, 「九姓回鶻の問題に就
いて」, 『史潮』巻 3 號 1
(1933 年 03 月), 東京: 大塚史學會, 頁 1-32; Onogawa, Hidemi 小
野川秀美, <鐵勒の一考察>,『東洋史研究』
第 5 卷第 2 號 (1940 年 2 月), 頁 89-127; F. Lászlό, “Die
Tokuz-Oguz und die Köktürken”, in Analecta Orientalia memoriae Alexandri Csoma de Körös dicata, Band I, Ofenpest, 1942:103-109; Vladimir Minorsky “Tamīm ibn Baḥr’s Journey to the
Uyghurs”, Bulletin of the School of Oriental and African Studies (University of London), Vol. 12,
No. 2, 1948:275-305; Yamada Nobuo 山田信夫,
「九姓回鶻可汗の系譜-漠北時代ウイグル史
覚書」, 『東洋學報』Toyo Bunko, 第 33 巻第 3-4 號 (1951 年 10 月), 頁 90-113; Edwin G.
Pulleyblank, “Some Remarks on the Toquzoghuz Problem”, Ural-Altdische Jahrbücher, Band 28,
Heft 1-2, 1956:35-42; Liu Mau-tsai, Die chinesischen Nachrichten zur Geschichte der Ost-Türken
(T'u-küe),
Wiesbaden:
Otto
Harrassowitz,
1958:591-593,
not
831;
James
Hamilton,
“Toquz-oγuz et On-uyγur”, Journal Asiatique, Vol. 250, No.1, 1962:23-63; James Hamilton,
“Toķuz-Oġuz ve On-Uyġur” (Çev. Yunus Koç), Türk Dilleri Araştırmaları, cilt VII, Ankara: Simurg Yayınları, 1997:187-232;
Faruk Sümer, “Dokuz Oğuzlar”, İslam Ansiklopedisi, cilt 12 (1), İstanbul: Milli Eğitim Basımevi
189
ERKİN EKREM
Tōru’nun (1882-1955) 1919 yılında, Çin kaynaklarında yer alan Dokuz Soylu Uygur
九姓回鶻 ile Orhun Yazıtları ve İslam kaynaklarında yer alan Dokuz Oğuz arasındaki ilişki ve mahiyetleri üzerindeki araştırmalarıyla bu konudaki çalışmaların temeli
atılmış olacaktı, fakat sözü geçen araştırmalar günümüzde de sürmektedir. Bütün bu
çalışmalarda, Çin kaynaklarında geçen Türk federasyonunun Tie-le 鐵勒, söz konusu Oğuz olabileceği, en azından Tang Sülâlesi dönemi (618-906) kayıtlarında geçen
Tie-le topluluğuna bağlı boyların Oğuz olabileceğinden bahsedilebilir. Aynı zamanda
Çin kaynaklarında geçen Dokuz Soylu Tie-le 九姓鐵勒, Dokuz Soylu Hui-he 九姓回
紇 (Uygur) ve Dokuz Soylu Hui-hu 九姓回鶻 gibi boylar birliğinin Dokuz Oğuz
olabileceği ortaya konulmuştur. James Hamilton aynı zamanda Dokuz Oğuz
(Toquz-oγuz) ile On Uygur (On-uyγur) arasındaki farkı da ortaya koymuştur. Ancak
konu ile ilgili bazı problemler henüz çözülemediği gibi, Dokuz Oğuz yani Çin kaynaklarındaki Dokuz Boylu’nun hangi alt gruplar yani aşiret ya da uruglar tarafından
oluştuğuna dair sorunlar neticelenememiştir. Bu bildiride söz konusu sorunlar bağlamında çözüm arayışlarının ortaya konulması hedeflenmektedir.
I.
Dokuz Oğuzların Sayısal Sorunu
Çin kaynaklarında Dokuz Boylu 九姓 yani Dokuz Oğuz adı ilk defa 630 yılının 2.
ayına (20 Mart-17 Nisan 630) ait bir kayıtta görülmektedir.3 Dokuz Soylu Tie-le 九姓
鐵勒 adı ilk defa 646 yılının 6. ayında (18 Temmuz-16 Ağustos 646) Tang Sülâlesinin
Orhun bölgesine hâkim olan Xue Yan-tuo 薛延陀 (*Türk Sır Bodun) Kağanlığına
(630-646) son vermek üzere Dokuz Soylu Tie-le boyundan destek arama girişimi ile
kayıtlara geçmiştir.4 Bazı kaynaklarda Tie-le Dokuz Boylu 鐵勒九姓 olarak da geçmektedir.5 Dokuz Soylu Tie-le adı yalnızca Tie-le olarak kullanılmıştır. Diğer kaynaklarda Chi-le Dokuz Boylu 敕勒九姓 ya da Dokuz Boylu Chi-le 九姓敕勒 şeklinde yazılmıştır.6 Tie-le ile Chi-le aynı sesin farklı yazılışıdır.7 Ayrıca bazı kaynaklar
olayı 648 yılının 6. ayında yaşandığını kaydetmektedir.8 Dokuz Boylu Uygur 九姓迴
鶻 (Jiu-xing Hui-hu) adı ise Orhun Uygur Devletinin (745-840) kurulmasıyla birlikte
1974:420-427; Katayama Akio 片山章雄, 「Toquz Oγuz と「九姓」の諸問題について」,『史學
雜誌』Shigaku Zasshi 第 90 編第 12 號 (1981 年 12 月 20 日), 頁 39-55, 119-120; T. Senga, “The
Toquz Oghuz Problem and the Origin of the Khazars” Journal of Asian History, Vol. 24 No. 1
(1990), pp. 57-69; Peter B. Golden, “Tog̲h̲uzg̲h̲uz”, The Encyclopaedia of Islam (Second Edition),
Vol. X, Leiden: E. J. Brill, 1960-2005, pp. 555b-556a; 華濤, <穆斯林文獻中的托古茲古思>,《西域
研究》1991 年第 2 期, 頁 61-78; Jeong Jaehun 丁載勳, 「위 구 르 初期 (744-755) ‘九姓回紇’의 部
, 東洋史學硏究』第 68 輯 (1999 年 10 月),
族構成: ‘토 쿠 즈 오 구 즈 (Toquz Oγuz)’ 問題의 再檢討」『
頁 103-135; Jeong Jaehun 丁 載 勳 , 『 위 구 르 유 목 제 국 사 (744~840) 』 ,
서울
:
문학과지성사
,
2005:89-135.
3
劉昫, 《舊唐書》卷 67 <李勣傳>, 北京:中華書局, 1975:2485; 司馬光, 《資治通鑑定》卷 193 <
貞觀四年>, 北京:中華書局, 1956:6072.
4
劉昫, 《舊唐書》卷 199b <北狄•鐵勒傳>, 北京:中華書局, 1975:5348
5
劉昫, 《舊唐書》卷 121 <僕固懷恩傳>, 1975:3477
6
司馬光,《資治通鑑》卷 198 <貞觀二十年六月>, 北京:中華書局, 1956:6237.
7
歐陽修,《新唐書》卷 217a <回鶻傳上>, 北京:中華書局, 1975:6111
8
王欽若等編,《冊府元龜》卷 985 <外臣部•征討四>, 北京:中華書局, 1994:11573b; 王欽若等編,《冊
府元龜》卷 973 <外臣部•助國討伐>, 1994:11432b
190
ÇİN KAYNAKLARINDA DOKUZ OĞUZ MESELESİ: SAYISAL YAPISI
kayıtlarda görülmüştür.9 Hatırlatmak gerekirse, bu dönemde Uygur adı için Hui-hu
迴鶻 karakteri kullanılmamaktadır, dolayısıyla bu belgenin sonradan ilave edilmiş
olması ihtimali kuvvetlidir. Dokuz Boylu Uygur adı Çin kaynaklarında 11. yüzyıla
kadar kullanılmıştır. Song Sülalesi İmparatoru Ren-zong’un 宋 仁 宗 (1022-1063)
Kang-ding saltanat devrinin birinci yılın yedinci ayında (20 Ağustos 1040) saraya
yazılmış bir mektupta Dokuz Boylu Uygur 九姓回紇 adı geçmektedir.10
CTS 舊 唐 書
(945)
THY 唐 會 要
(961)
9
[Eski Tang Sülâlesi Tarihi]: Uygurlarda on bir Tutuk 都督 vardır,
bunlar aslında Dokuz Boylu kavimlerdendir. [Dokuz Boylu
kavimlerin] biri Yaglakar 藥羅葛, yani kağanın soyadıdır; ikincisi *Uturkar/Uturγur/Utriγur/ Utiγur/ Utiγer 胡 咄 葛
(γuo-tuət-kât); üçüncüsü *Kurebir/ Kürebür/ Küremür 咄羅勿
(tuət-lâ-miuət); dördüncüsü *Boksïkït/ Bakasïkïr 貊 歌 息 訖
(Mok-kâ-siək-kiət); beşincisi *Aβirčaγ/ Äβüčäk 阿 勿 嘀
(â-miuət-tşêk); altıncısı Kâr-sâr/ Kasar 葛薩 (kât-sât); yedincisi
*Xuγuzu 斛 嗢 素
(γuk-uət-suo); sekizincisi *Yabutkar/
Yäbütkär/ Yaγmutkar/ Yaγmurkar/ Yabūttäkarä 藥 勿 葛
(iak-miuət-kât/ yag-mvür-kâr) ve dokuzuncusu Ayavïrä/ Ayabïrä
奚耶勿(γiei-ia- miuət/xiei-ya-mvür). Her bir kavmin 部落 başında bir Tutuk bulunmaktadır. Basmilleri mağlup edince bir
kavim kazanılmıştır, Karlukları mağlup edince bir kavim daha
kazanılmıştır, bu ikisinin üzerine birer Tutuk yerleştirilmiştir.
Böylece on bir kavim olarak bilinmektedir. Her çatışma ve
savaşta bu iki misafir kavim 二客部落 daima öncü ordu olarak
kullanılmıştır.
有十一都督,本九姓部落:一曰藥羅葛,即可汗之姓;二曰胡咄
葛;三曰咄羅勿;四曰貊歌息訖;五曰阿勿嘀;六曰葛薩;七曰
斛嗢素;八曰藥勿葛;九曰奚耶勿。每一部落一都督。破拔悉密,
收一部落,破葛邏祿,收一部落,各置都督一人,統號十一部落。
每行止鬬戰,常以二客部落為軍鋒。11
[Tang Sülâlesi Önemli Dökümanlar]: Tian-bao saltanat devrinin
(742-756) başında Uygur Yabgusu Yi-biao-bi 逸標苾 (Kutluk
Bilge Kül Kağan, 745-747) [Gök] Türklerin Küçük Şad’ın 小殺
(Bilge Kağan, 716-734) torunu Özmiş Kağan’a 烏蘇米施可汗
(742-744) saldırarak onu öldürmüştür. Kısa bir süre sonra
[Yi-biao-bi] kendisini Dokuz Boylu Kağan 九姓可汗 olarak
ilan etmiştir. Bundan böyle bugüne kadar Dokuz Boylu unvanını ayrıca taşımaya başlamıştır. Böylece güneye doğru taşınmış ve [Gök] Türklerin eski yerine oturmaya başlamıştır. […]
On bir Tutuk ve Dokuz boylu kavimi 九姓部落 vardı. Her bir
kavime bir Tutuk yerleştirmiştir ve sülâlesinde 族 itibarlı
kimseler bu göreve seçilmektedir. Basmıl ve Karlukları mağlup
ettikten sonra onları birer kavim olarak [bünyesine] aldığı gibi
王溥, 《唐會要》卷 100 <葛邏祿國>, 京都:中文出版社, 1978:1788.
10
脫脫等, 《宋史》卷 324 <張亢傳>, 北京: 中華書局, 1977:10485.
11
劉昫, 《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5198.
191
ERKİN EKREM
TPHYC 太 平
寰
宇
記
(976-983)
12
başlarına birer Tutuk yerleştirmiştir. Her çatışma ve savaşta bu
iki misafir kavim öncü ordu olarak kullanılmıştır. Onların Dokuz Boylu ise biri Uygur 迴 紇 , ikincisi Bukut/Buku 僕 固
(b’uk-kuət), üçüncüsü Hun/Kun 渾 (γuən), dördüncüsü Bayırgu/ Bayirku/ Bayarku 拔野古 (b’wat-ia-kuo/b’wat-iäi-kuo), beşincisi Tongra 同羅 (d’ung-ld), altıncısı Sïγïr/Sïkïr 思結 (si-kiet,
İzgil), yedincisi Qi (K’i)-bi 契苾 (k’iei-b’iet) boyudur (Yukarıdaki yedi boylu kavim 七姓部, [Tang Sülâlesi] ülkesi (618-906)
kuruluşunun başlangıcından beri tarih kayıtlarında geçmektedir). Sekizincisi A-bu-si 阿 布 思 , dokuzuncusu Gu-lun
Wu-gu-kong 骨崙屋骨恐 (Bu iki boy Tian-bao saltanat devrinin [başlamasından] sonra diğer yedi boy ile eşit olarak sıralamaya katılmıştır).
天寶初,迴紇葉護逸標苾,襲滅突厥小殺之孫烏蘇米施可汗。未
幾,自立為九姓可汗,由是至今兼 1744 九姓之號,因而南徙,居
突厥舊地,依烏德健山、嗢昆河居焉。雖行逐水草,大抵以北山
比中國之長安城,直南去西城一千七百里,西城,即漢之高闕塞。
北去磧口三百里。有十一都督,九姓部落。一部落置一都督,於
本族中選有人望者為之。破拔悉密及葛邏祿,皆收一部落,各置
都督一人,每行止戰鬥,以二客部落為鋒。其九姓一曰迴紇,二
曰僕固,三曰渾,四曰拔曳固,即拔野古,五曰同羅,六曰思結,
七曰契苾。以上七姓部。自國初以來。著在史傳。八曰阿布思,
九曰骨崙屋骨恐,此二姓天寶後始與七姓齊列。12
[Taiping Devri Evrensel Coğrafyası]: Tian-bao saltanat devrinin
(742-756) başından itibaren Uygur Yabgusu Yi-biao-bi 逸標苾
(Kutluk Bilge Kül Kağan, 745-747) [Gök] Türklerin Küçük
Şad’ın 小殺 (Bilge Kağan, 716-734) torunu Özmiş Kağan’a 烏
蘇米施可汗 (742-744) saldırarak onu öldürmüştür. Kısa bir süre
sonra [Yi-biao-bi] kendisini Dokuz Boylu Kağan 九 姓 可 汗
olarak ilan etmiştir. Bundan böyle bugüne kadar Dokuz Boylu
unvanı ayrıca taşımaya başlamıştır. Böylece [siyasî merkez]
güneye doğru taşınmış ve [Gök] Türklerin eski yerinde oturmaya başlamıştır. [Burası] Ötüken dağları 烏德犍山 ve Orhun
nehrine 嗢昆河 yaslanmış durumdadır. […] On bir Tutuk ve
Dokuz boylu kavimi vardır. Her bir kavime bir Tutuk yerleştirmiş ve sülâlesinde 族 itibarlı kimseleri bu göreve seçmektedir. Basmıl ve Karlukları mağlup edikten sonra birer kavim
olarak [bünyesine] aldığı gibi başlarına birer Tutuk yerleştirmiştir. Her çatışma ve savaşta bu iki misafir kavim öncü ordu
王溥, 《唐會要》卷 98 <迴紇>, 1978:1743-1744. Luo Mi’nin 羅泌 (1131-1189) hazırladığı
eserinde de son iki boyun Tian-bao saltanat devrinden sonra diğer yedi boya katıldığını belirtmektedir. Bakınız 羅泌, 《路史·後記第四卷》 (据四部备要刻本), 上海:中华书局, 1936:79a.
Bazı araştırmacılar sekizinci boy olan A-bu-si’yi 阿布思 Basmıl, dokuzuncu boy olan Gu-lun
Wu-gu-kong’yu 骨崙屋骨恐 Karluk boyları ile özdeşleştirmektedir. Bakınız 馮家昇等編,《維
吾爾史料簡編》上冊, 北京:民族出版社, 1981:10-11.
192
ÇİN KAYNAKLARINDA DOKUZ OĞUZ MESELESİ: SAYISAL YAPISI
TFYK 冊 府 元
龜 (1013)
13
olarak kullanılmıştır. Onlar, Dokuz Boylu ise birincisi Uygur
迴紇, ikincisi Bukut/Buku 僕固 (b’uk-kuət), üçüncüsü Hun/Kun
渾 (γuən), dördüncüsü Bayırgu /Bayirku/ Bayarku 拔 曳 固
(b’wat-ia-kuo/b’wat-iäi-kuo), yani Ba-gu 拔固, beşincisi Tongra
同羅 (d’ung-ld), altıncısı Sïγïr/Sïkïr 思結 (si-kiet), yedincisi Qi
(K’i)-bi-yu 契苾羽 (k’iei-b’iet-γjiu) boyudur (Yukarıdaki yedi
boylu kavim, [Tang Sülâlesi] ülkesinin (618-906) kuruluşunun
başlangıcından beri tarih kayıtlarında geçmektedir). Sekizincisi
A-jie-si 阿結思, dokuzuncusu Gu-lun Wu-gu-si 骨崙屋骨思
(Bu iki boy Tian-bao saltanat devrinin [başlamasından] sonra
diğer yedi boy ile eşit olarak sıralamaya katılmıştır).
自天寶初,回紇葉護逸標苾襲滅突厥小殺之孫烏蘇米施可汗。未
幾,自立為九姓可汗,由是至今兼九姓之號。因而南徙居突厥舊
地,依烏德犍山、嗢昆河,雖行逐水草,大抵以此山比中國之長
安城。直南去西城一千七百里,西城。即漢之高闕塞。北去磧口
三百里。有十一都督,九姓部落,一部落置一都督。於本族中選
有人望者為之。破拔悉密及葛邏祿,皆收一部落,各置都督一人。
每行止戰鬥,以二客部落為軍鋒。其九姓:一曰迴紇,二曰僕固,
三曰渾,四曰拔曳固,即拔野古,五曰同羅,六曰思結,七曰契
苾羽。以上七部,自唐初以來,著在史傳。八曰阿布思。九曰骨
崙屋骨思。此二姓,天寶後始與七姓同列。13
[Referans için Saray Kayıtları]: Kai-yuan saltanat devrinin 開元
(713-741) ortasında Uygurlar giderek güçlenmiştir ve dokuz
boyu kavimi vardır: birincisi Yaglakar 藥羅葛, yani kağanın
soyadıdır; ikincisi *Uturkar/ Uturγur/ Utriγur/ Utiγur/ Utiγer
胡咄葛 (γuo-tuət-kât); üçüncüsü *Kurebir/ Kürebür/Küremür
咄羅勿 (tuət-lâ-miuət); dördüncüsü *Boksïkït/Bakasïkïr 貌歇息
訖; beşincisi *Aβirčaγ/Äβüčäk 阿勿嘀 (â-miuət-tşêk); altıncısı
Kâr-sâr/ Kasar 葛 隆 ;yedincisi *Xuγuzu 斛 溫 素 ; sekizincisi
*Yabutkar/ Yäbütkär/ Yaγmutkar/ Yaγmurkar/ Yabūttäkarä 藥
勿 葛 (iak-miuət-kât/yag-mvür-kâr) ve dokuzuncusu Ayavïrä/
Ayabïrä 爰耶勿. Her bir kavimin 部落 başında bir Tutuk bulunmaktadır. Daha sonra Basmilleri mağlup edince bir kavimi
部落 kazanmıştı, Karlukları mağlup edince bir kavimi daha
kazanmıştır, bu ikisinin üzerine birer Tutuk yerleştirmiştir.
Böylece, on bir kavim olarak bilinmektedir.
開元(713-741) 中回紇漸盛,有九姓部落,一曰藥羅葛,即可汗之
姓,二曰胡咄葛,三曰屈羅勿,四曰貌歇息訖,五曰阿勿嘀,六
曰葛隆,七曰斛溫素,八曰藥勿葛,九曰爰耶勿。每一部落一都
樂史,《太平寰宇記》卷 199 <回紇傳> (王文楚校點), 北京:中華書局, 2007:3819-3820. Tang
Hui-yao’da sekizinci boyun adı A-bu-si 阿布思 ve dokuzuncu boyun adı Gu-lun Wu-gu-kong
骨崙屋骨恐 olarak geçmektedir, ancak bu kayıtta farklı olarak A-jie-si 阿結思 ve Gu-lun
Wu-gu-si 骨崙屋骨思 olarak geçmektedir. Cen Zhong-mian’e göre, son kayıttaki bilgiler yanlıştır. Bakınız 岑仲勉, 《突厥集史》下冊, 北京:中華書局, 1958:714.
193
ERKİN EKREM
HTS 新 唐 書
(1060)
督,後破拔息密收一部落,破葛邏祿收一部落,各置都督一人, 統
號十一部落。14
[Yeni Tang Sülâlesi Tarihi]: [Uygurlar] Dokuz Boyluların topraklarına tamamen sahip olmuştur. Dokuz Boylular ise Yaglakar,
*Uturkar/Uturγur/Utriγur/ Utiγur/ Utiγer (γuo-tuət-kât),
*Kurebir/ Kürebür/ Küremür (tuət-lâ-miuət), *Boksïkït/ Bakasïkïr (Mok-kâ-siək-kiət), *Aβirčaγ/ Äβüčäk (â-miuət-tşêk),
Kâr-sâr/ Kasar (kât-sât), *Xuγuzu (γuk-uət-suo), *Yabutkar/
Yäbütkär/ Yaγmutkar/ Yaγmurkar/ Yabūttäkarä (iak-miuət-kât/
yag-mvür-kâr) ve Ayavïrä/ Ayabïrä (γiei-ia-miuət/xiei-ya-mvür)
[gibilerden oluşmaktadır]. Yaglakar, Uygurların soyadıdır.
[Uygurlar] Bukut/ Buku, Hun/ Kun, Bayırgu, Tongra, İzgil ve
Qi (K’i)-bi altı tür ile eşit düzeyde 六種相等夷 olup sayısal
olarak listelenmemiştir 不列於數. Sonra, Basmıl ve Karlukları
mağlup edince toplam on bir boy olmuştur ve ayrıca Totok
unvanı verilmiş, on bir kavim 十一部落 olarak adlandırmaktadır.
悉有九姓地。九姓者,曰藥羅葛,曰胡咄葛,曰啒羅勿,曰貊歌
息訖,曰阿勿嘀,曰葛薩,曰斛嗢素,曰藥勿葛,曰奚邪勿。藥
羅葛,回紇姓也,與僕骨、渾、拔野古、同羅、思結、契苾六種
相等夷,不列於數,後破有拔悉蜜、葛邏祿,總十一姓,並置都
督,號十一部落。15
Belirtilen Çin kaynaklarında Dokuz Boylu (Dokuz Oğuz) topluluğu16 için iki çeşit
liste verilmiştir. Yaglakar ile başlamış dokuz boydan (Dokuz Boylu A) oluşan bir liste
ile Uygurlar ile başlamış yedi ve sonra iki boyun ilavesiyle dokuz boydan (Dokuz
Boylu B) oluşan bir liste bulunmaktadır.
Yaglakar 藥羅葛, *Uturkar 胡咄葛, *Kurebir 咄羅勿, *Boksïkït 貊
歌 息 訖 , *Aβirčaγ 阿 勿 嘀 Kâr-sâr 葛 薩 , *Xuγuzu 斛 嗢 素 ,
*Yabutkar 藥勿葛, Ayavïrä 奚耶勿
Dokuz
Uygur 迴紇, Bukut 僕固, Hun/Kun 渾, Bayirku 拔野古, Tongra
Boylu B
同 羅 , İzgil 思 結 Qi (K’i)-bi 契 苾 , A-bu-si 阿 布 思 , Gu-lun
Wu-gu-kong 骨崙屋骨恐
Bu iki çeşit Dokuz Boylu listesi araştırmacılar arasında farklı yorumların yapılmasına
neden olmuştur. Haneda Tōru, Dokuz Boylu A listesindeki dokuz boyu, Dokuz Boylu B listesindeki Uygur boyunu oluşturan bir zümre olarak belirtmektedir.17 Böylece
Dokuz Boylu topluluğunu İç Dokuz Boylu (Dokuz Boylu A) ile Dış Dokuz Boylu
Dokuz
Boylu A
14
王欽若,《冊府元龜》卷 956 <外臣部•總序·種族>, 北京:中華書局, 1994:11254a.
15
歐陽修,《新唐書》卷 217a <回鶻傳上>, 1975:6114.
16
Çin kaynaklarında geçen boy adlarının transkripsiyonu için bakınız Édouard Chavannes,
Documents sur les Tou-kiue (Turcs) occidentaux, St. Pétersbourg, Académie Impériale des Sciences, 1903:87-88, 94; James R. Hamilton, Les Ouïgours à l’époque des Cinq dynasties d’après les documents chinois, Paris: Imprimerie Nationale, Presses universitaires de France, 1955:1-4; James
Hamilton, “Toquz-oγuz et On-uyγur”, 1962:41-44.
17
Haneda Tōru 羽田亨, 「九姓回鶻と Toquz Oγuz との関係を論ず」, 1957:341.
194
ÇİN KAYNAKLARINDA DOKUZ OĞUZ MESELESİ: SAYISAL YAPISI
(Dokuz Boylu B) olarak adlandırmaktadır. Edwin Pulleyblank, İç Dokuz Boylu (Dokuz Boylu A) topluluğu Dokuz Uygur 九姓回紇, Dış Dokuz Boylu (Dokuz Boylu B)
topluluğu Dokuz Tie-le 九姓鐵勒 biçiminde tespit etmektedir.18 Bu tür bir tasniflemeye önce Hashimoto Masukichi ve sonra da Katayama Akio karşı çıkmaktadır.
Baron Alexander Staël von Holstein’in (1877-1937) 1918-1929 yılları arasında Pekin
Üniversitesi’nde çalışırken satın altığı Dun-huang menşeli ve 925 yılına ait
Staël-Holstein Yazması’ndan (Staël-Holstein Scroll)19 esinlenerek yaptığı çalışmalarında, Dokuz Boylu A listesinde yer alanların aşiret (urug) reislerinin soyadı ve Dokuz Boylu B listesinde yer alanların ise boy adları olduğu ortaya konulmaktadır.20
Aslında Çin kaynaklarında bu görüşün ipuçları da verilmektedir. Uygur boyunun
soyadı olan Yaglakar, Yaglakar Sülâlesi ya da Yaglakar aşireti (urug) 藥羅葛氏 olarak
belirtilmektedir.21 Uygur boyu 10 aşiretten oluştuğu için bazen On Uygur olarak
adlandırılmaktadır.22 Yani Yaglakar Uygur boyunun başat aşiretinin adı, 10 aşiretten
oluşan Uygur boyunun soyadı olmuştur. Bu türdeki toplumsal yapının göstergesi,
aynen Gök Türk boyunun 10 aşiretten oluştuğu ve boy reisinin soyadı olan A-shi-na
ise son aşiretin soyadı olduğu gibidir.23 Bu nedenle yukarıdaki Çin kaynaklarında
boy reislerinin, “sülâlesinde (aşiret) 族 itibarlı kimseler” tarafından üstlenildiği
anlaşılmaktadır.
Söz konusu iki çeşit Dokuz Boylunun farklı mahiyette olmasına rağmen yukarıdaki
Çince kayıtlarda bu iki çeşit Dokuz Boylu için farklı tanımlamalar yapılmamıştır.
Neticede Çin kaynaklarında soy 姓, sülâle 族 ve kavim 部落 gibi kavramlar karışık
şekilde kullanılmaktadır. Çin kaynaklarında her iki çeşit Dokuz Boylunun Dokuz
Boylu Kavimi 九姓部落 olarak yazılması araştırmacılara çeşitli zorlukları yaşatmış
ve bir takım yanlış tespitlere sebep olmuştur.
Yukarıdaki tespitlere göre Dokuz Boylu A’da yer alan aşiretler, Dokuz Boylu B’de yer
alan boyların birer boy reislerinin soyadı olacaktır. Bir kaynağa göre Dokuz Boylu A
yapısını Kai-yuan 開元 (713-741) saltanat devrinin ortalarında, diğer bir kaynağa
göre Dokuz Boylu B yapısı Tian-bao 天寶 saltanat devrinin (742-756) başında oluşmuştur. Özellikle Dokuz Boylu B yapısı Tian-bao saltanat devrinden sonra iki boyun
ilave edilmesiyle Dokuz Boyu yapısına kavuşmaktadır. Anlaşıldığı gibi Tian-bao
saltanat devrinden önce söz konusu Dokuz Boylu topluluğu yedi boydan oluşmaktadır. Yani Orhun Uygur Devleti (745-840) kurulmadan önce Dokuz Boylu topluluğu,
dokuz boydan oluşmamaktadır.
Cen Zhong-mian 岑仲勉 (1886-1961), Orhun Uygur Devleti kurulmadan önceki
Dokuz Boylu Tie-le Dokuz Boyluları 鐵勒九姓, kurulduktan sonraki Dokuz Boylu,
Uygur Dokuz Boyluları 回紇九姓 olarak ayrıştırmaktadır. Ona göre Orhun Uygur
18
19
Edwin G. Pulleyblank, “Some Remarks on the Toquzoghuz Problem”, 1956:39-40.
E. G. Pulleyblank,“The Date of the Staël-Holstein Roll”, Asia Major, Vol. 4, Part 1 (1954), pp.
90-97.
20
Hashimoto Masukichi 橋本增吉, 「九姓回鶻の問題に就いて」, 1933:22; Katayama Akio 片山
章雄, 「Toquz Oγuz と「九姓」の諸問題について」, 1981:47.
21
《新唐書》卷 217a <回鶻傳上>, 1975:6111, 6126.
22
James Hamilton, “Toquz-oγuz et On-uyγur”, 1962:38-40, 48.
23
魏徵等, 《隋書》卷 84
<北狄·突厥傳>, 北京:中華書局, 1973:1863.
195
ERKİN EKREM
Devleti kurulduktan sonraki Dokuz Boyluların Uygurlar, Bayırgular, Tongralar,
Bukutlar, Edizler, Beyaz Xiler 白霫, İzgiller, Qi-biler ve Hunlar (Kunlar) gibi dokuz
boydan oluşabileceğini dile getirmekte, ancak yine de bu tespitinden şüphe duyduğunu da eklemektedir.24 Zheng Chiao’nun 鄭樵 (1104-1162) 1161 yılında tamamladığı Tong Zhi 通志 adlı kitabında Qi-bi 契苾, Bukut 僕固, Ediz 阿跌 ve hatta
Gao-che Sülâlesinin de (Yüksek Arabalılar) 高車氏 Dokuz Boylu Uygurlara 九姓迴
鶻 mensup olduğunu ortaya koymaktadır.25 Yani Orhun Uygur Devleti kurulduktan
sonraki Dokuz Boylunun hangi boylar tarafından oluştuğu bilgileri karışıktır. Orhun
Uygur Devleti kurulmadan önceki durumda da aynı sorunlarla karşılaşılmaktadır.
Si-ma Guang’ın 司馬光(1019-1086) başkanlığında 1071-1086 yılları arasında hazırlanan Zi-zhi Tong-jien adlı eseri tahlil eden Hu San-xing 胡三省 (1230-1302) 630 yılındaki Dokuz Boyluları işaret ederek, bu dönemde Dokuz Boyluların Bayırgu, [Xue]
Yan-tuo 延陀 (Sır Tarduş, *Sır Bodun) ve Uygur gibi boyları kapsadığını ileri sürmektedir.26 Tie-le Dokuz Boylu 鐵勒九姓 topluluğunun da dokuz boydan oluşmadığını ifade eden Cen Zhong-mian, 645 yılı öncesinde, Tie-le topluluğunun Uygurlar
gibi altı boydan oluştuğu ve bu tarihten sonra Tie-le topluluğunun on bir boydan
oluştuğunu dile getirerek bu çelişkili durumun anlaşılmadığını belirtmektedir.27 Asıl
dikkat çeken nokta, Dokuz Boylular adının 630 yılında ilk defa Çin kaynaklarında
geçmesi ve bunun dışında hangi boyları teşkil ettiğine dair belgelerin bulunmamasıdır.
Acaba Çincedeki Dokuz Boylu Uygurlar (745-840) Arapçadaki Dokuz Oğuzlar mıdır?
Çin kaynaklarında, Orhun Uygur Devletinin kurucusu olan Uygur boyunun Yaglakar aşiretin reisi Kutluk Boyla’nın 骨力裴羅 745’te kendisini Kutluk Kül Bilge Kağan
骨咄祿毗伽闕可汗 olarak ilan etmesiyle bu tarihten itibaren Dokuz Boylu Kağan 九
姓可汗 unvanını aldığı yazmaktadır.28 Dokuz Boylu terimi Dokuz Oğuzu işaret ettiğine göre, buradaki Dokuz Boylu Kağan Arapça kaynaklarda geçen Dokuz Oğuz
Kağan olmalıdır. Uygur kökenlilerin liderliğinde oluşturulan Dokuz Oğuz Kağanlığı'nın boy birliğinden ziyade siyasal birliğin adını temsil ettiği açıktır. Edwin G. Pulleyblank’e göre Dokuz Boylu’nun “dokuz” rakamı boydan ziyade siyasî bir mahiyet
taşımaktadır.29 Yani “dokuz” rakamı boyun sayısı değil, siyasî birliğin adıdır.
Arapça kaynaklarda geçen Dokuz Oğuz’un (Tagazgaz) Uygurlar 回鶻 olduğunu ilk
defa şarkiyatçı Joseph Toussaint Reinaud (1795-1867) ortaya koymuştur.30 1894 yılında Vilhelm Thomsen (1842-1927) da Orhun Yazıtlarında geçen Dokuz Oğuz’un
Uygurlarla aynı kavimden olduğuna şüphe olmadığını ifade etmiştir. 31 W. Bart24
岑仲勉, 《突厥集史》下冊, 1958:712, 714.
25
鄭樵,《通志》卷 29 <氏族五•代北複姓>, 北京: 中華書局, 1987:475bc.
26
司馬光,《資治通鑑》卷 193 <貞觀三年>, 1956:6072.
27
岑仲勉, 《突厥集史》下冊, 1958:712.
28
王溥, 《唐會要》卷 98 <迴紇>, 1978:1743;樂史,《太平寰宇記》卷 199 <回紇傳>, 2007:3819;司馬
光,《資治通鑑》卷 215 <天寳二年>, 1956:6860.
29
30
E. G. Pulleyblank, “Some Remarks on the Toquzoghuz Problem”, 1956:42.
E. Bretschneider, Mediaeval researches from Eastern Asiatic sources, Vol. I, London: K. Paul,
Trench, Trübner & Co., ltd, 1910:252.
31
Vilhelm Thomsen, Orhon ve Yenisey Yazıtlarının Çözümü: İlk Bildiri Çözülmüş Orhon Yazıtları
(çeviri Vedat Köken), Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1993:176, not 22.
196
ÇİN KAYNAKLARINDA DOKUZ OĞUZ MESELESİ: SAYISAL YAPISI
hold’ın (1869-1930) düşüncesi de aynı olup İslam kaynaklarındaki Dokuz Oğuz'un
Çin kaynaklarındaki Uygurları gösterdiği biçimindedir. 32 Vladimir Minorsky
(1877-1966) 981-982 yılları arasında Farsça yazılmış Hudûd el-âlem üzerindeki çalışmasında, söz konusu Dokuz Oğuz boyunun Orhun Uygur Devleti (745-840) yıkıldıktan sonra Tanrı Dağların doğusunda bulunan Uygur hâkimiyetini kastettiğini
tespit etmişti.33 Minorsky, Tamim İbn Bahr Seyahatnamesi üzerindeki çalışmasında ise
bu görüşünden vazgeçerek, seyahatnamenin takriben 821 yılında Orhun Uygur Devleti'ne yolculuğu olmasından İslam Kaynaklarında geçen Dokuz Oğuzların Orhun
Uygur Devleti ya da bu devlete bağlı toplulukları kastettiğini ortaya koymuştur.34
Artık Tokuz Oğuz boyunun Uygurlar olduğuna şüphe kalmamıştır.35 Minorsky’ye
göre Tokuz Oğuz adı 777 yılından itibaren Arap kaynaklarında zikredilmektedir.36
Yani Orhun Uygur Devleti kurulduktan 42 yıl sonra Araplar bu devleti öğrenmiştir.
Hudûd el-âlem’de Turfan Uygur Devleti halkı Dokuz Oğuz olarak ifade edilmekte ve
şu bilgiler verilmektedir, “Tokuz Oğuz ülkesi Türk ülkelerinin en büyüğüdür. Tokuz
Oğuzlar nüfus bakımından da Türk ülkelerinin en kalabalık ülkesidir. Eski zamanda bütün
Türkistan hükümdarları Tokuz Oğuzlardan çıkmıştır”.37 Ancak Kaşgarlı Mahmud, Turfan Uygurlarını Dokuz Oğuzlardan saymamakta ve onlara doğrudan Uygurlar demektedir.38
İslam müellifleri Orhun veya Turfan bölgesindeki Dokuz Oğuz ya da Uygurları
oluşturan alt grupların adını verebilmiş değildir. Sadece Reşîdu’d-dîn Fazlullâh’ın
(1247-1318) Câmi’üt-tevârih eserinde Uygurların atasından bahsederken, Orhun bölgesinde On Uygur ile Dokuz Uygur (Dokuz Oğuz) yaşadığını belirtmekte ve ilgili
boyların alt gruplarının adını da vermektedir.39 Ancak bunların Çin kaynaklarında
geçen adlarla eşleştirilmesi güçtür.
II.
Dokuz Oğuzların Sayısal Sorununun Tespiti
Dokuz Boyluların sayısal durumu da farklı dönemde değişiklikler göstermekte, bu
sayı bazen eksik bazen de fazla olmaktadır. Bu bölümde sınırlı kaynaklara dayanarak
ve tarihte yaşanan bazı olaylardan da yararlanılarak sayısal sorunun tespitine dönük
32
33
W. Barthold, “Tog̲h̲uzg̲h̲uz”, First Encyclopaedia of Islam: 1913-1936, Vol. VIII, 1993:805.
Vladimir Minorsky, Hudud al-‘Alam (The Regions of the World’): A Persian Geography 372 A.H.
(982 AD), Oxford: The University Press, 1937:263, 265.
34
35
Vladimir Minorsky “Tamīm ibn Baḥr’s Journey to the Uyghurs”, 1948:285-287.
V. Minorsky, Sharaf al-Zamān Ṭāhir Marvazi on China, the Turks and India, London: Royal
Asiatic Society, 1942:94; Vladimir Minorsky, “Addenda to the Ḥudūd al-‘Ālam”, Bulletin of the
School of Oriental and African Studies (University of London), Vol. 17, No. 2 (1955), p. 263.
36
37
V. Minorsky, “Tamim ibn Bahr’s Journey to the Uyghurs”, 1948:301.
Minorsky, Ḥudūd al-‘Ālam, 1955:94-95; Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve
Türk Ülkeleri, Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 1985:61.
38
Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it-Türk (Çev. Besim Atalay), Ankara: Türk Tarih Kurumu
Yayınları, cilt I, 1992:27, 29, 453-454; cilt II, 1992:60. Kaşgarlı eserindeki Uygurlar için bakınız
Ahmet Bican Ercilasun, “Divânü Lugâti’t-Türk ve Uygurlar”, Turkish Studies, Vol. 8, No 8 (Fall
2009), ss. 5-12.
39
James Hamilton, “Toquz-oγuz et On-uyγur”, 1962:45-49; Faruk Sümer, “Dokuz Oğuzlar”,
İslam Ansiklopedisi, 1974:423.
197
ERKİN EKREM
çözüm önerileri getirilmeye çalışılacaktır.
646 Yılı Olayları
Gök Türk Devleti (552-630) yıkıldıktan sonra Tang Sülâlesi ve bazı Tie-le boylarının
desteğiyle Orhun bölgesinin kağanlık yönetimi elinde tutan Xue Yan-tuo 薛延陀
(*Sir Bodun) hâkimiyeti (630-646), Duo-mi Kağan 多彌可汗 (adı Ba-zhuo 拔灼)
döneminde Tang Sülâlesi ile çatışmaya girmiştir. 645 yılının on ikinci ayında (24
Aralık 645-21 Ocak 646) Tang Sülâlesi Duo-mi Kağan’a karşı büyük taarruza geçmek
için birçok generali görevlendirmiştir. Bu kuvvetlerin arasında Gök Türk kökenli
Zhi-shi Si-li’nin 執 失 思 力 komuta ettiği Gök Türk ordusu da bulunmaktadır.
Duo-mi Kağan bu duruma karşısında geri çekilmek zorunda kalmıştır.40 Duo-mi
Kağan'ın zalim yönetimi nedeniyle ülke karışmaya başlamıştır. 646 yılının altıncı
ayında (18 Temmuz-16 Ağustos 646) Uygur boy lideri Tu-mi-du 吐迷度 (?-648) Bukut ve Tongra boyları ile birlikte Duo-mi Kağan’a saldırmış ve onu mağlup ederek
Duo-mi Kağan’a bağlı boyları kendi yönetime almıştır. Bu ayın on beşinci gününde (1
Ağustos 646) Tang Sülâlesi de General Zhi-shi Si-li’nin komuta ettiği Gök Türk ordusu ile Qi-bi He-li’nin 契苾何力 (Tie-le topluluğuna mensup) komuta ettiği Liang-zhou vilayeti kuvvetleri ve Soğut kökenli 胡兵 birlikler dâhil diğer Çinli generalleri hep birlikte Duo-mi Kağan’a saldırmaya başlamıştır.41 Duo-mi Kağan on küsur atlı adamı ile A-shi-na Shi-jian 阿史那時健 boyuna kaçmış ve sonunda Uygurlar
tarafından öldürülmüştür. Uygurlar böylece yeni topraklara sahip olmuştur.42 Batıya
doğru kaçan ve 70 bin kişiden oluşan Xue Yan-tuolar, Duo-mo-zhi’yi 咄摩支 Yi-te
Wu-shi Kağanı 伊特勿失可汗 olarak seçmişler ve eski topraklarına dönmek için
kağanlığından feragat etmekle Tang Sülâlesinden izin istemişlerdir. Tang Sülâlesinin
Askerî Bakanı 兵部尚書 Cui Dun-li talepler üzere Xue Yan-tuoları Ötüken dağlarının 鬱督軍山 kuzeyine yerleştirmiştir.43 Xue Yan-tuo boyu lideri Duo-mo-zhi’nin
geri dönüşü Dokuz Boylu liderleri 九姓渠帥 kaygılandırmış ve Tang Sülâlesi saraydaki görüşmelerinde de Orhun bölgesinin karışabileceği yönündeki kanaatlerini dile
getirmişlerdir. Böylece General Li Shi-ji komutasındaki birlik ile 20 bin atlıdan oluşan
Dokuz Boylu Tie-le topluluğu 九姓鐵勒 ile Duo-mo-zhi’ye saldırılmıştır. Neticede
Duo-mo-zhi, Tang Sülâlesine teslim olmuş ve bölgede kalan Xue Yan-tuo boyunun
ikili oynaması ihtimaline karşı General Li Shi-ji tekrar saldırıya geçmiştir.44 Diğer bir
Çin kaynağına göre, Xue Yan-tuo boyunun reisi Duo-mo-zhi’nin geri dönüşünden
kaygılananlar, Chi-le (Tie-le) topluluğun Dokuz Boylu reisleridir 敕勒九姓酋長 ve
General Li Shi-ji ile birlikte Xue Yan-tuo boyuna saldıranlar da Dokuz Boylu Chi-le
40
《新唐書》卷 210 <執失思力傳>, 1975:4116;《新唐書》卷 217b <回鶻傳下•薛延陀>, 1975:6138;
41
《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5196;《新唐書》卷 217a <回鶻傳上>, 1975:6112;《資治通鑑》
42
《新唐書》卷 217b <回鶻傳下•薛延陀>, 1975:6138.Bir başka Çin kaynağa göre Duo-mi Kağan
《資治通鑑》卷 198 <貞觀十九年>, 1956:6232.
卷 198 <貞觀二十年>, 1956:6236.
birkaç bin atlı adamlarıyla A-shi-de Shi-jian boyuna kaçmıştır ve sonunda Uygurların saldırısına uğrayan Duo-mi Kağan öldürülmüştür. Bakınız 《資治通鑑》卷 198 <貞觀二十年>,
1956:6237.
43
44
《資治通鑑》卷 198 <貞觀二十年>, 1956:6237.
《舊唐書》卷 199b <北狄·鐵勒傳>, 1975:5348;《資治通鑑》卷 198 <貞觀二十年>, 1956:6238; 《冊
府元龜》卷 973 <外臣部•助國討伐>, 1994:11432ab.
198
ÇİN KAYNAKLARINDA DOKUZ OĞUZ MESELESİ: SAYISAL YAPISI
(Tie-le) 九姓敕勒 topluluğudur.45 Bir başka Çin kaynağına göre General Li Shi-ji iki
yüz [Gök] Türk askeriyle 突厥兵 Xue Yan-tuolara saldırmıştır.46 Hâlbuki Gök Türk
ordusu General Zhi-shi Si-li tarafından komuta edilmektedir. Bu bilgilerde bir hata
olmadığı varsayılırsa, Dokuz Boylunun aynı zamanda Gök Türk adıyla da tanımlandığı ortaya çıkmaktadır. Bu yılın yedinci ayının yirmi birinci gününde (6 Eylül 646,
Çarşamba) General Li Shi-ji'nin 李 世 勣 (594-669) komuta ettiği birlik Xue
Yan-tuoları mağlup etmiştir.47
Burada Dokuz boylu birliğin hangi boyları kapsadığı bilinmemektedir, sadece Tie-le
(Chi-le) topluluğun içinde Dokuz Boylu adlı bir birliğin mevcut olduğu anlaşılmaktadır. 646 yılının altıncı ayının beşinci gününde (22 Temmuz 646, Cumartesi) Tang
Sülâlesi imparatorunun bir fermanında Xue Yan-tuo hâkimiyeti yıkıldıktan sonra
Chi-le topluluğunun himaye altına alınması gerektiği ifade edilmektedir.48 Bu bağlamda Uygurların Xue Yan-tuoları mağlup etmesindeki katkıları nedeniyle Saray’da
ziyafet verildiğine göre,49 Uygurlar Dokuz Boylulara mensup olabilir. Uygurların
Bukut ve Tongra boylarıyla birlikte Xue Yan-tuolara saldırdığı50 ve bazı kaynaklarda
Tie-le topluluğun Bukut ve Tongra boylarının da Duo-mi Kağan’ı mağlup eden saldırıda bulundukları51göz önünde bulunduğunda, bu iki boyun da Dokuz Boylulara
ait olması gerekmektedir. Bunu teyit eden bir başka olay ise 648 yılının altıncı ayında
(26 Haziran-25 Temmuz 648) Orhun bölgesinde kalan Xue Yan-tuolar Selenga nehrinden geçerek Han-hai 瀚海 (Uygurlar), Jin-wei 金微 (Bukutlar) ve You-ling 幽陵
(Bayirgular) adlı üç eyalete saldırmış ve Yan-ran Valiliği vali yardımcısı Yuan
Li-chen’in 元禮臣 liderliğinde Dokuz Boylular 九姓鐵勒 ile birlikte karşı koymuştur.52 Yani buradaki Uygurlar, Bukutlar ve Bayirguların Dokuz Boylulara mensup
olduğu belirtilmektedir.
Xue Yan-tuo hâkimiyeti (630-646) son bulduktan sonra, Orhun bölgesindeki otorite
boşluğa karşı Tang Sülâlesi İmparatoru Tai-zong 唐太宗 (626-649) bölgeyi denetim
altına almak için bir çeşit yönetim mekanizması planlamıştır. Bunu gerçekleştirmek
için kendisi bizzat Çin’in kuzeybatı sınırındaki Ling-zhou 靈州 kentine (bugünkü
Ning-xia Tonganlar Özerk Bölgesi Ling-wu nahiyesi 寧夏回族自治區靈武) giderek
Tie-le boylarını buraya davet etmiştir. Yola çıkmadan önce bir ferman ilan ederek bu
amacını belirtmiştir. Bu fermanda “Qi-bi 契苾 boyunun reisi Çabi Erkin 車必俟斥
(斤) ile Tie-le topluluğu ve Uygur boyunun reisi Külüg İltebir 胡祿俟利發 gibileri
toplam bir milyondan fazla aileye sahiptirler ve kuzey çölü 北漠 bölgelerine dağıl45
《資治通鑑》卷 198 <貞觀二十年>, 1956:6237.Söz konusu Chi-le 敕勒, Tie-le 鐵勒 demektir,
46
《舊唐書》卷 67 <李勣傳>, 1975:2487.
47
《新唐書》卷 2 <太宗本紀•貞觀二十年>, 1975:45.
48
《資治通鑑》卷 198 <貞觀二十年>, 1956:6237.
49
《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5196;《新唐書》卷 217a <回鶻傳上>, 1975:6112.
50
《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5196;《新唐書》卷 217a <回鶻傳上>, 1975:6112;《資治通鑑》
51
《冊府元龜》卷 985 <外臣部•征討四>, 1994:11570b;《冊府元龜》卷 991 <外臣部•备御四>,
52
《冊府元龜》卷 973 <外臣部·助國討伐>, 1994:11432ab;《冊府元龜》卷 985<外臣部•征討四>,
farklı Çince telaffuzdankaynaklanmaktadır. Bakınız《資治通鑑》卷 192<貞觀元年>, 1956:6044.
卷 198 <貞觀二十年>, 1956:6236.
1994:11640b-11641a;《冊府元龜》卷 995 <外臣部•交侵>, 1994:11686ab.
1994:11573b.
199
ERKİN EKREM
mışlardır. Uzaktan elçi gönderilerek "Tang Sülâlesine bağlılığı, nüfus sistemine ve
idare bölgesine dâhil edilmesini istediği" ibaresi geçmektedir. Aynı zamanda “Qi-bi
boyunun iyi niyetle gelerek teslim olması ile birlikte diğer boyların da gelerek bağlılığı gösterilmiştir. Ancak Bukut ile Tongra boyları tereddüt içindedir” ifadesini kullanmıştır. 53 Söz konusu Tie-le boylarının hepsi Tang Sülâlesine teslim olmaktan
memnun değildir. Tang Sülâlesi İmparatoru Tai-zong 646 yılının sekizinci ayının
onuncu gününde (24 Eylül 646, Pazar) başkent Chang-an’dan yola çıkmış ve ertesi
günü başkentin 70 li kuzeybatındaki Jing-yang 涇陽 nahiyesine ulaşmıştır.54 İmparator Tai-zong burada Tie-le topluluğunun Uygurlar 迴紇, Bayırgular 拔野古, Tongra 同羅, Bukutlar 僕骨, Telengerler 多濫葛, İzgiller 思結, Edizler 阿跌, Qi-biler 契
苾, Die-jieler 跌結, Hunlar 渾 (Kunlar) ve Hu-xueler 斛薛 gibi 11 boyunun gönderdiği elçileri ve getirdiği haraçları kabul etmiştir. Sekizinci ayın on ikinci gününde
(26 Eylül 646, Salı) İmparator Tai-zong Uygurlar dâhil Tie-le topluluğu boy reislerine
bir ziyafet vermiş ve Tang Sülâlesine teslim olan boyların önde gelenlerini Tang
Sülâlesi idare sistemine alarak birkaç bin kişiyi unvanla ödüllendirmiştir.55 Bundan
memnun olan Tie-le topluluğu mensupları gece yarısına kadar içki içerek eğlenmişlerdir.56 Bir gün sonra Yun-yang nahiyesinde 雲陽縣 bulunan Han Sülâlesine (MÖ
206-MS 220) ait Gan-quan Gong 甘泉宮 sarayına ulaşılmış ve burada bir ferman
yayımlanmıştır.57 İmparator Tai-zong Ling-zhou vilayetinde buluşmak üzere buradan ayrılmıştır. 58 Dokuzuncu ayın on beşinci gününde (29 Ekim 646, Pazar)
53
唐太宗, <平薛延陀幸靈州詔>《全唐文》卷 8, 1983:94b-95a; 唐太宗, <破契苾幸靈州詔>, 宋敏求
編, 《唐大詔令集》卷 79, 北京: 商務印書館, 1959:450.
《舊唐書》卷 3 <太宗本紀下·貞觀二十年>, 1975:59; 《資治通鑑》卷 198 <貞觀二十年>, 1956:6238
54
Çin’in geleneksel uzunluk ölçü birimlerinden Li, tarihin değişik dönemde farklı rakamlar
bulunmaktadır. Bu konudaki araştırmaları için bakınız 岑仲勉, <歷代西疆路程簡疏>, 《中外史
地考證》, 北京:中華書局,1962:696-699; 陳夢家, <亩制與里制>, 《考古》 1966 年第 1 期, 頁
36-45; 胡戟, <唐代度量衡與亩里制度>, 《西北大學學報:哲學社會科學版》 1980 年第 4 期, 頁
36-43; 黃盛璋, <歷代度量衡里亩制度的演變和數值換算>,《歷史教學》
1983 年 01 期, 頁 11-17; 黃
盛璋, <歷代度量衡里亩制度的演變和數值換算(續一)>, 《歷史教學》1983 年 02 期, 頁 28-31; 黃
盛璋, <歷代度量衡里亩制度的演變和數值換算(續二)>,《歷史教學》1983 年 03 期, 頁 25-33; 周
連寬,《大唐西域記史地研究叢稿》, 北京:中華書局, 1984:69-90,101-102; 聞人軍, <中國古代里亩
制度概述>,《浙江大學學報:人文社會科學版》1989 年第 3 期, 頁 122-132; 華林甫, <唐亩考>,《農
業考古》 1991 年第 3 期, 頁 152-154; 楊際平, <唐代尺步、亩制、亩產小議>,《中國社會經濟史
研究》 1996 年第 2 期, 頁 32-44. Bu bildiride Zhou Lian-kuan’ın 周連寬 ortaya koyduğu 1
Li=0.3909 km görüşü yararlanmıştır.
55
《舊唐書》卷 3 <太宗本紀下•貞觀二十年>, 1975:59;《唐會要》卷 96 <鐵勒傳>, 1978:1725; 《資
治通鑑》卷 198 <貞觀二十年>, 1956:6238; 《新唐書》卷 217a <回鶻傳上>, 1975:6112.
Bazı kaynaklarında 11 boyu adını vererek 13 boy olarak anlatmaktadır (《冊府元龜》卷 977 <
外臣部•降附>, 1994:11480a). Buna benzer, bazı Tang Sülâlesi saray kayıtlara 實錄 göre söz
konusu 11 boy ile birlikte Kıtan (Kıtan) 契丹 ve Tatabi 奚 boyları da sayarak 13 boy olduğu
ifade edilmektedir ( 《 資 治 通 鑑 》 卷 198, 1956:6238). Böyle olmaması gerektiğini Cen
Zhong-mian tarafından ortaya koyulmuştur (岑仲勉,《突厥集史》上冊, 1958:244).
56
《冊府元龜》卷 977 <外臣部•降附>, 1994:11480a.
57
《資治通鑑》卷 198 <貞觀二十年>, 1956:6239.
58
《舊唐書》卷 3 <太宗本紀下·貞觀二十年>, 1975:59.
200
ÇİN KAYNAKLARINDA DOKUZ OĞUZ MESELESİ: SAYISAL YAPISI
Ling-zhou vilayetine ulaşan İmparator Tai-zong burada büyük kabul faaliyetini sürdürmüştür.59 Tie-le topluluğuna mensup Erkin ve İlterbir unvanlı boy reisleri sırasıyla Ling-zhou vilayetine ulaşmış ve birkaç binden fazla kişi olmuştur. Burada söz
konusu boylar İmparator Tai-zong’u kendi kağanı olarak kabul etmiş ve ona Tengri
Kağan 天至尊可汗 olarak hitap etmeye başlamıştır. Artık kuzey çöl bölgeleri tamamen kontrol altına alınmış 北 荒 悉 平 durumdadır. İmparator Tai-zong bundan
memnun olmuş ve başarısını bir şiir ile taşa yazdırmıştır. Ancak bu ayın yirmi ikinci
gününde (5 Kasım 646, Pazar) Ling-zhou vilayetinde şiddetli bir deprem yaşanmıştır.60
Bu yılın onuncu ayının yirmi sekizinci gününde (10 Aralık 646, Pazar) İmparator
Tai-zong soğuğa karşısında bitkin düşerek başkent Chang-an’a ulaşmıştır. On ikinci
aya kadar Orhun bölgesinde idare sisteminin oluşması için hazırlık ve planlama
sürecine girilmiş olacaktır. On ikinci ayın yirminci gününde (31 Ocak 647, Çarşamba)
Uygur boyu İltebir Tu-mi-du 俟利發吐迷度, Bukut boyu reisi Ge-lan-ba-yan 歌濫拔
延, Telenger boyu reisi Erkin Mo 俟斤末, Bayırgu boyu reisi İltebir Qu-li-shi 俟利發
屈利失, Tongra boyu reisi İltebir Shi-jian Çor 俟利發時健啜, İzgil boyu reisi Wu-sui
烏碎 ile Hun 渾, Hu-xue 斛薛, Xi-jie 奚結, Ediz 阿跌, Qi-bi 契苾 ve Bayaz Xi 白霫
boyu reisleri saraya gelmiştir. İki gün sonra yani on ikinci ayın yirmi ikinci gününde
(2 Şubat 647, Cuma) İmparator Tai-zong, gelen Tie-le topluluğuna mensup reislerine
Fang-lan Dian Sarayında 芳蘭殿 bir ziyafet vermiş ve ilgili kişilerin her beş günde
bir biraraya gelmesine karar vermiştir.61 647 yılının birinci ayının dokuzuncu gününde (18 Şubat 647, Pazar), Tang Sülâlesi Orhun bölgesinde özel olarak Altı Eyalet
ile Yedi Vilayeti Zhou 六府七州 idare sistemi ve yöntemini açıklamıştır. Altı Eyaletin
başına birer 都督 (tuə-təwk/to-tawk)62 unvanlı boy reisi ve aynı şekilde Yedi Eyaletin
başına da birer 刺史 (ts’yek-şyi/ts’iäk-şi)63 unvanlı boy reisi tayin edilmiştir.64
59
《舊唐書》卷 3 <太宗本紀下·貞觀二十年>, 1975:59.
60
《舊唐書》卷 3 <太宗本紀下·貞觀二十年>, 1975:59;《唐會要》卷 96 <鐵勒傳>, 1978:1725; 樂史,
《宋本太平寰宇記》卷 198 <鐵勒傳>, 北京:中華書局 1999:320b; 《新唐書》卷 217b <回鶻傳下·
薛延陀>, 1975:6139; 《冊府元龜》卷 40 <帝王部·文學> , 南京:鳳凰出版社, 2006:429
61
《舊唐書》卷 199b <北狄·鐵勒傳>, 1975:5348-5349;《資治通鑒》卷 198 <貞觀二十年十二月>,
1956:6242; 《冊府元龜》卷 109 <帝王部•宴享第一>, 2006:1193;《冊府元龜》卷 170 <帝王部•來
遠>, 2006:1891-1892.
62
Eyaletin askerî valisi olarak kullanılan Du-du 都督 unvanı, Orhun yazıtlarının deşifresi ile
birlikte V. Thomsen’in Türkçede geçen Tutuk olabileceği görüşünü ortaya koymakla (V.
Thomsen, 1993:154, not 38) birçok araştırmacı (W. Barthold, F. W. K. Müller, Paul Pelliot, J.
Marquart) tarafından Tutuk’un Çince Du-du’dan geldiği kanaatindeydi. Sir Gerard Clauson
da Çinceden geldiğini ve Türkçe Tutuk’un Totok olarak okunması gerektiğini ifade etmektedir
(Sir Gerard Clauson, An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth-Century Turkish, Oxford: Oxford University, 1972:453). Gerhard Doerfer ise bunu Totuk olarak okumuştur (Gerhard Doerfer, Türkische und Mongolische Elemente im Neupersischen, band II, Wiesbaden, 1965:452-457).
Ancak Denis Sinor Çinceden gelmediğini ve Tutuk’un Türkçe Tutmak kökünden geldiğini
savunmaktadır (Denis Sinor, “The Turkic title tutuq rehabilitated”, Ulla Ehrensvärd ed., Turcica et orientalia: Studies in honour of Gunnar Jarring on his eightieth birthday 12 October 1987, Vol.
15, No. 1948, 1988:145-148).
63
Araştırmacılar Ci-shi unvanının eski Türkçe metinlerde geçen Çigşi olduğunu ortaya ko-
201
ERKİN EKREM
Çin kaynaklarına göre 646 yılında “Tie-le Dokuz Boylu 鐵勒九姓 büyük reisler boylarıyla gelerek teslim olmuşlar, Tang Sülâlesi bunların bölgesinde Han-hai 瀚海
(Uygur boyu), Yan-ran 燕然 (Teleger boyu), Jin-wei 金微 (Bukut boyu) ve You-ling
幽陵 (Bayirgu boyu) gibi Dokuz Totok Eyaleti 九都督府 tesis etmiştir”.65 Çin kaynakların hepsinde Tang Sülâlesinin Orhun bölgesinde altı Totok Eyaleti tesis ettiği
yazılmaktadır, ancak bu kayıtta dokuz eyalet olarak belirtilmektedir. Cen
Zhong-mian’e göre buradaki “Dokuz Totok Eyaleti” ifadesi bir çeşit yuvarlama kullanımdan ibarettir. 66 Fakat burada önemli bir ipucu verilmektedir: Tie-le Dokuz
Boylular için Totok Eyaleti (vilayet değil) tesis edildiğine göre söz konusu altı Totok
Eyaletine bağlı olan Uygurlar, Telengerler, Bukutlar, Bayırgular, Tongralar ve İzgiller
Tie-le Dokuz Boylu oluşuma mensup olacaktır.
Tang Sülâlesinin Orhun Bölgesindeki İdaresi
Altı Eyalet Valiliği 六都督府
Yedi Vilayet Valiliği 七州
(Totok Yönetimi)
(Ci-shi 刺史 Yönetimi)
Boy Adı
Yönetim Adı
Boy Adı
Yönetim Adı
Uygurlar 回紇部
Han-hai Valiliği 瀚海都督府 Hun/Kunlar
Gao-lan Vali渾部
liği 皋蘭州
Telengerler 多 濫 Yan-ran Valiliği 燕然都督府 Hu-salar 斛 薩 Gao-que Vali葛部
部
liği 高闕州
ymaktadır. Bakınız H. W. Bailey, “Turks in Khotanese Texts”, The Journal of the Royal Asiatic
Society of Great Britain and Ireland, No. 1 (January, 1939), p. 90; H. W. Bailey, “The
Staël-Holstein Miscellany”,
Asia Major New Series, Volume 2, part 1, 1951:24; Sir Gerard
Clauson, An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth-Century Turkish, 1972:417; Hilda Ecsedy,
“Old Turkic Titles of Chinese Origin,” Acta Orientalia Academiae Scientiarum Hungaricae, T. 18,
Fasc. 1/2 (1965), pp. 86-87; Çigşi unvanının eski Türkçe metinde yer almasına dair örnekleri
için bakınız Saadettin Gömeç, Kök Türkçe Yazılı Belgelerde Yer Alan Unvanlar, Erdem Dergisi,
Cilt 12, Sayı 36 (Mayıs 2002), Ankara: Atatürk Kültür Merkezi, ss. 929-945.
64
王溥,
《唐會要》卷 73 <安北都護府>, 1978:1314; 《舊唐書》
卷 199b <北狄·鐵勒傳>, 1975:5348-5349;
《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5196;《新唐書》卷 217a <回鶻傳上>, 1975:6112, 6113;《資治
通鑑》卷 198 <貞觀二十年>, 1956:6242;
《冊府元龜》卷 170 <帝王部•來遠>, 2006:1892. Bu altı
eyalet ve yedi vilayet hakkındaki araştırmalar için bakınız 譚其驤, <唐北陲二都護府建置沿革
與治所遷移>,《長水集》下冊, 北京:人民出版社, 1987:263-277;嚴耕望, <唐代安北單于兩都護府
考>,《唐代交通圖考》第 1 卷<京都關內區>, 上海:上海古籍出版社, 2007:323-340;岑仲勉,《突
厥集史》上冊, 北京:中華書局, 1958:270-271, 285-286; 王永興, <論唐代前期朔方節度>,《唐代前
期西北軍事研究》, 北京:中國社會科學出版社, 1994:245-320; 白鋼主編《中國政治制度通史》第
5 卷俞鹿年, 《隋唐五代》, 北京:人民出版社, 1996:509-510; 劉統, 《唐代羈縻府州研究》, 西安:
西北大學出版社, 1998:149-151, 152-156; 李大龍,《都護制度研究》, 哈爾濱: 黑龍江教育出版社,
2003:174-218; 王世麗, 《安北與單于都護府: 唐代北部邊疆民族問題研究》, 昆明:雲南人民出版
社, 2006:46-48; 鐘銀梅, <唐代羈縻府州制度述評>, 《寧夏大學學報:人文社會科學版》第 28 卷
2006 年第 1 期, 頁 43-46; 艾衝, <唐代漠北鐵勒諸部羈縻府州的建置與移徙>,《陝西師範大學學
報:哲學社會科學版》 2008 年第 6 期, 頁 89-95; 樊文禮, <唐代羈縻府州的南北差異>, 杜文玉主
編, 《唐史論叢》(第 12 輯), 西安:三秦出版社, 2010 年 4 月, 頁 48-65.
65
《舊唐書》卷 121 <僕固懷恩傳>, 1975:3477;《新唐書》卷 224a <僕固懷恩傳>, 1975:6365.
66
岑仲勉,《突厥集史》上冊, 1958:253.
202
ÇİN KAYNAKLARINDA DOKUZ OĞUZ MESELESİ: SAYISAL YAPISI
Bukutlar 僕骨部
Jin-wei Valiliği 金微都督府
Bayırgular 拔 野
古部
Tongralar 同羅部
You-ling Valiliği 幽陵都督府
İzgiller 思結部
Lu-shan Valiliği 盧山都督府
Gui-lin Valiliği 龜林都督府
Xi-jieler 奚 結
部
Edizler 阿 跌
部
Qi-biler 契 苾
部
Bir
Başka
İzgiller 思 結
別部
Beyaz Xiler 白
霫部
Ji-lu Valiliği 雞
鹿州
Ji-tian Valiliği
雞田州
Yu-xi Valiliği
榆溪州
Dai-lin Valiliği
蹛林州
Zhi (Dian)-yan
Valiliği 寘(窴)
顏州
Bu yılın dördüncü ayının onuncu gününde (19 Mayıs 647, Cumartesi) Tang Sülâlesinin söz konusu Tie-le topluluğunda tesis edilen bu idare bölgelerini koordine ederek
yönetebilmesi ve haraç toplamasının kolaylaştırılması için, Orhun bölgesi dışındaki
Eski Chan-yü Tai 故單于臺 (Bugünkü İç Moğolistan Bayannuur hot şehri Urad Sancağın yakınında) adlı yerde Yan-ran Askerî Valiliği 燕然都護府 oluşturulmuş ve
başına Li Su-li 李素立 getirilmiştir.67 Ancak Tang Sülâlesi bu idare bölgelerini oluştururken Uygur boyu reisi Tu-mi-du 吐迷度 Tang Sülâlesine rağmen kendisini kağan ilan etmiştir. İdare sistemi Gök Türklerle aynı olup sadece altı dış vezir 外宰相六
ile üç iç vezir 內宰相三 olmak üzere toplam dokuz veziri vardır.68 Orhun Uygur
Devleti’ne ait Tes Yazıtında (G4) ve Taryat (Terhin) Yazıtında (B6) geçen Dokuz Buyruk herhâlde Çin kaynaklarındaki Dokuz Vezir olmalıdır. İslam kaynakları da bezer
bilgileri vermektedir. Oğuzlar, hükümdarlarına Tokuz-Oğuz Hakan derler.69 Dokuzoğuz Hâkan’ın dokuz veziri vardır.70 Dokuzoğuzlar dokuz kabileye ayrılırlar.71
67
《唐會要》卷 73 <安北都護府>, 1978:1314; 《舊唐書》卷 199b <北狄·鐵勒傳>, 1975:5349;《舊唐
書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5196;《新唐書》卷 217a <回鶻傳上>, 1975:6113. Tang Sülâlesine
bağımlı yabancı topluluklara Ji-mi İdare Bölgeleri 羈縻州 (Ji 羈, at yular, Mi 縻 ise inek yular demektir) adı verilmiştir. Amacı yabancı boylara kendi bölgesinde Tang Sülâlesinin
kudreti ve haşmetini bildirmek ve onların sonsuza dek bağımlı hizmetkar olmasını sağlamaktır 《
( 舊唐書》卷 62 <李大亮傳>, 1975:2389). Çünkü bu yabancıların tamamen yok edilmesi
zor olduğu için onları sadece Tang Sülâlesinin heybeti ve lütufu ile bağımlı kalmasını sağlaması yeterli olacaktır (《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5216). Söz konusu bağımlı yabancı
toplulukların haraç getirmesi, Çin medeniyetinin (kültürünün) yabancı topluluğa aşılanması,
sınır bölgelerinin güvenliğinin sağlanması bağımlı toplulukların görevleridir. Ancak bu topluluklar Tang Sülâlesinin idaresine dâhil edilmesine rağmen Nüfus Bakanlığında 戶 部
kayıtları tutulmamaktadır (《新唐書》卷 43b <羈縻州>, 1975:1119, 1120). Bu konudaki
araştırmalar için bakınız 高明士, 《天下秩序與文化圈的探索:以東亞古代的政治與教育為中
心》, 上海:上海古籍出版社,2008:29-62.
68
《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5196;《新唐書》卷 217a <回鶻傳上>, 1975:6113;《資治通鑑》
卷 198 <貞觀二十年>, 1956:6242.
69
Gerdizî, Zeyn el-Ahbâr, Ramazan Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri,
Ankara: Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 1985:79.
70
Gerdizî, Zeyn el-Ahbâr, Ramazan Şeşen, 1985:79.
203
ERKİN EKREM
Orhun Uygur Devleti dönemine ait Çin kaynaklarında Uygurlarda iç ve dış vezir
ibaresi sıkça geçmektedir.72 Bu vezirlerin devlet yönetiminde etkili konumda olduğunu da görmek mümkündür. 73 Orhun Uygur Devleti'nin kurucu ailesi Yaglakar’dan74 başka Edizler 𨁂跌/阿跌,75 Bukutlar,76 Dokuz Boylu’nun zümreleri olan
Jue-luo-wu 掘罗勿77 ve Xi-ye-wu 奚耶勿78 ( Xi-xie-wu 奚邪勿79, Ai-ye-wu 愛耶勿80,
Yuan-ye-wu 爰耶勿81 ve Shou-ye-wu 受耶勿82) boylar ve uruglar da Dokuz Vezir
görevlerini üstlenmişti. Örneğin Edizler Dış Vezir 83 ve Dokuz Boylu zümresine
mensup Ai-ye-wu 愛耶勿 uruğu İç Vezir84 görevini üstlenmiştir. İç Vezir Dış Vezir’den daha etkili olmalıdır, Uygur Devleti yıkıldıktan sonra Ai-ye-wu uruğu hakkında verilen bilgilere göre, söz konusu uruğun daha önce otağı 龍庭 bulunduğu
71
Köprülü Kütüphanesi nr. 1623’deki Mecmuanın yaprak 209-210 arasındaki Türklerle ilgili
kısmın tercümesi, Ramazan Şeşen, 1985:90.
《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5196, 5204;《册府元龟》卷 965 <外臣部·封册第三>, 1994:11350b.
72
73
《舊唐書》卷 13 <德宗本紀下·貞元六年>, 1975:370;《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5201, 5205,
5206, 5208, 5209, 5213, 5214, 5215;《舊唐書》卷 196b <吐蕃傳下>, 1975:5257;《唐會要》卷 98 <
迴紇傳>, 1978:1749;《新唐書》卷 217a <回鶻傳上>, 1975:6120, 6121, 6122, 6125; 《新唐書》卷
217b <回鶻傳下>, 1975:6130; 6131;《資治通鑑》卷 223 <永泰元年>, 1956:7182;《資治通鑑》卷
227 <建中三年>, 1956:7330;《資治通鑑》卷 233 <貞元三年>, 1956:7501;《資治通鑑》卷 246 <開
成四年>, 1956:7942, 7947.
74
《資治通鑑》卷 223 <永泰元年>, 1956:7182.
75
《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5213;《新唐書》卷 217a <回鶻傳上>, 1975:6123;《資治通鑑》
卷 233 <貞元四年>, 1956:7515. Çin kaynaklarında Edizler dış vezir olarak gösterilmektedir
(《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5214). Çin kaynaklarında, “Edizler 𨁂跌 Uygurlarla aynı
Tie-le 鐵勒 topluluğuna mensup olmasına rağmen birbiriyle farklı boylardır 異種” açıklaması bulunmaktadır (《資治通鑑》卷 233, 1956:7515).
76
《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5214.
《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5213;《新唐書》卷 217b <回鶻傳下>, 1975:6130; 《新唐書》卷
77
218 <沙陀傳>, 1975:6156. Jue-luo-wu 掘罗勿, Orhun Uygur Devletinin kurucu unsuru Dokuz
Boyluların bir zümresidir (《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5198;《新唐書》卷 217a<回鶻傳上>,
1975:6114). Jue-luo-wu boyu, Ju-luo-bo 俱羅勃, Gu(Hu)-luo-wu 啒羅勿 ve Duo-luo-wu 咄
羅勿 gibi Çince yazılışı mevcut ve bazen boy adı bazen kişi adı olarak geçmektedir. 647
yılında Tang Sülâlesi Uygur boyu bulunduğu yere Han-hai Eyaleti 瀚海都督府 tesis etmiştir
(《新唐書》卷 43 <地理志七下·安北都護府>, 1975:1122). 648 yılında Jue-luo-wu boyu 掘羅勿部
Uygur boyundan ayrıştırılıp Uygurların kuzeydoğusunda ayrı bir vilayet oluşturulmuş ve
adına da Du-long Zhou vilayeti 燭龍州 denmiştir (《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5196; 《新
唐書》卷 43 <地理志七下·靈州都督府>, 1975:1121). Buradan anlaşıldığı gibi luo-wu boyu
aslında Uygur boyunun bir parçası olup Uygur boyunun bir uruğudur.
78
《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5198.
79
《新唐書》卷 217a <回鶻傳上>, 1975:6114.
80
《資治通鑑》卷 246 <開成二年>, 1956:7964.
81
《冊府元龜》卷 956 <外臣部·種族>, 1994:11254a.
82
《舊唐書》卷 18a <武宗本紀·會昌二年>, 1975:591.
83
《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5214.
84
李德裕, <授回鶻內宰相愛耶勿歸義軍副使兼賜姓名制>,《全唐文》卷 697, 1983:7161a.
204
ÇİN KAYNAKLARINDA DOKUZ OĞUZ MESELESİ: SAYISAL YAPISI
yerde kalmış ve daima soylu vezir 貴相 olarak görevini icra etmiştir.85 Bazı kaynaklarda Orhun Uygur Devleti'nin vezirleri Büyük Vezir 大相86ve Küçük Vezir 次相87
(Ci Xiang, bir sonraki, ikincil anlamında) olarak ayrılmaktadır. Çin kaynaklarında
Büyük Vezir Xié-gàn-jiā-sī 頡干迦斯 ya da Xié-gàn-jiā-sī 頡干迦斯 şeklinde yazılmaktadır ve bu da eski Türk yazıtları ve vesikalarında geçen El Ügesi/İl Ügesi (el
ügäsi), yani vezirlerin umumî başkanıdır.88 814 yılında dikilen Karabalgasun Yazıtı'nın Çince yüzünde, yazıtı diken kişinin İç Vezir 內宰相 Xié-yū-jiā-sī 頡紆伽思 (İl
Ügesi) olarak yazılmaktadır.89 Burada Büyük Vezirin aynı zamanda İç Vezir olarak
da ifade edildiği anlaşılmaktadır.
Orhun Uygur Devleti yıkıldıktan sonra bu devlete mensup olan bazı zümreler Turfan
(Gao-chang) ve Gan-zhou’da Uygur devleti adına ayrı bir hâkimiyet (9-11. yüzyıl)
oluşturmuştur.90 Bu devletlerde Uygur Dokuz Boyu (urug) 回鶻九部族 Dokuz Vezir
ile yönetilmektedir.91 822 yılının onuncu ayında (18 Kasım-16 Aralık 822) Tengride
Ulug Bolmuş Küçlüg Bilge Kağan 登囉羽錄沒蜜施句主毗伽可汗 (821-824) Tang
Sülâlesi Prensesi Tai-he ile evlenmiştir. Tahtırevanda oturan prenses, Dokuz Boylu
Dokuz Veziri tarafından kaldırılarak güneşin dönüşüne göre otağı sağdan dokuz
defa döndürmüştür.92
660 yılı olayları
660 yılında Tie-le topluluğu İzgiller 思結/悉結, Bayırgular, Bukutlar ve Tongralar
Tang Sülâlesine karşı bir isyana kalkışmıştır. Ancak söz konusu isyan bu yılın sekizinci ayının on dördüncü gününde (23 Eylül 660, Çarşamba) Tang Sülâlesi Generali
Zheng Ren-tai 鄭仁泰 tarafından komuta edilen birlik tarafından bastırılmış, isyan-
85
李德裕, <授回鶻內宰相愛耶勿歸義軍副使兼賜姓名制>,《全唐文》卷 697, 1983:7161a.
《舊唐書》卷 196b <吐蕃傳下>, 1975:5257;《舊唐書》卷 13 <德宗本紀下·貞元六年>, 1975:370;《舊
86
唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5209;《新唐書》卷 217a <回鶻傳上>, 1975:6122, 6125;《資治通鑑》
卷 233 <貞觀二十年>, 1956:7501.
87
88
《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5209;《資治通鑑》卷 233 <貞觀二十年>, 1956:7501.
James R. Hamilton,
1955:159; Volker Rybatzki, “Die Personennamen und Titel der mittel-
mongolischen Dokumente: Eine lexikalische Untersuchung” (Doctoral dissertation, November 2006), University of Helsinki, Faculty of Arts, Institute for Asian and African Studies,
2006:22, 59, 66, 67, 68, 83, 98, 137, 140, 172, 187, 207, 229, 247, 248, 268, 296, 321, 341, 342, 382,
400, 411, 423, 424, 428, 471, 479, 482, 484, 509, 539, 662, 679, 681.
89
Yazıtın Çince metni için bakınız Orkun, 1987:240. Yazıt üzerindeki araştırmalar için bakınız
林梅村, <九姓回鶻可汗碑研究>,
林梅村, 《古道西風:考古新發現與中西文化交流》北京: 三聯
書店, 2000:285-322
90
Bu devletler hakkında bakınız Özkan İzgi, Çin Elçisi Wang Yen-Te’nin Uygur Seyahatnamesi,
Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989:26-32.
91
李燾,《續資治通鑑長編》卷 92,第 07 冊, 北京:中華書局, 1985:2119; 徐松,《宋會要輯稿》第 197
冊<蕃夷四•回鶻>, 北京:中華書局, 1957:7716b; 李燾,《續資治通鑑長編》卷 128,第 10 冊,
1985:3028;《宋會要輯稿》第 197 冊<蕃夷四•回鶻>, 1957:7717a;《宋會要輯稿》第 197 冊<蕃夷
四•龜茲>, 1957:7720a; 脫脫,《宋史》卷 490 <外國傳六•回鶻傳>, 北京:中華書局, 1977:14123;《宋
史》卷 490 <外國傳六·龜茲傳>, 1977:14117.
92
《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5213;《新唐書》卷 217b <回鶻傳下>, 1975:6130.
205
ERKİN EKREM
cıların reisleri ise öldürülmüştür.93 661 yılının onuncu ayında (29 Ekim-26 Kasım 661)
Han-hai Eyaleti Valisi ve Uygur boy reisi Po-run 婆閏 (648-661) ölmüştür. Yerine
yeğeni Bi-su-du 比粟毒 (bhi-siok(su)-dhok) geçmiş ve kendi boyu ile Tongra ve Bukut
boylarıyla Tang Sülâlesi sınır bölgelerine saldırmıştır.94 Diğer bir kaynağa göre 661
yılının onuncu ayında Orhun bölgesi Tie-le boyları Tang Sülâlesinin gönderdiği
Ci-shi 敕使 unvanlı görevliyi öldürerek tekrar isyan etmiştir. 95 Onuncu ayın on
birinci gününde (8 Kasım 661, Pazartesi) Tang Sülâlesi İmparatoru Gao-zong (649-683)
Doğu Başkentine gelerek Büyük General Zheng Ren-tai 鄭仁泰 (601-663) ve yardımcısı General Xue Ren-gui 薛仁貴 (614-683) başta olmak üzere beş generalden oluşan
ordu birliğini Tie-le topluluğu üzerine yollamıştır.96 Neticede Bukut boyu mağlup
edilmiş, Uygur reisi Bi-su-du kaçarak Tie-le topluluğun merkezinde 鐵 勒 本 部
Tian-shan Nahiyesini 天山縣 tesis etmiştir.97 Uygur boy reisi Bi-su-du 比粟毒 kaçtıktan sonra yerine Po-run’un oğlu Bi-li 比栗 (bhi-lit) geçmiştir.98
661 yılının üçüncü ayının birinci gününde (25 Mart 662, Cuma) General Zheng
Ren-tai’nin komuta ettiği Tang Sülâlesi ordusu Tian-shan bölgesinde Tie-le boylarıyla
savaşmıştır. Tie-le topluluğunda Dokuz Boylular Tang Sülâlesi ordusunun geleceği
duyulunca yüz binden fazla bir birlik ile karşı koyulmaya çalışılmıştır. Dokuz Boylular seçilen on küsur savaşçı ile meydan okumaya çıkmıştır. Ancak General Xue
Ren-gui üç okla üç savaşçıyı atlarından indirince diğer savaşçılar da atlarından inerek teslim olmuştur. General Xue Ren-gui bunların hepsini canlı olarak toprağa
gömmüştür. Ardından Tang Sülâlesi ordusu Dokuz Boylulara hücum etmeye başlamış ve Yabgu unvanlı üç kardeşi ele geçirerek geri dönmüştür.99 Böylece mağlubiyete uğramış Dokuz Boyluların sınır bölgede oluşturduğu tehdit ortadan kaldırılmıştır.100 Çin kaynaklarına göre başkomutan Zheng Ren-tai Tian-shan bölgesini korumaya çalışan Tie-le topluluğuna bağlı İzgil 思結 ve Telegenlere 多濫葛 saldırmıştır.
Tang Sülâlesi ordusunun bölgeye geldiğini öğrenen bu boylar zaten teslim olacakla93
《新唐書》卷 3 <高宗皇帝本紀·顯慶五年>, 1975:60;《資治通鑑》卷 200 <顯慶五年>, 1956:6321;
94
《資治通鑑》卷 200 <龍朔元年>, 1956:6326.
95
《冊府元龜》卷 986 <外臣部·征討五>, 1994:11578b.
《冊府元龜》卷 986 <外臣部•征討五>, 1994:11578a.
《新唐書》卷 3 <高宗皇帝本紀·龍朔元年>, 1975:61;《資治通鑑》卷 200 <龍朔元年>, 1956:6326; 《冊
96
府元龜》卷 986 <外臣部•征討五>, 1994:11578ab.
97
《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5197-5198.
98
《新唐書》卷 217a <回鶻傳上>, 1975:6114.
《新唐書》卷 3 <高宗皇帝本紀·龍朔二年>, 1975:62;《資治通鑑》卷 200 <龍朔二年>, 1956:6327.Tang
99
Hui-yao da aynı bilgileri vermektedir, ancak olayların geçtiği tarihi Gan-feng saltanat devrinin
birinci yılın (666) üçüncü ayı (10 Nisan-9 Mayıs 666) olarak yazılmıştır (《唐會要》卷 96 <鐵勒
傳>, 1978:1726).General Zeng Ren-tai’nin mezar yazıtına göre onun ölümü Long-su Saltanat
devrinin üçüncü yılının (663) on birinci ayının on dokuzuncu gününde (23 Aralık 663)
gerçekleşmiştir (<大唐故右武衛大將軍使持節都督涼甘粛伊瓜沙等六州諸軍事涼州刺史上柱國
同安郡開國公鄭府君墓誌銘并序>, 周紹良主編,《唐代墓誌彙編》, 上海:上海古籍出版社,
1992:406; 張沛《昭陵碑石》, 西安: 三秦出版社,
1993:155-156). Bu nedenle Tang Hui-yao adlı
eserdeki tarih yanlış yazılmış olacaktır.
《舊唐書》卷 4 <高宗本紀·龍朔三年>, 1975:84;《唐會要》卷 96 <鐵勒傳>, 1978:1726;《資治通鑑》
100
卷 200 <龍朔二年>, 1956:6328.
206
ÇİN KAYNAKLARINDA DOKUZ OĞUZ MESELESİ: SAYISAL YAPISI
rını bildirmiştir. Ancak General Zheng Ren-tai bunu kabul etmeyerek hücum emrini
vermiş ve ele geçirdiği boya bağlı aileleri ödül olarak kendi askerlerine hediye etmiştir. İzgil ve Telegenler erleri ise kaçıp gitmişler, General Yang Zhi 楊志 bir birlikle
bunların peşinden gitmiş, ancak mağlup edilmiştir. General Zheng Ren-tai’nin aldığı
bir istihbaratı değerlendirip Tie-le topluluğuna ait levazımı ele geçirmek için on dört
bin atlı askerle kuzeye doğru büyük çölden geçerek Selenge 仙萼河 (Uygur otağın
600 li yani 318 km kuzeyinde) nehrine ulaşmışlar, fakat ne levazım ne de bir kimseyi
bulamamışlardır. Erzakları bitmiş Tang Sülâlesi ordusu geri dönmeye karar vermiş
ve dönüş yolunda büyük kar fırtınası ile karşı karşıya kalmış, hem açlık hem de
donma tehlikesi geçiren askerler silahlarını bırakmış, önce atları sonra birbirini yemeye çalışmışlardır. Tang Sülâlesi ordusu sınıra geldiğinde ancak 800 kişi kalmıştır.101
Böylece Tie-le topluluğuna karşı yapılan savaş 663 yılının birinci ayında (13 Şubat-14
Mart 663) tamamen sona ermiştir.102 Çin kaynaklarına göre bu savaştan sonra Dokuz
Boylular artık zayıflamıştır ve Çin sınır bölgesine tehdit oluşturamaz hâle gelmiştir.103
General Xue Ren-gui de Tie-le boylarının kız ve kadınlarını askerlerine cariye etme
ve onların mallarını kendi zimmetine geçirme suçu ile General Zheng Ren-tai ile
birlikte sarayda suçlanarak cezalandırmıştır. 104 General Zheng Ren-tai’nin Tie-le
topluluğuna düzenlediği sefer de başarısız olarak nitelendirilmiştir.105 Tang Sülâlesi,
Tie-le topluluğunun Dokuz Boyluları 鐵勒九姓 yatıştırmak ve gönlünü almak için
Tang Sülâlesi hizmetinde olan Tie-le topluluğu kökenli General Qi-bi He-li’yi 契苾何
力 görevlendirmiştir. General Qi-bi He-li sadece beş yüz atlı ile Dokuz Boylulara ait
sınırı geçmiş ve bu durum Dokuz Boyluları çok ürkmüştür. General Qi-bi He-li onlara öğütler vererek, “Tang Sülâlesi sizin kandırıldığınızı ve bundan dolayı isyana
kalkıştığınızı biliyor, beni göndermelerinin amacı sizin suçlarınızı affetmek ve yeni
bir başlangıç yapmaktır; bütün suçlar reislerindir, onları iade ederseniz yeterli olacaktır” demişti. Dokuz Boylular bunu duyunca çok sevinmiş ve Yabgu, Şad ve Tiginler dâhil iki yüzden fazla kişiyi Qi-bi He-li’ye teslim etmiştir, Qi-bi He-li onları
suçlu ilan ettikten sonra hepsini öldürmüştür.106
Yukarıdaki olaylardan Tie-le topluluğuna mensup olan Dokuz Boyluların Uygurlar,
İzgiller, Bayırgular, Bukutlar ve Tongralar ve Telegenleri gibi boyları kapsadığı anlaşılmaktadır. Bu boylar bazen Dokuz Boylular bazen Tie-le topluluğunun Dokuz
Boyluları 鐵勒九姓 biçiminde geçmektedir. 646 yılındaki olaylarda ise Dokuz Boylu
Tie-le topluluğu 九姓鐵勒107 ya da Dokuz Boylu Chi-le (Tie-le) 九姓敕勒 toplulu-
《新唐書》卷 111 <薛仁貴傳>, 1975:4141;《資治通鑑》卷 200 <龍朔二年>, 1956:6328;《冊府元龜》
101
卷 986 <外臣部•征討五>, 1994:11578b.
《舊唐書》卷 4 <高宗本紀·龍朔三年>, 1975:84;《冊府元龜》卷 986 <外臣部•征討五>, 1994:11578b.
102
103
《舊唐書》卷 83 <薛仁貴傳>, 1975:2781; 《新唐書》卷 111 <薛仁貴傳>, 1975:4141;《冊府元龜》
104
《新唐書》卷 111 <薛仁貴傳>, 1975:4141; 《資治通鑑》卷 200 <龍朔二年>, 1956:6328.
卷 358 <將帥部十九•立功第十一>, 2006:4036.
105
《冊府元龜》卷 135 <帝王部·愍征役>, 2006:1493.
《舊唐書》卷 109 <契苾何力傳>, 1975:3293;《新唐書》卷 110 <諸夷蕃將·契苾何力>, 1975:4119-4120;
106
《資治通鑑》卷 200 <龍朔二年>, 1956:6328;《冊府元龜》卷 656 <奉使部•立功>, 2006:7569.
107
《冊府元龜》卷 973 <外臣部•助國討伐>, 1994:11432ab.
207
ERKİN EKREM
ğu 108 şeklinde yazılmaktadır. Bazı Çin kaynaklarında General Xue Ren-gui’yi
Tian-shan bölgesinde karşılayanlar Dokuz Boylu [Gök] Türkler 九姓突厥 olarak
geçmektedir.109 Yine 646 yılındaki olaylarda Dokuz Boylu Tie-le topluluğu ordusu
[Gök] Türk askeri 突厥兵 olarak gösterilmektedir.110
Bu olaylarında Uygurlar, İzgiller, Bayırgular, Bukutlar ve Tongralar ve Telegenlere
boyları Dokuz Boylu topluluğa mensup olduğun görünmektedir.
715 yılı Olayları
682 yılında İlteriş Kağan’ın (682-691) Tang Sülâlesine karşı ayaklanmasının sonucundada 50 yılın ardından Gök Türk Devleti tekrar kurulmuştur. Çin Seddi ile Orhun bölgesi arasında yer alan ve başkenti Karakum olan bu devlet ilan edildiğinde
kuzeyinde Baz Kağan’ın başında olduğu Tokuz Oğuz hâkimiyetindeki bölge bulunmaktadır. Gök Türklerin Uygur boyundan olan Baz Kağan ile yaşanan savaşlar 686
yılına kadar devam etmiş ve neticede Ötüken’de umumî hâkimiyetin tesisi ile son
bulmuştur.111 Kül Tigin (D14)112 ve Tonyukuk Yazıtında (9. satır)113 bu savaşlardan
bahsedilmektedir. Tonyukuk Yazıtında Dokuz Oğuzlara mensup olan Tongra ve
Kuni (Kun, Hun) boylarının adları geçmektedir.114 Çin kaynaklarına göre kağanlığını
henüz ilan etmeden hemen önce A-shi-na Kutluk isyan eden adamlarını Yin-shan’e
(Çoğay dağları) topladığında ilk olarak Dokuz Boyluların topraklarını yağmalamıştır.115 İkinci Gök Türk Devleti kurulduktan sonra özellikle 714-716 yılları arasında
Dokuz Oğuzların isyanı Gök Türk hükümranlığına zayiat verdirmiştir.
Kül Tigin Yazıtına (K1-2) göre, Kül Tigin (684-731) 30 yaşındayken yani 714 yılında
Karluklar ve Azlar ile savaşmıştır.116 Bilge Kağan'ın (683-734) ise 31 yaşında Karluk
ve Basmıl (?) boylarıyla savaştığı (D29) bilinmektedir. 117 Çin kaynaklarına göre
Kai-yuan saltanat devrinin ikinci yılının dokuzuncu ayının yirmi sekizinci gününde
(9 Kasım 714, Cuma) Karluklar 葛邏祿 Mo-chuo Kağan’ın (Kapgan Kağan, 691-716)
baskısından kaçarak Çin’e sığınmıştır.118 Karlukların Çin’e kaçması ilerleyen tarihlerde de devam etmiştir. Kai-yuan saltanat devrinin üçüncü yılının birinci ayının
yirmi beşinci gününde (5 Mart 715, Salı) Karluk reisi Boyla Tarkan 裴羅達干 Çin’e
108
《資治通鑑》卷 198 <貞觀二十年>, 1956:6237.
《舊唐書》卷 83 <薛仁貴傳>, 1975:2781;《冊府元龜》卷 384 <將帥部•褒異第十>, 2006:4345;《冊
109
府元龜》卷 846 <總錄部•善射>, 2006:9840;李昉,《太平禦覽》卷 276 <兵部七•良將下>,北京:
中華書局, 1960:1288a; 李昉,《太平禦覽》卷 745 <工藝部二•射中>, 1960:3308b.
110
《舊唐書》卷 67 <李勣傳>, 1975:2487;《新唐書》卷 93 <李勣傳>, 1975:3819.
111
Erkin Ekrem, “Baz Kağan Meselesi”, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, Cilt 5, Sayı 1 (Mart
112
Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1987:35;
113
Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1987:102;
114
Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1987:102.
115
《舊唐書》卷 194a <突厥傳上·骨咄祿>,1975:5167; 《新唐書》卷 215a <突厥傳上>, 1975:6044
2008), ss.47-64.
Talât Tekin, Orhon Yazıtları, 1988:13.
Talât Tekin, Tunyukuk Yazıtı, Ankara: Simurg, 1994:5.
116
117
118
Talât Tekin, Orhon Yazıtları, 1988:21, 23.
Talât Tekin, Orhon Yazıtları, 1988:47, 48.
《資治通鑑》卷 211, 1956:6705.
208
ÇİN KAYNAKLARINDA DOKUZ OĞUZ MESELESİ: SAYISAL YAPISI
teslim olmuştur.119 İki ay sonra (16 Mayıs 715, Perşembe) [Gök] Türklerin Üç Boylu
Karluklar 突厥部三姓葛邏祿 Çin’e teslim olmuştur.120 Bu gelişme Gök Türk ile Karluklar arasındaki savaşlarla ilintili olmalıdır. Kül Tigin Yazıtına (K3-9) göre, kendisi
31 yaşında yani 715 yılında Az ve İzgil boylarıyla savaşmıştır. Devamında Dokuz
Oğuzlarla bir yılda beş kez savaşmıştır.121 Bilge Kağan Yazıtına göre (D29-32) Dokuz
Oğuzlarla dört kez savaşmıştır.122 Bu belgelerde sadece İzgiller, Edizler ile Togralar
adı tespit edilmektedir.123 Ancak Dokuz Oğuzlar adı bazen doğrudan Oğuzlar olarak
zikredilmektedir. Çin kaynaklarına göre, Kai-yuan saltanat devrinin üçüncü yılının
ikinci ayında (10 Mart-8 Nisan 715) Xie-die boyu (Adizler, Edizler) Totok’u Si-tai
adamlarıyla 𨁂 跌 都 督 思 泰 [Gök] Türklerden kaçarak Çin’e teslim olmuştur. 124
Xie-die için Çin kaynaklarında A-die 阿跌, He-die 訶跌 ve He-die 訶咥 gibi ses
tercümeleri de bulunmaktadır.125 Kai-yuan saltanat devrinin üçüncü yılının onuncu
ayında (2-31 Ekim 715) Dokuz Boylu Si-jie 九姓思結 boyu (İzgiller) Totok’u Mo-san
磨散 ve adamlarıyla Çin’e teslim olmuştur, onuncu ayın on birinci gününde (11
Kasım 715, Pazartesi) (general olarak) görevlendirip geri gönderilmiştir. 126 Si-jie
boyu, 630-641 yılları arasındaki kayıtlarda [Gök] Türk Si-jie 突厥思結 boyu olarak
zikredilmektedir.127 715 yılının son bahar ayında Mo-chuo (Kapgan Kağan) Dokuz
Boylu lideri A-bu-si 阿布思 [ve] diğerleriyle Gobi çölünün kuzeyinde savaşmışlardır.
Dokuz Boylular büyük mağlubiyete uğramış, insan ve mallar zayiatı büyük olmuş,
A-bu-si adamlarıyla Tang Sülâlesine teslim olmuştur.128 Aynı bilgiler diğer kaynaklarda da yer almaktadır. Mo-chuo [Kağan] Dokuz Boylulara saldırı düzenlemiş ve
Gobi çölünün kuzeyinde 磧北 (Orhon bölgesi) Dokuz Boyluları mağlup etmiştir.
Böylece Si-jie 思結 gibi boylar Çin’e gelerek teslim olmuşlar, hepsi çeşitli mevkilerde
görevlendirilmiştir.129 Gerçi Çin kaynaklarında A-bu-si 阿布思 adı çoğu zaman bir
119
《資治通鑑》卷 211, 1956:6709.
《新唐書》卷 5 <本紀 5•玄宗皇帝開元四年>, 1975:124; 《新唐書》卷 215b <突厥傳下>, 1975:6065;
120
《冊府元龜》卷 977, 1994:11481. Bazı araştırmacılara göre bu beş savaşta sırasıyla Uygurlar,
Adizler (Edizler), Uygurlar, Togralar ve Uygurlar ile yapılmıştır. bakınız 馬長壽, 《突厥人和
突厥汗國》, 上海:上海人民出版社 1957:75.
121
Talât Tekin, Orhon Yazıtları, 1988:21, 23.
122
Talât Tekin, Orhon Yazıtları, 1988:47, 49.
123
Orhon yazıtında Dokuz Oğuzlara düzenlenen ilk savaş Togu balık’ta gerçekleşmişti. Bazı
araştırmacılara göre bu şehir Tang Sülalesinin Orhon bölgesindeki eski idare merkezi olan
Yan-ran Valiliği 燕然都護府 (647-633) ile Han-hai Valiliği 瀚海都護府 (663-669) olduğunu
ortaya koymaktadır. Bakınız 馬長壽, 《突厥人和突厥汗國》, 上海:上海人民出版社 1957:74, .
Eğer bu doğru ise söz konusu merkez yönetimi Uygurlar icra etiği için Gök Türklerin Dokuz Oğuzlara düzenlenen ilk saldırı Uygurlara yönelik olacaktır.
124
《資治通鑑》卷 211, 1956:6709.
125
《資治通鑑》卷 192, 1956:6044; 《新唐書》卷 217 <回鶻傳下>, 1975:6142.
《資治通鑑》
卷 211, 1956:6712; 王欽若等編纂,《册府元龜》
卷 974 <外臣部•褒異一>, 1994:11444b.
126
127
《舊唐書》卷 3 <太宗本紀·貞觀十五年>, 1975:53;《資治通鑑》卷 193, 1956:6073; 《資治通鑑》
128
《舊唐書》卷 194a <默啜傳>, 1975:5173.
129
《新唐書》卷 215a <突厥傳上>, 1975:6048-6049. Kaynakta bu bilginin devamında İmparator
卷 196, 1956:6172.
Xuan-zong’un (712-756) gelen Si-jieler ve diğerlerini görevlendirdiğinden bahsedilmektedir.
209
ERKİN EKREM
boy adı olarak geçiyorsa da, burada A-bu-si adının söz konusu Si-jie 思結 boyunun
reisi olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Çin kaynaklarına göre, görevlendiren boy liderleri Dokuz Boylu Si-jie Totok’u
Mo-san, Hu-xue 斛薛 boyu büyük reisi Yi-li Shu-gong 移利殊功, Qi boyu (Qi-bi 契
苾) boyu Totok’u Xie-mo-shi 邪沒施, Fu-li-yü 匐利羽 boyu Totok’u Mo-he Tu-mo
莫賀突默, Yan-tuo boyun 延陀 (Xue Yan-tuo 薛延陀, *Türk Sir Budun) Totok’u Xue
Hun-da 薛渾達, Nu-lai 奴賴 boyu büyük reisi Nu-lai Xiao 奴賴孝, Xie-die 𨁂跌
boyu reisi Pei-ai 裴 艾 gibilerden oluşmaktadır. 130 Bunların Hu-xue, Qi (Qi-bi),
Yan-tuo (Xue Yan-tuo) ve Xie-die gibi boylar Tie-le federasyonuna bağlıdır, Fu-li-yü
ile Nu-lai boylarının mensubiyeti kaynaklarda izah edilmemiştir.
Nu-lai 奴賴 boyuna diğer kaynaklarda rastlanılmamaktadır. Ancak Nu-la 奴剌
adıyla Gök Türk bünyesine mensup bir boy bulunmaktadır. Araştırmacılar Nu-lai ile
Nu-la adının aynı boyu gösterdiği kanaatindedir.131 Nu-la boyu reisi Nu-la Chuo
(Çor) Fu-si (qi)-you 奴剌啜匐俟友 on binden fazla adamıyla 647 yılının onuncu ayının yirmi yedinci gününde (29 Kasım 647, Perşembe) Tang Sülâlesine sığınmıştır. 132
Bazı araştırmacılara göre bu reisin adı Nu-la Chuo Fu-si-zhi 奴剌啜匐俟支 olarak
okunmalıdır.133 Çin kaynaklarına göre Nu-la boyu “bugün Deng-zhou ile adlandıran”
今曰登州 yerde ikamet etmiştir.134 Ancak kaynaklarda Deng-zhou değil Bai-deng
Zhou 白登州 adlı yer bulunmaktadır. Büyük ihtimalle Çince karakter Yue 曰 (adlandırma) ile Bai 白 (beyaz) birbiriyle karışmış olabilir. Eğer Bai-deng Zhou adı
doğru olarak esas alınırsa Nu-la boyu, 649 yılında Tang Sülâlesi tarafından
Yun-zhong Totok Valiliği’ne 雲中都督府 bağlı Bai-deng Zhou’ya yerleştirilen Gök
Türk uruglarından biri olacaktır.135
Fu-li-yü 匐利羽 boy adı klasik Çin kaynaklarında geçmemekte ve sadece Wang
Pu’nun 王溥 (922-982) 961 yılında yazıp tamamladığı Tang Hui-yao adlı kitapta boy
hakkında kısa bilgiler verilmektedir. Yetiştirdiği atları ile meşhur olan Fu-li-yü boyu,
Aynı zamanda Gök Türklerin saldırı ihtimaline karşı General Xue Ne 薛訥 (649-720) de
Shuo-fang Bölgesi Büyük Ordu Komutanı 朔方道行軍大總管 görevine getirmiştir. General
Xue Ne’nin bu göreve getirildiği tarih ise Kai-yuan saltanat devrinin üçüncü yılının onuncu
ayının on dördüncü gününde (14 Kasım 715, Perşembe) gerçekleşmiştir. Bakınız 蘇頲, <薛
訥朔方道大總管制>, 宋敏求, 《唐大詔令集》卷 59, 北京: 商務印書館 1959:316.
130
《册府元龜》卷 974 <外臣部•褒異一>, 1994:11444b. Bu belgede tarih yanlış yazılmıştır,
Kai-yuan saltanat devrinin üçüncü yılı (715) yerine Jing-long saltanat devrinin üçüncü yılı
(709) olarak yazılmıştır. Bakınız Édouard Chavannes, “Notes additionnelles sur les Tou-kiue
(Turcs) occidentaux”, T’oung Pao, Second Series, Vol. 5, No. 1 (1904), p. 32; 岑仲勉, 《突厥集
史》上冊, 1958:392.
131
Édouard Chavannes, “Notes additionnelles sur les Tou-kiue (Turcs) occidentaux”, T’oung
Pao, Second Series, Vol. 5, No. 1 (1904), p. 32; 岑仲勉, 《突厥集史》上冊, 1958:492; 岑仲勉,
《隋唐史》, 北京: 中華書局, 1982:427.
132
133
《資治通鑑》卷 198 <貞觀二十一年>, 1956:6249.
岑仲勉, <奴剌啜匐俟友>, 《通鉴隋唐纪比事质疑》, 1964:78.
134
王溥,《唐會要》卷 72 <諸蕃馬印>, 京都:中文出版社, 1978:1307.
135
《舊唐書》卷 38 <夏州都督府>, 1975:1414; 《新唐書》卷 43b <單于都護府>, 1975:1120. 岑仲勉,
<突厥諸部十一州名>, 《通鉴隋唐纪比事质疑》, 1964:85-86..
210
ÇİN KAYNAKLARINDA DOKUZ OĞUZ MESELESİ: SAYISAL YAPISI
Tang Sülâlesi tarafından tesis edilen Dai-lin Zhou vilayetinde 蹛林州 ikamet etmiştir. 136 751 yılında Li Quan 李筌 tarafından hazırlayan bir askerî tarih eserinde
Fu-li-yü boyunun Tang Sülâlesi tarafından tesis edilmiş Ji-tian Zhou vilayetinde 稽田
州 ikamet ettiği yazılmaktadır.137 Bu kayıtlara göre Fu-li-yü boyu hem Dai-lin Zhou
vilayetinde hem de Ji-tian Zhou vilayetinde ikamet etmiştir. Ancak Tang Sülâlesine
bağlı Tie-le boyları için tesis edilen vilayetlerin arasında Ji-tian Zhou vilayeti 稽田州
yoktur, bir başka Çince karakter ile yazılan Ji-tian Zhou vilayeti 雞田州 bulunmaktadır ve A-die 阿跌 (Adiz, Ediz) boyu ikamet etmektedir.138 Bir başka kayda göre bu
vilayette [Gök] Türk Dokuz Boylu kavmi 突厥九姓部落 ikamet etmektedir.139 Bu
nedenle iki Ji-tian Zhou vilayeti aynı bölgeyi gösterdiği halde Fu-li-yü boyu A-die
(Adiz, Ediz) boyuna mensup olacaktır. Bunu destekleyen kayıtlar bulunmamaktadır.
Eğer Fu-li-yü boyu Dai-lin Zhou vilayetinde ikamet ettiyse, bu durum onun Si-jie
boyu ile bir ilişkisi olduğunu göstermektedir. Si-Jie boyunun birden fazla urugdan
oluştuğu anlaşılmaktadır. Çin kaynaklarına göre söz konusu Dai-lin Zhou vilayeti,
Si-jie boyuna mensup bir başka boyun 思結別部140 ya da A-bu-si 阿布思141 boyunun
ikamet ettiği yerdir. Bu bağlamda Fu-li-yü boyunun, Si-jie boyuna mensup bir alt
boyu (urug) olabilme ihtimali vardır. Yani Fu-li-yü 匐利羽 boyu, A-die (Edizler) ya
da Si-jie (İzgiller) boylarıyla ilişkisi olan bir topluluk olabilir.
Bunun yanında Gök Türk kökenli She-li Shi-tie’nin 舍利石鐵(732-790) mezar yazıtına
göre babası Ge-luo-zhan 葛邏旃 Dokuz Boyluların dağılmasının ardından Tang
Sülâlesine sığınmıştır ve Tang Sülâlesi tarafından da görevlendirmiştir. 142 Zheng
Qiao’nun (1104-1162) eserine göre, She-li uruğu 舍利氏 kuzey topluluklarının 北番
She-li boyunun lider sülâlesinden olduğu için soyadını da She-li olarak almıştır.
Long- shuo saltanat devrinin (661-663) ortalarında Tang Sülâlesinde Sol Wei-wei
Büyük Generali She-li A-bo 舍利阿博 bulunmaktadır. Onun dördüncü kuşak torunu
Ge-zhan 葛旃 de denetleme ve kanun uygulamadan sorumlu olduğu bir göreve 御
史大夫 getirilmiştir. Tang Sülâlesi ona Li soyadını 李氏 ve Feng-guo 奉國 adını
bağışlamıştır. 143 Adı geçen Ge-zhan 葛旃 aynı zamanda Ediz boyundan olan Li
Guang-jin’in 李光進 (750-815) eniştesidir.144 Yine Çin kaynaklarına göre Zhen-guan
136
王溥,《唐會要》卷 72 <諸蕃馬印>, 京都:中文出版社, 1978:1306,1307.
137
李筌撰, 《神機制敵太白陰經》,文淵閣《四庫全書》(子部二兵家类八)第 726 冊, 臺北:臺灣商
138
《舊唐書》卷 161 <李光進傳>, 1975:4217; 《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5196; 《舊唐書》
務印書館,1983:187a.
卷 199b <鐵勒傳>, 1975:5349; 《新唐書》卷 43b <靈州都督府>, 1975:1121;《新唐書》卷 75b <
鷄田李氏>, 1975:3452; 《新唐書》卷 171 <李光進傳>, 1975:5183;《新唐書》卷 217a <回鶻傳上
>, 1975:6112.
139
140
《舊唐書》卷 38 <靈州大都督府>, 1975:1416.
《舊唐書》卷 199b <鐵勒傳>, 1975:5349;《新唐書》卷 43b <燕然都護府>, 1975:1132; 《新唐書》
卷 217a <回鶻傳上>, 1975:6112;《資治通鑑》卷 198, 1956:6244.
141
142
《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5196.
<舍利石鐵墓誌>, 吳鋼主編, 《全唐文補遺》第 6 輯, 西安: 三秦出版社, 1999:467-468. İlgili
araştırmaları için bakınız Moribe Yutaka 森部豊、Saito Shigeo 齊藤茂雄, 「舎利石鐵墓誌の
研究」, 『関西大学東西学術研究』第 46 輯, 2013 年 04 月, 頁 1-20.
143
144
鄭樵,《通志》卷 29 <氏族五•代北複姓>, 北京: 中華書局, 1987:475c.
《舊唐書》卷 161 <李光進傳>, 1975:4217.
211
ERKİN EKREM
saltanat devrinin yirmi üçüncü yılının onuncu ayında (10 Kasım-9 Aralık 649), daha
önce yani 630 yılında Gök Türk devletinin yıkılışıyla Tang Sülâlesi tarafından
Yun-zhong Askerî Valiliğine 雲中都督府 yerleştiren Gök Türk boylarının bir kısmını
yine üç bölgeye yerleştirmeye çalışmıştır. Gök Türklerin She-li Tu-li 舍利吐利 boyu
(urug) kendi boy adıyla She-li Vilayetine 舍利州 yerleştirilmiştir.145 Bu grup She-li
boyu söz konusu askerî valiliğinde etkili olmalıdır ki, She-li Yuan-ying 舍利元英
adlı biri bu askerî valiliğinin Totok’u olmuştur. İkinci Gök Türk devletinin kurucusu
İlteriş Kağan (682-691) da bu Totok’un emrinde nesilden nesile Tutun 吐屯 görevinde bulunmuştur. Gök Türklerin She-li boyunun, Mo-chuo Kağan’ın Dokuz Boylularına saldırdıktan sonra Tang Sülâlesine sığınıp sığınmadığı konusu açıklığa kavuşmamıştır.
Bazı araştırmacılara göre, 715 yılında Gök Türklere karşı isyan eden A-bu-si, Si-jie,
Qi-bi-yü, Hun, Uygur ve Tongra gibi boylar Dokuz Tie-le boylarıdır.146 Bir de Edizler
olmalıdır.
717 yılı Olayları
Bilge Kağan Yazıtına (D35-38) göre, Bilge Kağan 33 yaşındayken (716 yılı) Dokuz
Oğuzlar yurtlarını bırakarak Çin’e kaçmıştır. Bazıları geri dönmüş, bazıları ise geri
dönemeden ölmüşlerdir. Çin’e kaçanların arasında Uygurların İlterbiri de yüz kadar
adamıyla kaçmıştır. 34 yaşındayken (717 yılı) Oğuzlar yine Çin’e kaçmış ve Bilge
Kağan Oğuzların üzerine saldırmıştır.147 Çin kaynaklarına göre, Kai-yuan saltanat
devrinin dördüncü yılının birinci ayının ikinci gününde (30 Ocak 716, Perşembe),
Tang Sülâlesi İmparatoru Xuan-zong 唐玄宗 (712-756) General Xue Ne’nin 薛訥
(649-720) Gök Türk Mo-chuo Kağan’a (691-716) karşı Dokuz Boylular ile birlikte
saldırı planı hazırlamasını emretmiştir. Bu fermanda, kaçıp gelen Dokuz Boyluların
Tang Sülâlesine olan sadakati ifade edildikten sonra, Mou-chuo Kağan’a düzenlenecek bir savaşta, Uygur reisi Fu-di-fu 回紇伏帝匐, Hun (Kun) boyunun reisi Hun
Yuan-zhong 渾元忠 ve Qi-bi boyunun reisi Qi cheng-zǔ 契承祖 nün katılması da
istenmiştir.148 Aynı zamanda Mo-chuo Kağan’a bağlı Gök Türk boylarının hâkimiyetinden ayrılmalarını da teşvik etmektedir. Bu yılın dördüncü ayında (27 Nisan-25
Mayıs 716) General Lun-gong-ren 論弓仁 (Tibet kökenli) kuzeye doğru geçip çölü
aşarak Gök Türklerden kaçan bazı boyları karşılamıştır.149 Aynı zamanda (1 Mayıs
716, Cuma) başka Gök Türk boyları Tang Sülâlesine sığınmış ve unvan ile görevlendirmiştir.150 Mo-chuo Kağan öldürülmeden önce bir suikast tertibi151 de Tang Sülâle-
145
《新唐書》卷 43b <雲中都督府>, 1975:1120; 《資治通鑑》卷 199, 1956:6269.
146
馬長壽, 《突厥人和突厥汗國》, 上海:上海人民出版社 1957:76.
147
V. Thomsen, 1993:127; Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, Ankara: Türk Dil Kurumu
148
宋 敏 求 編 , 《 唐 大 詔 令 集 》 卷 130 < 命 薛 訥 等 與 九 姓 共 伐 默 啜 制 >, 北 京 : 商 務 印 書 館 ,
149
張說, <撥川郡王碑(奉敕撰)>, 張說, 《張燕公集》(四庫唐人文集叢刊), 上海: 上海古籍出版社,
Yayınları, 1987:66-67. Talât Tekin, Orhon Yazıtları, 1988:51.
1959:706-707.
1992:16a. 岑仲勉, 《突厥集史》, 1958:396.
150
151
《冊府元龜》卷 974 <外臣部•褒異一>, 1994:11445a.
顏真卿, <特進行左金吾衛大將軍上柱國清河郡開國公贈開府儀同三司兼夏州都督康公神道碑銘
>, 顏真卿, 《顏魯公集》(四庫唐人文集叢刊), 上海:上海古籍出版社, 1992:38a.
212
ÇİN KAYNAKLARINDA DOKUZ OĞUZ MESELESİ: SAYISAL YAPISI
sinin Mo-chuo Kağan’a yönelik politikası olabilir. Bu yılın altıncı ayının on yedinci
gününde (10 Temmuz 716, Cuma) Mou-chuo Kağan’ın kafası kesilerek Tang Sülâlesi
sarayına getirilmiştir. 152 Mou-chuo Kağan’ın Tula Nehrinde 獨樂河 Dokuz Boylu
Bayırgu’ya 九姓拔曳固 (Tariat Yazıtı 13’te Dokuz Bayırgu adı geçer) düzenlediği
başarılı saldırının dönüşünde, Xie-zhi-lüe 頡質略 adından bir Bayırgu savaşçısının
迸卒 ormanda hazırladığı bir suikasta uğramıştır.153 Bazı kaynaklarda Gök Türklerin
elçi olarak görev yapan General Hao Ling-quan'ı 郝靈荃 yakalayıp kafasını kestiği
捕斬之 yazılmaktadır.154 Başka kaynaklarda ise Hao Ling-quan’ın Tie-le Uygur boylarıyla 持(鐵)勒回紇部落 Tuğla nehrinde Mo-chuo Kağan’ı öldürdüğünü belirtilmektedir.155 Diğer kaynaklarda ise Hao Ling-quan'ın yabancı boylara refakatçi olarak
saraya geldiği ifade edilmektedir.156 Neticede Bayırgu boyu reisi Xie-zhi-lüe'nin 頡質
略 saraya getirildiği ve Mo-chuo Kağan’ın kafasının başkent Chang-an’ın Guang-jie
廣街 pazarında teşhir edildiği bilinmektedir.157
Mo-chuo Kağan öldürüldükten sonra yerine oğlu Küçük Kağan unvanlı Fu-ju 匐俱
geçmiştir, ancak Kül Tigin eski soyları toparlayıp 鳩合舊部 Küçük Kağan, kardeşleri
ve yakınlarının tamamını öldürterek ağabeyi Sol Bilge Beyi Mo-ji-lian’ı 默棘連 Bilge
Kağan olarak iktidara getirmiştir.158 Mo-chuo Kağan’ın ölümünden sonra ona bağlı
olan boy reisleri 酋長 Tang Sülâlesine kaçmıştır ve daha sonra Bilge Kağan (716-734)
iktidara gelişiyle geri dönmüşlerdir.159 Çin kaynaklarına göre Uygurlar Tang Sülâlesinin Mo-chuo Kağan’ı ortadan kaldırmasına yardım ettiği için, Uygurların bir başka
boyunun lideri Yi-jian İltebir 移健頡利發 ve Tongra 同羅 ile Xi 霫 (bazı yerde Bai Xi
白霫) boyları da Tang Sülâlesine sığınmıştır.160 Bu yılın yedinci ayında Mo-chuo
Kağan’ı öldürenler ödüllendirilmiştir. 161 Çin kaynaklarna göre, Bayırgu, Uygur,
Tongra, Xi 霫 ve Bukut 僕固 boyları Da-wu Jun 大武軍 ordusuna bağlı kuzey
bölgelerine yerleştirilmiştir.162 Bing-zhou Vilayetinin 800 li (333 km) kuzeyinde bulunan Da-wu Jun 大武軍 ordusu Tang Sülâlesinin kuzey bölgelerine konuşlandırılan
ordulardan biridir. 163 723 yılında kuzey bölgesi orduları 10 vilayeti kapsayan
Tai-yuan Kuzeyi Askerî Valiliği’ne 太 原 以 北 節 度 使 dönüştürülmüştür. 164 Çin’e
sığınan boylar kimi kaynaklarda Tai-yuan Dokuz Boylular 太原九姓 olarak da ad-
152
153
《舊唐書》卷 8 <玄宗上·開元四年>, 1975:176.
杜佑, 《通典》卷 198 <邊防十四·北狄五·突厥中>, 上海:商務印書館, 1935:1074c; 《新唐書》卷
215a <突厥傳上>, 1975:6049.
《新唐書》卷 160 <杜佑傳>, 1975:5089; 《新唐書》卷 5 <本紀 5•玄宗皇帝開元四年>, 1975:125.
154
155
《資治通鑑》卷 211, 1956:6719; 岑仲勉, 《突厥集史》, 1958:396.
156
《新唐書》卷 124 <宋璟傳>, 1975:4394; 《新唐書》卷 215a <突厥傳上>, 1975:6049.
157
《資治通鑑》卷 211, 1956:6719.
158
《舊唐書》卷 194a <突厥上·默啜傳>, 1975:5173.
159
《舊唐書》卷 93 <王晙傳>, 1975:2986; 《新唐書》卷 111 <王晙傳>, 1975:4154.
160
161
162
歐陽修,《新唐書》卷 217a <回鶻傳上>, 1975:6114.
《資治通鑑》卷 211, 1956:6719.
《舊唐書》卷 8 <本紀 8•玄宗皇帝開元四年>, 1975:176;《資治通鑑》卷 211, 1956:6719.
《新唐書》卷 39 <代州鴈門郡>, 1975:1005; 《資治通鑑》卷 211, 1956:6695;《資治通鑑》卷 212,
163
1956:6740.
164
《資治通鑑》卷 212, 1956:6755.
213
ERKİN EKREM
landırılmıştır.165 Bilge Kağan’ın iktidarı ele geçirmesinin ardından, daha önce Gök
Türklerden kaçarak Çin’e sığınan ve He-chü 河曲 bölgesine yerleştiren boylar 716
yılının kış ayında Gök Türk topraklarına geri dönmüşlerdir. Çin kaynaklarına göre
A-xi-lan 阿悉爛 ile Xia-die Si-tai 𨁂跌思泰(太) liderliğindeki boylar, Chan-yü Askerî
Valiliğinin 單于都護府 vali yardımcısı Zhang Zhi-yun’u 張知運 yakalayıp kaçırmıştır. Zhang Zhi-yun yardıma gelen Tang Sülâlesi ordusu tarafından kurtarıldıysa
da, idam edilmekten kurtulamamıştır.166 Bilge Kağan, geri dönen Xia-die Si-tai gibi
boyların desteğine sahip olunca Tang Sülâlesine saldırılar düzenlemeye başlamıştır.167
Bu gelişmelerden sonra güvenlik tedbirleri almak üzere Bing-zhou Vilayeti komutanı
并州長史 Zhang Jia-zhen’in 張嘉貞 (66-729), Kai-yuan saltanat devrinin beşinci
yılının beşinci ayında (14 Haziran-12 Temmuz 717) imparatora yazdığı bir mektupta,
yeni teslim olan ve Tai-yuan (Bing-zhou Vilayetinin merkezi) şehrinin kuzeyinde
dağınık halde yaşayan [Gök] Türk Dokuz Boyluların 突厥九姓 bir ordu tarafından
kontrol altına alınmasını tavsiye etmiştir. Beşinci ayın yirmi ikinci gününde (5 Temmuz 717), Bing-zhou Vilayetinde 80 bin kişiden oluşan ve Zhang Jia-zhen’in komutasındaki Tian-bing ordusunun 天兵軍 oluşturmasına dair saraydan bir karar çıkmıştır.168 Ancak Tang Sülâlesi imparatoru Xuan-zong’un (712-756) bunun üzerine yayımladığı fermanda [Gök] Türk Dokuz Boyluları yerine Dokuz Boylular olarak geçmektedir. İmparator Xuan-zong da burada kendi tespitlerini ortaya koymuştur: Dokuz Boylular aynı türden ve aralarında pek yakın 雖類頗親 olmalarına rağmen
düşmanlıkları da uzun zamandır bilinmektedir. 169 Anlaşıldığı gibi burada geçen
[Gök] Türk Dokuz Boylular aslında Dokuz Boylulardır.
Kai-yuan saltanat devrinin altıncı yılının ikinci ayının yirmi üçüncü gününde (29
Mart 718, Salı) Tang Sülâlesi, Gök Türklere karşı askerî müdahale planları yapmak
üzere bir ferman yayımlamıştır. Dokuz Boyluların sınır topraklarını koruması ve
bunun bağlamda katkılarını göstermek için Tang Sülâlesi Dokuz Boyluları da görev165
《新唐書》卷 12 <張說傳>, 1975:4409.
《舊唐書》卷 103 <郭知運傳>, 1975:3190;《舊唐書》卷 194a <突厥傳•毗伽可汗傳>, 1975:517; 《新
166
唐書》卷 133 <郭知運傳>, 1975:4545. Çin kaynaklarında Türk boyların isyan etme ve Tang
Sülâlesi ordusunun karşı koyma tarihlerinde problemler vardır. Zi-zhi Tong-jian’e göre
Xia-die Si-tai ile A-xi-lan isyanları hakkında haber alan Tang Sülâlesi onuncu ayın ikinci
gününde (21 Ekim 716, Çarşamba) Shuo-fang Ordu Komutanı Xue Ne’yi kaçan boyları yakalamak için göndermişti (《資治通鑑》卷 211, 1956:6721). Ancak Yeni Tang Sülâlesi Tarihi’nde
vali yardımcısı Zhang Zhi-yun’un Kai-yuan saltanat devrinin altıncı yılının on birinci ayında (27 Kasım-26 Aralık 718) [Gök] Türkler tarafından alıkoymuştur ifadesi yer almaktadır
(《新唐書》卷 5 <本紀 5·玄宗皇帝開元六年>, 1975:127). Cen Zhong-mian bu tarihin hatalı
olduğunu ortaya koymuş ve bu ibareyi Kai-yuan saltanat devrinin dördüncü yılı (716) olarak kabul etmiştir (岑仲勉,《突厥集史》1958:400). Bu bağlamda Zhang Zhi-yun’un yakalanması Kai-yuan saltanat devrinin dördüncü yılının on birinci ayında (19 Kasım-18 Aralık
716) olacaktır. Buna rağmen iki kaynak arasında bir aylık zaman farkı vardır.
167
《資治通鑑》卷 212, 1956:6722.
168
《舊唐書》卷 99 <張嘉貞傳>, 1975:3090; 《新唐書》卷 127 <張嘉貞傳>, 1975:4442; 《資治通鑑》
169
唐玄宗, <並州置天兵軍制>, 董誥等編,《全唐文》卷 21 <元宗 (二) >, 北京:中華書局 1983:251a.
卷 211, 1956:6721;《資治通鑑》卷 211, 1956:6728.
214
ÇİN KAYNAKLARINDA DOKUZ OĞUZ MESELESİ: SAYISAL YAPISI
lendirmiştir: Bayırgu Totok’u Xie-zhi-lüe 拔曳固都督頡質略 üç bin atlı asker, Tongra
Totok’u Bilge Mo-chuo 同羅都督毗伽末啜 iki bin atlı asker, Xi Totok’u Bi-yan 霫都
督比言 iki bin atlı asker, Uygur Totok’u Yi-jian İltebir 回紇都督夷健頡利發 bin atlı
asker ve Bukut Totok’u Ye-le-ge 僕固都督曳勒歌 800 asker ile Tang Sülâlesinin kuzey bölgelerindeki Heng-ye Jun 横野军 ve Da-wu Jun 大武军 ordularının emrine
girmişlerdir.170 Gök Türklere karşı bir saldırı planı yapan Tang Sülâlesi 718 yılının
ikinci ayının yirmi yedinci gününde (2 Nisan 718, Cumartesi) yeni bir ferman yayımlanarak Bayırgu Totok’u Xie-zhi-lüe, Tongra Totok’u Bilge Mo-chuo, Xi Totok’u
Bi-yan ve Bukut Totok’u Ye-le-ge gibi Dokuz Boyluların bu savaşa katılması emredilmiştir. Aynı zamanda Mo-chuo Kağan’ın oğlu Sağ Jin-wu Büyük General ve Sağ
Bilgi Beyi Mo Tegin yu-lun 右金吾衛大將軍右賢王默特勒逾倫, Sağ Wei-wei General
ve Sol Bilgi Beyi A-shi-na Bilge Tegin (630 yılında devletini kaybeden İllig Kağan’ın
dördüncü kuşak torunu) 右威衛將軍左賢王阿史那毗伽特勒(勤), Sol Wu-wei Büyük
General Yan-shan Jun-wang Huo-ba Shi-shi-bi (Mo-chuo Kağan’ın damadı) 左武衛大
將軍燕山郡王火拔石失畢, Sol Ling-jun-wei Büyük General Apa Çor A-shi-na He-duo
左領軍衛大將軍阿婆啜阿史那褐多, Sağ Xiao-wei Büyük General He-lu Shi-he-zhen
Apa Çor 右驍衛大將軍賀魯窒合真阿婆屬 gibi soylu aileden 貴種 (Tengriden kut
almış aile) gelenler de savaşa çağırılmıştır.171
Bu olaylarda Uygur, Hun (Kun), Qi-bi, Bayırgu, Tongra, Xi 霫, Bukut ve İzgil boyları
Dokuz Boylu topluluğa mensup olduğun görünmektedir.
Dokuz Boylu Basmıl ve Dokuz Boylu Kırgız Sorunu
Bugün yaygın kullanılan Zhong-hua Shu-ju edisyonlu Eski Tang Sülâlesi Tarihi’nde
Dokuz Boylu Basmıl Yabgusu 九姓拔悉密葉護 adı da geçmektedir.172 Söz konusu
edisyonu, 103. bölümde geçen On Boylu Basmıl Yabgusu 十姓拔悉密葉[護] adını 9.
bölümde yer alan aynı olayda geçen Dokuz Boylu Basmıl adına referans vererek
mevcut adını değiştirdiğini ifade etmektedir.173 Eski bir nüsha olan Bai-na Ben 百衲
本 Eski Tang Sülâlesi Tarihi’nin 103. bölümde On Boylu Basmıl 十姓拔悉密 olarak
geçerken,174 9. bölümde ise aynı şekilde Dokuz Boylu Basmıl olarak geçmektedir.175
Bu çelişkili bilgiler Basmıl boyun 9 boylu mu yoksa 10 boylu mu sorununu ortaya
170
唐玄宗, <移蔚州橫野軍於代郡制>, 董誥等編,《全唐文》卷 21<元宗 (二) >, 北京:中華書局,
1983:251ab; 王欽若等編纂,《册府元龜》卷 992 <外臣部•備禦第五>, 1994:11651b-11652a; 《資
治通鑑》卷 212, 1956:6732.
171
唐玄宗, <征突厥制>, 董誥等編,《全唐文》卷 21<元宗 (二)> , 北京中華書局 1983:252a; 《冊府
元龜》卷 986《外臣部·征討五》, 1994:11583ab. Bu savaş planı gerçekleşip gerçekleşmediğine
dair bazı tartışmalar vardır. İlgili çalışmalar için bakınız 李宗俊, <開元六年《征突厥制》史事
考 辨 >, 劉 迎 勝 主 編 , 《 元 史 及 民 族 與 邊 疆 研 究 集 刊 》 第 二 十 輯 , 上 海 : 上 海 古 籍 出 版 社 ,
2008:82-89.
172
劉旭,《舊唐書》卷 9 <玄宗·李隆基下·天寶三載>, 1975:218; 劉旭,《舊唐書》卷 103 <王忠嗣傳>,
173
劉旭,《舊唐書》卷 103 <王忠嗣傳>, 1975:3201
174
劉旭,《舊唐書》(百衲本二十四史), 卷 103 (唐書列傳卷第 53) <王忠嗣傳>, 上海:商務印書館,
175
劉旭,《舊唐書》(百衲本二十四史), 卷 9 (唐書本紀卷第 9) <玄宗•李隆基下•天寶三載>, 上海:
1975:3198.
1936:8a.
商務印書館, 1936:7a.
215
ERKİN EKREM
koymaktadır. Çin kaynaklarına göre, İkinci Gök Türkler döneminde Basmıl boyu
Gök Türklerin batısında olup Bei-ting 北庭 (Beşbalık) bölgesi civarında ikamet etmektedir. Bazen Karlukların batısında olarak göstermektedir.176
Basmıller 649 yılında ilk defa Tang Sülâesi ile temasta bulunmuştu.177 İkinci Gök
Türkleri yıkmak için Tang Sülâlesinin kuzeyindeki Shuò-fāng Ordusu Komutanı 朔
方大總管 Wáng Suō’nun 王唆 teklifiyle Basmıller batı yönden Gök Türklere saldırmasını kabul etmişti.178 Uygurlar ve Karlukların da 742 yılında Basmıl Yabgusu
A-shi-na Shi’ye 阿史那施 destek vermesiyle Gök Türk Devletinin yıkılmadan önce
kağanlığını ilan etmişti. Bu kağanın unvanı hakkında Çin kaynakların bazı yerinde
İlteriş Kağan 頡跌伊施可汗 179 bazı yerde ise Hè(o)-là Bilge Kağan 賀臘毗伽可汗
olarak yazılmaktadır.180 Neticede Tian-bao saltanat devrinin üçüncü yılının sekizinci
ayın on altıncı gününde (26 Eylül 744, Cumartesi) Gök Türk Özmiş Kağan’ın (739-744)
kafası Tang Sülâlesi sarayına sunulmuştu. 181 Çin kaynaklarında Basmılleri [Gök]
Türk Basmıl 突厥拔悉密182 ve Basmıl Yabgusu A-shi-na soyadını taşıdığı için Gök
Türklerin soyundan olduğunu belirtmektedir.183 Bütün bu bilgilerden anlaşıldığı gibi
Basmılleri Dokuz Boylu (Dokuz Oğuz) olma ihtimali güçtür.
Bazı araştırmacılar Çin kaynaklarında Dokuz Boylu 九姓 kelimesi arkasından gelen
boy adlarını birleşik okumaktadır. Bu tür okumaların hepsi doğru olmayabilir. Örneğin 747 yılında “Dokuz Boylu 九姓, Jian-kun (Kırgız) ve Shi-wei 九姓堅昆及室韋
boyu 60 atı hediye etmiştir”184 ile 749 yılında “Dokuz Boylu ve Jian-kun (Kırgız) gibi
yabancı misafirler” 九姓堅昆諸蕃客等185 ibarelerde geçen “Dokuz Boylu ile Jian-kun”
iki boyu bitişik okuyanlar vardır.186 Eski Çincede virgül ve nokta olmadığı için yanlış
okuma ihtimali olabilir, ancak burada iki boyu bitişik okunmadığı bariz idi.
Çin kaynaklarında Dokuz Boylu bahis geçen bütün olaylarında tam dokuz rakamla
tanımlayan bir boy birliği bulunmamaktadır.
III.
Dokuz Oğuzların Sayısal Sorunu Üzerine Bir Hülâsa
Çin kaynaklarında Dokuz Boylular için uruglardan ve boylardan oluşan iki çeşit liste
verilmiştir. Boylardan oluşan listede Tian-bao saltanat devrinden (742-756) sonra
mevcut yedi boya iki boyun daha ilave edilmesi ile dokuz rakamı tamamlanmaktadır.187 Hâlbuki Dokuz Boylu adı 630 yılından itibaren Çin kaynaklarında geçmeye
başlamıştır. Dolayısıyla TangHui-yao’da (961 yılında tamamlanmış) verilen Dokuz
176
《資治通鑑》卷 195 <天寶元年>, 1956:6151.
177
歐陽修,《新唐書》卷 217b <回鶻傳下>, 1975:6143.
178
歐陽修,《新唐書》卷 217b <回鶻傳下>, 1975:6143.
179
歐陽修,《新唐書》卷 215b <突厥傳下>, 1975:6054.
180
歐陽修,《新唐書》卷 217b <回鶻傳下>, 1975:6143.
181
劉旭,《舊唐書》卷 9 <玄宗·李隆基下·天寶三載>, 1975:218;
182
司馬光,《資治通鑑》卷 215 <天寶元年>, 1956:6854.
183
司馬光,《資治通鑑》卷 212 <天寶元年>, 1956:6742.
184
王溥, 《唐會要》卷 72 <馬>, 京都:中文出版社, 1978:1303.
185
王溥, 《唐會要》卷 66 <鴻臚寺>, (上、下冊), 京都:中文出版社, 1978:1151.
186
王潔, <黠戛斯汗國所屬諸部考辨>, 《內蒙古師範大學學報 (哲學社會科學版)》第 40 卷第 3 期
187
王溥, 《唐會要》卷 98 <迴紇>, 1978:1743-1744.
(2011 年 5 月), 頁 95.
216
ÇİN KAYNAKLARINDA DOKUZ OĞUZ MESELESİ: SAYISAL YAPISI
Boylu Uygur aslında Orhun Uygur Devleti (745-840) anlamına gelmektedir. Fakat
Yeni Tang Sülâlesi Tarihi (1060 yılında tamamlanmış) kesin bir ifadeyle Orhun Uygur
Devleti'nin yedi boydan oluştuğunu ve yine kesin bir ifade ile bu yedi boyun yönetimde eşitlik prensibine dayalı bir konumda olduğunu yazmaktadır.188 Bu kaynakta
verilen bilgiler, yukarıda aktarılmış olan çeşitli olaylar tarafından da teyit edilmektedir. Edinilen sonuç ise, sayının boy olarak yedi urug olarak dokuz olduğudur.
Bir urug olarak Yaglakar'ın Uygur boyuna mensup olduğu anlaşılmaktadır, ancak
diğer sekiz urugun hangi boylara mensup olduğu bilinmemektedir. 925 yılına ait
Staël-Holstein Yazması'nda boy ile urug arasındaki eşleştirmenin ipuçları verilmektedir. Hotanca metin olan bu yazma üzerinde Frederick William Thomas (1867-1956)
ve Sten Konow (1867-1948) 189 , H. W. Bailey (1899-1996) 190 , W. B. Henning
(1908-1967) 191 , Paul Pelliot (1878-1945) 192 , James R. Hamilton (1921-2003), 193 Akio
Katayama 片山章雄194 ve HuangSheng-zhang 黄盛璋 gibi araştırmacılar çalışmıştır.195
Özellikle Hashimoto Masukichi ile Katayama Akiogibi araştırmacılar Dokuz Boyluların boy ile urug arasındaki ilişkilerini ortaya koymuştur.196
Boy Adları
Uygurlar 迴紇
Bukutlar/Bokular
僕固
Hun/Kunlar 渾
Bayırgular 拔曳固
Tongralar 同羅
Urug Adları
Yaglakar 藥羅葛
*Uturkar/Uturγur/Utriγur/ Utiγur/ Utiγer 胡咄葛
(γuo-tuət-kât)
*Kurebir/Kürebür/Küremür 咄羅勿 (tuət-lâ-miuət)
*Boksïkït/Bakasïkïr 貊歌息訖 (Mok-kâ-siək-kiət)
*Aβirčaγ/Äβüčäk 阿勿嘀 (â-miuət-tşêk)
188
歐陽修,《新唐書》卷 217a <回鶻傳上>, 1975:6114.
189
F. W. Thomas and StenKonow, Two Medieval Documents from Tun-Huang, Oslo: A.W. Brøggers
190
H. W. Bailey, “Ttaugara”, Bulletin of the School of Oriental Studies, University of London, Vol. 8,
191
W. B. Henning, “Argi and the ‘Tokharians’”, Bulletin of the School of Oriental Studies, University
192
Paul Pelliot, “A propos du ‘tokharien’”, T’oungPao, Second Series, Vol. 32, Livr. 4 (1936), pp.
193
James Hamilton, “Nasalesinstablesenturckhotanais du Xe siècle”, Bulletin of the School of
194
Akio Katayama 片山章雄, 「ToquzOγuz と「九姓」の諸問題について」, Shigaku Zasshi『史
195
黃盛璋, <于闐文《使河西記》的歷史地理研究>,《敦煌學輯刊》1986 年第 2 期, 頁 1-18; 黃盛璋,
Boktrykkeri, 1929:1-37.
No. 4 (1937), pp. 883-921.
of London, Vol. 9, No. 3 (1938), pp. 545-571.
259-284.
Oriental and African Studies, University of London, Vol. 40, No. 3 (1977), pp. 508-521.
学雑誌』巻 90 号 12 (1981 年 12 月), 頁 39-55.
<于闐文《使河西記》的歷史地理研究> (續完),《敦煌學輯刊》1987 年第 1 期, 頁 1-13; 黃盛璋,
<鋼和泰藏卷與西北史地研究>,《新疆社會科學》1984 年第 2 期, 頁 60 -73; 黃盛璋, <敦煌于闐
文 P. 2741、Ch. 00296、P. 2790 號文書疏證>,《西北民族研究》1989 年第 2 期, 頁 41-71; 黃盛
璋, <敦煌于闐文幾篇使臣奏稿及其相關問題綜論>,《敦煌研究》1989 年第 2 期, 頁 51-60; 黃盛
璋, <敦煌于闐文書中河西部族考證>, 《敦煌學輯刊》1990 年第 1 期, 頁 51-67; 黃盛璋, <關於
沙州曹氏和于闐交往的諸藏文文書及相關問題>,《敦煌研究》1992 年第 1 期, 頁 35-43.
196
HashimotoMasukichi 橋本增吉, 「九姓回鶻の問題に就いて」, 1933:22; KatayamaAkio 片山
章雄, 「ToquzOγuz と「九姓」の諸問題について」, 1981:47.
217
ERKİN EKREM
İzgiller/Sikar 思結
Qi-biler/Korborlar
契苾
A-bu-siler 阿布思
Gu-lun
Wu-gu-kong
骨崙屋骨恐
Kâr-sâr/Kasar 葛薩 (kât-sât)
*Xuγuzu 斛嗢素 (γuk-uət-suo)
*Yabutkar/Yäbütkär/Yaγmutkar/Yaγmurkar/Yabūttäkarä
藥勿葛 (iak-miuət-kât/ yag-mvür-kâr)
Ayavïrä/ Ayabïrä 奚耶勿(γiei-ia- miuət/xiei-ya-mvür)
Bu tür eşleştirmeler zorlama çabalar olmasına karşın, Çin kaynaklarındaki iki çeşit
Dokuz Boylu liste arasındaki ilişkileri ortaya koyabilmek adına yaptığı katkı ortadadır. Ancak bu çalışma sadece Orhun Uygur Devleti kurulduktan sonraki durumu
konu edinmektedir. Bundan önce söz konusu Dokuz Boylu ifadesi sadece yedi boydan oluşan bir birliğin adı olarak geçmektedir. Özellikle önce Gök Türk Devleti
(552-630) sonra Orhun bölgesinde kurulan Xue Yan-tuo Hakanlığı (630-646) yıkıldıktan sonra Uygurlar liderliğinde kurulan Dokuz Boylu Hakanlığı (646-686) döneminde geçen Dokuz Boylular kaynak çerçevesinde dokuz boy değildir. Ancak dokuz
veziri vardır, üçü iç vezir ve altısı dış vezir olmak üzere bunlardan oluşan bir yönetim söz konusudur. Bu dönemdeki Dokuz Boylular, büyük ihtimalle On Uygurun
Yaglakar dâhil olmak üzere üç urugun soyadı ile diğer altı başat urugun soyadından
oluşmaktadır. Ancak Dokuz Boylular söz konusu yedi boyun umumî adı da olabilir.
Dokuz Boylu adına Çin kaynaklarında 630 yılında rastlanmasına rağmen, James
Hamilton’un tespit ettiği gibi Dokuz Boyluların ilk kuruluş tarihi VII. yüzyılın başında olmuş olabilir.197
605 yılında Gök Türk Chu-luo (Çori) Kağan’ın (605-169) Tie-le boylarıyla birlikte
yaptığı zulümden kaçan Wei-he 韋紇 (jwęi-γuət), Bukut, Tongra, Bayırgu ve Fu-luo
覆羅 boyları isyan ederek birlik olmuşlardır. [Kendi aralarında birlik oluşturan boylar]
kendilerine İrkin (Erkin) unvanı vermişler ve [birliğin] adını da Hui-he 回紇 (Uygur)
olarak beyan etmişlerdir. 198 Çin kaynaklarına göre Wei-he 韋紇, Uygurların eski
adıdır ve 603 yılına kadar Çin kaynaklarında bu şekilde görülmüştür. 199 Wei-he
adından önce Uygurların adı Yuan-he 袁紇 (jiwɒn-γuət) olup ile defa 390 yılında Çin
kaynaklarında geçmektedir.200 Bundan anlaşıldığı gibi Hui-he 回紇 denilen Uygurun aslında bir birliğin adıdır. Bu birlik herhâlde Dokuz Boylu topluluğun ilk şekli
olmalıdır. Çin kaynaklarına göre Yuan-he (Uygur), aynı zamanda Wu-hu 烏 護
(uo-γuo) veya Wu-he 烏 紇 (uo-γuət) olabilmektedir ve Sui Sülâlesi döneminde
(581-618) ise Wei-he (Uygur) olarak adlandırılmıştır.201 Bir başka kaynakta da Wu-hu
烏護, Wu-he 烏紇 olup sonrada Hui-hu 回鶻 (Uygur) olarak adlandırmıştır diya
197
James Hamilton, 1962: 27, 29.
198
《舊唐書》卷 195 <迴紇傳>, 1975:5196;《新唐書》卷 217a <回鶻傳上>, 1975:6111; 《冊府元龜》
199
李延壽, 《北史》卷 98 <鐵勒傳>,北京:中華書局, 1974:3303;司馬光,《資治通鑑》卷 179 <隋高
200
魏收,《魏書》卷 2 <太祖道武帝>, 北京:中華書局, 1974:23.
卷 956 <外臣部•總序•種族>, 1994:11253b.
祖文皇帝中•仁壽三年>, 1956:5599.
201
《新唐書》卷 217a <回鶻傳上>, 1975:6111.
218
ÇİN KAYNAKLARINDA DOKUZ OĞUZ MESELESİ: SAYISAL YAPISI
yazmaktadır.202 605 yılında Çin kaynaklarında Uygur için Hui-he adını kullanırken,
788 yılında Uygurların talebi üzerine Hui-hu (şahin gibi hızlı yırtıcı kuşlar) olarak
Çinceye sestercüme yapılmıştı. 203 Vilh. Thomsen, Wu-hu 烏護 veya Wu-he 烏紇
adının Oğuz olarak okunması gerekliliğini tespit ederken,204 James Hamilton bunun
yanlış olabileceğini ileri sürmektedir.205 Eğer Vilh. Thomsen’ın görüşü doğru ise 605
yılında oluşturulan birliğin diğer bir adı da Oğuz olacaktır. Çinliler bu birliğin lideri
konumunda olan Uygur (Hui-he, Hui-hu) adını tercih etmiş olmalıdır.
Wang Pu (922-982) Tang Hui-yao eserinde mevcut adlandıran Dokuz Boylu topluluğuna iki boyu ilave etmekle dokuz sayı tamamlamaya çalışmıştı. Söz konusu ilave
edile A-bu-si 阿布思 ile Gu-lun Wu-gu-kong 骨崙屋骨恐 iki boy adı diğe kaynaklarında örneği bulunmamaktadır.206 Buna şüphe duyanlar da aynı şekilde dokuz sayısını tamemlemek için bazı görüşü ortaya koymuştu. Cen Zhong-mian, Tie-le topluluğuna mensup onbir boyun içersinde Uygurlar, Bayırgular, Tongralar, Bukutlar,
Edizler, Beyaz Xiler 白霫, İzgiller, Qi-biler ve Hunlar (Kunlar) gibi dokuz boyun söz
konusu Dokuz Boylu olarak tespit etmişti.207 Bazı araştırmacılar, Uygur, Bukut, Hun,
Bayırgu, Tongra, İzgil ve Qi-bi dışında Tenlenger, Hu-xue 斛 薛 (Hu-sa 斛 薩 ),
Fu-li-yü 匐利羽, Xue Yan-tuo, Nu-la, Ediz, Huo-ba 火拔 ve Xi boyları da Dokuz
Boylu olarak saymaktadır.208 Bazılarına göre Uygur, Bukut, Hun, Bayırgu, Tongra,
İzgil, Qi-bi, Telenger ve Hu-xue boyları Dokuz Boylu topluluğu teşkil etmektedir.209
Bazıları ise Uygur, Bukut, Tongra, Telenger, Bayırgu, İzgil, Hun, Qi-bi ve hu-xue
boyların Dokuz Boylu Tie-lelerden saymaktadır.210 Bu araştırmacılar genellikle 11-15
Tie-le boyları arasında kendince doğru olan dokuz boyu tercih etmektedir. Anlaşılan
Dokuz Boylu’nun dokuz boydan oluşup oluşmadığına dair karışıklıklar bulunmaktadır.
Çin kaynaklarında Maveraunnehir bölgesindeki Soğutları da Dokuz Boylu (eski Türk
yazıtlarında altı čub soγdaq) olarak tanımlamakta211 ve araştırmacılar söz konusu
Soğutların dokuz sayısından oluşmadığını belirtmektedir. 212 Yine araştırmacılara
göre, Çin kaynaklarında zikredilen dokuz rakamları sadece bir çeşit genel ifadedir ve
çokluğu göstermektedir. 213 Cen Zhong-mian’e göre eski Türkler dokuz rakamına
önem vermektedir.214 Keza Moğollarda dokuz sayısı en büyüktür ve hediye edilen
202
《唐會要》卷 100 <結骨國>, 1978:1785.
203
《資治通鑑》卷 233 <唐德宗貞元四年>, 1956:7515; 《新唐書》卷 217a <回鶻傳上>, 1975:6124.
204
Vilh. Thomsen, 1993:148, not 22.
205
James Hamilton, 1962:30-31.
206
王溥, 《唐會要》卷 98 <迴紇>, 1978:1743-1744
207
岑仲勉, 《突厥集史》下冊, 1958:712.
208
劉義棠, 《中國邊疆民族史》上冊, 台北:臺灣中華書局, 1969:327.
209
王民信, <薛仁貴北征九姓考>, 中國唐代學會編輯委員會, 《唐代文化研討會論文集》, 臺北文
210
岑仲勉,《隋唐史》上冊, 北京:中華書局, 1982:96.
211
《資治通鑑》卷 195 <天寶元年>, 1956:6151.
212
馮承鈞, <何滿子>, 馮承鈞,《西域南海史地考證論著匯輯》, 北京:中華書局, 1957:179-180; 蔡鴻
213
王小甫, <回鶻改宗摩尼教新探>,《北京大學學報:哲學社會科學版》2010 年第 4 期, 頁 98.
214
岑仲勉, 《隋唐史》上冊, 北京:中華書局, 1982:23.
史哲出版社, 1991:185.
生, 《唐代九姓胡與突厥文化》, 北京:中華書局, 1998:38.
219
ERKİN EKREM
nesneler hep dokuz sayısı ile ilgilidir.215 Eski Çinliler de olduğu gibi eski Türklerden
Tiler 狄 boyu (MÖ VII. yüzyıl) da dokuz rakamını kutsal saymaktadır.216 Bu nedenle Dokuz Boylular dokuz boydan oluşmayabilir ve çokluk anlamda kullanmaktadır.217 Kaşgarlı’ya göre “Dokuz Tuğlu Han veya Hakan her ne kadar vilayeti çok,
payesi yüksek olursa olsun tuğ dokuzdan artık olamaz. Çünkü dokuz sayısıyla
uğurlanırlar.218 Özellikle Doğu Türklerinde dokuz sayısı kutsaldır.219 Bu bağlamda
Dokuz Boylular tam dokuz olmasa da çokluk ile ilgili ve büyük manada kullanılmış
olmalıdır. Sadece tarihî gelişme sürecinde boy adları farklıdır.
215
Ahmet Demir, Moğolların Gizli Tarihi Tecümesi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları,
216
岑仲勉 《兩周文史論叢》(外一種): 西周社會制度問題, 北京: 中華書局, 2004:152.
217
盧勳、蕭之興、祝啟源, 《隋唐民族史》, 重慶:四川民族出版社, 1996:144.
218
Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it-Türk (Çev. Besim Atalay), Ankara: Türk Tarih Kurumu
219
Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, İstanbul, Türk Dünyası Araştırma Vakfı
1995:191.
Yayınları, cilt III, 1992:127.
Yayınları, 1988:136.
220
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
XVII. YÜZYILDA YENİ-İL TÜRKMENLERİ
ER Sİ N GÜLSOY
Osmanlı Devleti’nde konar-göçerler Türkmen veya Yörük olarak isimlendirilirlerdi.
Yörükler daha çok belli bir sancağın sınırları içerisinde yaylak ve kışlak hayatını
devam ettirirlerdi. Yaylak ve kışlakları arasındaki mesafenin kısa oluşu sebebiyle dar
alanlarda konar-göçerlik yaptıklarından, yerleşik hayata geçmeleri daha kolay olmaktaydı. Çünkü tarım alanlarına yakın bölgelerde yayladıklarından, kışın hayvanlarının ot ve saman ihtiyaçlarını temin için çoğu zaman kiracı veya ortakçı olarak
tarım faaliyetlerinde bulunuyorlardı. Bu faaliyetleri onların yerleşik hayata geçmelerini hızlandırıyordu. Umumiyetle bünyesinde pek çok aşiret barındıran Türkmenlerin ise yaylak, kışlak alanları hayli uzak mesafelerde bulunmaktaydı. Boz-ulus, Yeniil, Halep, Dulkadir Türkmenleri bu gruptan olan konar-göçerlerdir. Mesela Mardin,
Diyarbekir, Urfa üçgeninde kışlayan Boz-ulus Türkmenleri, Erzurum-Kars hattındaki
platolarda yaylamaktaydılar (Gündüz, 2000, s. 26). Türkmenler genellikle il veya ulus
adıyla bilinen büyük gruplar hâlinde yaşarlardı. Bir il veya ulus küçükten büyüğe
doğru oba, mahalle, oymak, cemaat, aşiret ve boylardan meydana gelmekteydi. Uluslar tek bir boydan meydana gelebildiği gibi değişik boylar tarafından da oluşturduğu
olurdu. Her boyun başında idarî işlerden sorumlu bir boy-beyi bulunurdu (Orhonlu,
1987, ss. 14-16; Halaçoğlu, 1991, ss. 26-18).
Konar-göçer gruplar üzerinde yaşadıkları toprağın tasarruf şekillerine göre timâr,
zeamet, has veya evkaf reayası olabilirlerdi. Bu durum onların hukukî durumları ve
ödeyecekleri vergiler açısından bir değişiklik meydana getirmezdi. Yani vergilerini
timâr reayası olanlar timâr sahibine, zeamet reayası olanlar zaime, has reayası olanlar has sahibine, evkaf reayası olanlar vakıf görevlilerine öderlerdi. Nüfusu fazla olan
konar-göçer grupların genellikle has reayası oldukları görülmektedir. Bunun sebebi
vergi gelirlerinin yüksek oluşu ve bu gelirlerin nakit olarak tahsil edilmesindendir.
Osmanlı idarî teşkilatı içerisinde konar-göçerler, yaşadıkları sancağa bağlı bulunurlardı. Yaylak ve kışlak alanları farklı sancakların sınırları içerisinde olan konargöçerler, kışlak mahallerinin bulunduğu sancağın reayası kabul edilirlerdi. Aynı
şekilde adlî olarak yaşadıkları kaza idarî bölgesine göre, o kadılığın yetki ve sorum221
ERSİN GÜLSOY
luluğu altındaydılar (Şahin, 2006, ss. 186-189). Osmanlı Devleti bir müddet sonra
belli bir vergi dairesine bağlanan ve birbirlerinden yaşadıkları bölgelerle ayrılan
konar-göçer grupları bir idare altında toplamak için kadılıklar oluşturmak yoluna
gitmiştir. Türkmanân-ı Yeni-il, Yörükân-ı Ankara, Türkmanân-ı Halep bu şekilde
oluşturulmuş kaza idarî bölgeleridir (Şahin, 1980, ss. 7-9).
Yeni-il Türkmenleri olarak bilinen konar-göçer taifesi Dulkadir Türkmenleri ile Halep Türkmenlerinden oluşmaktadır. Halep Türkmenlerinden olup, bölgeye yaylağa
gelenlere Yaban-eri denilmekteydi (Sümer, 1992, ss. 145-146). Osmanlı Devleti’nde
konar-göçerler yaşadıkları coğrafi sahalara, daha önce idaresi altında yaşadıkları
Türkmen beyliklerinin isimlerine, iktisadî faaliyetlerine ve mükellefiyetlerine göre
çeşitli isimler almışlardır (Şahin, 2006, ss. 115-118; Gündüz, 1997, ss. 38-42). Yeni-il
Türkmenleri adını yaylağa çıktıkları coğrafi sahadan almışlardır. Bu bölge Sivas’ın
güneyindeki geniş bir alanı ifade etmekteydi. Bölgenin kaza idarî bölgesi olarak
belirlendiği XVI. yüzyılın ortalarında sınırları, bugün Sivas’ın bir ilçesi olan Kangal
merkez olmak üzere doğuda Divriği Sancağı’na bağlı Dumluca ve Durdul Nahiyelerinin batı taraflarını, batıda Şarkışla İlçesi ile Kangal arasındaki mıntıkayı ve Uzun
Yayla’nın bir bölümünü, kuzeyde Tecer Dağı’na kadar olan araziyi, güneyde Divriği
Sancağı’na bağlı Gürün Nahiyesi sınırına kadar olan yerleri kapsamaktaydı (Şahin,
1980, s. 15).
Bugüne kadar yapılan araştırmalarda Yeni-il adının At-çeken Türkmen grubuna ait
idarî birimlerden birinin isminin Eski-il olmasından dolayı Sivas’ın güneyindeki bu
Türkmenlere yeni bir idarî organizasyon belirlenirken, Eski-il’e nispetle Yeni-il olarak belirlenmiş olabileceği şeklinde izah edilmektedir (Şahin, 1980, s. 14; Şahin, 2006,
ss. 156-157). Oysa Yeni-il adı bölgede Osmanlı öncesinde bilinmekteydi ve tamamen
Dulkadirliler ile alakalıydı. Nitekim Malatya, Divriği ve Darende Sancaklarına ait
1519 tarihli vakıf ve mülk defterinde yer alan bir kayıt bu durumu son derece açık bir
şekilde izah etmektedir. Söz konusu kayıtta, “Mezraa-i Kaluganlu. Mezraa-i mezbûre
murabba‘larda vakf-ı zâviyedir amma Darende nevâhisinde Yeni-el demekile ma‘rûf bir nâhiye var hayli kurâ ve mezâri varmış bi’l-külliye harâb ve ıssuzluk olmuş sonradan Dulkadir
kendüler halkıyla şenletmişler hâliyâ ma‘mûr ildir amma mezraa-i mezbûre ol yerde vâki
olmağın zâviyeye tasarruf etdirmemişler ol nâhiye hâlâ Dulkadirli elinde olmağın vilâyet
defterinde Darende’ye yazılmadı bu vech üzere arz olundı” denilmektedir (BOA, MAD. d
3332, s. 46)”. Burada belirtildiğine göre Darende’de bulunan Cavşak Dede Zâviyesi
vakıfları arasında görülen Kaluganlu Mezraası’nın Dulkadir sınırlarındaki, Yeni-il
Nahiyesi’nde bulunmasından dolayı geliri zaviyenin görevlileri tarafından tahsil
edilmemektedir. Yine defterde yapılan açıklamadan Darende yakınlarında bulunan
bu bölgede daha önce birçok köy ve mezraanın olduğu, bu yerlerin zaman içerisinde
ıssızlaşıp harabe hâline geldiği belirtilmekte, sonradan Dulkadirlilerin burayı yerleşime açıp, şenlendirdikleri ve Yeni-il nâmıyla isimlendirdikleri anlaşılmaktadır. Bu
kayıt bölgeye Yeni-il adının Dulkadirliler tarafından verildiğini ve Osmanlıların da
bu ismi aynı şekilde benimsedikleri ve kullandıklarını ortaya koymaktadır.
Bu durumu ortaya koyan başka bir delil XVI. yüzyıla ait tahrîr defterlerinde ortaya
çıkmaktadır. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman devrine ait Elbistan Kazası tahrîr
defteri verilerine göre Yeni-il olarak bilinen coğrafî saha, kaza idarî bölgesi olarak
belirlenmeden önce Elbistan Kazası sınırları içerisinde bulunuyordu. Nitekim Yeni-il
Kazası’nın 1548 tarihli ilk defteri ile tahminî olarak 1540 yılında düzenlenen Elbistan
222
XVII. YÜZYILDA YENİ-İL TÜRKMENLERİ
Kazası tahrîr defteri karşılaştırıldığında Yeni-il Kazası kurulurken Elbistan’a bağlı
Mancınık Nahiyesi’nin merkez alındığı görülmektedir. Bu bilgiden hareketle Yeni-il
olarak bilinen bölgenin Osmanlılardan önce Dulkadir Beyliği’nin hâkimiyet sahası
içerisinde olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Osmanlılar özellikle Türk ve Müslüman
devletlerden intikal eden yerlerde büyük oranda idarî, ekonomik ve sosyal yapıyı
muhafaza ederler ve yer isimlerini değiştirmezlerdi. Bu bölgelerdeki dinî eserlerin
vakıflarını, askerî ve ilmiye sınıfına ait kişilerin beratlarını, reayanın muafiyet beratlarını aynen tanırlardı. Hatta kendisinden önceki devlet veya beyliğe ait âdet ve
kanunları bir müddet yürürlükte bırakırlardı. Böylece yeni hükümran oldukları
bölgedeki halkın kendi idarelerine alışmasını kolaylaştırmış oluyorlardı. Nitekim
Memlûklerden intikal eden yerlerde Kayıtbay Sultan kanunları, Akkoyunlulardan
alınan bölgelerde Hasan Padişah kanunları, Dulkadir ülkesinde Alaüddevle Bey
kanunları Osmanlı hâkimiyeti döneminde bir müddet daha yürürlükte bırakılmıştır.
Aynı şekilde Memlûkler ve Dulkadirlilerden intikal eden yerlerde daha önceki idarî
yapıya riayet edildiği bilinmektedir. Daha sonra lüzum görüldükçe idarî ve ekonomik yapıda değişiklikler yapılarak bütün Osmanlı memleketlerinde ortak bir sistemin yerleştirilmesine çalışılıyordu (Gülsoy, 2009, s. 61).
Bu delillerden sonra kesin olarak Yeni-il denilen bu bölgenin Dulkadirliler tarafından
isimlendirildiği ve Osmanlı hâkimiyetine geçtikten sonra da kaza olarak belirlenmeden önce Elbistan Kazası idarî sınırları içerisinde yer aldığı anlaşılmaktadır (BOA,
TD. d 419, ss. 291-391). Kazanın kuruluşu sırasında bu alana ek olarak Bozok, Sivas
ve Divriği Livâlarından bazı köy ve mezraalar dâhil edilmiştir. Sonraki tarihlerde
kazanın sınırları genişlemiştir. Malatya Sancağı’ndan bazı köy ve mezraaların Yeniil’e bağlandığı gibi Divriği Sancağı’ndan kazaya bağlanan alanların sayısı artırılmıştır. Yeni-il Kazası oluşturulduktan sonra gelirleri ilk zamanlarda Üsküdar’daki Mihrümah Sultan, 1583 yılından itibaren de Atik Valide Sultan evkafı olarak belirlendiği
için bu konar-göçerlere Üsküdar Türkmenleri denildiği de olurdu (Şahin, 1980, ss.
10-14).
Yeni-ile bağlı bazı cemaatlerin XVII. yüzyılın sonlarında Hama, Humus ve Rakka
taraflarına iskân edilmesi kararlaştırılınca 23 Ramazan 1103 (8 Haziran 1692) tarihinde Türkmen voyvodası, Yeni-il ve Halep Türkmenleri kadılarına gönderilen hükümde daha önce Türkmen Ağası Kara Ahmed’e Yeni-il ve Halep Türkmenlerinin sayımının yapılmasının emr olunduğu ancak bunun çeşitli sebeplerle gerçekleştirilemediği, hazinede saklanılan kazanın daha önceki defterleri gönderilerek tahrîrinin yapılması ve iskânına karar verilen cemaatlerin belirlenmesi istenilmiştir. Bunun üzerine harekete geçen tahrîr görevlileri 1094 (1683) tarihli defterdeki bilgileri istinsah
ederek söz konusu Yeni-il hasları evkaf icmal defterini hazırlamışlardır. Yani defter
H. 1103 (M. 1692) tarihinde hazırlanmasına rağmen 1683 yılına ait bilgileri ihtiva
etmektedir. Nitekim defterin Yeni-il Kazası’na ait olan kısmının başlığında H. 1094
(M. 1683) tarihli Üsküdar’daki Atik Valide Sultan Câmisi vakfı olan Yeni-il Türkmenlerinin tahrîr defteri olduğu belirtilmektedir (BOA, EV. HMH. d 304, vr. 2b).
Hazırlanan bu evkaf icmâl defterinin Yeni-il haslarına ait olan kısmı iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde 1094 (1683) tarihli defterden ihraç edildiği anlaşılan Yeni-il haslarına bağlı konar-göçer cemaatler, Büyük ve Küçük Şarkîpâre cemaatleri, ekinci taifesi, Cerîd-i cedîd ve Reyhanlı mukataaları ile kaza nahiyelerine bağlı
köylerin icmal kayıtları yer almaktadır (BOA, EV. HMH. d 304, vr. 2b-8b). Bu bilgilere
223
ERSİN GÜLSOY
göre eskiden beri Yeni-il Kazası konar-göçerlerini oluşturan cemaatler tâbi oldukları
kethüdaları, sahip oldukları koyun ve develeri ile birlikte hâne ve bennak esasına
göre başlık konulmadan yazılmıştır. Bu kayıtlara göre eskiden beri Yeni-il’de yaylayan bu cemaatlerin sayısı 126’dır. Nüfus olarak 6350 hâne, 57 bennak, 30 imam, 1
müderris ve 1 medrese öğrencisinden oluşan bu cemaatlerin vergiye tâbi 305239
koyunları ve 1459 develeri bulunmaktaydı (BOA, EV. HMH. d 304, vr. 2b-3b).
Bu kısımda ikinci olarak Büyük ve Küçük Şarkîpare cemaatlerinin yazımı gerçekleştirilmiştir. Tamamı 45 cemaatten oluşan bu Türkmenlerin büyük çoğunluğunun
Diyarbekir, Urfa taraflarında kışlayan, Yeni-il’e yaylaya gelen cemaatler oldukları
anlaşılmaktadır. Bu konar-göçer grubun nüfusu 922 bennak ve 1 imamdan müteşekkildi. Sarki-pare cemaatlerinin vergiye tâbi olarak Yeni-il’de yayladıkları 94863 koyun ve 789 develeri bulunmaktaydı (BOA, EV. HMH. d 304, vr. 4a-4b).
Üçüncü ve dördüncü olarak Yeni-il haslarına tâbi ekinci cemaatlerinin kaydı gerçekleştirilmiştir. Bunlardan dördüncü grupta yazılanların eskiden beri Yeni-il’de ekincilik yaptıklarından gelirinin mukataaya verildiği belirtilmektedir. Defterde sadece
cemaat isimleri yazılı olan bu grubun sahip oldukları hayvanları ve nüfusları belirtilmemiştir. Tamamı 13 cemaat olan bu ekinci taifesinin dokuz aylık kış muhasebesi,
bad-i heva, yave ve arus vergilerini ekinci subaşılarına ödedikleri ifade edilmektedir
(BOA, EV. HMH. d 304, vr. 5a-5b). Üçüncü olarak yazılan grup Yeni-il’de çok eskiden
beri ekincilik yapan cemaatlerden farklı olarak daha sonraki zamanlarda bölgeye
gelerek tarımsal faaliyet ve hayvancılık yapan gruptur. Tamamı 58 cemaat olan bu
konar-göçerler 595 hâne, 2 imam, 1 medrese talebesi ve 1 ders-i âmm nüfusla bölgeye
yaylağa gelmişlerdi. Toplam olarak 6785 koyun ve 38 deve sahibi olan bu cemaatler
358 çift miktarı alanda tarımsal faaliyet yürütüyorlardı. Bu cemaatlerin çoğunlukla
Güvercinlik, Maraş, Sis, Tarsus taraflarında kışladıkları defterde ifade edilen bilgiler
arasındadır (BOA, EV. HMH. d 304, vr. 4b-5a).
Defterin birinci bölümünün beş ve altıncı grubu olarak Cerîd-i Cedîd mukataasından
Yeni-il haslarına dâhil edilen cemaatlerin kaydı yer almaktadır. Bu Türkmenlerde de
daha önce Yeni-il haslarına bağlanan cemaatler sadece isim olarak kaydedilmişlerdir.
Toplam olarak 25 cemaatten oluşan bu konar-göçerlerin dokuz aylık kış muhasebesi,
bad-i heva, yave ve arus vergilerini Cerid-i Cedîd subaşılarına ödedikleri ifade edilmektedir. Bölgeye sonradan gelerek yaylayan Cerid-i cedîd mukataasına bağlı 9
cemaat beşinci grup konar-göçerler olarak kaydedilmişlerdir. Bunlar 225 hâne, 1
imam nüfustan müteşekkillerdi. Bölgede 6363 koyun ve 23 deve ile yayladıkları ifade
edilmektedir (BOA, EV. HMH. d 304, vr. 5b-6a ). Defterin birinci kısmının konargöçerleri içerisinde son olarak Reyhanlı mukataasından Yeni-il’de yaylayan dolayısı
ile Yeni-il haslarına dâhil edilen dört cemaatin kaydı bulunmaktadır. Bunlardan üç
cemaatte toplam 97 hâne kayıtlıdır. Bir cemaatin ise vergiye dâhil edilmediği ve
nüfusunun nefer olarak kaydedildiği görülmektedir (BOA, EV. HMH. d 304, vr. 6a).
Yeni-il Kazası sınırları içerisinde yaylayan konar-göçer cemaatler sahibi oldukları
küçükbaş hayvanlarının her 100 koyuna 5,5, deve başına 2,5 riyal guruş vergi ödemekteydiler. Bu cemaatlerden sadece hayvancılıkla uğraşanlar hâne olarak kaydedilmişler ve hâne başına 3,5 riyal guruş vergi ödemekteydiler. Bu konar-göçerlerden
hayvancılık yanında tarımla uğraşanlar ise bennak adıyla kaydedilmişler ve hâne
başına vergileri 5,5 riyal guruş olarak belirlenmiştir (BOA, EV. HMH. d 394, vr. 2b-
224
XVII. YÜZYILDA YENİ-İL TÜRKMENLERİ
6a). Aşağı yukarı bu tarihlerde Halep Türkmenlerinin de aynı oranlarda vergiye tâbi
tutuldukları görülmektedir (Çakar, 2006, ss. 174-175).
Defterin birinci kısmının sonunda Yeni-il Kazası’na bağlı dört nahiyede bulunan
köyler ve bu köylerde yaşayan hâne reislerinin tarım faaliyetlerinde bulunduğu arazi
çift ve yarım çiftlikten az toprak tasarruf edenlerin sayısı bennak olarak kaydedilmişlerdir. Ayrıca bu ailelerin sahibi oldukları koyun sayısı da defterde ifade edilmiştir.
Yeni-il Kazası XVII. yüzyılın sonlarında dört nahiyeden oluşmaktaydı bu nahiyeler
Yeni-il, Tonus, Gürün ve Aşudı isimlerini taşımaktaydılar. Yeni-il Nahiyesi’ne 68,
Tonus Nahiyesi’ne 33, Gürün Nahiyesi’ne 16, Aşudı Nahiyesi’ne 42 köy bağlı bulunmaktaydı.
Tablo 1. XVII. yüzyıl Sonlarında Yeni-il Kazası’na Bağlı Nahiye ve Köyler
Sıra
1
2
3
4
Nahiye Adı
Yeni-il
Tonus
Gürün
Aşudı
Toplam
Köy
68
33
16
42
159
Çift
680
384
238
465
1965
Bennak
304
180
458
240
1182
Ağnam
11500
9803
4000
11500
36803
Görüldüğü gibi kazanın en fazla köyü olan nahiyesi Yeni-il’di. En az köy Gürün
Nahiyesi’ne bağlı bulunmaktaydı. Köyler içerisinde bugün bir ilçe merkezi olan
Kangal’ın iskân ve ekonomik yapı açısından öne çıktığı görülmektedir. Nitekim
Yeni-il Türkmenlerinin pazar yeri olan, 1583 tahrîrinde üç mahalleye taksim olunan
ve derbend mahalli olarak belirlenen Kangal’ın gelişmesini sürdürdüğü anlaşılmaktadır (Şahin, 1980, s. 117). Köyde XVII. yüzyıl sonlarında Çerkez Osman Paşa ve
Mehmed Efendi isminde birisinin iki han yaptırdığı defterdeki bilgilerden anlaşılmaktadır. Sivas-Malatya kervan yolunda seyahat eden tüccar ve yolcuların barınma
ve dinlenme ihtiyaçlarını karşılayan bu hanlar köyün konar-göçer Türkmenler tarafından iskânını hızlandırmıştır (BOA, EV. HMH. d 394, vr. 6b). Defterde meskûn
mahallerin yazımında köylerdeki ahali tasarruf ettikleri arazi miktarına göre çift ve
bennak olarak kaydedilmişlerdir. Mücerredlerin yazılmadığı görülmektedir. Bu
kayıtlara göre kazada en fazla çiftliğin Yeni-il Nahiyesi’nde olduğu ve bunun 680
çiftlikten oluştuğu anlaşılmaktadır. Bunu 465 çiftlik miktarı arazi ile Aşudı Nahiyesi
izlemektedir. Kazanın en az çiftliği bulunan nahiyesi 238 çiftlik miktarı arazi ile Gürün olarak ortaya çıkmaktadır. Kazada yarım çiftlikten az arazi tasarruf eden ve
defterde bennak olarak kaydedilen reaya, çiftlik tasarruf edenlerin nahiyelere dağılımının tam aksine en fazla Gürün Nahiyesi’nde bulunmaktaydı. Bu durum nahiye
topraklarında yer alan köy sayılarıyla alakalı olduğu kadar, nahiye arazilerinin coğrafî durumundan da kaynaklanmaktaydı. Çünkü Gürün Nahiyesi’nin coğrafyası
diğer nahiyelerin alanlarına göre kırık bir araziden meydana gelmektedir. Yani yarım çiftlik miktarı arazinin kaplayacağı alanların bu nahiyede daha az bulunmasından kaynaklanmaktadır. Defterden anlaşıldığına göre kazanın köylerinde çiftçilikle
beraber küçükbaş hayvancılık da yapılmakta idi. Ancak küçükbaş hayvan sayısı
köylere göre yazılmamış her nahiyenin sonunda toplam olarak ifade edilmiştir. Bu
kayıtlara göre en fazla koyun Yeni-il ve Aşudı Nahiyelerinde beslenmekteydi. Her
iki nahiyede de halkın sahip olduğu küçükbaş hayvan sayısı 11500’er olarak belirtilmektedir. Tonus Nahiyesi reayası 9803 küçükbaş hayvan yetiştirirken Gürün Nahiyesi’ndeki koyun sayısı 4000’di.
225
ERSİN GÜLSOY
Kaza köylerinde yaşayan insanlar bu faaliyetlerinin sonucunda devlete her çiftten 1,
bennaktan yarım riyal guruş vergi vermekteydiler. Kazadaki yerleşik halkın koyun
sürülerinden her yüz koyuna 3,5 riyal guruş vergi alınmaktaydı (BOA, EV. HMH. d
394, vr. 6a-8a).
Defterin Yeni-il Türkmenlerine ait ikinci kısmında Yeni-il hasları reayasından H. 27
Ramazan 1103 (M. 12 Haziran 1692) tarihli fermanla Hama, Humus ve Rakka’ya
iskânları emredilen cemaatlerin kaydı bulunmaktadır. Buna göre H. 13 Şevval 1103
(M. 28 Haziran 1692) tarihinde tamamlanan iskân kayıtlarına göre 10 cemaatin Hama
ve Humus taraflarına 18 cemaatin ise Rakka’ya iskânı kararlaştırılmıştır. Hama ve
Humus’a iskân edilen cemaatler 553 hâne, 5 imam, 1 dua-guy, Rakka’ya iskân edilenler ise 1377 hâne, 5 imamdan oluşmaktaydı. Her iki bölgeye iskân edilen bu cemaatlerin 120178 koyunları ve 501 develeri vardı. Hâne başına 3,5, her 100 koyun başına
5,5, deve başına 2,5 riyal guruş vergi ödedikleri belirtilmektedir (BOA, EV. HMH. d
304, vr. 9b-10a ). Görüldüğü gibi bu cemaatlerin ödedikleri vergiler Yeni-il’de yaşayan ve yaylayan diğer konar-göçerlerden farklı olmadığı görülmektedir. Bu durum
henüz daha iskân gerçekleşmediği için cemaatlerin ödedikleri vergilerdir. Belirlenen
bölgeye yerleştirme gerçekleştirildikten sonra vergilendirme oranları değişecektir.
Sonuç olarak Sivas’ın güneyinde yer alan ve bugün Kangal, Altınyayla, Ulaş ve Gürün İlçeleri başta olmak üzere Uzun Yayla’nın doğu kısımlarını içerisine alan coğrafî
alan Dulkadir ve Halep Türkmenlerinin yaylağı idi. Dulkadirliler tarafından Yeni-il
olarak isimlendirilen bu bölge Osmanlılar tarafından bir kaza idarî bölgesi olarak
belirlenince aynı adla anılır olmuştur. Bölge büyük oranda ilk zamanlar yaylağa
gelen bu Türkmenler tarafından iskân edilmiştir. XVII. yüzyılın sonlarında dört nahiyeye taksim olunan Yeni-il Kazası sınırları içerisinde meskûn mahallerin yanında
hâlâ konar-göçer hayat sürdüren Türkmenlerin de yoğun bir biçimde yaşadıkları
görülmektedir. İncelenen defterden hareketle XVII. yüzyıl sonlarında Yeni-il Kazası’nın tahminî olarak nüfus hesaplamasına gidilememiştir. Çünkü konar-göçerler
içerisinde yer alan bazı grupların hâne sayıları belirtilmemiştir. Aynı durum kaza
reayasının sahip oldukları hayvan miktarları için de geçerlidir. Bu sebeple tahminî
bir nüfus hesaplamasına gidilemediği gibi, kazada yaşayan konar-göçer ve yerleşik
reayanın bir birine oranları ve bunun XVI. yüzyıldaki durumu ile mukayesesi yapılamamıştır. Buna karşın bölgede yaylayan cemaat isimleri ve Osmanlı Devleti’nin
XVII. yüzyılın sonlarından itibaren konar-göçer aşiretleri iskân çalışmaları çerçevesinde Yeni-il Türkmenlerinden Hama, Humus ve Rakka taraflarına yerleştirilmesine
karar verilen cemaatler tespit olunabilmektedir.
Bu iskân çalışmaları çerçevesinde devletin ekonomik olarak da yerleşik reayaya
kolaylıklar sağladığı defterin tetkikinden anlaşılmaktadır. Nitekim Yeni-il’de yaşayan bütün konar-göçer gruplar hâne başına 3,5, koyun sürüleri için her 100 koyuna
5,5 riyal guruş vergi ödemekteydiler. Köylerde yaşayan yerleşik reaya ise hâne vergisi karşılığı olarak tasarruf ettikleri her çift için 1 ve sahip oldukları her 100 koyuna 3,5
riyal guruş vergi vermekteydiler. Konar-göçerlerden alınan gerek hâne vergisi gerekse koyun sürülerinden alınan verginin yerleşiklere oranla birkaç katı oluşu bu dönemde Osmanlıların büyük oranda yerleşik hayatı teşvik ettiklerini ortaya koymaktadır. Ayrıca defterdeki bilgilerden konar-göçerlerden hayvancılık yanında tarım
faaliyetleriyle uğraşanların bennak adıyla kaydedildikleri anlaşılmaktadır. Bunların
yerleşik reaya içerisinde bennak yazılanlardan 5,5 kat fazla hâne vergisi ödedikleri
226
XVII. YÜZYILDA YENİ-İL TÜRKMENLERİ
görülmektedir. Bu da kısmen tarımsal faaliyetlerle uğraşan konar-göçerlerin bir an
önce yerleşik hayata geçmeleri için alınan ekonomik tedbirlerden biridir.
KAYNAKÇA
ARŞİV VESİKALARI
1. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Tapu Tahrîr Defterleri Tasnifi (TD. d) 419.
2. BOA, Maliyeden Müdevver Defterler Tasnifi (MAD. d) 3332.
3. BOA, Evkaf Haremeyn Muhasebeciliği Defterleri (EV. HMH. d) 394.
ARAŞTIRMA ve İNCELEME ESERLER
Çakar, E. (2006). XVII. Yüzyılda Haleb Eyaleti ve Türkmenleri. Elazığ: Fırat Üniversitesi
Ortadoğu Araştırma Merkezi Yayınları.
Gülsoy, E. (2009). Malatya, Divriği ve Darende Sancaklarının İlk Tahrîri (1519). Erzurum:
Fenomen Yayınları.
Gündüz, T. (2009). Bozkırın Efendileri Türkmenler Üzerine Makaleler. İstanbul: Yeditepe
Yayınevi.
Gündüz, T. (1997). Anadolu’da Türkmen Aşiretleri “Boz-ulus Türkmenleri 1540-1640”.
Ankara: Bilge Yayınları.
Halaçoğlu, Y. (1991). XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İskân Siyaseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi (2. baskı). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Orhonlu, C. (1987). Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretlerin İskânı. İstanbul: Eren Yayınevi.
Sümer, F. (1992). Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları. İstanbul: Türk
Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları.
Şahin, İ. (1980). Yeni-il Kazası ve Yeni-il Türkmenleri (1548-1653). İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Basılmamış Doktora Tezi.
Şahin, İ. (2006). Osmanlı Döneminde Konar-Göçerler. İstanbul: Eren Yayınevi.
Ek I. Yeni-il Adının Dulkadirliler Tarafından Verildiğini Ortaya Koyan Belge
“Mezraa-i Kaluganlu
Mezraa-i mezbûre murabba‘larda vakf-ı zâviyedir amma Darende nevâhisinde Yeni-el demekile ma‘rûf bir nâhiye var hayli kurâ ve mezâri varmış bi’l-külliye harâb ve ıssuzluk olmuş sonradan Dulkadir kendüler halkıyla şenletmişler hâliyâ ma‘mûr ildir amma mezraa-i mezbûre ol
yerde vâki olmağın zâviyeye tasarruf etdirmemişler ol nâhiye hâlâ Dulkadirli elinde olmağın
vilâyet defterinde Darende’ye yazılmadı bu vech üzere arz olundı (BOA, MAD. d 3332, s. 46)”.
227
ERSİN GÜLSOY
Ek II. Yeni-il Kazası’nın Tahrîri İçin Gönderilen 8 Haziran 1692 Tarihli Hüküm
“Türkman Voyvodasına ve Türkmanân-ı Haleb ve Yeni-il kadılarına hüküm ki: Bin yüz üç
senesine mahsûb olmak üzere Türkmanân-ı Haleb ve Yeni-il Türkmanân voyvodalığı ale’lesâmi malları ile tahrîri kıdvetü’l-emâcid ve’l-â‘yân sâbıkan Türkmen Ağası Kara Ahmed zide
mecdihuya der-uhde olunub ve tavâif-i mezbûrdan bundan akdem nehr-i Belih kenârında ve
Hama ve Humus beynlerinde iskânı fermân olan Türkmanân cemâatlerinden mâadasının ale’lesâmi malları ile tahrîri içün emr-i şerîf virilmiş idi lakin mevâzi-i mezbûrede iskânı fermân
olan cemâatlere ve Türkman Ağası tahrîrine me’mûr olduğı cemaatlere hazîne-i âmiremden
ale’l-esâmi defter virilmedüğünden iskân ve yahut tahrîr olacak cemâat birbirlerinden fark
olmaduğından tahrîr ve iskân umûrı muhtell ve müşevveş olub nizâ-yı azîme bâis olmağla bu
ana değin netîce pezîr olmaduğı sem’-i hümâyûnuma ilkâ olmağla imdi hâlâ hazîne-i âmiremde
mahfûz olan Haremeyn-i Şerîfeyn muhâsebesi defterlerinden mevâzi-i mezkûr ve ma‘lûmede
iskânı fermânım olan cemâatlerden mâadasının defterleri cemâat be-cemâat tahrîr ve mühürli
ve nişânlu ve tuğralu defter ihrâc itdürülüb göndürülmüşdür irsâl olunan kıdvetü’l-emâsil ve’lakrân zide kadrihu ile defterler ve iş bu emr-i şerîfim vâsıl oldukda irsâl olunan defterde ta‘yîn
ve tasrîh Türkmanân-ı Haleb ve Yeni-il cemâatlerinin re‘âyâların ale’l-esâmi malları hak ve adl
üzere bundan akdem me’mûr olduğun vech üzere hak ve adl üzere tahrîr ve defter idüb ve
kadılarına imzâ itdürüb ve mühürlendürüb der saâdetime irsâl eyleyesin Haremeyn muhâsebesine virile amma tahrîr umûrunda ziyâde dikkat ve ihtimâm üzere olasın ki bir ferde zulm ve
tecâvüz yahud himâye ve sıyânet ile mîrî ve evkafa gadr ve zarar olmakdan be-gayet ihtirâz
üzere olasın deyü emr-i şerîf yazılmak bâbında fermân-ı şerîf sâdır olmağın vech-i meşrûh
üzere emr-i âlîşân verildügi iş bu mahalle aynıyla kayd ve işâret olundı der Edirne el-vâki fî 23
Ramazan sene 1103 (BOA, EV. HMH. d 394, vr. 8b)”.
228
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
XIX. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDA AVŞARLARIN İSKÂNI
F ATMA AKIN
Osmanlı Devleti’nde 1839’da Tanzimat Fermanının ilan edilmesi ile mali, idari, askerî ve zirai alanda görülen değişmeler idarî alanda yapılan pek çok değişikik arasında Anadolu’da kontrolsüz dolaşmaya başlayan aşiretlerin iskân edilmesi de karar
altına alınmıştı. Bu çerçevede 1846’da Ankara Valiliğine tayin edilen Mehmet Vecihi
Paşa idare bölgesindeki aşiretlerin iskânı konusunu hemen ele almış ve Ankara eyaleti dâhilinde bulunan Avşarların, eşkıyalık yaptıkları gerekçesiyle, Bozok kazasına
ve köylerine yerleştirilmesine başlamıştı (A. MKT. MVL, 71/32, 6 Recep 1271 “25
Mart 1855”). Ancak belli bir iskân politikası takip edilmeden yapılan bu teşebbüs,
Avşarların Bozok’ta iskân edilirken ekinlerini ve tohumlarını öylece bırakmalarına,
hayvanlarının telef olmasına yol açmıştı. Üstelik iskânın belli bir tertibi de yoktu.
Aileler köylere üçer beşer dağıtılmışlar ama aileleri koruyacak evler verilmemişti.
Üstelik bu iskân sırasında da vergi tahsili bahanesiyle Avşarlardan atlarına el konulmuştu. Dadaloğlu bunu şiirinde şu şekilde dile getirir:
“Bütün iskân oldu Avşarlar, Kürtler
Yürekten mi çıkar ol acı dertler
Mezada döküldü boyn’uzun atlar
At vermemiz iskânlıktan zor oldu” (Özdemir, 1985, s. 153).
Bozok iskânını istemeyen Avşar müdürü Çerkez Bey, aşiret içerisindeki eşkıyaları
ayırarak teslim edeceklerine, eski vatanlarında iskâna razı olacaklarına, vergi ve
asker yükümlülüklerini yerine getireceklerine dair söz vererek Bozok’tan alınmalarını istedi (İ.MVL, nr, 221/7432, 26 Zilkade 1267, “22 Eylül 1851”). Ancak Avşarların bu
istekleri hükümet tarafından kabul görmedi. Bunun üzerine Avşarlar Bozok’tan firar
ederek Çukurova bölgesine gitmeye başladılar. Bu firarların önlenmesi amacıyla ilk
başlarda ikna edilmeleri yolu denendi. Ancak Avşarlar Bozok’ta istenmediklerini bu
nedenle her gün huzursuzluk meydana geldiğini bildirdiler (A.AMD, nr, 42/5, 21
Rebi’ül-Ahir 1269 “1 Şubat 1853”). Ayrıca Bozok halkının kendilerine saldırdığını;
ama Zamantı veya Çukurova’ya iskân olunurlarsa buna razı olacaklarını beyan etti229
FATMA AKIN
ler (A. MKT. UM, nr, 120/40, 25 Rebi’ül-Evvel 1269 “6 Ocak 1853”). Ayrıca önemli bir
husus da firari grupların geçtikleri yerlerde çevre ahaliyi gasp ederek çeşitli huzursuzluklara neden olmasıydı. Huzursuzlukların ortadan kaldırılması için aşiretin
isteği olan Çukurova’da iskân edilmeleri ise ilk başlarda kesinlikle reddedilmekteydi.
Hükümet bunu kabul ederse Avşarlarla hiç baş edilemeyeceğini düşünüyordu
(MKT. UM, nr, 74/18, 11 Zilkade 1267 “7 Eylül 1851”). Şu durumda firariler bir an
önce Bozok’a gönderilmeliydi. Aksi takdirde yeni firarlar da meydana gelecekti. Bu
nedenle henüz firar etmemiş olan grupların firarlarını önlemek amacıyla Bozok’ta
kefaletlere bağlandılar (MVL, nr, 244/7, 20 Safer 1268 “25 Aralık 1851”). Bu sırada
firarileri ikna faaliyetleri sonuçsuz kalınca üzerlerine asker sevk edilmesi uygun
görüldü. Toplanan askerî birlikler ile firariler arasında önce Mağara mevkiinde
(MVL, nr, 259/42, 18 Şaban 1269 “27 Mayıs 1853”) ardından Bucak bölgesinde çarpışmalar yaşandı. İki taraf da büyük zayiatlar verdi ve Bucak’taki çatışmada firarilerin bir kısmı teslim oldu (MVL, nr, 258/37, 13 Recep 1269 “22 Mayıs 1853”).
Avşar firarilerinin iskân mahallerine gönderilememesi hükümeti ve yerel idarecileri
uzun süre meşgul etti. Aynı zamanda mali bir külfet de teşkil etmeye başladı (C. ML,
nr, 34/1538, 15 Rebi’ül-Ahir 1270 “15 Ocak 1854”). Bu nedenle firarileri Bozok Sancağına gönderemeyen hükümet, aşiretin Kayseri sancağına bağlı Zamantı’da iskânlarını kabul etti (A.MKT. NZD, nr, 96/61, 22 Muharrem 1270 “25 Ekim 1853”). Ayrıca bu
grupların dışında kalanlar Zamantı kazasına yerleştirildiler. Eski yaylaklarında kırk
sekiz köy oluşturularak “Afşar” kazası adıyla bir kaza meydana getirildi. İskân ettirilenler de taahhüt ve senetlere bağlandı (MVL, nr, 344/42, 23 Cumad’el-Ahir 1271 “13
Mart 1855”). Kazanın yönetimine Yozgat naibi, müdürlüğüne ise Çerkez Bey müdür
tayin edildi. Ayrıca meclis ihdas edilerek aşiretin ileri gelenleri meclis azalığına getirildi. Bunların görevi iskân olunan ahaliyi nüfus defterlerine kaydetmekti (MVL, nr,
344/42, 23 Cumad’el-Ahir 1271 “13 Mart 1855”).
Avşarların Bozok’tan firar etmeleri hükümet tarafından onların iskâna karşı geldikleri şeklinde yorumlanmıştır. Ancak sorun aşiretin genel olarak iskâna değil mahsusen
Bozok’taki iskâna karşı çıkmasıydı. Onlar iskâna rıza göstermişler; ama kendi vatanlarında iskân edilmeyi defalarca istemişlerdir. Nitekim aşiretin reisi Çerkez Bey’in de
merkeze yazdığı bir iskân talebi vardır. Buna göre o, aşiretinin Kayseri veya Maraş
civarında iskân edilmesini istemekteydi (A. DVN, nr, 74/100, 18 Rebi’ül Evvel 1268
“11 Ocak 1852”). Yine aşiret ile hükümetin Zamantı’da iskân konusunda anlaşmaya
varmalarında Çerkez Bey’in uzlaşmacı bir tutum sergilediği görülmektedir. Bu hizmetlerine karşılık da kapıcıbaşılık rütbesi ile mükâfatlandırılmıştır (A. MKT. UM, nr,
217/33, 24 Rebi’ül-Evvel 1272 “4 Aralık 1855”). Bunun yanında devlet tarafından
uhdesine askerî kuvvet verilerek Rışvan, Tecirli ve Çelikanlı aşiretlerinin zararlarını
önlemekle görevlendirilmiştir (A. MKT. NZD, nr, 183/25, 19 Şaban 1272 “25 Nisan
1856”). Dolayısıyla Avşarların iskâna bütünüyle karşı oldukları tezi doğru değildir.
1833-1840 yılları arasında Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın
Adana’ya hâkim olmasıyla bölgenin Osmanlı ile Mısır arasında el değiştirmesi Çukurova bölgesinde yerel güçlerin ortaya çıkmasına sebep oldu (Cevdet Paşa, 1991, s.
240). Bunlardan Kozanoğulları, Kozan Dağına hâkimdi. Menemencioğulları ise Menemenci aşiretini idare etmekteydi. Payas’ta Küçük Alioğulları, Maraş’ta Beyazıtoğulları, Reyhanlı aşiretinde Murseloğulları ve Hasan paşazadeler, Karsantıoğulları,
230
XIX. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDA AVŞARLARIN İSKÂNI
Yağıbasan aşireti beyleri bulunmaktaydı. Bundan dolayı Çukurova’da devlet otoritesi kalmamıştı. (Sansar, 2003, s. 80)
Bu yerel güçlerden örneğin Kozanoğulları kendi getirdikleri kurallarla Kozan’ı idare
ederlerdi. Kızgın oldukları birini idam edebilirler veya ölmüş kimselerin mallarına el
koyabilirlerdi. Ayrıca tüm ihtiyaçlarını aşiret kethüdaları karşılardı. Kozanoğlu üzerine devlet tarafından birkaç sefer düzenlendiyse de başarılı olunamamıştı. Hatta
Kozanoğlu kendisine gönderilen iradelere “emmim oğlu bunca memaliki avucuna almış
bir avuç Kozan’ı bana çok görmemelidir.” diyerek cevap vermeye başlamıştı (Cevdet
Paşa, 1980, s. 121; Cevdet Paşa, 1991, s. 110). Bu durum Kozan’ın ne denli hükümet
otoritesinden çıktığını göstermektedir. Bölgede yerel bir güç hâline gelen diğer bir
aile ise Küçük Alioğullarıydı. Bu aile özellikle hac, kervan ve surre alaylarının yollarını keserdi. O kadar güçlü bir duruma gelmiş olmalılar ki hac kafilelerinin güvenli
bir şekilde geçmesi için yanında güçlü bir ordu bulunması gerekliydi. Ordu olmadığı
zamanlarda kafile Maraş taraflarından geçirilir hâle gelmiştir (Şakiroğlu, 1992, ss.
114-123).
Bölgede bulunan bu yerel güçlerin yanında konar-göçer aşiretler de mevcuttu. Bu
aşiretler zirai açıdan gelişimi engellediği gibi asayişi de bozmaktaydı. Öyle ki
1850’lere gelindiğinde Adana’dan Sis’e (Kozan) gitmek için bir jandarma müfrezesi
bulundurmak şart olmuştu (Dumont, 1979-1980, s. 379). Bunun yanında aşiretler
vergilerini vermezler ve askerlik yapmazlardı. Yaylağa ve kışlağa geçiş dönemlerinde ise geçtikleri yerlerdeki halkı gasp ederlerdi. Zaman zaman da aşiretler kendi
arasında kavgaya tutuşuyorlardı. Bu durum oldukça verimli olan Çukurova bölgesinin metruk bir hâle gelmesine neden olmuştu.
Dolayısıyla XIX. yüzyılda bölgede yaşanan şekavet hadiseleri ciddi boyutlara ulaşmıştı. Şekavet hadiselerinin merkezinde ise bölgede bulunan konar-göçer aşiretlere
mensup eşkıyalar yer almaktaydı. Nitekim 1838’de Kayseri bölgesini dolaşan Moltke,
Cevizlihan’dan Malatya’ya geçerken Avşarların saldırıları nedeniyle güçlü bir muhafız kıtası olmadan geçemeyeceğini duymuştu. Ancak Moltke Tomarza piskoposu ile
konuştuktan sonra saldırıları aşirete mensup eşkıyaların çıkardığını anlamıştı (Moltke, 1995, ss. 272-276). 1847’de Kayseri’ye dört saat mesafedeki Boğazgir’de Avşar
aşiretine mensup eşkıyalar posta tatarlarını gasp etmişti (MVL, nr, 15/4, 21 Şaban
1263 “4 Ağustos 1847”). Posta tatarlarının soyulmasının önüne geçmek için çeşitli
önlemler alındıysa da bu; ancak Kozan’ın itaat altına alınması ile mümkün olabilirdi.
Çünkü bu eşkıya grupları Kozan’a sığınmaktaydı (MVL, nr, 18/63, 20 Zilhicce 1263
“29 Kasım 1847”).
Çukurova bölgesinde yaşanan şekavet hadiseleri genellikle birkaç aşiret eşkıyasının
birleşmesi ile meydana geliyordu. Örneğin Kayseri ahalisinin merkeze gönderdiği
şikâyet kaydına göre, Çukurova bölgesinde bulunan Avşar, Lek, Kırıntılı ve Kuzugüdenli aşiretine mensup eşkıyalar birleşerek 1841’den beri halkın mallarını gasp
etmekteydi. Böyle durumlarda zaman zaman köylerde gıda sıkıntısı yaşanmakta ve
Bozok ile Sivas’tan erzak getirilmekteydi (MKT, nr, 30/85, 23 Zilkade 1261 “23Kasım
1845”). Yine Kayseri bölgesinde yaşayan Parsic isimli bir şahsın malları Kuzugüdenli
ve Avşar aşiretine mensup eşkıyalar tarafından gasp edilmişti (MVL, nr, 7/9, 11Recep
1262 “5 Temmuz 1846”). Ayrıca diğer bir sorun bu gasp edilen malların elden çıka231
FATMA AKIN
rılması sırasında meydana geliyordu. Bölgenin önemli hayvan pazarları Kayseri ve
Gürün’dü. Bu pazarlarda, çalınan mallar satışa çıkarılırdı. Ancak hangi malın çalıntı
hangisinin çalıntı olmadığının tespiti sırasında sorunlar meydana geliyordu (MVL,
nr, 9/52, 25 Zilhicce 1262 “14 Aralık 1846”).
Bölgede yaşanan bu karışıklıklar ise İngilizlerin dikkatini çekmeye başlamıştı. Nitekim İngiltere’nin Kayseri Konsolosu “burada Tanzimat’ın ismi var cismi yok” demekteydi (Saydam, 1993, s. 236). Bunun yanında Kırım savaşında askerî kura dairelerinin daralmasıyla ordu asker sıkıntısı çekmeye başladı. Bunun üzerine gayrimüslimlerden de asker alınması meselesinin tartışıldığı bir toplantıda İngiltere Baş tercümanı Pizani’nin konuya dâhil olup Kozanoğlunu asker vermeye ikna edebileceğini
söylemesi bölgeye yabancı elinin girebileceği endişesi yarattı (Cevdet Paşa, 1980, s.
113). Dolayısıyla Kozan’ın ıslahı meselesi gündeme geldi. Konu daha önce Reşid
Paşa döneminde dile getirilmiş; ancak ertelenmişti (Cevdet Paşa, 1980, s. 115). Şimdi
ise bölgeye yabancı eli gireceği korkusu Fırka-ı Islahiyye adıyla bir ordunun hazırlanmasını hızlandırdı. Böylece toplanmasına karar verilen ordu 1865’te Derviş Paşa
ve Cevdet Paşa önderliğinde Güney Anadolu’nun ıslahı için gönderildi.
Ordunun görevi bölgenin ıslah edilmesi, yerel güçlerin dağıtılması ve ardından konar-göçer aşiretlerin yaylak veya kışlaklarında iskân edilmesiydi. Bu amaçla ordu
geçtiği bölgelerde köy ve kasabalar kurdu. Hacılar, Tiyek ve Ekbez nahiyeleri birleştirilerek Hassa kasabası teşkil edildi ve buranın vergileri ile asker kuraları yazıldı.
Kürt Dağının ıslahı sırasında dağ müstakil bir kaza haline getirilerek İzziye ismi verildi (Cevdet Paşa, 1991, 144; Cevdet Paşa, 1980, s. 135). Ordu buradan Gavur Dağına
geçti ve Kerkütlü, Çerçili, Hanağzı, Kürtbahçesi, Eğintili ile Kürt Dağındaki Keferdiz
ile Dumdum Ovası birleştirilerek Islahiyye kasabası oluşturuldu. Delikanlı ve Çelikanlı aşiretleri Dumdum Ovasında iskân olundular ve pek çoğu Islahiyye kasabasına
yerleştirildi (Cevdet Paşa, 1991, s. 150; Halaçoğlu, 1973, s. 9; Cevdet Paşa, 1980, s.
139). Ardından Hacı Osmanlı köyünde kıyı köyleri birleştirilerek Osmaniye kasabası
kuruldu (Cevdet Paşa, 1991, s. 167; Cevdet Paşa, 1980, s. 149). Kozan bölgesinde ise
Hüseyin Hüsnü Paşa’nın faaliyetleri neticesinde halkın büyük kısmı devlete itaatini
bildirdi (Cevdet Paşa, 1991, s. 187). Kozanoğulları ise çeşitli yerlere sürgüne gönderildi veya bir görevle bölgeden uzaklaştırıldılar (Cevdet Paşa, 1991, s. 177). Kozan,
merkezi Sis olmak üzere Belenköy, Haçin ve Kadirli olarak dört kazadan oluşan bir
sancak hâline getirilerek Adana’ya bağlandı (Halaçoğlu, 1973, s. 14; Cevdet Paşa,
1991, ss. 180-181; Cevdet Paşa, 1980, s. 166).
Bütün bu ıslah faaliyetlerinden sonra iskân edilmeden kalan aşiretlerin iskânı da
tamamlandı. Kırıntılı aşireti 1859’da iskân edilmelerini talep etmişlerdi. Bunun üzerine Lek, Hacılar ve Kırıntılı aşiretleri Halep vilayetinin teşkil edilmesinden sonra Sis
kazasının güneyinde yerleştirildi (Halaçoğlu, 1973, s. 17). Tecirli ve Cerit aşiretleri
Bacburnu ile Pazaryeri arasındaki bölgeye Cevdet Paşa’nın Halep valiliği döneminde
iskân edildiler (Sansar, 2003, s. 113). Sırkıntılı aşireti ise kışlak mahalli olan Çukurova
bölgesine yerleştirildiler (Halaçoğlu, 1973, ss. 18-19).
Fırka bölgede konar-göçer bir aşiret olan Avşarlardan yaylak veya kışlaklarından
birini seçerek iskâna razı olmalarını istedi. Aşiretin reisi Hacı Bey zaten fırkaya ilk
başlardan itibaren gelip gitmekteydi. Hacı Bey, önce kışlaklarında iskân edilmeyi
232
XIX. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDA AVŞARLARIN İSKÂNI
tercih etmiş; fakat kısa bir süre sonra bundan vazgeçerek yaylakları olan Uzun Yayla’da iskân edilmeyi istemişti. Ancak Kırım Savaşından bu yana Uzun Yayla’ya Çerkez muhacirleri iskân olunmaktaydı. (Cevdet Paşa, 1980, s. 147; Cevdet Paşa, 1991,
s. 157). Bu noktada yüzyıllardır yaylakları olan Uzun Yayla’yı muhacirlere kaptırmak
istemeyen Avşar aşireti ile Çerkezler arasında uzun süre çatışmalar yaşandı. Bölgeye
teftiş için gönderilen Hafız Paşa’ya göre çatışmanın ana sebebi; Avşarlara tahsis
edilen yaylakların Çerkez iskânına açılması ve Çerkezlerin bu topraklarla yetinmeyerek Avşarların elinde kalan diğer toprakları da almak istemeleri nedeniyle Avşarlara
saldırmalarıdır (MVL, nr, 638/85, 29 Safer 1279 “26 Ağustos 1862”). Nitekim bu çatışmaların bir sonucu olarak Torun ve Çörmeşik kabileleri Uzun Yayla’dan alınarak
Zamantı Irmağı kenarına nakledilmişlerdi (MKT. UM, nr, 519/54, 11 Cumaziy’el
Evvel 1278 “14 Kasım 1861”).
Bu çatışmaların diğer bir sebebi ise muhacirlere oturacakları yerlerin toplu olarak
gösterilmesi ve Avşarlar ile aralarında bir sınır çizilmemiş olmasıydı. Bu durum iki
tarafın birbirlerinin topraklarına saldırılar düzenlemesine zemin hazırlamaktaydı
(MVL, nr, 736/77, 9 Muharrem 1284 “13 Mayıs 1867”). Bunun yanında yerel idarecilerden iki tarafı tahrik edenler de bulunmaktaydı (MVL, nr, 638/101, 13 Rebi’ül Evvel
1279 “8 Eylül 1862”). Dolayısıyla iki kabile arasındaki şiddet gittikçe arttı. Ayrıca
Avşarların temel geçim kaynağı hayvancılıktı. Bu nedenle kışın denetimlerin azaldığı
zamanlarda hayvanlarını beslemek için Çukurova’ya geçmek istiyorlardı. Bir defasında bu geçiş sırasında soğuktan hayvanlarının çoğunu kaybetmişlerdi. Bu zararlarını ise Nogay muhacirlerinin mallarını gasp ederek karşılama yolunu seçtiler (MVL,
nr, 669/12, 29 Şaban 1280 “8 Şubat 1864”). Böyle durumlar iki taraf arasındaki mücadelenin büyümesine sebep oluyordu. Çünkü soygun, adam öldürme gibi durumları
hükümete bildirilmeyerek kendileri halletmeye çalışmakta, intikam almak amacıyla
birbirlerine karşılıklı saldırmaktaydılar (A. MKT. MVL, nr, 28/119, 4 Safer 1277 “22
Ağustos 1860”). Bu tür huzursuzluklar ise çevrede bulunan yerleşik ahaliyi oldukça
rahatsız etmekteydi. Nitekim Kayseri ahalisinin bundan şikâyet ederek, yardım talep
ettiği görülmektedir (MVL, nr, 636/67, 15 Safer 1279 “12 Ağustos 1862”).
Öte yandan yaşanan bu kargaşa önlenmezse muhacirlerin bölgeden kaçması gündeme gelebilirdi. Çerkezler 1863’te başka bir bölgede iskânlarını istemişlerdi (MVL, nr,
416/88, 12 Şaban 1279 “2 Şubat 1863”). Böyle bir durum hükümetin muhacirleri iskân
için harcadığı emek ve masrafın boşa gitmesi demekti. Bu nedenle bölgedeki huzursuzluğun ortadan kaldırılması için birtakım tedbirler alındı. İlk olarak aşiretlerin
Uzun Yayla’ya çıkması yasaklandı (A. MKT. UM, nr, 471/84, 2 Zilkade 1277 “12 Mayıs 1861”). Ardından bölgeye Hafız Paşa (A. MKT. UM, nr, 477/10, 1 Zilhicce 1277
“10 Haziran 1861”). Yozgat Meclisi azası Celalzade Hasan Bey, (MVL, nr, 640/6, 7
Rebi’ül Ahir 1279 “2 Ekim 1862”) ve Sivas mutasarrıfı Zeki Paşa tayin edildi (MVL,
nr, 640/51, 7 Rebi’ül evvel 1279 “2 Ekim 1862”). Gönderilen bu kimselerle sorunun
çözülememesi üzerine yerel idareciler tarafından ısrarla askeri kuvvet istenmeye
başlandı. Bunun üzerine asker gönderilmesi ve gaile ortadan kaldırılana kadar bölgenin askersiz bırakılmamasına karar verildi (A. MKT. MHM, nr, 271/15, 9 Safer 1280
“26 Temmuz 1863”).
Uzun Yayla’nın Çerkezlere verilmesi Dadaloğlu’nun şu şiirinde yer bulmuştur:
233
FATMA AKIN
Bugün ben bir rüya gördüm
Eskisinden beter halim
Uzun Yayla dede yurdum
Çerkez kazık çaktı m’ola” (Özdemir, 1985, s. 154).
Çerkez-Avşar çekişmesinde gerek yerel idareciler ve gerekse hükümetin tutumu
Çerkezleri korumak şeklinde olmuştur. Öyle ki Aziziye kaymakamı Emin Bey, Avşarların buradan kaldırılması için muhacirlere yardım etmekteydi. Hatta bir defasında muhacirler onun yardımıyla Avşarların bütün ekinlerini kaldırmışlardı (MVL,
638/101, 13 Rebi’ül Evvel 1279 “8 Eylül 1862”). Dadaloğlu bu yalnızlığı
Devriyeler toplayarak geldiler
Kolumuzu dallarından kırdılar
Yurdumuzu Çerkezlere verdiler
Soğuk ulu Uzun Yayla nic’oldu”
diyerek dile getirmiştir (Özdemir, 1985, s. 46).
Uzun Yayla’ya Çerkezlerin yerleştirilmesi üzerine Avşarlar, Fırka-ı Islahiyye’den
Sarız bölgesinde iskân edilmelerini istediler. Bunun üzerine Fırka-ı Islahiyye Kurt
İsmail Paşa’yı bu konuda görevlendirdi (MVL, nr, 714/13, 19 Rebi’ül Evvel 1282 “11
Eylül 1865”). Ancak aşiretin Sarız’daki iskân talebi yerel idareciler tarafından ilk
başta kabul görmedi. Çünkü bu araziye 1861/62 senesinde irade-i seniyye ile muhacirin iskân edilmesine karar verilmişti. Şayet Avşarlar Sarız’a iskân olunurlar ise iki
kabile arasında yine çatışmalar meydana gelecekti (A. MKT. MHM, nr, 342/37, 7
Safer 1282 “2 Temmuz 1865”). Dolayısıyla yerel idareciler buna dayanarak Kurt İsmail Paşa’ya engel olmak istediler. Özellikle Aziziye kaymakamlığının buna izin
vermeyerek merkezden bu konuda yardım istediği görülmektedir (MVL, nr, 711/115,
17 Rebi’ül Evvel 1282 “10 Ağustos 1865”). Buna ilaveten muhacir grupları da Avşarların burada iskân olunmaması için merkeze çeşitli yazılar yazdılar (MVL, nr,
711/123, 24 Rebi’ül Evvel 1282 “17 Ağustos 1865”). Bölgeden gösterilen bu tepkiler
üzerine hükümet bir tahkikat yaptırmış ve sonuçta Avşarların Sarız bölgesinde uzun
zamandır haneler inşa ettikleri ve ziraatla meşgul olmaya başladıkları anlaşılmıştır.
Onları buradan almak büyük bir haksızlık olacağı gibi ekip biçtikleri yerleri muhacirlere vermek Avşarların Çukurova’ya göç etmelerine sebep olacaktı. Dolayısıyla aşiretin Sarız’daki iskânının uygun olduğuna karar verilmiştir (MVL, nr, 712/104, 2 Rebi’ül Ahir 1282 “25 Ağustos 1865”).
Sarız iskânından sonra Sivas bölgesinde muhacirlerin kontrol ve asayişini sağlamak
amacıyla Aziziye (Pınarbaşı) Kaymakamlığı oluşturulmuştu (A. MKT. MVL, nr,
138/66, 25 Cumad’el- Ahir 1278 “28 Aralık 1861”). Bu kaymakamlığın kurulmasından sonra Kayseri bölgesindeki Avşarların iskânı da gerçekleştirildi. Buna göre Avşarların bir kısmı Zamantı kazasına iskân olundu ve Sadabad adıyla bir kaza meydana getirildi (A. MKT. NZD, nr, 401/83, 29 Zilhicce 1278 “27 Haziran 1862”). Buraya
iskân edilen Avşarlar kısa sürede hayvancılığı bırakıp kendilerine verilen arazilerde
ziraatla uğraşmaya başladılar (A. MKT. UM, nr, 560/70, 9 Şevval 1278 “8 Mayıs
1862”). Böylece Avşarların Aziziye’deki iskânları suhuletle halledildi. Malları gasp
edilen kimseler de mallarını gelip geri aldı. Ayrıca Avşarlardan beş kişinin de gönül-
234
XIX. YÜZYILIN İKİNCİ YARISINDA AVŞARLARIN İSKÂNI
lü olarak asker yazıldığı görülmektedir (A. MKT. MHM, nr, 284/69, 9 Cumaizy’el
Ahir 1280 “21 Kasım 1863”).
Sonuç olarak Bozok iskânının başarılı olmaması üzerine XIX. yüzyılın ikinci yarısında Fırka-ı Islahiyye ile birlikte Avşarların iskânı tekrar ele alındı. Fırka, bölgede bulunan aşiretleri yaylak veya kışlaklarında iskân etti. Avşarlar ise yaylakları olan
Uzun Yayla’da iskân edilmeyi talep ettiler. Ancak Kırım savaşından bu yana Uzun
Yayla’ya Kafkas Muhacirleri iskân olunması Avşarlar ile Çerkezler arasında uzun
süren mücadelelerin yaşanmasına sebep oldu. Yaşanan bu kargaşada sonucunda
Uzun Yayla Çerkezlere verildi. Avşarlar ise Kayseri’ye bağlı Tomarza, Pınarbaşı ve
Sarız ilçelerine yerleştirildiler.
KAYNAKÇA
1. Arşiv Belgeleri
A. MKT. UM, D. N. 120 / G. N. 40, 6 Ocak 1853, 25 Rebi’ül-Evvel 1269.
A. MKT. UM, nr, 74/18, 7 Eylül 1851,11 Zilkade 1267.
A. MKT. UM, nr, 217/33, 4 Aralık 1855, 24 Rebi’ül-Evvel 1272.
A. MKT. UM, nr, 519/54, 14 Kasım 1861, 11 Cumaziy’el Evvel 1278
A. MKT. UM, nr, 471/84, 12 Mayıs 1861, 2 Zilkade 1277.
A. MKT. UM, nr, 477/10, 10 Haziran 1861, 1 Zilhicce 1277.
A. MKT. UM, nr, 560/70, 8 Mayıs 1862, 9 Şevval 1278.
A.MKT. NZD, nr, 96/61, 25 Ekim 1853, 22 Muharrem 1270.
A. MKT. NZD, nr, 183/25, 25 Nisan 1856,19 Şaban 1272.
A. MKT. NZD, nr, 401/83, 27 Haziran 1862, 29 Zilhicce 1278.
A. MKT. MVL, nr, 28/119, 22 Ağustos 1860, 4 Safer 1277.
A. MKT. MVL, nr, 138/66, 28 Aralık 1861, 25 Cumad’el- Ahir 1278.
A. MKT. MVL, 71/32, 6 Recep 1271, 25 Mart 1855.
A. MKT. MHM, nr, 271/15, 26 Temmuz 1863, 9 Safer 1280.
A. MKT. MHM, nr, 342/37, 2 Temmuz 1865, 7 Safer 1282.
A. MKT. MHM, nr, 284/69, 21 Kasım 1863, 9 Cumaizy’el Ahir 1280.
A. AMD, nr, 42/5, 1 Şubat 1853, 21 Rebi’ül-Ahir 1269.
A. DVN, nr, 74/100, 11 Ocak 1852, 18 Rebi’ül Evvel 1268.
MVL, nr, 244/7, 25 Aralık 1851, 20 Safer 1268.
MVL, nr, 259/42, 27 Mayıs 1853, 18 Şaban 1269.
MVL, nr, 258/37, 22 Mayıs 1853, 13 Recep 129.
MVL, nr, 7/9, 5 Temmuz 1846, 11 Recep 1262.
MVL, nr, 15/4, 4 Ağustos 1847, 21 Şaban 1263.
MVL, nr, 18/63, 29 Kasım 1847, 20 Zilhicce 1263.
MVL, nr, 9/52, 14 Aralık 1846, 25 Zilhicce 1262.
MVL, nr, 638/85, 26 Ağustos 1862, 29 Safer 1279.
MVL, nr, 736/77, 13 Mayıs 1867, 9 Muharrem 1284.
MVL, nr, 638/101, 8 Eylül 1862, 13 Rebi’ül Evvel 1279.
235
FATMA AKIN
MVL, nr, 669/12, 8 Şubat 1864, 29 Şaban 1280.
MVL, nr, 636/67, 12 Ağustos 1862, 15 Safer 1279.
MVL, nr, 416/88, 2 Şubat 1863, 12 Şaban 1279.
MVL, nr, 640/6, 2 Ekim 1862, 7 Rebi’ül Ahir 1279.
MVL, nr, 638/101, 8 Eylül 1862, 13 Rebi’ül Evvel 1279.
MVL, nr, 640/51, 2 Ekim 1862, 7Rebi’ül evvel 1279.
MVL, nr, 711/115, 10 Ağustos 1865, 17 Rebi’ül Evvel 1282.
MVL, nr, 711/123, 17 Ağustos 1865, 24 Rebi’ül Evvel 1282.
MVL, nr, 712/104, 25 Ağustos 1865, 2 Rebi’ül Ahir 1282.
MVL, nr, 714/13, 11 Eylül 1865, 19 Rebi’ül Evvel 1282.
MVL, nr, 344/42, 13 Mart 1855, 23 Cumad’el-Ahir 1271.
C. ML, nr, 34/1538, 15 Ocak 1854, 15 Rebi’ül-Ahir 1270.
İ. MVL, nr, 221/ 7432, 22 Eylül 1851, 26 Zilkade 1267.
MKT, nr, 30/85, 23Kasım 1845, 23 Zilkade 1261.
2. Yayınlanmış Eserler
Cevdet Paşa (1980). Maruzat. (Y. Halaçoğlu, Haz.). İstanbul: Çağrı Yayınları.
Cevdet Paşa (1991). Tezakir (21-39). (C. Baysun, Haz.). Ankara: TTK Yayınevi.
Dumont, P. (1979-1980). 1865 Tarihinde Güney-Doğu Anadolu’nun Islahı. (B. Yediyıldız, Çev.). TED, Sayı. X-XI, 369-394.
Ebulgazi Bahadır Han (1996). Şecere-i Terakime (Türkmenlerin Soykütüğü). (Z. Kargı
Ölmez, Haz.). Ankara.
Halaçoğlu, Y. (1973). Fırka-ı Islahiyye ve Yapmış Olduğu İskân. TD, sayı. 27, 3-8.
Köprülü, F. (1997). Avşar. İ.A, c. XL, 28-38.
Moltke, H. V. (1995). Moltke’nin Türkiye Mektupları. (H. Örs, Çev.). İstanbul: Remzi
Kitabevi.
Özdemir, A. Z. (1985). Avşarlar ve Dadaloğlu. Ankara: Dayanışma Yayınları.
Sansar, F. (2003). Tanzimat Döneminde Bir İskân Modeli Fırka-i Islahhiye ve Güney Anadolu’nun Islahı. Yüzyüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih
Anabilim Dalı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Van.
Saydam, A. (1993). Orta Anadolu’daki Aşiretlerin İskânı (1839-1853). Prof. Dr. Bayram
Kodaman’a Armağan, Samsun.
Sümer, F. (1992). Safevi Devleti’nin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü.
Ankara: TTK Yayınevi.
Sümer, F. (1949-1950). Anadolu, Suriye ve Irak’ta Yaşayan Türk Aşiretlerine Umumi
Bir Bakış, İFM, c. XI, nr. 1-4.
Şakiroğlu, H. M. (1992). Çukurova Tarihinden Sayfalar 1. Payas Ayanı Küçük Ali
Oğulları. DTCF, c. XIV, sayı. 26, s. 103-139.
Togan, A. Z. V. (1981). Umumi Türk Tarihine Giriş. c. I, İstanbul.
Togan, A. Z. V. (1982). Oğuz Destanı Reşideddin Oğuznamesi Tercüme ve Tahlili. (2. bs).
İstanbul: Enderun Kitabevi.
236
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
KAYILAR VE OSMANLILAR:
SAHTE BİR KİMLİK İNŞASI MI?
F ER İDUN M. EMECEN
Osmanlı devletinin kurucu hanedanının bir Oğuz boyuna mensup olup olmadığı,
eğer mensupsa bu boyun tarihî geleneğe göre Kayılar’la ilgisinin bulunup
bulunmadığı, ilk dönem Osmanlı tarihi üzerinde çalışan araştırmacıların başta gelen
tartışma mevzularından biri gibi görünür. Esasen Osmanlı hanedanının Kayı boyuna
mensubiyeti, ilk Osmanlı kroniklerinden bu yana Osmanlı tarihçileri için hemen
hemen hiç tartışılmaksızın genel bir kabul görmüş durumdadır. Fakat zamanla XX.
yüzyıl başlarından itibaren ortaya çıkan yeni tarihçilik bakışları, Osmanlı
imparatorluğunun menşeini özellikle Avrupa’da XVIII. yüzyıldan itibaren pek
meşhur olan 400 çadırlık bir aşiretten muhteşem bir imparatorluğa dönüşme
hikâyesini ciddi bir şekilde yeniden ele almayı gerektirdi. Bunda biraz da o sıralarda
Osmanlı imparatorluğunun yıkılışın eşiğinde olmasından hareketle, kendisine yeni
bir kimlik bulmak telaşına ve bu kimlikle küçülen imparatorluklarını ideolojik açıdan
millî bir devlet gibi gösterme gayretine düşen, kadim toprakları üzerinde hayatmemat savaşına girişen yeni rejimin izlemekte olduğu siyasete karşı çıkışın rolü
vardı. Batılı emperyal güçler, tabii kaynaklarıyla iştah kabartan kadim Osmanlı
imparatorluğunu küçültmeye ve parçalamaya yönelirken onun tarihen de nasıl bir
kimliği olduğu konusuna revizyonist bir bakış yöneltmekten geri durmadılar. Bir
taraftan Osmanlıların çok önem verdiği ve neredeyse bütün İslam dünyasında son
asırda kabul gören “Osmanlı hilafetine” yönelik sarsıcı yazıların1, öte yandan
Osmanlıların gerçek kimliğinin “Türk/Oğuz” geleneğine dayalı olmadığı yolundaki
1
T. W. Arnold, The Caliphate, Oxford 1924; W. Barthold, “Khalif i Sultan”, Mir İslama, I/1-2,
Petersburg 1912 (trc. İ. Kamalov, Halife ve Sultan, İstanbul 2006). Ayrıca hilafet konusuyla
ilgili literatür için bk. T. Buzpınar, “Osmanlı Hilâfet Meselesi: Bir Literatür
Değerlendirmesi”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, II/1 (2004), ss. 113-131.
237
FERİDUN M. EMECEN
etkili neşriyatın2 hemen hemen aynı döneme denk düşmesi, bir tesadüften öte
muhtemelen bilinçli bir “siyasi” tercih gibiydi. Bununla beraber bu iki tezin, zaman
içerisinde Osmanlı tarihçiliği açısından hayli verimli bir tartışma zeminine yol
açarak, yeni araştırmalara ve yaklaşımlara temel olduğu da inkâr edilemez. Bu
tebliğde özellikle konumuz itibarıyla bu ikinci durum, ileride üzerinde yoğun bir
tartışmayı da beraberinde getiren Osmanlı hanedanının Oğuz/Kayı boyuna bağlı
olup olmadığı konusu üzerindeki iddiaları yeniden “sesli olarak düşünmek”
istemekteyim.
Küçük bir aşiretten doğan büyük bir imparatorluk fikri, ideolojik boyutta romantik
tarihçilik akımının en sevdiği kuruluş hikâyelerinden biridir3, üstelik bu sadece
Osmanlılar için değil başka imparatorluklar/devletler için de geçerlidir. Osmanlı
hanedanının menşeine içeriden bakan kronik yazarları Osmanlıların Oğuz boylarına
mensubiyeti konusunda genel bir ittifak halindeyken4, bu bilgiyi onlardan alan ve
kendilerini hayli zorlayan büyük bir tehdit ve tehlike altında bırakan bir
imparatorluğu tanımaya ve tanıtmaya hevesle sarılan batılı meslektaşları daha farklı
mitolojik hikâyelerin de peşinde koştular5. Ancak zaman içerisinde tarihçiliğin
modern bir safhaya ilerlediği dönemlerde Osmanlı kaynaklarının bilgileri esas kabul
edildi ve Osmanlı hanedanının menşei ile ilgili açıklamalardan başvurulan mitolojik
hikâyeler giderek temizlenmeye başlandı. Bunda Türk kaynaklarının XVI. yüzyıldan
itibaren başlayan tercümelerinin6 ve D. Kantemir’in eserinin7 ve Hammer’in XIX.
yüzyılın ilk çeyreğinde kaleme aldığı Osmanlı tarihinin büyük etkisi oldu. Fakat XX.
H. A. Gibbons, The Foundation of the Ottoman Empire, Oxford 1916.
İlk Osmanlı kroniklerinden yayılan bu anlayış, Batıda da yankı bulmuştu: A. Lamartine,
Histoire de la Turquie, Paris 1854. Keza Namık Kemal’in Osmanlı Tarihi’ndeki (İstanbul
1326) yaklaşımı: “cihangirane bir devlet çıkardık bir aşiretten” söylemine bugün bile
romantik edebi çevreler veya entelektüel düzeyde bazı amatör tarihçilerin yanı sıra daha
acısı meslekten gelenlerin de iştiraki, modası geçmiş hamasetten kurtulunamadığının
ilginç bir göstergesidir.
4
Özellikle XV. yüzyıl ilk Osmanlı kroniklerindeki vurgular için Neşri’nin derleme olduğu
anlaşılan Tarihi önemli bir örnektir: Cihannüma, nşr. N. Öztürk, İstanbul 2008, ss. 3-37.
Ayrıca geniş bilgi için bk. F. M. Emecen, “Eski Bir İmajın Yeniden Keşfi: İlk Osmanlı
Kroniklerinde Oğuz Geleneği ve Orta Asya Bilgisi”, İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu
Beylikler Dünyası, İstanbul 2012, ss. 249-259.
5
Truva kökenleriyle ilgili Rönesans döneminde hızlanan tartışmalar için bk. R.
Schwoebel, The Shadow of the Crescent: The Rönesans Image of Türk, Nieuwkoop 1967.
Ayrıca A. Pertusi’nin yayımladığı İstanbul’un fethi ile ilgili çağdaş kaynaklardaki
değinmeler: İstanbul’un Fethi, I-III, trc. M. Şakiroğlu, İstanbul 2004-2008.
6
Bazı anonim Osmanlı tarihlerinin tercümeleri ve derlemeleri: J. Leunclavius, Annales
Sultanorum Othomanidarum a Turcis sua Lingua scripti, Frankfurt Main 1588; Ayrıca Hoca
Sadeddin Efendi’nin eserinin XVII. yüzyıl başlarındaki tercümeleri bu meyanda
zikredilebilir: Bk. Babinger, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri, trc. C. Üçok, Ankara 1992,
s. 140.
7
Osmanlı İmparatorluğunun Yükseliş ve Çöküş Tarihi, trc. Ö. Çobanoğlu, I (İstanbul 1998),
s.36-54. Burada XV. yüzyıl Bizans tarihçilerinden Chalkokondyles’in Osmanlıların atası
Kayı Alp’ten söz ettiğine bile değinilir.
2
3
238
KAYILAR VE OSMANLILAR: SAHTE BİR KİMLİK İNŞASI MI?
yüzyıl başlarından itibaren bazı batılı tarihçiler, biraz da o dönemdeki siyasi
konjunktürün etkisinde kalarak Osmanlı hanedanının menşei meselesinde Oğuz
geleneğini dışlayıcı bir tavır sergilediler. Menşe tartışmaları Osmanlıların Oğuz
boylarından biri olan Kayılara mensup olup olmadığı konusunda düğümlendi ve
giderek modern tarihçiler için hayli verimli bir kalem oynatma alanını teşkil etti.
Özellikle Amerikalı bir gazeteci olan Gibbons’un Osmanlı İmparatorluğu’nun
Kuruluşu ile ilgili kitabında ileri sürdüğü görüşler bu tartışmaların alevlendiren
kıvılcımı oluşturdu8. İçeriden ona karşı verilen cılız cevaplar yanında asıl güçlü
itiraz, o dönemde yaptığı modern tarzda araştırmalarla sosyolojik/tarihî alana yeni
bir soluk getiren F. Köprülü’den geldi. Fakat Köprülü de başlangıçta Kayı tezine
muhtemelen Wittek’in de etkisiyle serin bakıyordu9. 1930’lu yıllarda P. Wittek,
Osmanlı imparatorluğunun kuruluşunu “gaza ruhuna” bağlarken, Osmanlı
hanedanının Oğuz/Kayı kökeni hakkında ilk ciddi itirazı yapmakta gecikmedi:
“Kayı’nın Oğuz’un en büyük oğlunun en büyük oğlu olması ve dolayısıyla Oğuz’un
meşru varisi olan Kayı aşiretinin bütün Oğuz aşiretlerini arasında en önde gelen
sayılması daha başından şüphemizi çekmektedir” dedikten sonra Yazıcıoğlu Ali’nin
Türkçeye uyarladığı Selçukname’den itibaren Kayı geleneğinin yerleştiğini, ilk
kroniklerdeki bir taraftan Oğuz’un büyük oğlu Gökhan’a diğer taraftan Günhan’a
(Günhan’ın oğlu Kayı idi) bağlanan iki şecerenin birbiriyle çeliştiğini, II. Murad
döneminin edebi geleneği çerçevesinde ilk romantik hareketin doğduğunu ve milli
karakterli Türk geçmişi konusunda bir ilgi uyandırıldığını ifade etti. Ona göre daha
II. Murad zamanında Kayı geleneği Osmanlı sarayı tarafından benimsenmişti ve bu
sultanın kestirdiği sikkede Kayı damgası bulunmakta, topların üzerinde de bu
damgalara rastlanmaktaydı. Wittek, Gök Oğuz ve Çavuldur/Çavdar meselesinin
irdeledikten sonra Kayı geleneğinin Osmanlıların tarihine sonradan eklendiği fikrini
açık şekilde savundu10. Onun görüşlerine karşı F. Köprülü’nün ve Z.V. Togan’ın Kayı
ile ilgili ileri sürdükleri fikirler, Osmanlıların Kayı boyuna mensup olup
olmadıklarından çok bu boyun Oğuzlar içindeki durumuna ve Anadolu’ya ne zaman
nasıl gelebilmiş olacaklarına odaklandı. F. Köprülü’nün 1934’ten itibaren kaleme
aldığı ve 1943’te Belleten’de çıkan Kayılar ile ilgili makaleleri sonradan Türk
tarihçiliğinde âdeta tartışılmaksızın genel bir kabul gördü11.
Belki de bu yüzden Kayılar ile ilgili tartışmalar muhafazakâr Osmanlı tarihçileri için
çok büyük bir anlam ifade etmeksizin ya eski geleneğin tekrarlanmasıyla ya da F.
Köprülü ile mutabık hâlde bir ölçüde görmezden gelinirken batı tarihçiliği ve ondan
etkilenen diğerlerinde, Osmanlıların Kayı kökenleri baştan göz ardı edilen bir olguya
dönüştürüldü. Bu hava, Wittek ekolünü esas olarak takip eden ancak onu biraz daha
The Foundation of the Ottoman Empire, Oxford 1916: trc. R. Hulusi, haz. M. Everdi, Osmanlı
İmparatorluğunun Kuruluşu, İstanbul 1998. İlk tepkiler için bk. F. Giese, “Das Problem der
Entstehung des osmanischen Reich”, Zeitschrift für Semitistik und verwandte Gebite, 2
(Leipzig 1924), ss. 246-271.
9
“Oğuz Etnolojisine Ait Tarihi Notlar”, Türkiyat Mecmuası, I (1925), s. 5.
10
Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu, trc. F. Berktay, İstanbul 1995, ss. 15-25.
11
“Osmanlı İmparatorluğunun Etnik Menşei Meseleleri”, Belleten, VII/28 (1943), ss. 219313.
8
239
FERİDUN M. EMECEN
geliştirip F. Köprülü’nün açıklamalarıyla imtizaç ettirici bir tarzda konuyu ele alan
H. İnalcık ile devam etti. H. İnalcık da tıpkı Wittek gibi Kayı meselesini II. Murad
döneminin siyasi şartlarının bir ürünü gibi değerlendiriyordu12. İlginç olan bir başka
taraf muhafazakâr kanadın “Osmanlıcı” olmayan “Türkçü” temsilcilerinin konuya
ayrı zaviyelerden bakışı oldu. F. Sümer, Osmanlılara karşı olumsuz bakışını
sürdürerek onların Kayılarla olan irtibatının hayli zayıf olduğunu ima etti13.
(Osmanlı tarihine “Türklük” zaviyesinden bakan kesimlerin “beynelmilel kimlikli”
bir imparatorluk olarak gayri Türk Müslüman unsurların işbaşında olduğu bir devlet
türünden hoşlanmadıkları açıktır. Bunda yeni Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlı
tarihine karşı oluşturduğu alternatif millî tarih kavramının da rolünü de unutmamak
lazımdır). Kayı boyu ve Osmanlılarla irtibatı meselesi bu tartışmalardan sonra âdeta
unutuldu, bir kesim için bu durum açıklamalarda neredeyse hiç yer almaz yahut
uydurma olarak nitelenirken, diğer kesim ise oluşan Osmanlıcı/yeni Osmanlılık
kavramlarıyla Kayı boyu konusunu neredeyse mitolojik bir mahiyette romantizm
üstü bir yaklaşımla abartmayı sürdürdü. 1980’lerden itibaren başlayan gaza tezi
konusundaki yoğun tartışmalar içerisinde bile Kayı boyu meselesi tarafların açık bir
ilgisine mazhar olmadı.
***
Şu hâlde bütün bu heyecanlı tartışma noktalarının ışığında acaba Osmanlıların Kayı
boyuna mensubiyetleri konusunda söylenecek başka bir yaklaşım veya yeni
bulgulara ulaşılabilir mi? Bu suali yukarıda beyan edilen tartışmalardan azade
şekilde yeniden ilgili kaynaklara dönerek cevaplamak sanırım daha uygun olacaktır.
Üstelik XV. yüzyıl tarihçilerinin bilgilerini en azından maddi temelde ölçebilecek
Tahrir Defterleri gibi önemli bir kaynak serisini daha iyi inceleme imkânına da
sahibiz. İmdi ilk Osmanlı kroniklerinden başlarsak, öncelikle XV. yüzyılın başında
eserini kaleme alan Ahmedî, konuyu ideolojik boyutta yeniden tasarlayan ve bir
gelenek icat ettiği ileri sürülen Yazıcızade Ali’den hayli zaman önce, Yıldırım
Bayezid döneminin şartları dâhilinde, Osmanlıların kökeni hususunda bildiğimiz
şecerelere hiç değinmeksizin doğrudan Osmanlıları “Oğuz” menşeine bağlamakta
bir beis görmez14. Asıl derdi İslami bir devlet olarak Osmanlıları göstermek ve bu
yolda “gaziliği” öne çıkarıp idealleştirmek olan Ahmedî’nin Oğuz geleneğini de
bilmesi ve nakletmesi hayli önemli bir husus olarak dikkat çeker. Ahmedî eserinde
Kayı adını vermemektedir, fakat bunu çağrıştırır şekilde Osman’ın ataları arasında
Gök Alp’i işaret etmektedir. Gerçi Gök Alp geleneği Kayı’nın bağlı bulunduğu Gün
Han ile çelişir gözükür, fakat benim kanaatim bu inceliğe/geleneğe ilk Osmanlı
Kuruluş Dönemi Osmanlı Sultanları (1302-1481), Ankara 2010, ss. 18-21.
“Kayı”, İA, VI, 461. Burada tereddüt izhar eden bir dil ve Wittek’in görüşlerini
benimseme, ima yollu olsa da görülebilir. Yine de Kayı boyuna mensubiyet
konusunun imkânsız olmadığı da söylenir. F. Sümer, Oğuzlar adlı kitabında da Kayı
ile münasebeti “oldukça şüpheli” görür, fakat yine de küçük bir açık kapı bırakır
(İstanbul 1999, s. 240).
14
İskendernâme, faksimile nşr. İ. Ünver, Ankara 1982, vr. 65b.
12
13
240
KAYILAR VE OSMANLILAR: SAHTE BİR KİMLİK İNŞASI MI?
tarihçilerince pek dikkat edilmemiş olduğu yönündedir15. Wittek’in ısrarla üzerinde
durduğu Gök Han ve Gün Han meselesinin Kayı ile irtibatlandırma noktasında bir
çelişki olduğunun o dönemin yazarlarının farkında bulunduğu çok şüphelidir.
Burada esas olan nokta gaziliği öne çıkaran Ahmedî’nin bile Osmanlı hanedanın
kökeni konusunda Oğuz vurgusunu ima etmiş olmasıdır. Fatih dönemi
tarihçilerinden Enverî de manzum tarihinde benzeri bir açıklamayı tercih eder;
100.000 çadırlık Oğuz obaları içinde Osmanlıların ataları da vardır16.
Hiç şüphe yok ki Yazıcızade Ali, II. Murad döneminde Kayı boyunun Oğuz boyları
içindeki yeri ve Osman Bey’in atalarının bu boya mensubiyeti konusunda ilk ve tek
bilgi kaynağıdır17. Böyle olunca onun Kayı’ya bütün Oğuz boyları içinde devlet
kurma yetkisini haiz bir boy gibi formüle etmesi ve Osmanlılarla bağlantılı olarak
bunu açıklamakta olması ciddi şekilde şüpheyi celp etmiş gözükür. Bunun sebebi
Wittek’ten beri kuruluş dönemiyle ilgili çalışan araştırmacıların benimsedikleri gibi,
Anadolu beylikleri ve Karamanlıların iddialarına karşılık II. Murad’ın siyasi bir
gelenek icat ederek üstünlük sağlama veya Fetret dönemi sonrasında menşe
meselesinde keskin bir dönüşle artık anlamı kalmayan Moğol bağlılığından
Türkmen/Oğuz geleneğine yönelme amacı olabilir; hele Şükrullah’ın sözünü ettiği
Karakoyunlu Cihanşah’ın Osmanlılarla akrabalık bağları vurgusu yapmış olması da
buna mümasil bir örnek gibi gözükür18. Bu durumda akla şu sorular geliyor: Acaba
ilk Osmanlı kroniklerindeki Oğuz/Kayı bağlılığı yönündeki bilgiler, âdeta
zamanımızdaki algı yerleştirmesine benzer şekilde, bu kadar bilinçli bir menşe
uydurma gayretinin bir yansıması olabilir mi? O tarihte bu insanlar için böyle bir
gereklilik ne ölçüde elzemdi? Daha doğrusu bugününü insanın ideolojik değerleri
gibi millî veya dini bir vahdet oluşturma yolunda sahte bir kimlik arayışı peşinde
koşacak kadar kristalize bir algı ve bilinç sahibi miydiler? Bunu kime karşı
kullanacaklardı? Böyle dahi olsa buna kim inanacak ve inansa da nasıl bir etkilenme
mümkün olacaktı? Zamanımızın haberleşme ağlarıyla modernleşen algı dünyasının
oluşumunun kökenleri en fazla XIX. yüzyıla veya bir önceki yüzyıla kadar indiği
açık olduğuna göre XIII ve XIV. yüzyıl dünyası düşünüldüğünde, bütün bu soruların
bir anda anlamsızlaşacağı aşikârdır.
***
Bu noktada kaynaklardaki vurgularla öne çıkan Kayıların izlerini Anadolu
coğrafyasında ararsak bize en iyi manzarayı hiç şüphe yok ki XV. ve XVI. yüzyıla ait
tahrir kayıtları sağlayacaktır. Osmanlı tarihî kaynakları müttefiken Oğuz kökenine
Mesela ilginç şekilde Yazıcızade, ucun Hüsameddin oğlanlarına, Kayı’dan Ertuğrul’a,
Gündüz Alp’e ve Gök Alp’e ısmarlandığını söyler ki bu da Kayılar ile Gök Alp
geleneğinin nasıl bağdaştırıldığına, bir ölçüde sözünü ettiğimiz inceliklere dikkat
edilmediğine işaret eder (Tevârih-i Âl-i Selçuk, nşr. A. Bakır, İstanbul 2009, s. 353).
16
Fatih Devri Kaynaklarından Düsturnâme-i Enveri, nşr. N. Öztürk, İstanbul 2003, ss. 5, 21.
17
Tarih-i Âl-i Selçuk, TSMK, Revan, nr. 1391. İlgili bahisler, vr. 431a, 444a (Keza krş. A.
Bakır neşri, s. 353, 872-873).
18
Behçetü’t-tevârih, trc. Atsız, Osmanlı Tarihleri, İstanbul 1949, içinde, s. 51.
15
241
FERİDUN M. EMECEN
vurgu yaptığına göre Osmanlı hanedanının Oğuzların Kayı boyuna mensubiyetleri
bilgisini bütünüyle reddetmeden önce onlara biraz kulak verip başka kaynaklarla
mukayese ederek bir kanaate ulaşmak mümkün olabilir mi? Tahrir kayıtları
temelinde Osmanlı beyliğinin ortaya çıktığı ana coğrafyadaki demografik çeşitlilik
incelendiğinde, karşımıza Batı Anadolu bölgesi için yoğun bir konargöçer
Türkmen/Oğuz boyları yayılışı çıkar. Mesela Bursa kazasında XVI. yüzyıl başlarında
yerleşik hayatın daha çok hâkim olduğu ve az sayıda Yörük cemaatinin kaydedilmiş
bulunduğu görülür. Bunda ilk Osmanlı hâkimiyeti dönemindeki süreklileşen iskânın
ve Rumeli yakasına yönelen göç hareketinin etkisiyle olduğu açıktır. Ancak Söğüt
mercek altına alındığında bu bölgede Sultan Murad vakfı oldukları belirtilen 556
hanelik büyük bir Yörük topluluğuna rastlanır19. Bu topluluğun hangi boylara
mensup oldukları defterde kaydedilmiş değildir. Bunun sebebi Osmanlı tahrir
sistemi bünyesinde bu gibi büyük grupların vergi amaçlı olarak parçalanmış bir yapı
dâhilinde kaydedilmekte olmasındandır. Bunların Söğüt perakendesi şeklinde
zikredilmekte bulunmaları dikkat çekicidir. Yani bunlar muhtelif Yörük
gruplarından oluşan bir karma grup özelliği taşır. Onlarla ilgili tanımlayıcı yegâne
kaydı, hemen sonraki yüzyıllarda bulmaktayız. Burada Söğüt perakendesi olarak
Karakeçililer’in20 adının zikredilmesi tam bir sürprizdir. Karakeçililerin ve Kayıların
izleri Manisa merkezli olarak bölgede önemli bir idari konumu bulunan şehzadelerin
divan kararlarını ihtiva eden kayıtlarda bile zikredilir.21
Bununla ilgili mütalaaları bir tarafa bırakıp Kayılarla devam edecek olursak, 1466
tarihli bir defterde Mihaliç’e bağlı nahiyelerden birinin Kayı adını taşıdığı tespit
edilebilir. 19 köyden ibaret bu nahiye yerleşik bir düzen takdim etmektedir. Bu da
bize Söğüt örneğiyle birlikte Kayı boyunun izlerinin Osmanlı çekirdek
coğrafyasındaki mevcudiyetine şüpheye mahal bırakmayacak ölçüde açık biçimde
işaret eder22. Kayılarla ilgili kayıtlara ayrıca Balıkesir/Karasi, Saruhan, Aydın ve
Kastamonu bölgelerinde de rastlanır. Bu durum Batı Anadolu bölgesindeki Oğuz
boylarının yayılma alanları itibarıyla birbirleriyle de irtibatlı olabileceklerine delil
teşkil eder. Kısaca coğrafi anlamda Kayı geleneği bağlantısını masadan kaldıracak bir
bilinmezlik ihtimali tamamıyla ortadan kalkmaktadır. Hatta Karakeçililerin Söğüt
bölgesindeki varlıkları da bunun II. Abdülhamid’in sonradan icat ettiği bir gelenek
olmadığını, en azından Söğüt ihtifallerindeki ananevi törenlere tarihî bir derinlik
kazandırdığını söyleyebiliriz. Üstelik Kayılarla Çobanlı aşireti arasında bir
BA, Tahrir Defteri, nr. 166, s. 57.
Ü. Bulduk, “İdari ve Sosyal Açıdan Karakeçili Aşiretleri ve Yerleşmeleri”, A.Ü.Tarih
Araştırmaları Dergisi, sy. 30 (1997), ss. 37-52.
21
Şehzade Selim’in (II.) divan defteri olan ve BA, A.DVN, nr. 792’de bulunan bu
kayıtlarda Muğla yöresinde kadar gelen Karakeçililer ve Denizli/Lazkiye’de Kayıların
(Beylerbeyi Yörükleri) izleri ile ilgili 954 Zilhicce/1548 Ocak tarihli dikkat çekici
kararlara rastlanır ( s. 188, 218).
22
Bk. İ. Şahin, “Anadolu’da Oğuzlar”, Osmanlı Döneminde Konar-Göçerler, İstanbul 2006, s.
81 (BA, MAD, nr.8, 15b-16a ve 23b-27b’den naklen).
19
20
242
KAYILAR VE OSMANLILAR: SAHTE BİR KİMLİK İNŞASI MI?
birlikteliğin23 izlerini yine Saruhan yöresinde tespit etmek mümkün bulunmaktadır24.
Bütün bunların tarihî olaylar dizisi içinde bir yere oturuyor olmaması için bir sebep
yoktur. Osman Bey’in Bafeus savaşı sırasında yanında toplanan Türkmenler arasında
Menderes yöresinden gelenlerin bile bulunduğunu belirten çağdaş Bizans
kaynağının beyanları da düşünüldüğünde vaziyet hayli ilginç bir şekle bürünür25.
Öte yandan hanedanın Kayı geleneğine sahip çıkması ayrıca düşündürücü olmalıdır.
Bu bilgi II. Murad döneminde icat edilmiş olsa bile hanedanın kendisini Türk/Oğuz
geleneğine bağlaması ve bunu yıkıldığı döneme kadar da devam ettirmesi belirli bir
sahiplenme bilincinin yansımasından başka bir şey değildir. Diğer boylar varken
Osmanlıların pek de şöhret-âmiz olmayan Kayı’yı seçmeleri, bazı tarihçilerin
belirttikleri diğer beylere karşı üstünlük konusunu belirli bir temele oturtmaz.
Yazıcızade Ali belki de aslen Kayı boyuna olan mensubiyeti Oğuz töresi içine
yerleştirirken bir manipülasyon ve yeni bir kurgu yapmış olabilir. Bu ondaki
bilgilerin bütünüyle reddini ve göz ardı edilmesini gerektirmez. Ayrıca onun zaten
bilinen bir durumu, yeniden “keşfederek” aktarmış olma ve ideolojik/siyasi bir
zeminde izah etme ihtimalini de gözden uzak tutmamak gerekir. Yani bir bakıma
Yazıcızade siyasi ihtiyaçlar tahtında II. Murad döneminde hanedanın kökenini uydurma bir kurgu yapmaktan ziyade- yeniden esaslı şekilde ortaya çıkararak
vurgulamayı hedeflemiş olabilir.
Sonuç itibarıyla kanaatime göre Osmanlı hanedanın veya onların mensup
bulunduğu aşiretin Kayılarla ilgisi noktasında açık bir belirlilik var gözükür.
Bunların Batı Anadolu’ya gelen Harezmli topluluklarla yakın bağları olduğu, en
azından dönemin Selçuklu kaynaklarının delaletiyle anlaşılmaktadır. Bu noktada
Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad’a sığınan Harezmli emirleri içinde önde gelen
bir şahsiyet olarak Kayır Han’ın menşe itibarıyla tam da Osmanlı kaynaklarında
Osmanlıların ana yurtları olarak gösterilen Azerbaycan’daki Mahan bölgesiyle
irtibatlı olması, karşımıza biraz spekülatif olmakla birlikte Kayı ve Osmanlı
hanedanının menşe hikâyesine cılız bir mum ışığı tutacak vasat sağlar26.
Kısaca toparlamam lazım gelirse, Köprülü’nün Kayı tezine yakın durmakla birlikte,
ondan Kayıların ilk göç dalgasıyla Anadolu’ya gelen zümreler oldukları yolundaki
iddiası noktasında ayrılmaktayım. Z. Velidi Togan’ın 1230’larda Osmanlıların
atalarının Anadolu’ya gelmiş olabilecekleri tezini benimsemekle birlikte Osmanlılar
için kullandığı “Türkleşmiş Moğol” tezine ihtiyatla yaklaşıyorum27. Bu sonuncu
Tarihî geleneğe göre Hüsameddin Çoban Kayılar’ın ulu beylerinden idi (Yazıcızade Ali,
Tarih-i Âl-i Selçuk, nşr. A. Bakır, ss. 344, 443.
24
Bk. F. M. Emecen, “Batı Anadolu’da Yörükler”, İlk Osmanlılar, s. 291.
25
Bk. F.M. Emecen, “Bafeus Savaşı ve Önemi Üzerine Bir Mütalaa”, Osmanlı
İmparatorluğu’nun Kuruluş Meseleleri Sempozyumu, Bilecik 2011, s. 55 vd.
26
Geniş bilgi için bk. F.M. Emecen, “Kökenler ve Kimlik Tartışmaları”, İlk Osmanlılar, ss.
19-35.
27
Son zamanlarda Togan’ın görüşlerinin yeniden revaç bulmakta olması dikkat çekicidir.
Lindner’in ardından (Osmanlı Tarih Öncesi, trc. A. Arel, İstanbul 2008), B. Tezcan da
özellikle Âşıkpaşazade’nin metninden yola çıkarak bu bağların kuvvetli olabileceğine,
23
243
FERİDUN M. EMECEN
noktada XVI. yüzyıla ait tahrir kayıtlarının da gösterdiği veçhile, Kayılar’ın Menteşe
yöresinde Horzumlu/Harezmli gruplarıyla birlikteyken Manisa yöresinde Çobanlı,
Bursa bölgesinde ise Karakeçililer ile beraber zikredilmiş bulunmalarının tarihî bir
anlamı ve zemini olduğunu, bunun temellendirmesinin yapılması gerektiğini
düşünüyorum.
“Osmanlıların Türk-Moğol menşei” konusuna temas etti, ihtiyatlı bir dil kullanmakla
beraber bu hususa temayül ettiğini gösteren bir yaklaşım sergiledi (“Erken Osmanlı
Tarih Yazımında Moğol Hatıraları”, Journal of Turkish Studies, vol 40 (Defterology:
Fetstschrift in Honor of Heath Lowry. Harvard 2013, ss. 385-399. Aslında ilk Osmanlı
kroniklerinin anlattıkları olayları süslemek için naklettikleri hikâyelerden yola çıkmak
ve belirli bir iddiayı temellendirmek yahut güçlendirmek amaçlı bu hikâyeleri tarihî
olaylarla bağdaştırmaya çalışmak boş bir çaba olmamakla birlikte, bir ölçüde bu kronik
yazarlarının safiyane kurgularına olduğundan büyük değer vermek gibi bir tehlikeyi
de beraberinde taşıdığına inanıyorum. Kısaca ilk Osmanlılar hakkında Aşıkpaşazade
veya onun çağdaşı tarihçilerin verdikleri bilgilerle oynamak tarihçiler için hayli cazib
bir mahiyet arz eder, fakat Tezcan’ın da dediği gibi “menşe anlatımları söz konusu
olduğunda tarihî metinler edebi bir kurgu kadar yaratıcı olabilir”. Ancak “yaratıcı
kurgu” hayli yanıltıcı bir yönelime yol açabilir, edebi veya sanat gösterme, okuyucuyu
hoş üslupla oyalama ve ona cazip bir metin sunma endişesinin (bu durum en çok
Âşıkpaşazade’de görülür, onun yazılı /edebi değil değil okunmak için hazırlanmış bir
metin inşa ettiği açıktır) tarihî olayların anlatımındaki ana örgüleri değiştirebileceğini
unutmamak lazımdır. Önemli olan hususun, menşe meselesi bağlamında, bu hikâye
veya kurgulardan tarihî gerçek çıkarma peşinden koşmak gibi bir çaba yerine,
öncelikle bunların nereden kaynaklandığını ve hangi mehazlarla irtibatlı bulunduğunu
tespit etmek olduğunu düşünüyorum.
244
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
ESKİ UYGUR VE ESKİ OĞUZ TÜRKÇELERİNDE
YUVARLAKLAŞMA EĞİLİMLERİ
FERRUH AĞCA
0. Giriş
Dilbilimi çalışmalarında, dar (ı, i) ünlülerin dar-yuvarlak (u, ü) ünlülere; geniş (a, e)
ya da dar yuvarlak (u, ü) ünlülerin ise geniş yuvarlak (o, ö) ünlülere dönüşümü
olarak değerlendirilen ve fonoloji alanının konusu olan yuvarlaklaşma, birçok dilin
yaşadığı ses olaylarındandır. Dudağın pozisyonuna göre dar ve yuvarlak olarak
değerlendirilen ünlüler, çeşitli şartlar dâhilinde değişebilmekte, dillerin bir kısmında
darlaşmaya, bir kısmında ise yuvarlaklaşmaya doğru meyletmektedir. Dillerde bu
değişimin genellikle dar ünlülerden yuvarlak ünlülere doğru seyrettiği dikkati çekmektedir. Diğer taraftan ünlüler, yuvarlaklaşma ve darlaşma bağlamında genellikle
yuvarlak ünlülere doğru eğilim gösterirken, hangi tür ünlülerin hangi tür yuvarlak
ünlülere değiştiği konusunda farklılık göstermektedir. Bu çerçevede bazı diller dar
ya da dar yuvarlak ünlüleri, bazı diller ise geniş ünlüleri yuvarlaklaştırmaktadır.
Buna göre dillerde ünlülerin bir kısmı “kapalı yuvarlaklaşma”ya bir kısmı ise “açık
yuvarlaklaşma”ya uğramaktadır (Crystal, 2008, s. 420).
Fonetik yapısı bakımından Türk dili, diğer ünlülerinin yanı sıra ikisi dar yuvarlak (u,
ü), diğerleri de geniş yuvarlak (o, ö) olmak üzere dört yuvarlak ünlüye sahiptir.
Tarihsel Türk dili alanlarında bu ünlülerin fonolojik ve morfofonolojik değerleri
çevresel özelliklere bağlı olarak belirginleşmiş ve değişkenlik göstermiştir. Buna göre
bir söz dizgesinde belli ünlüleri belli ünlüler takip edebilmiş, her bir ünlü gelişigüzel
birbirini takip edememiştir. Keza belli ek ya da sözcük tabanlarının sadece dar, geniş
ya da yuvarlak ünlülü şekilleri tanıklanabilmekte, bu ek ya da sözcük tabanlarının
dudak uyumuna girmiş varyantları bulunmamaktadır. Dolayısıyla bazı eklerin ya
sadece dar ünlülü şekilleri ya da sadece yuvarlak ünlülü şekilleri bulunmaktadır.1
1
Tarihsel Türk dili alanlarında geniş yuvarlak ünlüler (o, ö) genellikle ilk hecede yer almakla
birlikte, Brahmi harfli Uygur metinlerinde ilk hecenin dışında da görülmektedir. Brahmi harfli
metinlerdeki örneklerin Eski Türkçeye ait bütün metinler için söz konusu olduğu düşünülse
de, bu örneklerin çevresel olduğu, genel Türk diline teşmil edilemeyeceği, dolayısıyla geniş
yuvarlak ünlülerin ilk hece için söz konusu olduğu düşünülebilir.
245
FERRUH AĞCA
Türk dili, ünlülerin fonolojik ve morfofonolojik gelişim seyri bakımından dünya
dilleri içerisinde yuvarlaklaşma eğiliminde olan dillerdendir. Başka bir deyişle Türk
dilinde ünlülerin değişim/gelişimi darlaşma ya da genişlemeden ziyade yuvarlaklaşmaya doğrudur. Böyle bir eğilimi, ilk defa bir kısmı Türk runik harfli metinlerde
bir kısmı ise Uygur ve Karahanlı metinlerinde geçen bazı sözcüklerde görmek mümkündür. Mesela Türk dilinde bazı morfemlerin eklenme sırasında kök/gövdede bulunan dar/geniş ünlüyü yuvarlaklaştırdıkları bilinmektedir. Bu çerçevede -(X)g, (X)n, -(X)ş gibi kimi isim yapım ekleri, ünlü ile biten fiillere eklenmesi hâlinde ünlüleri yuvarlaklaştırmıştır. Türk dilinin ilk kaynaklarından itibaren bu tür yuvarlaklaşmanın izlerini görmek mümkündür. Mesela ülüş (<üle-ş), tokuş (<tokı-ş), suvsuş
(<suvsa-ş), küsün (<küse-n), kurug (<kurı-g), buşug (<buşa-g) gibi kelimelerde ikinci
hecedeki ünlüler, ekin tesiriyle yuvarlaklaşmıştır (Erdal, 1991, s. 262).
Tarihsel Türk dili araştırmalarında yuvarlaklaşmanın ilk İslami Türkçe metinler ile
başladığı genel kabul görmüş olsa da, bu sahadaki yuvarlaklaşma eğilimlerine benzer örnekler zaman zaman Türk runik harfli metinler ile bazı eski Uygur Türkçesi
metinlerinde de tanıklanmaktadır. Türk runik harfli metinler ile erken tarihli Maniheist ve Budist Türkçe metinlerde zaman zaman görülen yuvarlaklaşma örneklerini,
yazı dilinin bir özelliği olmaktan çok belli bir ağzın yansıması olarak değerlendirmek
gerekir. Zira 8-11. yüzyıllarda farklı çevrelerde yazılmış metinlerdeki yuvarlaklaşma
örnekleri seyrektir ve belli metinlerde zaman zaman ortaya çıkmaktadır. Bu çerçevede Eski Türkçe döneminde görülen yuvarlaklaşma örneklerini, “erken tarihli metinlerdeki (8-11. yy.) ağız özellikleri” ve “geç tarihli metinlerdeki (13-14. yy.) yazı dili
unsurları” şeklinde birbirinden ayırmak ve ayrı ayrı değerlendirmek doğru olur.
1. Tarihsel Türk Dili Alanlarında Ağız Özelliği Olarak Yuvarlaklaşmalar
1.1. Türk runik harfli metinlerdeki yuvarlaklaşmalar
Türk dilinin ilk yazılı kaynakları olarak bilinen Türk runik harfli metinlerde daima
dar ünlülü olan ya da morfofonolojik bakımdan dar ünlülü olması gereken kimi
seslerin bazı şartlar dâhilinde yuvarlak ünlü ile tanıklandığı örnek sayısı fazla değildir. Bu bakımdan Türk runik harfli metinlerin ait olduğu yazı dili çevrelerinde yuvarlaklaşmadan söz edilemez. Türk runik harfli metinlerde görülen aşağıdaki birkaç
örnek bir tarafa bırakılırsa, metinlerin ait olduğu yazı dilinde yuvarlaklaşmanın
henüz gerçekleşmediği söylenebilir. Bununla birlikte aşağıdaki örneklerde dar ünlülerin, komşu hece ya da sözcüklerdeki yuvarlak ünlülerin tesiriyle yuvarlaklaştıkları
görülmektedir:
yaratunu uma- (KT D 10) (<yarat-ı-n-), adartu uma- (T 24) (<adart-ı uma-), köpük
(IrkB XX) (<köpik), yütürüp (IrkB XXIV) (<yitür-) vb. gibi.
1.2. Uygur Türkçesi metinlerindeki yuvarlaklaşmalar
Erken tarihli Uygur metinlerindeki yuvarlaklaşma örnekleri, tıpkı Türk runik harfli
metinlerde olduğu gibi yazı dilinin özelliği olmadığı için düzenli ve sürekli değildir.
Bu çevrede, dar ünlüleri yuvarlaklaştıran bir ağzın yazı diline sızmış örnekleri, Türk
runik harfli metinlerdeki örneklere göre daha fazladır. Dolayısıyla erken tarihli ya da
kimi klasik dönem Türk Maniheist ve Budist çevrelerde rastlanan yuvarlaklaşma
örneklerinin ağız özelliği olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz (Erdal, 2004, s. 93). Zira
bu çevrelerdeki aynı zaman dilimine ait metinlerin büyük bir çoğunluğunda dar
ünlülerin korundukları görülmektedir.
246
ESKİ UYGUR VE ESKİ OĞUZ TÜRKÇELERİNDE YUVARLAKLAŞMA EĞİLİMLERİ
Geç dönemlere ait Budist metinlerde bile görmediğimiz ancak klasik öncesi döneme
ait aşağıdaki metinlerde karşılaştığımız yuvarlaklaşmaya dair örnekler, ait olunan
dönemi yansıtmamaktan çok belli bir ağzın yansıması olarak değerlendirilmelidir:
Chuast’ta teŋrili yekli nede ötrü süŋüşmüş (165) (<süŋüş-miş), M II 3’te bag(ı)rsagum
(31) (<bagırsag+ım), M II 5’te adasuzın turalım (7) (<ada+sız), M III 22’de münsüz
kaddagsuz y(a)mrak kuzınıŋ etin yiŋler (8) (<kadag+sız), M II 6’da tapunugmalar (7)
(<tapınıgmalar), M III 9, 2’de koruŋ (10) (<korı-), HamTouHou 1’de edgü kılınçlg
kövşek köŋlüŋüz (53) (<kevşek), BuddhStab 4’te üleyü tegindüm (19) (ü. t.-dim), HamTouHou 18’de tile-dümüz istedümüz (7) (<t.-dimiz i.-dimiz), HamTouHou 21’de sözledügüz (9) (<s.-diŋiz), MaitrHami 11’de kövşek (10b-28) (<kevşek) ve soguk (11b-23)
(<sogık), Sekiz’de bagrı büşüki üküş bolur (105) ve KP’de tüŋür büşük bolmış (LXIV/6)
(<bişük).2
Aşağı-yukarı 9-11. yüzyıllara tarihlendirebileceğimiz yukarıdaki metinlere ait yuvarlaklaşma örnekleri, Türk dilinde yazıya yansımamış bir eğilimi göstermektedir. Mesela yukarıdaki tiledümüz örneğindeki yuvarlaklaşma tipi, ancak Harezm ve Oğuz
Türk dili çevrelerinde rastlayabileceğimiz türden bir yuvarlaklaşmadır. Diğer taraftan yukarıdaki örnekler ile Kâşgarlı Mahmud’un ifade ettiği aşağıdaki bilgi karşılaştırılmaya ve üzerinde düşünülmeye değer bir durumu arz eder:
“Türkler ‘bardım’ derler, “gittim” demektir, ﺪharfi esredir; kural olan budur.
Oğuzlar ve başkaları ﺪharfini üstün söyleyerek ‘bardam’ derler, kural değildir. Argular ﺪharfini ötre kılarak mazi fiillerin hepsinde ‘bardum, keldüm’ derler; bu söyleyiş kuraldan büsbütün uzaktır.” (DLT III 139-140).
Kâşgarlı’nın yukarıdaki ifadelerinden, 11. yüzyıl Türk dilinde yuvarlaklaşmanın
Argu ağzında karakteristik olduğu anlaşılmaktadır. Kâşgarlı’nın verdiği bu bilgiden
hareketle, benzer yuvarlaklaşma tiplerinin görüldüğü erken tarihli kimi Uygur metinleri ile Argu ağzı arasında, en azından yuvarlaklaşma konusunda bir bağlantının
olabileceği göz ardı edilmemelidir.
2. Tarihsel Türk Yazı Dillerinde Yuvarlaklaşma
Türk runik harfli metinler ile erken tarihli Uygur Türkçesi metinlerindeki yuvarlaklaşma örnekleri ağız özelliği iken, ilk İslamî Türkçe metinler ile geç tarihli Uygur
metinlerindeki örnekler yazı dilini yansıtan bir karakter özelliği kazanmıştır. Dolayısıyla bu çevrelere ait metinlerde, genellikle sözcük tabanlarında belli şartlar altındaki
dar ünlüler artık yuvarlaklaşmaya başlamıştır. Ne var ki bu çevrelere ait metinlerde
yuvarlaklaşmanın Harezm-Altın Ordu ve Eski Oğuz Türkçelerindeki kadar yaygın
ve karakteristik olmadığını da ayrıca belirtmek gerekir.
Tarihsel Türk dili alanlarında ağız sızmaları dâhil olmak üzere hemen hemen bütün
yuvarlaklaşma örneklerinin “ünlü benzeşmesi” ya da “dudak ve diş-dudak ünsüzlerinin tesiri” ile yuvarlaklaştıkları, dolayısıyla yuvarlaklaşmanın belli şartlar altında
gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Keza tarihsel Türk dili alanlarında yuvarlaklaşmanın
kronolojik seyre uygun bir şekilde geliştiği de ifade edilebilir. Nitekim yazı diline ait
2
Bu yazıda Uygur Türkçesi dönemine ait eserler, UW ve Ağca (2006)’daki tercihlere bağlı kalınarak kısaltılmışlardır. Yazının kaynakça kısmında bu kısaltmaların açılımları tekrar verilmemiştir. Bu konuda bkz. UW (1977) ve Ağca (2006).
247
FERRUH AĞCA
yuvarlaklaşma örnekleri ilk önce sözcük tabanlarında başlamış ve kademeli olarak
eklere doğru ilerlemiştir.
2.1. İlk İslamî Türkçe metinlerdeki yuvarlaklaşmalar
11-12. yüzyıllara ait İslamî Türkçe metinlerde dar ünlülü sözcüklerin yuvarlaklaştığı
örneklere rastlanılsa da (Mansuroğlu, 1988; Hacıeminoğlu, 1996; Ercilasun, 2004),
aynı sözcüklerin aslî ünlüyle de kullanılmış olması, bu çevrede yuvarlaklaşmanın
henüz yaygınlık kazanmadığına işaret etmektedir. Aşağıda verilen örneklerden de
anlaşılacağı üzere, ilk İslamî Türkçe metinlerde herhangi bir sözcük, aynı eser içinde
dahi hem dar hem de yuvarlak ünlüye sahip olabileceği gibi, yuvarlaklaşmış şeklin
tanıklandığı eserlerden (DLT, KB) daha geç tarihlerde yazılmış başka bir eserde (AH)
dar ünlüyle de bulunabilmektedir:3
bulıt (KB 86, AH) ~ bulut (KB 86; AH); körkit- (KB 666) ~ körküt- (KB 666); okı- (KB
4908) ~ oku- (DLT, AH); ögdi (DLT, KB, AH) ~ ögdü (AH); unıt- (DLT, KB 757) ~ unut(DLT, KB 757, AH); mün- (KB 2354); kapug (KB 1768); tapug (KB 1608) vb. (Mansuroğlu, 1988, ss. 138-139).
2.2. Eski Uygur Türkçesi Metinlerinde Yuvarlaklaşma
Eski Uygur Türkçesi metinlerinde meydana gelen yuvarlaklaşma örnekleri de, diğer
tarihsel Türk dili alanlarında olduğu gibi “dudak ve diş-dudak ünsüzlerinin etkisiyle” ve “ünlü benzeşmesi yoluyla” meydana gelmiştir. Türk runik harfli yazıtlarda
dar ünlüler ile kurıg, yıltuz ve yımşak şekillerinde tanıklanan sözcüklerin Uygur Türkçesi metinlerindeki durumu, yuvarlaklaşmanın seyri hakkında ipuçları sunabilir. Bu
çerçevede yımşak sözcüğü, Uygur Türkçesi metinlerinden M III 8, 4’te yumşak (22),
MaitrHami 4’te yumşak (8a 23) MaitrHami 11’de yumşak (9a-13), MaitrSengim’de
yumşak (70v/10), (30/4) BT II’de yumşak (1260), TT I’de yumşak (24-178) ve Heilkunde
I’de yumşak (131) şeklinde geçmekte ve bu örnekler, sözcüğün erken tarihli metinlerden itibaren yuvarlaklaştığını göstermektedir.4 Keza yıltuz sözcüğünün dar ünlüsü
de erken tarihli Uygur Türkçesi metinlerinden itibaren yultuz şeklinde yuvarlaklaşmıştır: M III 13, 1’de yultuzçı (12) ve M III 13, 2’de yultuz (11) vb. gibi.
Türk runik harfli yazıtlardaki bulıt sözcüğü, Uygur Türkçesi metinlerinde hem bulıt
hem de dar ünlünün benzeşmesi yoluyla bulut şeklinde ikilik göstermektedir. Sözcük, M II 6 (19), MaitrSengim (129 15) ve MaitrHami 11 (11a 28), TT I (5), TT IV A
(8), Xuan VI (1665), Xuan VII (747), YüanHsin (158)’de bulıt şeklindedir. Ancak
1330’lu yıllarda yazılmış BT VII A’da bulut-ka (13 180) örneğinde, sözcüğün ikinci
hecedeki dar ünlüsü gerileyici ünlü benzeşmesi yoluyla yuvarlaklaşmıştır.
13. yüzyılın sonları ile 14. yüzyıla ait aşağıdaki metinlerde, dar ya da geniş ünlüler
komşu hecelerdeki yuvarlak ünlülerin tesiriyle yuvarlaklaşmışlardır. Aşağıdaki bazı
örneklerden da anlaşılacağı üzere yuvarlaklaşma, sözcük köklerinin dışında kimi
yapım eklerinde de belirmeye başlamıştır:
3
Bu durum, ya eserlerin daha sonraki yüzyıllarda istinsah edilmiş olmasından dolayı istinsah
tarihini yansıtıyor olmasıyla ya da Karahanlı yazı dilinde yuvarlaklaşma örneklerinin belirdiği ancak henüz yazı diline yerleşmediği ihtimaliyle açıklanabilir.
4
Uygur metinlerinde yumşak kelimesinin geçtiği metinler için bk. Clauson, 1972, ss. 938b-939a;
Erdal, 1991, ss. 256-257.
248
ESKİ UYGUR VE ESKİ OĞUZ TÜRKÇELERİNDE YUVARLAKLAŞMA EĞİLİMLERİ
Ernte I’de togrul- (32) (<togra-l-)5, ardul- (111) (<art-ı-l-) “yüklemek” (Clauson
1972: 209a; Erdal 1991: 654), kürülügüçi (101) (<kürile-güçi) “kürekleme işini yapan”,
kuru- (119) (< kurı-), üşüdmiş (24); Ernte II’de üşüdüp (2) (<üşi-t-),6 YüanSadDhar’da
kökür- (80) (<kök+er-), Totenbuch’ta körküt- (36) (<körkit-), yüüz udru yilvi okşadı
tüdün teg belgü-ler kergek-lemeser yme katun belgürür kösünür (1117) (<kat+ın), tanuyur
(1208) ve tanup umasar (1242) (<tanı-p), arugl(a)p (1307) (<arug+la-<arıg<ar-ı-g), Heilkunde II 1’de kan tıdulur (133) (<tıd-ı-l-), ShoAvaloki’de bulmadukug bulmış teg ögürüşü sevinişü (158) (ögir-i-ş-ü); UigurischerChristen’de kopuz-lı kışak-lı etüzüp (25)
(<etiz- “oynamak, çalmak”).7
Uygur Türkçesi metinlerindeki en yaygın yuvarlaklaşma tiplerinden biri, dudak ve
diş-dudak ünsüzlerinin yanında bulunan dar ünlülerin yuvarlaklaşmasıdır. Mesela
Türk runik harfli yazıtlarda temir şeklinde tanıklanan sözcüğün dar ünlüsü, M I 8’de
temir (11), BT V 21’de t(e)m(i)r (v 13), TT IV B’de temir kazguk (42), TT V A’da t(e)mir
berke (93), MaitrSengim’de kızartmış temir yumgakı (152 v22), KP’de temir tire (sayfa
kenarı), Beichttextes’te temir kazguk-ug (1) Xuan VII’de çogı yalını temir tirgük (540)
vb. gibi metinlerde asli şeklini kormuş olmakla birlikte aşağıdaki geç tarihli Uygur
metinlerinde yuvarlaklaşmıştır:
BuddhStab 2’da temür (6), BT VII A’da temür (222), BT XIII 4’te temür-çi
(4b/31); ShoAvaloki’de tükel temür tukya (240); Brief C’de t(e)mür (4).
Uygur Türkçesi metinlerinde temir sözcüğünün bütün geç tarihli metinlerde düzenli
olarak yuvarlak ünlülü olduğunu söylemek mümkün değildir. Mesela sözcük, 1067
tarihli MaitrHami’de temür şeklinde geçerken, geç tarihli metinlerden Ernte II’de
temirçi (18) halinde dar ünlü ile yazılmıştır. Bununla birlikte geç tarihli metinlerde
sözcüğün genellikle temür şeklinde geçtiğini söyleyebiliriz.
Uygur Türkçesi metinlerinde dudak ünsüzlerinin tesiriyle dar ünlünün yuvarlaklaştığı bir başka sözcük de min- (<bin-) fiilidir. Türk runik harfli yazıtlarda bin-, IrkB’de
min- (16) şeklinde geçen kelime, Uygur metinlerinde min- ve mün- şekillerinde ikilik
göstermektedir. Klasik öncesi Uygur metinlerinden MaitrSengim’de yürüng yangalar atlar-ka minip (140 20) ve yavaş miŋü-lerke minip (51 v17) örneklerinde dar ünlülü
tanıklanan min- fiili, 13-14. yüzyıl metinlerinde yuvarlak ünlü ile mün- şeklinde
geçmektedir:
BT XIII 1’de müntürüp (74), Budhabiographie’de mün- (16), BT XIII 4’de müntürüp (a 5), Totenbuch’ta münmiş teg bolur (313) vb. gibi.
Yukarıdaki Totenbuch’tan tanıklanan münmiş teg bolur (313) örneğinde, min- fiilinin
ünlüsü dudak ünsüzünün tesiriyle yuvarlaklaşmışken yine dudak ünsüzüne sahip mIş ekinin ünlüsünün dar ünlüyü korumuş olması, geç tarihli Türk Budist çevresi
5
Ernte I’deki “dilim dilim kesilmek” anlamındaki togrul- fiili, togra- fiilinden gelmektedir. Fiil,
DLT ve son dönem Uygur metinlerinde togrul- şeklindedir (Erdal, 1991, s. 678).
6
üşüt- fiili Uygur metinleri içinde sadece bu metinde geçmektedir. Zieme (1989), bu kelimeyi
üş- “toplanmak, bir araya gelmek” kelimesinden getirmiştir. Ancak bu dönem metinlerinde (X)t- ettirgenlik ekinin bağlantı ünlüsü yuvarlak olamayacağı için sözcüğü üşi- fiilinin faktitifi
olarak okumak gerekir (Erdal, 1991, s. 792).
7
Bu metindeki etüz- fiili, MaitrSengim’de etiz- şeklindedir.
249
FERRUH AĞCA
metinlerinde yuvarlaklaşmanın sözcük tabanlarında gerçekleştiğini, daha ileri bir
safhaya ulaşmadığını göstermektedir.
Türk dilinin kullanım sıklığı en fazla sözcüklerinde ortaya çıkan yukarıdaki örneklerin yanı sıra, yuvarlaklaşmanın, Uygur Türkçesinin bütün dönemleri için söz konusu
olmasa bile geç tarihli metinlerinde yaygınlaştığını, daha az kullanılmış olan ve hatta
daha sonraki dönemlerde dahi dar ünlüye sahip olan başka sözcüklere de sirayet
ettiğini, aşağıdaki örnekler açıkça göstermektedir:
BT III’te tovrar (228) (<tavra-r) ve çümgen (280) (<çimgen), Ernte I’de tüme- (24)
(<time-)8 “hazırlamak”, BT VII B’de tümeg (85) (<*time-g); BT XIII 1’de kövrü turuk (
a8) (<kev-ü-r-ü) “zayıf, bitkin”, tamdul- (<tam-ı-t-ı-l-: Erdal 1991: 674): AY’ta tamdulmış (141,8), ETŞ 13’te tamdulmış (25) ve BT XIII 39’da alnın ılılur tamdulur adruklug
Uygur bizniŋ ilimiz a (6) (<tamt-ıl-); Heilkunde I’de sovuk yaş (85) ve sovuk kılıp (135)
(<sovık<sogık)9 vb. gibi.
Uygur Türkçesinde ağız özelliklerinin sıklıkla yazı diline sızdığı erken tarihli metinler istisna edilirse, yazı dilinin standartlaştığı, ağız özelliklerinin kaybolduğu klasik
dönem ve geç dönem metinlerinde çekim eklerindeki dar ya da geniş ünlülerin yuvarlaklaştığı örnek sayısı yok denecek kadar azdır. Yuvarlaklaşmanın daha yaygın
ve belirgin olduğu Harezm-Altın Ordu ve Eski Oğuz sahasında dahi her durumda
genellikle dar ünlülü olan teklik 3. şahsa ait iyelik eki ve görülen geçmiş zaman
ekindeki ünlülerin birkaç metinde dudak uyumuna tâbi oldukları dikkati çekmektedir. Mesela Ernte I’de urgu bolgu-sun küsedü (11) (<bolgu-sı) örneğinde nerdeyse
bütün tarihsel Türk dili alanlarında dar ünlülü olan 3. şahıs iyelik ekinin uyuma tâbi
olması, yazım yanlışı olarak da değerlendirilebilir. BT III’te yarudu (105) (<yaru-dı),
örneğinde ise görülen geçmiş zamanın ünlüsü yuvarlaklaşmıştır. BT III’te bu örnekte yuvarlaklaşan görülen geçmiş zaman ekinin ünlüsü, metnin genelinde dar ünlüyle
yazılmıştır: kükülti (770), uduntı-lar (345), kömültiler (135), yarlıkadı (78) vb. gibi. Keza
AYLeningrad’da okıdum sözledim (III/30b-20) örneğinde de ilk fiildeki görülen geçmiş
zamanın ünlüsü yuvarlaklaşmıştır. Son örnekte sıralı iki farklı fiile eklenmiş geçmiş
zaman eklerinin ikinci sözcükte dar ünlü ile kullanılmış olmasına karşılık, ilk sözcükte dar-yuvarlak ünlüye sahip olması, büyük bir ihtimalle yazım yanlışıdır. Uygur
Türkçesinde bunun gibi birkaç örneğin dışında çekim morfolojisinde yuvarlaklaşmadan söz edilemez.
Sonuç olarak, çoğunluğunu Maniheist metinlerin oluşturduğu klasik öncesi bazı
Uygur metinlerinde özellikle dudak ünsüzlerinin tesiriyle dar ünlüler yuvarlaklaşmıştır. Bu metinlerde görülen yuvarlaklaşma örnekleri, dönemin genel yapısını yansıtan bir özellik olmaktan çok, kişi ya da boylara ait ağız özelliğinin metinlere sızmasıyla ilgilidir. Uygur Türkçesinde yuvarlaklaşma, geç dönem metinlerinde ortaya
çıkmıştır. Geç dönemde yazıldıkları, dil özellikleri ve tarihî bilgilerle sabit olan metinlerde dar ünlüler, temür (<temir), mün- (<min-<bin-) gibi kelimelerde dudak ünsüzlerinin tesiriyle; körküt- (<körkit-) ve tanuyur (<tanıyur) gibi kelimelerde de komşu
8
9
Bu metindeki tüme- sözcüğünün bir başka şekli de time- dir. itig tümeg ikilemesindeki tümefiili, Zieme’ye (1975, s. 124) göre, time- fiilinin yuvarlaklaşmış şeklidir.
Heilk I’de ikinci hece ünlüsü yuvarlaklaşmış bu örneklerin yanısıra, aynı sözcüğün sovık suv
(186) şeklinde yuvarlaklaşmamış örneği de geçmektedir.
250
ESKİ UYGUR VE ESKİ OĞUZ TÜRKÇELERİNDE YUVARLAKLAŞMA EĞİLİMLERİ
hecedeki yuvarlak ünlünün tesiriyle yuvarlaklaşmıştır. Uygur Türkçesinde 13. yüzyılda ve bilhassa 14. yüzyılda yazılmış metinlerde yuvarlaklaşmanın sözcük tabanlarında daha ileri bir aşamaya ulaştığı, yapım eklerinde yaygınlaştığı ve hatta bazı
metinlerde zaman zaman çekim eklerinde de ortaya çıktığı, yukarıdaki tanıklar yardımıyla ifade edilebilir.
2.3. Harezm-Altın Ordu çevresinde yuvarlaklaşma
Harezm-Altın Ordu çevresinde yazılmış Türkçe metinler, yuvarlaklaşma bakımından
Uygur Türkçesinden pek de farklı değildir. Uygur Türkçesinde sözcük tabanlarında
dudak ya da diş-dudak ünsüzlerinin veya yuvarlak ünlülerin tesiriyle yuvarlaklaşmanın yaşandığı sözcükler, bu çevreye ait metinlerde de yuvarlak ünlülüdür (Ata,
2002, ss. 49-52). Harezm-Altın Ordu Türkçesi metinlerini yuvarlaklaşma bakımından
Uygur Türkçesi metinlerinden farklı kılan tek husus, bu çevreye ait metinlerde içinde
dudak ve diş-dudak ünsüzleri bulunan sözcüklerde 1. ve 2. şahıs iyelik ve şahıs ekleri ile ilgi hali ekindeki ünlülerin de yuvarlaklaşmış olmasıdır (Ercilasun, 2004, s. 402).
2.4. Eski Oğuz Türkçesinde yuvarlaklaşma
Türk dilinde yuvarlaklaşmanın karakteristik bir hâl aldığı Eski Oğuz Türkçesi metinlerinde yuvarlaklaşma eğilimlerini ana hatlarıyla şöyle ifade etmek mümkündür
(Timurtaş, 1994, ss. 28-40):
a. -(X)g ünsüzünün düşmesiyle meydana gelen yuvarlaklaşmalar
Eski Oğuz Türkçesi metinlerinde görülen en yaygın yuvarlaklaşma tiplerinden biri,
birden fazla heceli sözcüklerde söz sonlarında bulunan -(X)g ünsüzlerinin düşmesiyle meydana gelen yuvarlaklaşmalardır:
aru (<arıg), bilü (<bilig), kapu (<kapıg), saçu (<saçıg), sevü (<sevig) vb. gibi.
Türk dilinin hiçbir tarihsel döneminde -(X)g ekinin yuvarlaklaştırma özelliği olmadığı için Eski Oğuz Türkçesindeki bu tür yuvarlaklaşmalar, -(X)g ekinin yuvarlaklaştırıcı bir ünsüze evrilmesinden sonra gerçekleşmiş olmalıdır ve yine bu tür yuvarlaklaşma örneklerinde -(X)g ekinin bir etkisi söz konusu değildir. Eski Oğuz Türkçesinde birden fazla heceli sözcüklerin sonunda bulunan /g/ ünsüzlerinin doğrudan düşemeyeceği, /v, w/ ünsüzlerine değiştikten sonra eriyip kaybolabileceği göz önünde
bulundurularak, Eski Oğuz çevresindeki bu tür yuvarlaklaşmaların /v, w/ ünsüzlerinin tesiri ile ortaya çıkmış olabileceği muhtemeldir. Mesela Eski Oğuz Türkçesindeki
aru sözcüğünün, Ana Oğuz Türkçesi için muhtemelen arıv/arıw şeklinden aruv/aruw
şekline ve oradan da aru şekline gelişmiş olma ihtimalini göz önünde bulundurmak
gerekir. /g/ ünsüzünün yuvarlaklaştırıcı bir özelliği olmadığına ve bu tür yuvarlaklaşmaların başka etkilerle ortaya çıktığına dikkati çeken Ercilasun’un (2004, s. 453),
konu hakkındaki değerlendirmesi şöyledir:
“... Doğrudan doğruya g düşmesi, ünlünün yuvarlaklaşması için bir sebep olamaz. Yuvarlaklaşma için bir sebep lazımdır; bu da w’dir. w’nin ortaya çıkması
için de g’nin mutlaka sızıcılaşıp ğ olması gerekir. Bizce Eski Oğuz Türkçesindeki
kamu, başlu, ölü gibi kelimelerin son ünlüsü uzundu; çünkü ünsüz erimesinden
sonra mutlaka bir telafi uzunluğu döneminin yaşanması gerekir.”
Ercilasun’un yukarıdaki ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, Eski Oğuz Türkçesi
metinlerinde /g/ ünsüzünden kaynaklanan yuvarlaklaşmalarda ünsüzün eriyip kaybolmasının yanı sıra son ünlünün de uzun olmasının etkisi vardır.
b. Dudak ünsüzlerinin tesiriyle ortaya çıkan yuvarlaklaşmalar
251
FERRUH AĞCA
Tarihsel Türk dilinin erken tarihli metinlerinden beri örneklerine rastlanılan bu tür
yuvarlaklaşmalar, Eski Oğuz Türkçesi için de söz konusudur:
demür (<temir), kirpük (<kirpik), tırmuk (<tırmık) vb. gibi.
c. Eklerde ortaya çıkan yuvarlaklaşmalar
Eski Oğuz Türkçesi metinlerinde Eski Türkçede daima yuvarlak ünlülü olan ekler
yine yuvarlak şekillerini korumuş olmakla birlikte, aslen dar ünlülü olan kimi eklerin
sadece yuvarlak ünlülü şekilleri ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda Eski Oğuz Türkçesini,
diğer tarihsel dönemlerden ayırt eden en önemli fonolojik özelliğin, bu tür yuvarlaklaşmalar olduğu rahatlıkla söylenebilir. Zira bu dönemde eklerde gerçekleşen yuvarlaklaşmalar, Türk dilinin hiçbir döneminde bu kadar yaygın olmamıştır. Eski Oğuz
Türkçesinde ünlüsü yuvarlaklaşan ekler şunlardır:
1. ve 2. şahıs iyelik ekler: +Um, +Ung,
İlgi hâli eki: +(n)Ung,
Görülen geçmiş zamanın 1. ve 2. şahıs ekleri: -Um, -Ung; -Uk, -Unguz,
biz zamirinden gelişen –vUz ve –Uz şahıs ekleri,
Varlık ve yokluk ekleri: +lU ve +sUz
Ünlüleri daima yuvarlak olan yukarıdaki eklerin birçoğunun yine dudak ve dişdudak ünsüzlerinden dolayı yuvarlaklaştığı rahatlıkla söylenebilir. 1. ve 2. şahıslara
ait iyelik ekleri ile şahıs eklerindeki ünlülerin sadece yuvarlak ünlülü şekilleri 1.
şahıslarda dudak ünsüzünün tesiriyle, 2. şahıslarda ise analoji yoluyla Harezm-Altın
Ordu çevresinde hâkim olmaya başlamış, Eski Oğuz Türkçesinde ise bu durum devam etmiştir. Diğer taraftan +lU ve +sUz eklerindeki yuvarlaklaşmalar, büyük bir
ihtimalle ilk önce +lU (<+lXg) ekinde, /g/ ünsüzünün /v, w/ ünsüzlerine değişiminden
sonra ortaya çıkmış, ardından analoji ile +sUz (<+sXz) ekinin ünlüsü de yuvarlaklaşmış olmalıdır (Ercilasun 2004: 453). Bu bağlamda Eski Oğuz Türkçesi metinlerinde
daha yaygın ve baskın olan yuvarlaklaşmaların, tipolojik olarak tarihsel Türk dili
alanlarındaki eğilimlerden farklı olmadığı ifade edilebilir.
4. Sonuç
Sonuç olarak tarihsel Türk dili alanlarında yuvarlaklaşmaya ilişkin şu sonuçları ifade
edebiliriz:
a. Türk dili ilk yazılı metinlerinden itibaren yuvarlaklaşma eğilimi göstermiş, bu
eğilim zaman ve çevreye bağlı olarak ileri safhalara ulaşmıştır. Dar ya da geniş ünlü
ile tanıkladığımız kök/gövde hâlindeki kimi sözcüklerin genişleme esnasında dar
ünlülerini yuvarlaklaştırması, bu eğilimin erken dönemden itibaren başladığına
işaret etmektedir.
b. Türk dilinde sözcük tabanlarında ve bazı eklerde yuvarlaklaşmanın daha ilk metinlerden itibaren var olduğunu metinlere sızmış örneklerden anlayabiliriz. Bilhassa
Uygur Türkçesine ait erken tarihli metinlerdeki yuvarlak ünlülü sözcükler, bazı
ağızlarda yuvarlaklaşmanın daha ileri bir safhada olduğunu göstermektedir. Gerek
erken tarihli Uygur metinlerindeki örnekler ve gerekse DLT’te Argular için verilen
örnekler, 9-11. yüzyıllarda yuvarlaklaşmanın Argular gibi bazı boyların ağızlarında
eklere kadar yansıdığını göstermektedir.
Uygur Türkçesinde ilk örneklerini erken tarihli metinlerde gördüğümüz yuvarlaklaşma örnekleri, 13-14. yüzyıllara ait metinlerde daha standart bir hâl almıştır Bu
çerçevede 13-14. yüzyıllara ait metinlerde gerek ünlü benzeşmesi ve gerekse dudak
252
ESKİ UYGUR VE ESKİ OĞUZ TÜRKÇELERİNDE YUVARLAKLAŞMA EĞİLİMLERİ
ve diş-dudak ünsüzlerinden kaynaklanan yuvarlaklaşma örnekleri, bu çevreye ait
metinlerin ilk İslamî Türkçe metinlerdeki yuvarlaklaşma seviyesinden daha ileri
olduğunu ve bazı özellikleriyle Harezm-Altın Ordu sahasına ait metinlerle ortaklaştığını göstermektedir. Bazı geç tarihli Budist Türkçe metinlerde eklerde de gördüğümüz yuvarlaklaşmalar Harezm-Altın Ordu sahasında standart bir hâl almıştır.
c. Eski Oğuz Türkçesi döneminde sözcük tabanlarında görülen yuvarlaklaşma örnekleri, tarihsel Türk dilinin diğer çevrelerinde görülen örneklerden pek de farklı değildir. Eski Oğuz Türkçesi dönemini yuvarlaklaşma bakımından diğer dönemlerden
ayırt eden asıl farklılık, bu ses hadisesinin eklerde belirginleşmiş olmasıdır. Bu dönemde eklerdeki yuvarlaklaşmaya da dudak ve diş-dudak ünsüzlerinin sebep olduğunu, aslında temel eğilime aykırı davranmadığını söylemeliyiz. Yuvarlaklaşmış bu
eklerin 13-14. yüzyıllara ait Uygur metinlerinde dar ünlülü ya da dörtlü uyum halinde oluşu, başka bir deyişle yuvarlaklaşmaması yazı dilinin statik yapısından ileri
gelmektedir. Oğuz Türkçesinin yazı dili örneklerinin daha geç zamana rastlaması,
Oğuz ağzında yuvarlaklaşmanın daha ileri bir safhaya erişmesine yol açmıştır.
d. Bu bağlamda tarihsel Türk dili alanlarında yuvarlaklaşma eğilimleri ve yoğunluğu
ile ilgili aşağıdaki safhalardan söz etmek mümkündür:
Krh.
Türkçesi
Budist Türkçe metinler
Harezm-Altın Ordu Türkçesi
Eski Oğuz Türkçesi
Yukarıdaki piramitte dudak ünsüzlerine bağlı yuvarlaklaşmanın ilk örnekleri Karahanlı sahasında yazılmış ilk İslamî Türkçe metinlerde belirmiş, çevre ve zamana
bağlı olarak artmış ve çeşitlenmiş, Eski Oğuz Türkçesinde ise aynı eğilime bağlı olarak yaygınlaşmıştır.
253
FERRUH AĞCA
KISALTMALAR VE KAYNAKÇA
Ağca, F. (2006). Eski Uygur Türkçesiyle Yazılmış Eserlerin Ses ve Şekil Özelliklerine Göre
Tarihlendirilmesi. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Doktora Tezi).
AH: Arat, R. R. (1992). Edib Ahmed B. Mahmud Yükneki, Atabetü’l-Hakayık. Ankara:
TDK Yay.
Ata, A. (2002). Harezm-Altın Ordu Türkçesi. İstanbul.
Atalay, B. (1998). Divanü Lûgat-it Türk Tercümesi I-IV. 4. Baskı, Ankara: TDK Yay.
Clauson, G. (1972). An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth-Century Turkish.
Oxford.
Crystal, D. (2008). A Dictonary of Linguistics and Phonetics. Blackwell Publishing.
DLT: bk. Atalay (1998).
Ercilasun, A. B. (2004). Başlangıçtan Günümüze Türk Dili Tarihi. Ankara: Akçağ Yay.
Erdal, M. (1991). Old Turkic Word Formation, A Functional Approach to the Lexicon, II
Volum, Wiesbaden: Otto Harrassowitz.
Erdal, M. (2004). A Grammar of Old Turkic. Leiden-Boston: Brill.
IrkB: Tekin, T. (1993). Irk Bitig The Book of Omens. Wiesbaden. Harrassowitz Verlag.
KB: Arat, R. R. (1979). Kutadgu Bilig I Metin. Ankara: TDK Yay.
KT: Köl Tigin Yazıtı; Tekin, T. (2008). Orhon Yazıtları. Ankara: TDK Yay.
Mansuroğlu, M. (1988). Karahanlıca. (Çev. M. Akalın), Tarihî Türk Şiveleri. Ankara:
Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları. 133-171.
Timurtaş, F. K. (1994). Eski Türkiye Türkçesi. İstanbul: Enderun Yay.
UW: Röhrborn, K. (1977-1998). Uigurisches Wörterbuch 1-6. Sprachmaterial der vorislamischen türkischen Texte aus Zentralasien. Wiesbaden.
254
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
ÖZBEKLERİN ETNİK OLUŞUMUNDA OĞUZLARIN YERİ
F ER U ZA DJU MAN İ YA ZOVA
Giriş
Özbeklerin esas temelini oluşturan Maveraünnehir ve Harezm bölgeleri ile buralara
komşu bölgelerde çok eskilerden beri meskûn bulunan Türk dilli ahali arasında Oğuzların da ayrı bir yeri vardır. Bunu yazılı kaynaklar kadar, günümüzdeki Oğuzlarla ilişkili etnolojik bilgiler de teyit etmektedir ki bunların başında Oğuz ağzını konuşan Özbek topluluklarının yanı sıra Oğuzca etnotoponimler (yer adları) ve tarihte Oğuz kabileler birliğinde yer alan etnonim ve antroponimlerin (boy adları ve şahis isimleri) belirgin bir şekilde hâlâ korunmakta olduğu vb. bulunmaktadır (Boboyörob, 2005, ss. 117129). Özellikle, Özbek Türkçesi muhtevasında Oğuzcanın ayrı bir ağız olarak Harezm
ve komşu bölgelerde belirgin bir nüfusa sahip ahali arasında konuşulması bunun bir
kanıtıdır.
Özbeklerin muhtevasındaki Oğuzları esas olarak iki gruba ayırabiliriz:
1. Ayrı ayrı etnik adlara sahip olan ve kendi boy adlarını koruyan grup;
2. Uzun asırlar zarfında kendi etnik adlarını unutarak, esas olarak bulunduğu coğrafi
bölge ve mesleğine göre adlandırılan grup.
Birinci gruba Buhara vahasının kuzeybatı bölgelerinde yaşayan ahali, ikinci gruba ise
çoğunluk olarak Harezm vilayeti ve Karakalpakistan’da, kısmen de Güney Kazakistan’ın bazı köylerinde yaşayan Özbek ahali dâhil edilir. Bununla beraber, ikinci gruba
Türkmenistan’ın Taşavuz (Daşoğuz) ve Çarcüy bölgelerinde hem de Horasan (Kuzeydoğu İran) ve Kuzey Afganistan’da yaşayan ahalinin bir kısmı dâhildir. Bunların dışında, Oğuz ağzını unutarak, Özbek dilinin diğer ağızlarını konuşan Oğuz asıllılar da
ayrı bir üçüncü grup olarak algılanmalıdır. İşbu gruba Nurata Özbekleri ve Özbekistan’ın bazı bölgelerinde ayrı köy veya mahalleler oluşturarak yaşamakta olan “Ürgenciler” dâhildir.
Harezm vahasında Oğuzlar
Bilindiği gibi, Harezm bölgesi Özbek halkının oluşumunda önemli bir rolü oynamıştır.
İslam öncesi dönemlerde Harezm vahası ve ona yakın çöl ve stepler Oğuzlarla meskûn
255
FERUZA DJUMANİYAZOVA
bölgeler olarak bilinmiştir. Özellikle, M 9.-10. yüzyıllarda Oğuzların belirgin bir kısmı
Aral gölünün güney ve batı bölgelerinde daha kalabalık bir topluluk olarak bilinmekteydi.
Rusyalı Türkolog N. A. Baskakov M 11.-12. yüzyıllar arasında Oğuzların 3 büyük kısıma bölünerek hareket ettiğini, onlardan bir kısmının Aral gölü havzalarındaki steplerde yaşayarak, bugünkü Türkmen ve Harezm Özbekleri hem de Karakalpakların oluşumunda önemli rol oynadığını vurgulamıştır (Baskakov, 1960, s. 115).
922 yılında İdil Bulgarlarına seyahat eden İbn Fadlan Harezm’den geçen yollardan
dolaşırken, Ust-Yurt topraklarında Oğuzların yaşadığını kaydetmiştir (Barthold, 1963,
s. 559).
Harezm bölgesinde son yüzyıllara kadar bir kaç boy adının korunduğu bilinmektedir.
Rus etnografı G. P. Snesarev 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarında Özbek boylarının Harezm vahasında yayılım haritasını düzenlemiş ve onda bölgede kalabalık olarak yaşayan Kıpçak Özbeklerle beraber Bayat, Afşar, Kirlavut, Çavdur gibi Oğuz boylarını da göstermiştir (Snecarev, 1975, s. 79).
Ortaçağda işbu bölgede Oğuzların daha kalabalık olduğu ve boy adlarını daha fazla
koruduğu yazılı kaynaklardan anlaşılmaktadır. Örneğin, 15.-16. yüzyıllara ait kaynaklarda Sultan Uveys dağı “Çağra” olarak geçmektedir. Gürgenç (Köhne Ürgenç / Türkmenistan)’dan kuzeybatıda yer alan ve batıda Hazarlar ülkesine kadar uzanan geniş
düzlükleri içeren step M 10. yüzyılda “Harezm çölü” veya “Oğuz deşti” olarak adlandırılmıştır. “Oğuz deşti” adı Hazar denizinin kuzeydoğu kıyıları, Merkezî Unguzartı,
Güneydoğu Karakum ve Aral gölü havzalarında yer alan Kızılkum çölünü içeren geniş
bir bozkır sahaya nispeten kullanılmıştır (Agacanov, 1969, ss. 50-53).
Harezm bölgesinde bugünlerde yer adı olarak bilinmekte olan şu gibi boy adlarına
rastlanır: Kınık (Hive ilçesindeki köy ve kanal adı Kınık-yap), Sandıklı (Bağat ve Hazerasp ilçelerinde hem de Buhara ve Nevaî vilayetlerinde köy adı), Bicanak (Harezm vilayetindeki Bağat ve Yengiarık ilçelerindeki köy adı) (Abdullaev, 1961, s. 243). Bilindiği
gibi, adı geçen etnotoponimler daha çok Oğuzların birer boyları olarak yazılı kaynaklarda geçer. Araştırmacılar bunlara dayanarak Harezm bölgesinde Özbek halkının oluşumunda Oğuzların faal olarak iştirak ettiklerini vurgularlar (Koraev, 2005, ss. 121,
176).
Özbeklerin oluşumunda Harezm vahası ve civarlarında meskûn bulunan Oğuz Türklerinin katılımını şu gibi faktörlere bağlayabiliriz:
1) M 9.-11. yüzyıllarda ve ondan sonraki dönemlerde bölgede Oğuzların daha yoğun
ve etkin olmaya başladığını Arap ve Fars dilli kaynaklar teyit etmektedir. Bu dönemde
bazı Oğuz boyları kabile hayatından ayrılarak, buradaki şehir ve kentlere yerleşmeye
başlarlar ve yerli ahaliyle kaynaşırlar. Buralardaki daha lüks hayat onları için cazibe
kaynağı oluşturur;
2) Oğuz boylarının yerleşik ahaliyle gittikçe yakınlaşması buranın coğrafi, siyasi ve
kültürel şartlarıyla ilişkili bir şekilde hız kazanmaya başlar. Özellikle, buralarda Oğuz
asıllı yerel yönetici hanedanların ortaya çıkması, Harezm ve civar bölgelerin İslam dinini benimsemesi etnik süreçlere dolayısıyla, türlü toplumların kaynaşımına hız kazandırmıştır. Gene de uzun yıllar zarfında bazı bölgelerde Oğuz boy adlarının daha az
veya daha fazla korunması bazı yerlerde bu tür kaynaşımların daha sıkı olduğunu,
bazı yerlerde ise değişik bir şekilde yüz gösterdiğini kanıtlar. Yani, burada bazı iskân
256
ÖZBEKLERİN ETNİK OLUŞUMUNDA OĞUZLARIN YERİ
yerlerinde bir kaynaşımdan daha çok, boş arazilerin Oğuz boyları tarafından benimsenmesi söz konusudur. Etnoloji bilimi uzmanlarına göre, yerleşik ahaliyle kaynaşım
sürecine katılan etnik gruplar bazen uzun zamanlar zarfında kendi etnik adlarını koruduğu görülür. Bazen ise yerleşik ahaliye daha çok kaynaşımın sonucu olarak muayyen etnosların kendi etnik adlarını unutarak, iskân ettikleri köy veya bölgenin eski sakinleriyle kendilerini aynı toplum olarak görmeye başlarlar.
Zerafşan vahasındaki Oğuzlarla ilişkili gruplar ve “Nurata Türkmenleri”
Bugünkü Özbekistan’ın yerli ahalisi arasında dili ve kültürel hayatı bakımından Maveraünnehir’le bağlantılı olmasıyla birlikte, kendilerini Hazar havzası Türkmenleriyle
bağlantılı sayan, Semerkant ve Buhara vahası ve civarında (Nevai, Cizah vilayetleri)
yaşamayan ahali de bulunmaktadır.
Bu konuyu inceleyen Rus etnografı V. G. Moşkova Özbekistan topraklarında yaşamakta olan tüm Türkmenleri etnik yönü ve boy anlayışına göre iki gruba ayırır:
1. Buhara Hanlığı topraklarında yaşayan Türkmen boyları: Ali-eli, Bayat, Yamut, Salır,
Sarık, Hıdır-eli, Çandır, Çavdır, Şih, Ersarı. Onların Hazar denizi – Amuderya arası
Türkmen boylarıyla ilişkili oldukları doğrultusunda hiçbir şüphe bulunmamakta olup,
bugünkü Özbekistan topraklarına bundan 100 veya 250 sene önce gelerek yerleşmişlerdir. İşbu boy grupları doğrudan doğruya bugünün Türkmenistan topraklarından
değil, daha çok Amuderya nehrinin havzalarından hem de Harezm’den gelmişlerdir.
Ancak, yukarıda görüldüğü gibi, onlardan sadece 3’ü (Bayat, Salır, Çavdur) geleneksel
24 Oğuz boyu içerisinde yer alır. Diğer Türkmen boyları ise, gerçi kendi menşelerini
Türkmenlere dayatsalar bile kendilerini Özbek sayarlar ki onların boy adları Çandır,
Uaz, Cüneyit, Emir-eli, Sayat, Hıdır-eli vb.dir. Bununla beraber, Hıdır-eli, Salır, Bayat, Yomut, Sarık, Çavdur, Ersarı boylarının Hazar Türkmenleri ile bağlantılı olduğu daha çok
gerçekçi gözüküyor.
2. İkinci gruba “Türkmen” adı altında boy menşei tam olarak belli olmayan etnik gruplar dâhildir (Moşkova, 1950, s. 135).
Semerkant vilayetinde Hazar kıyılarından yakın tarihlerde göç eden ahali Buhara vilayetine nazaran daha az bulunmaktadır. Semerkant vilayetinde Türkmenlerin çoğunluğu kendilerini Özbeklerin Türkmen boyu olarak adlandıran ikinci gruba mensup bulunmaktadırlar. Özbek Türkmenlerinin esas iskân bölgeleri Nurata, Kermene, Kettekorgan, Cizzah ve civarlarıdır.
Nurata Türkmenleri kendilerinin etnik aidiyetini aşağıdaki rivayetle açıklarlar. Bir zamanlar Türkmenler Ahmed Yesevi döneminde (12. yy.) Sırderya’nın aşağı havzaları
meskûnları; meşhur şeyh ile anlaşamadan Amuderya havzalarına, sonradan Hazar
kıyılarına doğru yol almışlardır; fakirleri ise göç etmeye uygun imkânlar bulamayınca
Nurata dağlarını iskân tutmuşlardır.
Buhara ve Semerkant vilayetlerinn kuzeyinde bulunan Nurata bölgesinde Oğuzların
ilk defa belirgin bir sayıda görülmeye başlaması Selçukluların Sırderya’nın orta havzaları – Yessi (Türkistan şehri ve civarları)ndan güneye Maveraünnehir’in iç kısımlarına
ilerlemeye başlaması – 985-986 tarihleriyle ilişkilidir (Barthold, 1963, s. 250). Yaklaşık 50
sene zarfında Selçuklular önderliğindeki Oğuz boylarının işbu topraklarda öncülük
yaptığı bilinir. Kaynakların şahitliğine göre, Nurata ilk Selçukluların kışlık karargâhı
görevini yapmıştır. Yazın onların Soğd ve Amuderya kıyılarındaki bölgelere uğradık-
257
FERUZA DJUMANİYAZOVA
ları görülür (MİTT, 1939, s. 350). Yukarıda sözü edilen Oğuz gruplarının Harezm’le
bağlantısı Harezmşah Altıntaş (1032) dönemine denk gelir.
Özbek Türkmenlerin Sırderya kıyılarından, özellikle, Yessi (Türkistan) civarlarından
Nurata’ya göçü ile ilgili rivayetlerin gerçeklik yanı var gibi gözükmektedir (Moşkova,
1950, s. 144). Ancak, Sırderya Oğuzlarının tümünün buralara göç ettiği söylenemez.
Ünlü Rus şarkiyatçı V. V. Barthold’un belirttiğine göre, 1220 yıllarında Moğollar Sırderya kıyılarındaki şehirleri ele geçirirken buralrda “Nurata Türkmenleri” ile ilişkili
Türkmen ahaliye denk gelmişlerdir (Barthold, 1963, s. 241).
Selçuklular önderliğindeki Batıya yönelen Oğuzlardan ayrı bir grup Oğuz boylarının
11.-12. yüzyıllarda Buhara vahasında, özellikle, onun kuzeydoğu, kuzeybatı ve batısındaki çöl ve bozkır alanlarda yaşadığı bilinmektedir. Örneğin, Muhammed esSamanî’nin kayıtlarına göre, Türkmenlerin bir grubu Buhara şehrinin doğu kısmında
el-Cedide olarak bilinen köyün meskûnları olmuşlardır (Kamaliddinov, 1996, s. 175).
Onların buralara Sırderya kıyılarındaki Cend şehrinden veya onun civarlarından gelmiş olabilecekleri varsayılır. Buhara’nın batısında yer alan Paykend yakınlarındaki
Samanîler döneminde harabeye dönüşen rabatlarda da birçok Türkmen ailenin yaşadığı kaynaklarda geçer (Kamaliddinov, 1996, s. 63).
11. yüzyılda Selçuklular önderliğindek kalabalık Oğuz boyları Horasan’a ve Belh topraklarında yerleşmişler, sonradan ise onlar batıya hareket ederek Ön Asya’daki birçok
ülkeyi ele geçirirler. Böylece, Irak, Suriye, Anadolu ve İran topraklarında kalabalık
Türk topluluğu olarak Oğuzlar bilinmeye başlar. Gene de onların bir kısmı Timurlular
ve Babürlüler döneminde oralardan Maveraünnehir ve ona yakın bölgelere geldikleri
de bilinmektedir. Örneğin, Babür Türkmenlerin Kara Koyunlu boyundan bir grubun
(4-5 bin kişi) Azerbaycan ve İran’dan Hisar vahasına geldiklerini yazar (Bobur, 1992, s.
40).
Nurata Türkmenlerinin antroplojisi (fiziki yapısı) ve kültürel yaşam tarzı bugünün
Türkmenistan Türkmenlerinden oldukça farklılık arzetmektedir. Buna dayanarak saha
uzmanları onlar arasında doğrudan doğruya etnik yakınlık bulunduğunu reddeder.
Nitekim Hazar – Amuderya arası Türkmenleriyle Nurata Türkmenleri arasında boy
teşkilatında da oldukça farklılıkların bulunması bu görüşü destekler. Özellikle, uzman
V. G. Moşkova’nın bu konuda sürdürdüğü incelemeler sonucunda bu konu daha netlik
kazanmış, her iki bölge (Hazar ve Nurata) Türkmenlerinin muhtevasındaki boy adlarının fazla örtüşmemesi buna delil oluşturmaktadır.
Bugünün Nurata Türkmenleri, daha doğrusu Özbek Türkmenleri (ki burada Özbekistan’ın türlü bölgelerinde yaşamakta olan “gerçek Türkmenler”i, yani, pasaportuna
Türkmen yazılan Özbekistan vatandaşlarını karıştırmamak gerekir), iki çeşit kabile
bölümünden müteşekkildir. Birincisi, işbu hudutta “Yirmi dört ata” diye adlandırılan 4
kabileden oluşan büyük bir kabileler birliği (ittifakı)dir. İşbu birliğin içerisinde yine
diğer bir kabile grubu “Beş ata Mangişlau” ve bugüne kadar menşei bilinmeyen birkaç
boy yer almaktadır.
“Yirmi dört ata” boy birliği gene “Altı Ata” diye adlandırılan 4 büyük boydan oluşmaktadır:
1) Altı Ata Kaz-ayaklı, 2) Altı Ata Kancıgalı, 3) Altı Ata Bögecili, 4) Altı Ata Ay-tamgalı.
Özbek Türkmenlerinin “Yirmi dört Ata” grubu Nevaî, Semerkant ve Buhara vilayetinde, esas olarak Nurata dağlarının doğu eteklerinde yaşamaktadırlar. Çoğunlukla araş258
ÖZBEKLERİN ETNİK OLUŞUMUNDA OĞUZLARIN YERİ
tırmacılar onları buralara bundan 250-300 sene önce geldikleri görüşünde ortaktırlar.
Ancak, bizim incelemelerimiz onların Nurata’ya gelerek yerleşmelerini şu gibi tarihî
dönemlere denk geldiği sonucunu vermektedir:
İlk dönem – Köktürk Kağanlığı dönemi ve ondan biraz sonraki dönem. Bilindiği gibi, bu
dönemde Oğuzlar Yedisu, Orta Sırderya, Taşkent ve buralara güneyden yakın komşu
bölgeler (büyük ihtimalle, Nurata)da görülmeye başlamışlardır.
İkinci dönem – Samanîler dönemi. Yani, M 9.-10. yüzyıllarda, bir kısmı sonradan “Nurata Türkmenleri” diye adlandırılan Oğuz gruplarından bir grup Samaniler’den izin alarak, Soğd’un bazı bölgelerine, özellikle, Buhara ve Semerkant civarlarında yerleşmişlerdir.
Üçüncü dönem – 11. yüzyıl ve ondan sonraki dönem. Bilindiği gibi, Selçuklu hanedanı
önderliğindeki Oğuzlar 11. yüzyılın ilk çeyreğinde bir süre Soğd’un kuzey bölgelerinde, Nurata dağı eteklerinde otururlar ve Karahanlılar baskısı altında daha sonra buradan Amuderya tarafına, oradan da Horasan’a göç ederler. İşte bu dönemde Oğuzların
göçe imkânı olmayan kısmı Nurata’da yaşamaya devam ederler.
Çaç (Taşkent) vahası ve Güney Kazakistan’daki Oğuz grupları.
Sırderya nehrinin orta havzalarındaki birer tarihî bölgeler olarak Çaç ve Güney Kazakistan’ın bir kısmı (Sayram–İsficap–Yessi / Türkistan) çok eski tarihlerden yegâne kültürel bölgeler sıfatıyla aynı tarihî kederleri paylaşmışlardır. Yazılı kaynaklarda Oğuzların esas kısmı Sırderya’nın orta ve aşağı havzalarında yaşadıkları kaydedilir.
Oğuzların bazı grupları Şaş (Çaç/Taşkent) vahasında, daha çok burasının Keles çölünde, Tanrı dağlarının uçları olan Ugam ve Çatkal dağlarının eteklerinde) Karluklarla yan
yana yaşamışlardır (Şoniyözov, 2001, s. 180). İslam dinini benimseyen Oğuzlar yerleşikliğe geçince Şaş vahasının şehir ve köylerini iskân tutmaya başlarlar. Örneğin, İbn
Hevkel (10. yy.) tarafından kaydedilen bilgilere göre, Müslüman Oğuzlar Karluklarla
beraber Biskend (şimdiki Taşkent şehrinin batısındaki Pıskent) şehrinde yaşamışlardır
(MİTT, 1939, s. 184).
Aslında bu tarihlerden daha önce, M 8. yüzyılda Şaş bölgesinin kuzey sınırı İsficap
(şimdiki Çimkent) bölgesi de Oğuzlarla Karlukların sınır hudutlardan birini oluşturuyordu. Bu tarihlerde Hazar denizinden İsficab’a kadar Oğuzlar, İsficap’tan Fergane’ye
kadar uzanan topraklarda ise Karluk Türkleri yaşamaktaydılar (Barthold, 1963, s. 418).
Özellikle, bu konuda orta çağ müelliflerinden İstehri’nin sunduğu bilgiler kıymetlidir:
“Bu nehir [Çaç = Sırderya] Savran’ın sınırından geçer. Burada Guz (Oğuz)ların evleri
bulunur” (Agacanov, 196, s. 74). Bilindiği gibi, Savran şehri Sırderya nehrinin sağ kıyısında yer alan, şimdiki Türkistan (Yessi) şehrinden 48 km batıda bulunan yerleşke olarak bilinirdi.
Oğuzlar Sırderya nehrinin sol kıyısında da yaşamış olup, İstehri Guz Türklerinin iskân
ettikleri Sütkent şehri Maveraünnehir’in sınır kenti olduğunu kaydetmiştir (Agacanov,
196, s. 74). Arkeologların belirttiklerine göre, Sütkent şehir harabesi 2 adet olup, onlardan biri şimdiki Güney Kazakistan’da, Sırderya nehrinin sol kıyısındaki Karaköl bölgesi yakınında, diğeri ise birincisinden yaklaşık 2 km uzaklıkta bulunmaktadır.
Erken Orta Çağda Oğuzlar Farab ve Kencdeh (Kencide) vilayetleri arasında da yaşamışlardır. Kencdeh şimdiki Arıs nehrinin orta havzalarında bulunmuş olup, onun yeri
merkezî şehri Subanikent şimdiki Cuvan-tepe şehir kalıntısının bulunduğu yerleşim
meskenine denk gelinmektedir.
259
FERUZA DJUMANİYAZOVA
Oğuzların Şaş ve İsficap vilayetlerinde kalabalık bir toplum olarak yaşadıklarını pek
çok kaynaklar teyit etmektedir. İbn Hevkel’in kaydettiklerine göre, “Şaş (Sırderya) nehri kıyısındaki Biskent (bugünkü Pıskent) şehrinde İslam’ı kabul eden Guzz (Oğuz) ve
Karluk kabileleri toplanırlar” (MİTT, 1939, s. 521). İstehri de “Biskent şehrinin ahalisi
türlü kişilerden müteşekkil olup, Müslüman olan ve tümü itikat için mücadele eden
Guz, Karluk ve diğerlerinden ibarettir” diye kayıt düşer (Agacanov, 196, s. 74). Burası
Taşkent vahasının büyük bir kısmını oluşturarak orta çağlarda İlak, daha sonraki dönemlerde Ahengeran diye adlandırılan vadinin önemli bir şehri olmuştur.
Bunlar hariç, İstehri İlak vadisinin baş şehirlerinden biri olan Tunket’ten İsficap ve Taraz’a götüren yoldan bahsederken, Keles’te Enferan rabatı ve Oğuz köyü (Dih-i Guz)
adlı iskân yerlerini kaydetmiştir (Agacanov, 196, s. 76).
Kısacası, yukarıda Arap ve Fars müelliflerinden alıntılar Oğuzların Şaş (Taşkent) vahası ve ona yakın komşu bölgelerde kalabalık bir biçimde yaşadıklarına delalet eder. Bugünlerde bile Taşkent şehri başta olmak üzere bölgenin birkaç eski şehir ve kasabasının
Özbek ağızlarında Oğuzca unsurların korunması işbu bilgileri desteklemektedir. Bilindiği gibi, bugünlerde adı geçen bölge ahalisinin çoğunluk kısmı Özbek edebi diline
yakın ağız - Karluk Türkçesini konuşmakta, ancak, bazı kelime ve tabirlerin Oğuzca bir
karakter taşıması bakımından ilgi çekmektedir.
“Özbek Oğuzcası”
Yukarıda da değinildiği gibi, dilbilimcilerinin sınıflandırmalarına göre, Özbek dilinin
üç büyük lehçe (ağız)larından birini Oğuzca oluşturmakta olup, işbu lehçe çoğunluk
olarak Harezm vilayeti, Buhara vilayetinin Karaköl ve Alat ilçeleri, Türkmenistan’ın
Çarcüy (şimdiki Lebap) ve Taşavuz (şimdiki Daşoğuz) vilayetlerinde hem de Güney
Kazakistan’ın bazı köylerinde (İkan, Karnak vb.) konuşulmaktadır (Abdullayev, 1978,
s. 11).
Bunların dışında, “Özbek dilinin Oğuz lehçesi” veya “Özbek Oğuzcası” olarak adlandırılmakta olan işbu ağız İran’ın Horasan bölgesinde ve Kuzey Afganistan’ın bazı kasabalarında konuşulmaktadır. Ancak, bazı Türkologların çalışmaları dışında bu konuda yeteri kadar inceleme yapılmadığından bu lehçe veya ağız özellikleri bilinmemektedir. Bazı bilgilere göre, İran’da “Horasan Türkçesi” veya “Özbek Oğuzcası”nda konuşan topluluk 2 milyon civarındadır. Onların dili kendilerine çok yakın diller olan
Azeri Türkçesi veya Türkmence ile kaynaşarak, adeta bu dillerin muhtevasında yer
almış olmakla beraber, bu dili konuşan topluluklar kendilerini biraz farklı görmekte
hem de dillerini de “Türkî” olarak adlandırmaktadırlar (Doerfer, 1969, s. 8).
Horasan’da, özellikle, onun merkez şehirlerinden biri Meşhed civarlarındaki yirmiden
fazla köy ve kasabada yaşamakta olan yaklaşık 800 binden fazla Türk asıllı ahalinin
konuştuğu Oğuzcayı araştıran Alman Türkologu G. Doerfer bu ağzı “Horasan Türkçesi” olarak adlandırmış ve onun dil özelliklerine göre Özbek Oğuzcasına çok yakın olduğunu vurgulamıştır (Doerfer, 1969, ss. 8-10).
Deşt-i Kıpçak’ta yaşayan çeşitli Türk boylarının konuştuğu ağızların Özbek dilinin
Oğuz lehçesine yaptığı etkileri inceleme işi dilbilimci uzmanları birçok tarihî lengüistik
meselelerle karşı karşıya getirmiştir. İşbu meselelerin daha çok öneme haiz olanlarından biri mezkûr lehçe temsilcilerinin diğer Türk lehçe veya ağızlarıyla etkilenme ve
ilişkilerinin ne derecede yüz gösterdiği ve Oğuz ağızlarının Özbek dili muhtevasındaki
diğer ağızlarla ne gibi kaynaşımlar yaşadığı konusudur. İkinciden, klasik Özbek veya
260
ÖZBEKLERİN ETNİK OLUŞUMUNDA OĞUZLARIN YERİ
eski adıyla “Çağatay Türkçesi” edebî dilinin oluşumu ve tedrici tekâmülünde Oğuzcanın iştiraki meselesi de ayrıcalıklı bir tarihî ve lengüistik önem taşımaktadır (Abdullayev1978, s. 12).
Harezm vilayetinin kuzeyi ve kuzey-batısındaki üç tümen (ilçe) hariç vilayetteki tüm
ilçelerin Özbek dilli ahalinin konuşma ağzı Oğuz lehçesindedir. Bunların dışında,
mezkûr Özbek Oğuzcası Türkmenistan’ın Taşavuz (Daşoğuz), Köhne Ürgenç bölgelerinin merkezî şehir ve pek çok köylerinde, Karakalpakistan’ın Birunî ve Törtköl ilçe
merkezleri ve bazı köylerde konuşulmaktadır. Buhara vilayetinin Karaköl ve Alat ilçelerinde konuşulan ağız bir çeşit Oğuzca olmakla beraber, bu ağız “Horezm Özbekçesi”
veya diğer bir tabirle “Özbek Oğuzcası”ndan daha ziyade Türkmenceye yakınlık göstermekte, ancak, bu yakınlığın oranı buralardaki köy ve kasabalara göre değişmektedir.
Yani, bazı köylerde Oğuz Özbekçesine yakınlık, bazı köylerde ise Türkmenceye yakınlık söz konusudur. Cizah vilayetinin Fariş ilçesi ve civarlarında konuşulan dil ise
Oğuzca unsurları bulunduran bir tür Kıpçakçadır. Bu ağızda daha çok Oğuz lehçesine
özgü uzun ünlülerin mevcut bulunması belirtilmiştir.
Özbek dilinin Harezm ağızları üzerine F. A. Abdullayev ve A. M. Şerbak gibi Türkologların topladığı dil malzemeleri ve orta çağlarda Harezm’de yazılmış edebi eserlerin
(örn. Rabguzi’nin “Kısas-ı Enbiyâsı”) dil özellikleri karşılaştırıldığında göze çarpıcı
benzerlikler belirtilmiştir. Bundan yola çıkarak, uzmanlar Harezm hududunda M 13.
yüzyılın daha başlarında Oğuz lehçesi temelli edebî dil – Harezm Türkçesi oluştuğunu
ileri sürmüşlerdir (Abdullayev, 1978, s. 114).
Sonuç
Esas olarak, 10.-11. yüzyıllarda kalabalık Oğuz boyları güney ve güneybatı istikametinden önce Maveraünnehir’e, sonra Horasan’a, oradan da İran, Kafkasya, Irak, Suriye
ve Anadolu’ya göç ederlerken, onlardan bir kısmı eski yurtlarında, özellikle, Aral gölü
havzalarında kalıp, Türkmenler, Harezm bölgesi Özbekleri ve Karakalpakların etnik
oluşumunda etnik temel rolünü oynamışlardır. Özbek halkının etnik oluşumunda Harezm, Taşkent, Zerafşan vahaları ve Orta Sırderya havzaları gibi geniş bir hudutta
Oğuzlarla bağlantılı olan etnik katmanın belirgin bir kısmının bugünlerde bile kendi
dil özelliklerini ve hatta bazı bölgelerde kendi etnonimlerini korumuş olmaları bunun
parlak örnekleridir. Özbek dilinin 3 büyük lehçesinden birini Oğuz lehçesi oluşturması
da onların Özbek halkının etnik oluşumuna faal olarak katılan önde gelen unsurlardan
biri olarak algılanmasının temelini teşkil eder.
Yukarıda değindiğimiz gibi, Oğuz kabileler birliğine dâhil olan boyların Özbeklerin
oluşmasında iştiraki ve bugünkü Özbekistan topraklarına gelip yerleşmeleri aşağıdaki
gibi dönemlere denk gelir:
İlk dönem – Köktürk Kağanlığı dönemi ve ondan biraz sonraki dönem.
İkinci dönem – Samanîler dönemi.
Üçüncü dönem – 11. yüzyıl ve ondan sonraki dönem. Bu dönemde Oğuzların belirgin
bir kısmı daha önceden de kalabalık olarak Oğuz boylarının yaşadıkları Harezm bölgesinde yerleşirler. Taşkent bölgesinde de Oğuzlar sayısının arttığı işte bu dönemlere
denk gelir.
İşbu küçük çaplı incelememiz şu gibi sonuçları elde etmemizi sağlamıştır:
261
FERUZA DJUMANİYAZOVA
İlk olarak Oğuzlar Özbek halkının etnik oluşumunda faal iştirak eden önde gelen Türk
topluluklarından biridir;
İkinci olarak Oğuzların Özbekistan hudutlarında görülmeye başlaması aslında daha
eskilere dayanmakla beraber onların buralarda veya buraya yakın topraklarda daha
kalabalık bir şekilde görülmeye başlaması M 6. yüzyıla denk gelir ve onların Özbeklerin etnik oluşumundaki katılımı uzun zaman zarfında devam eder;
Üçüncü olarak Nurata Türkmenleri veya diğer adı ile Özbek Türkmenleri aslında Oğuz
asıllı olup, orta çağlarda Kıpçak dil ortamında kalmışlar ve Kıpçaklaşmışlardır. Yine de
onlar bazı Oğuzca unsurları şimdiye kadar korurlar;
Dördüncü olarak Özbeklerin etnik oluşumunda Oğuzların katılımı gözlemlenirken,
onların oranının bölgelere göre farklılık arz ettiği fark edilmektedir. Özellikle, Harezm
ve Zerafşan vahalarında (Semerkant, Nurata, Buhara) geçen etnik süreçlerde Oğuzların
iştirakı daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır;
Beşinci olarak Horasan Türkçesi ve Özbek dilinin Oğuz lehçesi / ağzı (tam olarak Harezm Oğuz ağzı) arasındaki benzerlikler onların etnik kökleri de aynı temele dayandığına delalet eder.
KAYNAKÇA
Abdullayev, F. A. (1961). Özbek Tilining Horazm Şevalari. I. Luğat. II. Horazm Şevalarining
Tasnifi. Taşkent: Fan.
Abdullayev, F. A. (1978). Özbek Tilining Oğuz Lahjaci. Taşkent: Fan.
Agacanov, S. G. (1969). Oçerk İstorii Oguzov i Turkmen Sredney Azii IX-XIII vv. Aşkabad:
İlım.
Barthold, V. V. (1963). Oçerk İstorii Turkmenskogo Haroda. T. II. Ç. I. Moskova.
Baskakov, N. A. (1960). Tyurskiye Yazıki. Moskva: Hauka.
Boboyörov, Ğ. B. (2005). Özbekistan Hududida Korahoniylar Davrigaça Bolgan Kadimgi Türkiy Toponimlar. Markaziy Ociyöda An’anavi va Zamonaviy Etnomadaniy Jarayonlar. “K. Şoniyozov Ukişlari” Turkumidagi Halkaro İltiy Anjuman Materiallari, 1. K. Taşkent. 117-123
Bobur, Zahiriddin Muhammad (1992). Boburnoma. Taşkent: Fan.
Doerfer, G. (1969). İran’daki Türk Dilleri. Türk Dili Araştırmaları Yıllığı. Belleten 1969
Ankara: TTK. 1-11.
Kamaliddinov, Ş. S. (1996). İstoriçeskaya Geografiya Toharistana i Yujnogo Sogda po Araboyazıçnım İstoçnikam IX- naç. XIII vv. Taşkent: Fan.
МİTT, (1939). Material po İstorii Turkmen i Turkmeni. T. I. Moskva-Leningrad: İzd-vo AN
SSSR.
Moşkova, V. G. (1950). Hekotorıe Obşie Elementı v Rodoplemennom Sostave Uzbekov,
Karakalpakov i Turkmen. Trudi İnstituta İstorii i Arheologii AN Uz SSR, m II. Materialı po Arxeologii i Etnografii Uzbekistana. Taşkent: İzd-vo AN Uz SSR.
Snesarev, G.P. (1975). Ob’yasnitel’naya Zapiska k “Karte Rassleniya Uzbekov ha Territorii Horezmskoy Oblasti (Konets IXI – naçalo XX vv).” Hozyaystvenno-Kul’turnıe
Traditsii Narodov Sredney Azii i Kazahstana. Moskova: Nauka. 75-94.
Şoniyözov, K. Ş. (2001). Özbek Halkining Şakllaniş Jarayoni. Taşkent: Şark.
Koraev, S. (2005). Özbekistan Viloyatlari Toponimlari. Taşkent: Uz. Mil. Ens.
262
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
ERKEN DÖNEM OĞUZ SÖZLÜKLERİNDE YAYGIN OLAN AMA
SONRADAN KAYBOLAN KELİMELER ÜZERİNE
F İ KRE T TURAN
Oğuz Türkçesi üzerine bilgi veren ilk önemli eserin Maḥmūd-ı Kāşġarī’nin kaleme
aldığı Dīvānü Lüġāti’t-Türk olduğuna şüphe yoktur. 11. yüzyılda Türk lehçelerinden
topladığı dil malzemeleri üzerine hem sözlükbilim hem de gramer bilgileri veren bu
eserde Hakaniye (Karahanlı) Türkçesinden sonra en fazla veri, dönemin Bağdat ve
çevresinde hâkimiyeti elinde bulunduran Selçuklu Oğuzlarının dili üzerinedir.
Yazılışından yaklaşık 2 asır sonra istinsah edilmiş elimizdeki yegâne DLT
nüshasında, Türk lehçelerinde var olan kimi sesler için kullanıldığı söylenen özel
işaretli bazı harflerin bulunmaması, bu dönem Türk lehçelerinin ünlü ve ünsüz
yapısı konusunda doyurucu yorum yapmamızı engellemektedir. Bununla birlikte,
eser, erken dönem Oğuzcasının kelime hazinesine dair çok değerli bilgiler sunar.
Burada sunulan bilgiler, 13. yüzyılın sonlarından başlamak üzere kaleme alınan
Arapça-Farsça-Oğuz Türkçesi sözlük ve gramer eserleri olan Hinduşāhī’nin Sıhah-ı
ʿAcem, Bahşayiş bin Çalıça’nın Bahşāyiş Lügati, Ferişteoğlu Lügati, anonim Risāle-i
Zebān ve Pehlevī-Āmiz ile dönemde yazılmaya başlanan edebi eserlerde kullanılan
Oğuz Türkçesinin kelime hazinesi ve gramer kurallarını büyük ölçüde destekler
niteliktedir. Sayıca çok ve daha ayrıntılı olmaları bakımından erken dönem Oğuz
Türkçesi için esas kaynak eserler işte bu 13. yüzyıl sonlarından itibaren yazılmaya
başlanan sözlük ve gramer eserleriyle edebi metinlerdir.
Bundan dolayı bu incelememde bu dönem Oğuzca sözlüklerden Sıhah-ı ʿAcem, Risālei Zebān, Pehlevī-Āmiz ve Bahşāyiş Lügati isimli eserleri inceleyeceğim. Bu eserleri
incelediğimizde Oğuzca kelimelerin bugünkü standart Türkiye Türkçesi ile
Azerbaycan Türkçesine büyük ölçüde çeşitli ses, şekil ve anlam değişimlerine
uğrayarak ulaştığını görürüz. Erken dönem Oğuz Türkçesi sözlüklerinde ve edebi
metinlerinde olup da sonraki dönemlerde bir süre kullanıldıktan sonra modern Oğuz
şivelerinde kaybolan çok önemli ses unsurlarının olduğu söylenemez. Bununla
birlikte erken dönem Oğuzcasının asli ünlülerinden olan kapalı e’nin bugün hem
263
FİKRET TURAN
standart Azeri, hem de bazı Anadolu ve Balkan ağızlarında varlığını devam
ettirdiğini, ancak Standart Türkçe ile birçok Batı Anadolu ağızlarında bir fonem
olarak değerini kaybettiğini görürüz. Bundan dolayı, sözgelimi, Doğu Anadolu ve
Azerbaycan ağızlarında açık /e/ ile söylenen el (el organı) ile kapalı /e/ ile söylenen él
(halk, kabile, yabancı) kelimeleri iki ayrı fonemik yapı olarak ortaya çıkarken
standart Türkiye Türkçesinde bu iki e’nin uzlaşmasından oluşmuş bir dar /e/ sesi her
iki /e/ sesini de karşılıyor olmuş ve ‘el’ kelimesi hem ‘el’ organını (elleriyle birşeyler
söylemek), hem de ‘halk, kabile, yabancı’ anlamlarında (Rumeli, el olmak, vs.)
kullanılır olmuştur.
Ünsüzler arasında ise erken dönem Oğuzca eserlerde ve sonradan Osmanlıca
metinlerde kalın ünlülerle birlikte kullanıldığını gördüğümüz ve tı harfiyle
gösterilen sert bir /t/ sesinin varlığını uzun süre devam ettirdikten sonra modern
dönemlerde kaybolduğunu görürüz. Bu ünsüzün daha 16. yüzyılda çeşitli vesilelerle
imla ile ilgili metinlerde tartışıldığını ve hatta bu konuda Şeyhülislam Ebussuud
Efendinin bir fetvasının olduğunu biliyoruz, ki konuyla ilgili bir yazımızda etraflıca
incelemiş bulunmaktayız1. Buna benzer bir olay da genizsi /n/ (nazal n) sesinin başta
standart Türkçe ve Azeri olmak üzere birçok ağızda kaybolması olayıdır. Erken
dönem Oğuzcasının asli ünsüzlerinden olan bu ses bugün genelde /n/ sesine
dönmüş, asli genizsi /n/ ise sadece sınırlı sayıda ağızda kalmıştır.
Erken dönem metinlerinde yaygın bir ünsüz olan art damak /ḳ/ sesinin ise Doğu
Anadolu ve Azerbaycan bölgesi ağızlarında hece başında yaygın olarak /ġ/ sesine,
hece sonunda ise /ḫ/ ve sızıcı /ğ/ ünsüzlerine (baḳ > baḫ, adaḳ > adaḫ, aḳ > ağ, vb)
dönerken standart Türkçe ile Orta ve Batı Anadolu ile Balkan ağızlarında korunduğu
görülür. Bunlardan başka sızıcı yumuşak gırtlak ünsüzü /ğ/ sesi Batı ağızlarında
kelime içinde kendinden önceki ünlüleri uzatarak kaybolurken, Doğu Oğuzcası
ağızlarında ünsüz niteliği sabit olarak devam eder (Batı Oğuzcası: dağ> daa, Doğu
Oğuzcası: dağ, vb.).
Önemli bir ses değişimi de gene Doğu Oğuzcasında hece sonu /k/ sesinin
sızıcılaşarak /yh/ sesine dönmesidir: çiçek > çiçeyh, ekdi > eyhdi, tek > teyh, vb.
Öyleyse, erken dönem Oğuzcasının ünlü ve ünsüz sesleri genel olarak bir devamlılık
arzetse de sınırlı derecede değişime uğradığını tesbit edebilmekteyiz.
Şekillerde, yani eklerde meydana gelen değişimler bakımından ele alındığında erken
dönem Oğuzca sözlük ve edebi metinlerinde görülen ek yapısının sonraki
dönemlerde daha radikal değişmelere uğradığı görülür. Çok geniş bir konu olduğu
için sadece en belli başlı değişimleri söylemek gerekirse, en başta dönemde çok
yaygın olarak görülen gelecek zaman eki –ısar/iser (geliserem) ile zarf-fiil –-ıcak/icek
(gelicek: geldiği zaman) eklerinin Oğuz ağızlarından kaybolması gelir. Bu iki ek
yerlerini -acak/ecek (geleceğim) ile -dıkda/dikde / -dığında/diğinde (geldikde –
geldiğinde) veya -anda/ende (gelende) eklerine bırakmıştır. Eklerin 18. yüzyıldan
sonra küçük ünlü uyumuna ve ünsüz uyumuna girmesi şekillerde ses değişimi
meydana getirmiştir: özümi > özümü (AzT), oturmışdır > oturmuştur (TT), vb. Bu
konuda önemli bir gelişme Batı Oğuzcasında -yor şimdiki zaman ekinin
1
Bk. Turan, 2000.
264
ERKEN DÖNEM OĞUZ SÖZLÜKLERİNDE
yaygınlaşarak Türkiye Türkçesinin önemli bir zaman çekimi hâline gelmesidir. Diğer
zaman çekimleri ise bir şekilde genel anlamda eski şekillerin devamı niteliğinde
olmuştur.
Esas konumuz olan kelime hazinesi konusuna bakacak olursak, diyebiliriz ki bu
dönem eserlerinde Türkçe kökenli kelimelerin birden çok telaffuzlu şekilleri ve
varyantları bir arada bazen aynı satırda gösterilecek kadar yaygın gösterilmiştir. Bu
farklı telaffuza sahip kelimeler çoğu zaman ağızlarda korunsa da standart ağızlarda
sonradan genelde varyantlardan bir tanesi kullanılır olmuştur. Mesela BL’nde şu
kelimelerin farklı varyantları birlikte gösterilmiştir:
iyez (34b-10)
ivez (34b-10)
kelebek (34b-10)
kebelek (34b-9)
ılduz (38a-2)
yılduz (38a-3)
ḳılaġuz (40b-11)
ḳılavuz (10a-5)
daġ (41a-6)
ṭaġ (41a-6)
bekre (42b-4)
baḳra (42b-4)
bayām (43a-6)
bāẕem (23a-4)
uvaḳ (46a-10)
uşaḳ (27a-2)
uvacuḳ (28b-4)
uşacuḳ (7b-2)
Bu durumun biraz farklı bir şekli de eş anlamlı kelimelerin birlikte gösterilmesi
durumudur. Mesela, BL’nde ḳıraġu (37b-7) / ḳarımsa (37b-7) ve ḫurmānuñ dalı (43a11) / ḫurmā budāġı (43a-11) bu türden kullanımlardır. Bugün de birçoğu çeşitli
Oğuz ağızlarında yaşayan bu kelimelerin sık sık farklı anlamlara gelecek şekilde
kullanıldığına tanık oluruz. Bunlar arasında, mesela, ilan ve yılan, ağızlarda aynı
anlama gelse de uvak-uvacık ve uşak-uşacık artık aynı anlamda kullanılmaz
olmuştur. Uvak kelimesi ‘ufak’ şekline dönüşerek ‘küçük ve ufak’ anlamında, uşak
ise ‘küçük çocuk’ anlamında kullanılır olmuştur, yani uşak genel nitelikte ‘küçük’
anlamına sahip sıfat özelliğini kaybetmiştir. Bu dönemde ‘küçük çocuk’ anlamında
kullanılan oġlan kelimesi ise ‘erkek çocuk’ anlamını kazanarak yaygınlaşmıştır.
Öyleyse, erken dönem Oğuz Türkçesi sözlüklerinde gösterilen bunun gibi birçok
Türkçe kökenli kelime farklı anlamlar kazanarak modern Oğuz ağızlarında
kullanılmaya başlamıştır.
Her ne kadar Oğuzcaya 16. yüzyıldan sonra çok sayıda Arapça ve Farsça kelime
geçerek birçok Türkçe kökenli kelimeyi arkaikleştirip onların yerine geçtiğini kaynak
eserlerde izleyebilsek de erken dönem Oğuz sözlüklerinde de sık sık Türkçe, Arapça
ve Farsça alıntı kelimelerin birlikte kullanıldığı görülür. Mesela, sayru - ḫaste, ṭamu –
cehennem, uçmak – cennet, sin – gūr (mezar), süci – şarāb, başmaḳ - babuç (<f. pāpūş)
gibi kelimeler bu türden örneklerdir. Bununla birlikte daha Orta Asya’dayken
çeşitli Fars dilli topluluklarla birlikte yaşamalarından dolayı Oğuzcaya çok erken
dönemlerde Farsça kelimeler girmiş, bu kelimeler Oğuzcanın kelime hazinesinin
önemli unsurları olmuştur. Bundan dolayı 13 ve 14. yüzyıllarda Arapça ve
Farsçadan Türkçeye yapılan bu sözlüklerde Farsça kökenli kimi kelimeler
Türkçeye çevrilmeden bir mim (maʿlūm) işaretiyle gösterilmiştir. Bu Farsça kökenli
kelimeler arasında bulunan cuvāl (çuval), hemīşe (her zaman), rūzgār (zaman, devir),
265
FİKRET TURAN
ġarāre (bir tür çuval), hegībe (heybe), emrūd (armut), tōbra (torba), comard (<f. civānmerd ‘cömert’) gibi kelimelerin Türkçe karşılıkları verilmeden olduğu gibi
Oğuzcanın kelime hazinesinin unsurları olarak gösterilmiştir. Dikkatlice
bakıldığında bu kelimelerin önemli bir kısmının bu gün de çeşitli ses
değişimleriyle Oğuz ağızlarında kullanıldığını görürüz.
Erken dönem Oğuz sözlüklerinde ve Oğuzca metinlerde yaygın olarak görülen
ancak standart Türkçe ile standart Azericede kaybolan birçok kelime ağızlarda
varlığını sürdürmektedir. Bu konuda TDK’nın yayımladığı Derleme Sözlüğü ile
çeşitli yöre ağızlarına dair yapılmış ağız incelemelerinde yer alan derlemeler
önemli veriler sunarlar. Bu kelimelerden yöre ağızlarında ve Yunus Emre gibi
popüler edebi şahsiyetlerin eserlerinde kullanılanların anlamları standart dilde
kullanılmasa da belirli eğitime ve kültüre sahip kişiler tarafından bilinmekte veya
bağlamdan bir şekilde tahmin edilebilmektedir. Bu kelimeler arasında aġıl (hāle),
añır (kül rengi), ala (cüzzam), arḳun (yavaş, sakin), assı (yarar, fayda), aruḳ (zayıf),
bardaḳ (testi, sürahi), baş (yara), binüt (binek hayvanı), beñdeş (eş, benzer), biti
(mektup, kitap), demür göñlek (zırh, zırhlı elbise), demür ḳapan ṭaşı (mıknatıs), ḳañlı
(kağnı), sındu (makas), oḳımaḳ (çağırmak, davet etmek), ög (zeka, akıl), öyken
(akciğer), ṭaraḳ otı (dere otu), türklik (köylülük, kır hayatı), uşaḳ (küçük), üzilmek
(kopmak, ayrılmak), viribimek (göndermek, yollamak), uz (usta, ustaca), yaşmaḳ (kapı
kanadı), yay (yaz), yéyni (hafif), yiy - yiyi (koku), vb. sayılabilir.
Bununla birlikte adı geçen eserlerde yaygın olarak geçen, ancak modern Türkiye
Türkçesi ile Azerbaycan Türkçesi ağızlarında ya hiç kullanılmayan veya çok sınırlı
kullanılan kelimeler de mevcuttur. Bu kelimelerin anlamlarına ancak konuyla ilgili
özel sözlüklerde ulaşılabilmektedir. Burada sadece küçük bir kısmını göstereceğimiz
kelimelerin bazılarına çeşitli ses değişmeleriyle modern Oğuz şivelerinde rastlansa
da anlamları farklıdır. Bu türden kelimelerin bazıları şunlardır:
ayuḳ - oyuḳ (bostan korkuluğu, hayal, görüntü)
bañ (ezan),
berk (güvenilir sağlam kişi, emin, kahya),
çalġu (mızrap),
çoġaç (gün ışığı)
dulḳuḳ (deriden su kabı, tulum)
dumrı (tef),
dürdem (beden ölçüsü),
gey – key (çok, fazla, iyi)
heykel (f. boyuna veya vücut çevresine asılan muska)
ır (şarkı, türkü),
kuruçuḳ (kuru göz çapağı)
key (çil, leke)
puça (f. eğri, çarpık)
ötme (erken çıkan yemiş, turfanda)
saman oġrusı: Samanyolu, kehkeşan
266
ERKEN DÖNEM OĞUZ SÖZLÜKLERİNDE
ud (utanma hissi, ar) - udlu (utangaç, mahçup)
yaşçuk (ıslak göz çapağı)
yar (tükrük, salya)
yédigen (Büyük ayı takım yıldızı)
Şu kelimeler ise Pehlevī-Āmiz’de geçen, ancak sonraki dönemlerde kullanımdan
düşen kelimelerden sadece birkaçıdır:
aqşama (boza, f. < aksuma),
añdurucı (hatıra, yadigar - yāẕigār : 132b 8-9),
arsuz (temiz, saf - reste : 131b 9-10),
çalıḳ (yanpiri koşan at - cehende : 132b 3-4),
gücüklenmek (< gökçeklenmek ‘kendini beğenmişlik, güzellik taslamak, kibirlilik –
pek u lek),
ilişi yıl (evvelki yıl - pīrār : 132a 11-12)
SONUÇ
Erken dönem Oğuzca sözlük ve gramer eserlerinde geçen bir takım kelimeler Eski
Anadolu Türkçesi ve Osmanlı Türkçesi gibi tarihi şivelerde kaleme alınmış eserlerin
anlaşılması başta olmak üzere Türkçenin tarihi meselelerinin çözümüne yönelik
değerli bilgiler sunarlar. Bu türden nadir kelimelerden oluşmuş özel sözlüklerin
Arapça ve Farsça karşılıklarıyla birlikte değerlendirilerek hazırlanması tarihi
dönemlerde yazılmış elyazması eserlerden yararlanma imkânımızı artıracağına
şüphe yoktur.
KAYNAKÇA
Hazai, G. (1963). Türk dilinde tarihsel gelişme dönemleri. X. Türk Dil Kurultayında
Okunan Bilimsel Bildiriler. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. 57-60.
Levend, A. S. (1972). Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri. 3. Baskı, Ankara: Türk
Dil Kurumu Yayınları.
Mansuroğlu, M. (1951). Anadoluda Türk Yazı Dilinin Başlama ve Gelişmesi. İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi IV/3, 215-229.
Öz, Y. (2010). Tarih Boyunca Farsça-Türkçe Sözlükler. Ankara: Türk Dil Kurumu
Yayınları.
Turan, F. (2000). Şeyhülislam Ebussuud'un İmla Kuralları: Onaltıncı Yüzyılda
Osmanlı İmlasında Yerlileşme Eğilimleri ve Bir Tepki. İlmî Araştırmalar 9
(2000) İstanbul. 221-238.
------- (2001). Eski Oğuzca Satırarası Sözlük: Bahşayiş Lügati. İstanbul: BAY.
------- (2005). Risâle-i Zebân ve Anadolu’da Türk Gramerciliğinin Kuruluşu Üzerine
İlmî Araştırmalar 19 (2005) İstanbul. 141-148.
267
FİKRET TURAN
------- (2006). Turkish Glosses in the Pahlavi-Oghuz Turkish Glossary Pahlavī-Āmīz: A
Linguistic and Textual Analysis. Turkic Languages. vol. 10/1 (2006)
Wiesbaden: Harrassowitz, 88-108.
------- (2008). Dîvânü Lügati’t-Türk’ün Metodolojisi Üzerine. Akademik Araştırmalar
Dergisi. vol. 39 (2008) İstanbul. 118-130.
------- (2009). Regulating the Literary Language of a Diverse Society: Standardization
of Common Literary Ottoman Turkish. in Turcological Letters to Bernt
Brendemoen. Edited by É. Á. Csató, G. Ims, J. Parslow, F. Thiesen and E.
Türkler, Oslo: The Institute for Comparative Research in Human Culture.
351-364.
------- (2010). Hindūşāh bin Sancar’ın Sıhāhü’l-‘Acem İsimli Eserinin Eski Anadolu
Türkçesi ve Osmanlı Dönemi Dilciliği Bakımından Önemi. Eski Anadolu
Türkçesi Çalıştayı. İstanbul Üniversitesi, (1-2 Aralık 2010).
268
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
GÜNEY TÜRKİSTAN’DA YAŞAYAN
OĞUZ TÜRKLERİNİN ÜÇ BOYU ÜZERİNE
F İRUZ FEVZİ
Giriş
Türkler tarih boyunca birçok uygarlığa egemen olmuş, o milletlerin dillerine,
inançlarına ve kültürlerine müdahale etmeden barış ve huzur içinde onları
yönetmişlerdir. Gittikleri coğrafyada sayısız eserler bırakmışlardır. Gümümüzde
birçok devlette Türk boyları asimile olmuş, dil ve kültürlerini unutmuşlardır.
Afganistan coğrafyası kadim bir Türk yurdu olduğu için bugün birçok Türk boyu bu
coğrafyada yaşamaktadırlar. Oğuz boylarına mensup olan Karkinler, Afşarlar ve
Bayatlar Afganistan’ın farklı illerinde kendi gelenek ve göreneklerini
yaşatmaktadırlar. Zikrettiğimiz Oğuz boyları hakkında şu ana kadar herhangi bir
akademik çalışma olmamıştır. Bunun en büyük sebebi ise ülkede uzun süre süren
savaş ve istikrarsızlıktır. Afganistan üniversitelerinin ve Afganistan Bilimler
Akademisi’nin de Oğuz boyları üzerine şu ana kadar herhangi bir çalışması
olmamıştır. Oğuz boylarının aydınlarının çalışmalarının ise yönetim tarafından
yayınlanmasına izin verilmemiştir.
1979’da Sovyet yanlısı hükümet kurulduktan sonra Afganistan’da yaşayan tüm etnik
grupların kendi dil ve kültürlerini rahatlıkla yaşamaları için bazı haklar tanınmıştı.
İşte bu süreç içinde Türk boylarının kendi dil ve kültürlerini tanıtmak için bazı
dergiler ve haftalık gazeteler çıkarmalarına izin verildi. 1992 yılında iç savaş
başladığı zaman devlet kurumları ciddi anlamda zarar gördü ve kütüphanelerdeki
değerli eserlerin çoğu fırsatçılar tarafından kaçırıldı, yakıldı ve yok edildi. 2001
yılında yeni kurulan Afgan devletinde 2003 yılında kabul edilen yeni Afgan
Anayasasına göre bütün etnik gruplara eşit davranılacak, her etnik unsur kendi dil
ve kültürünü yaşamaya ve tanıtmaya serbest olacaktır. Bu karar çıktıktan sonra
Afganistan’da yaşayan gruplar rahat davranmaya başladılar. Günümüze kadar her
türlü çalışma gerçekleştirilebilmektedir. Yalnız devlet desteği olmadan büyük
269
FİRUZ FEVZİ
programlar düzenlenememektedir. Biz bu sunumumuzda üç Oğuz boyu üzerine
duracağız.
Karkinler
Birinci grup Oğuz boyu olan Karkinler bugün Kuzey Afganistan (Güney Türkistan)
bölgelerinde kendi gelenek ve görenekleri ile yaşamaktadırlar. Türkmenlerin yoğun
yaşadığı bölgelerdedirler. Konuşma dilleri Türkmencedir. Karkinlerin yaşam tarzları
Türkmenler ile aynı olup, örf ve adetlerinde farklılık görülmemektedir. Karkinlerin
aydınlarının bir kısmı bugün Afgan devletinde önemli mevkideler. Afgan devleti
onları birer Türkmen Türkü olarak görmektedir. Tanınmış Karkin aileleri de vardır
onlar kendilerinin Oğuz boyundan geldiğini bilirler, ama okuma yazma bilmeyen
binlerce Karkin ailesi kendilerini Türkmen olarak tanıtmaktadır. Cavzican şehrinin
Karkin ilçesine ve Amu Derya’nın kenarında yoğun olarak yaşayan Karkinler
genellikle çiftçilik ve halı kilim dokumacılığıyla meşgullerdir. Çocuklarına ad
koymada genelde Türkmenceyi kullanırlar. Afganistan’da birçok yer veya bölge ismi
Türkçe olduğu için çoğu Oğuz boyu bu isimlerin kimler tarafından konmuş ve ne
anlamlarda olduğunu dahi bilmemektedir. Bundan yetmiş yıl önceleri bu isimlerin
çoğu dönemin yöneticileri tarafından değiştirilmiştir. Karkinler kendi dillerinde
eğitim ve öğrenim görmedikleri için kendi tarihleri hakkında fazla bilgileri yoktur.
Bayatlar
Bayatlar çoğunlukla başkent Kabil’de yaşamaktadırlar, ama Afganistan’ın başka
şehirlerinde yaşayanlar da vardır. Özellikle Gazne şehrinde günümüzdeki Bayatlar
dillerini unutmuşlardır. Çoğunluğu Darica (Farsça) konuşurlar ve Şii’dirler. Sünni
olanları Peştunca (Afganca) konuşurlar. Dil bakımından tamamıyla asimile
olmuşlardır. Gelenek görenekleri bakımından az sayıda Türkmene benzerlik
taşıdığını görmekteyiz. İsimlerinin bir kısmı Türkçedir. Köy ve semt isimleri de
Türkçedir. Simalarından da çekik gözlü oldukları için Türk oldukları
anlaşılmaktadır. Peştunca konuşanları tamamıyla Bayat olduğunu unutmuşlardır.
Kendileri ile konuştuğumuzda kendilerini Peştun olduğunu savunuyorlar. Ama isim
ve yer adlarının neden Türkçe olduğunu sorduğumuzda nereden geldiklerini
bilmiyorlar. Farsça konuşan Bayatların aydınları kendilerinin Oğuz boyundan
geldiklerini savunurlar ve son yıllarda kendi dil ve kültürleri hakkında çalışmaları
sürmektedir. Bayatların önde gelen iş adamlarından Ehsanullah Bayat bugün
Afganistan’ın tanınmış, zengin iş adamlarındandır.
Banka, GSM şebekesi, Özel TV ve onlarca şirket sahibi olan Bayat grubu Yönetim
Kurulu Başkanı olan Ehsanullah Bayat Afganistan’ın her şehrinde okul, sağlık ocağı
ve alt yapı hizmetleri ile Afgan halkın sevgisini kazanmıştır. Ayrıca Bayatların soy ve
menşei hakkında televizyonunda bazı kültürel programları düzenlemektedir. Son
yıllarda Bayatlar hakkında birçok kitap, dergi ve gazeteler çıktı. Bayatlar kendi
soyları ile övünmektedir. Halka yaptığı hizmetlerinde kendi soyadları olan Bayat
ismini okullarda, sağlık ocaklarında ve değişik halka yönelik hizmetlerinde
kullanırlar. Afganistan Bayatları maddi durumları diğer Oğuz boylarından nispeten
iyidir. Her türlü maddi imkâna sahiplerdir. Devlet dairelerinde de önemli
270
GÜNEY TÜRKİSTAN’DA YAŞAYAN OĞUZ TÜRKLERİNİN ÜÇ BOYU ÜZERİNE
makamlarda çalışmaktadırlar. Az sayıda Bayat ailesi Amerika ve Avrupa ülkelerinde
yaşar. Afganistan Bayatlarına çeşitli dernekler vasıtası ile yardım gönderirler.
Afşarlar
Afganistan Afşarları yaklaşık 2 milyon civarında bir nüfusa sahiptir. Afganistan’da
dağınık bir şekilde yaşamaktadırlar. Genelde Kabil ve Mezar-ı Şerif şehirlerinde
yoğunluktadırlar. Kabil’in Afşar bölgesindeki Nadir Afşar Sarayının etrafında geniş
bir alanda yerleşim merkezleri kuran Afşarlar çoğunlukta asimile olmuştur. Çoğu
bugün Farsça konuşurlar, inanç olarak da Kızılbaşlardır. Aralarında Türkçe
konuşanları da vardır. Konuştukları Türkçe bugünkü Güney Azerbaycan’ın Tebriz
şehrinde konuşulan Azeri Türkçesinin aynısıdır. Afşarların şair ve yazarlarından
olan Abdulhamit Han-ı Afşar’ın verdiği bilgiye göre Afganistan Afşarları, 1888-1940
yıllarına kadar Afşar bölgesinde yaşayan halk Farsça bilmiyordu, hep Türkçe
konuşurlardı. Dönemin Afgan yöneticileri zorunlu göç politikası uyguladığı için
buradaki Afşarlar Güney ve Kuzey Afganistan’a gönderilmiş, Güney ve Kuzey
bölgelerinden getirilen diğer etnik halklar Afşarların bölgesinde yerleştirilmiştir.
Zamanla azınlık duruma düştükleri için dillerini kaybetmişleridir. Kabil’in güney
bölgesinde yaşayan Afşarlar Darulaman bölgesindedir. Bu iki bölgede yoğun olarak
yaşamaktadırlar. Yaklaşık yüz aile kendi arasında Türkçe konuşur. Sözlü olarak da
olsa dillerini muhafaza etmişlerdir.
Örneğin kaynak kişilerimizden olan Muhibullah Muhammet Ali 48 yaşındadır.
Bizim ile rahatlıkla Türkçe konuşabilmektedir. Türkiye’ye hiç gitmemiş ve bir
Türkiye Türkü ile de konuşmamıştır. Sadece ailesinde kendi dilini sözlü olarak
muhafaza etmiştir. Muhibullah’ın dediğine göre ‘’Afganistan’ın Herat ve Mezar-ı
Şerif şehirlerinde toplu yaşayan Afşarlar dillerini korumaya çalışmışlar, ama bu
bölgelerin dışında yaşayan Afşar halkı tamamıyla dillerini unutmuşlardır. Devlet
Hazara ve Şii olduğumuzu diğer etnik gruplara tanıttığı için zamanla bizim Afşarlar
Hazaraların arasında karışmışlar ve asimile olmuşlardır.’’
Afganistan’da etnik gruplar arasında son yıllarda birçok hak Afgan devleti
tarafından tanındığı için günümüzde Afşarların birçok derneği vardır. Bu dernekler
sosyal ve kültürel faaliyetlerini sürdürmektedirler.
Kızılbaş Afşarlarının kendi bölgelerinde camileri vardır. Bazı toplantılarını bu
camilerde gerçekleştirmektedirler. Afşarlar camilerini çok amaçlı olarak
kullanmaktadır. Sadece ibadet olarak değil, sünnet merasimi, düğün, özel davet,
ölüm gibi toplumsal olaylarını da bu camilerde bir araya gelerek
gerçekleştirmektedirler. Cami ve derneklerinin korunması için herkesin kendi
durumuna göre aylık aidat ödeyerek zenginler tarafından her Çarşamba ve Cuma
günleri bu camilerde yemek dağıtırlar.
Afşarların yaşayış tarzları Hazara Türklerinden farklıdır. Onlar kendini Oğuz
boylarından geldiklerini söylerler ama Hazaraların çoğu kendilerinin Türk soylu
olmadığını savunur. Günümüz Afşarlarının hem siyasi hem de sosyo-kültürel
bakımından iyi bir konumda olduğu görülmektedirler. Eskiden devlet yöneticileri
Afşarları Hazara halkı olarak tanıtmış ama Afşarların aydın insanları bu tanımı
reddetmiş ve kendilerinin Türk olduğunu savunmuşlardır. Asimile olan yüz binlerce
271
FİRUZ FEVZİ
Afşar ailesi bugün Afgan halkının nezdinde Hazara olarak bilinmektedir. Tabii ki bu
konu bilinçli olarak ortaya atılmış, Afşarların kendi dillerini ve kültürlerini
unutmaları, genel olarak bir Hazara ve Şii olarak hayatlarını devam ettirmeleri
hedeflenmiştir. Bizim kanaatimizce Afganistan coğrafyasında 24 Oğuz boyunun
tamamı yaşamaktadır. Ama bu boylar üzerine herhangi bir çalışma yapılmamıştır.
Sürekli olarak göç devam ettiği için bazı Oğuz boylarının adı bir yer adı olarak
kalmıştır. Ancak bu bölgeye gidildiğinde o boyun asimile olarak eriyip
kaybolduğunu görmek mümkündür. Bunun dışında bazı bölgelerde yer adlarının
farklı olmasına rağmen birçok Oğuzun bu bölgelerde yaşadığını görmek de mümkün
olabilmektedir. Bunun gibi karmaşık durumlar Afganistan coğrafyasında
araştırmaları da güçleştirmektedir.
Sonuç
Afgan Türkistanında Türk boylarının birçoğunu bulmak mümkündür. Ancak
bunların tespiti noktasında kapsamlı ve sağlıklı bir çalışmaların yürütülmesi
gerekmektedir. Afganistan coğrafyasının yüzde yetmişi dağlık alan olduğu için
kırsal kesimlerde ve dağ yamaçlarında yaşayan milyonlarca Türk kökenli insan
bulunmaktadır. Bunlara rahatlıkla ulaşmak oldukça zordur. Normal araba yolu
olmadığı için bu bölgelere başka vasıta ile ulaşmak mümkündür. Ancak
araştırmacılar genelde şehir merkezlerinden Oğuz boyları hakkında bilgi toplamaya
çalışmaktadır. Bu da yüzde yüz sağlıklı verilerin elde edilmesini güçleştirmektedir.
Günümüzde Afganistan’da üniversitelere ilgi artmaktadır. Öğrenci sayısı her yıl
artmakta olup, Türk lehçelerine yönelik bölümlerin açılmasına ihtiyaç
duyulmaktadır. Artık her boy kendi dil kültürünü yaşatmak için değişik
programların rahatlıkla düzenlemektedirler. Bizim Türkiye’deki Türkiyat Araştırma
Enstitü ve merkezlerinden beklentilerimiz, asimile olmuş veya asimile olmaya yüz
tutmuş olan Oğuz boyları hakkında akademisyenleri görevlendirerek sahada daha
detaylı araştırma yapmalarını sağlamalarıdır.
KAYNAKÇA
Saray, M. (1997). Afganistan ve Türkler. İstanbul: Kitabevi Yayınları.
Aysultan, H. (2007). Afganistan’da Türkçe Eğitimin Tarihi. Yüksek Lisans Tezi, Ankara.
Yılmaz, A. (2005). Afganistan’da Kadının Sosyal Statüsü ve Din Eğitimi. Süleyman
Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek
Lisans Tezi.
Albayrak, R. (2004). Afganistan Türkleri. Ankara: Berikan Yayınları.
Gökdağ, B. A. (2002). Afganistan’da Türklük ve Hazaralar. Türkler.
Yayınları.
Eren, H. (1976). Afganistan’da Türkler ve Türk Dili. Türk Dili. Haziran.
272
TÜDEV
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
OĞUZCANIN DAĞILIMI VE HORASAN TÜRKÇESİ
F UA T BO ZK UR T
Türk dilleri arasında köklü bir geçmişi olan Oğuzca, geniş yayılım alanı nedeniyle,
kendi içinde oldukça farklı özelliklerle birbiri ile bağlanır.
Türkistan kapısında başlayan yayılma alanı, Horasan, Afganistan, Azerbaycan, Anadolu, Makendonya’yı içine alan geniş bir bölgeye yayılır. Böylesina geniş alana yayılmış bir dilin değişime uğraması ve ağız ayrımları yaşamasından doğal bir durum
bulunmaz. Türkmence, Azerice ve Türkiye Türkçesinde yazı diline dönüşen ayrım
özellikleri, bir dizi lehçede konuşma dili ile sınırlı kalmıştır. Küçük ayrımlarda gözlenen bu renklerle Oğuzca geniş bir yelpazede birbirine ulanan zincirin halkalarını
andırır. Doğudan Batıya uzanan alanda Oğuzcada en uzak dal Türkmence olarak
gözükür. Eski Türkçenin uzun ünlülerini koruması ile başlayan ses özelliği, giderek,
biçimbirim farklılıkları ile bütünleşir.
Oğuz dillerinin konumu yakın zamana değin kopukluk göstermekteydi. Şöyle ki bir
yanda Türkçenin eskicil özelliklerini koruyan Türkmence yanında, öbür Oğuz dilleri,
daha fazla değişime uğramışlardı, aynı evrim sürecini yaşayan bir dil kolunun böylesine farklılıklar göstermesi dilciler için çelişkili bir durumdu.
Yeni bulgularla, Oğuzcanın bu konumu aydınlanmış oldu. Şöyle ki, Oğuzca Horasandan başlayıp batıya doğru uzanan alanda, kendi içinde küçük ayrımlarla birbirini
tamamlayarak ilerliyordu.
Konum
Horasancanın Türk dili ocağındaki yerini belirleyen Prof.Dr. G. Doerfer'dir. Doerfer'e
göre, Makedonya'dan İç Asya'ya dek yayılmış Oğuzca çeşitli dil ve ağızları ile bir
zincirin halkalarını andırır. Horasanca, şimdiye dek kopuk gibi gözüken Türkmence
ile Azerice arasındaki halkayı oluşturur. Kimi ses özellikleri ile Türkmenceye benzer.
Ama sözcük kuruluşu yönünden Türkmenceden çok Azericeye yakındır. Sözvarlığı
273
FUAT BOZKURT
bakımından Azericeden kesin biçimde ayrılır. Horasanca Türk dili tarihi açısında
büyük önem taşır. Sözgelimi Horasancada şu önemli özellikler saptanır:
-gay-/-gey- Gelecek zaman eki yaşayan kimi Horasan ağızlarında ve eski Horasancada kullanılır.
Çağdaş Oğuz dillerinde kimi sözlerde v- sesine dönüşmüş Eski Türkçenin b- sesleri
korunur.
Yine öbür Oğuz dillerinde bulunmayan -men, -sen biçimindeki kişi ekleri bulunur.
Mevlana'nın yapıtlarında hiçbir zaman Doğu Türkçesine özgü -nıñ tamlayan eki, ga/-ge yönelme eki ve -nı/-ni belirtme eki bulunmaz. Ancak Mevlana'da "bol-" eylemi
vardır. "-gay" Gelecek zaman eki kullanılır. "-men" kişi eki bulunur. Bilindiği gibi
Mevlana Belh'ten gelmiştir. 13. yüzyılda orda Horasanca konuşulmuş olmalıdır.
Nitekim Belh Türkmenlerin eline 16. yüzyılda geçecektir. Aynı durum Behcet-ül Hadaik (şiir bölümleri) ve Kitab al-Fara'iz'in için de geçerlidir. Doğu Türkçesine özgü
kimi ögeler ile Oğuzca durum ekleri birlikte kullanılır. Bu dönem Anadolu Türkçesinden kimi örnekler şöyledir:
bol-gay 'olacak'
yarguya barur men
bol-gay-men 'olacağım'
'yargıya varacağım'
Bu bilgiler ışığında Eski Anadolu Türkçesinde bireysel özellik sanılan kimi ses olaylarını yorumlamak şimdi olasıdır. Bu dil, Moğolların önünden kaçıp Anadolu'ya
sığınan Türklerin dili olmalıdır. Daha sonra Anadolu Türkçesi içinde eriyecektir.
Aynı biçimde İbni Mühenna da Horasanca yazmış olmalıdır. Büyük olasılıkla İbni
Mühenna Merv'lidir. Yapıtında aşağıdaki gibi kimi ikili kullanımlar vardır:
ne bol-gay 'ne olacak'
ne ol-gay 'ne olacak'
Merv de 16. yüzyılda Türkmenlerin eline geçer. Öte yandan İbni Mühenna'daki bu
özellikleri Melioranski'nin savunduğu biçimde "Azerice" diye açıklamak da olası
değildir. Sonuçta Horasanca tarihsel açıdan Türkolojiye şu yenilikleri getirir:
1. Şimdiye dek "Oğuz Özbekçesi" diye tanımlanan dil gerçekte Kuzey Horasancadır.
İran'da konuşulan Horasancaya sıkı sıkıya bağlıdır. Bu dilde "olmak" eylemi bol-,
vol- ve ol- gibi değişik biçimlerde kullanılmıştır. Oysa ne Türkmencede ne de Özbekçede böyle bir kullanım söz konusudur.
2. Menges ve Pocelvevski Türkmenistan'ın İran sınırında konuşulan Türkmenceyi
asıl Türkmenceden katı çizgilerle ayırırlar. İran sınırında konuşulan dil Horasancadır.
3. İbni Mühenna'nın "Al-Biladna" (ülkemin dili) diye adlandırdığı dil Horasancadır.
4. Eski Anadolu Türkçesinde iki değişik tabaka sezilir. Bunlar Eski Anadolu Türkçesi
ile Eski Horasancadır. Eski Anadolu Türkçesinde görülen "olga - bolga" ikili kullanımı bu tabakalardan kaynaklanır. Horasancanın Oğuzca içindeki yeri şöyledir:
Horasancada Türkmencede olduğu gibi "ber-" 'vermek' eylemi kullanılır. Oysa 13.
yüzyılda Eski Anadolu Türkçesinde "var-" 'varmak', "ver-" eylemleri işlenir. 11-12.
yüzyıllarda Batı Selçukça ile Doğu Selçukça arasında bu ayrım doğmamıştır. Bir
274
OĞUZCANIN DAĞILIMI VE HORASAN TÜRKÇESİ
Selçuk beyinin adı "Tangrı-bermiş" (Tanrı verdi) biçimindedir. Yaklaşık 1150 yılında
Batı Selçukçada "karu barursan" 'nereye gidiyorsun' kullanımı vardır. Bu durumda
Horasanca 11-12. yüzyıllarda Selçukçada olan kimi özellikleri korur. Batıya göçen
Oğuzların dilinde gerçekleşen değişimleri yapmaz. Kimi konularda Türkmencede
olduğu gibi eski özellikleri korur. Batı Oğuzcada bulunan kimi sözleri de yaşatır.
Sözgelimi Azeri ve Türkmencedeki "tapmak" sözüne karşı "bulmak" sözü kullanılır.
Tüm bu özellikleri ile Türkmence, Azerice ve Türkiye Türkçesinden ayrılır.
Dört Oğuz dilinin tarihsel gelişimi şöyle olmalıdır: Selçukça 10. yüzyılda bölünür.
Horasan, Azeri ve Anadolu Türkleri topluca bir öbek oluştururlar. Türkmenlerden
ayrılırlar. Türkmenler kapalı toplum düzeni içinde yaşamlarını sürdürürler. Horasan
Türkleri Horasan'da kalırlar. Azeri ve Anadolu Türkleri batıya yolculuklarını sürdürürler. Horasanca Türkmencedeki kimi özellikleri korur. 16. yüzyılda Türkmen yayılması sonunda Horasan ikiye bölünür. Oğuz Özbekçesi adı verilen Kuzey Horasanca Güney Horasancadan ayrılır. Kuzey Horasanca Kıpçak ve Özbek etkileri ile
gelişir. Merv ve Belh ağızları oluşur. Batıda ise Azerice ile Osmanlıca birbirinden
ayrılır. Azerice kimi noktalarda Doğu Oğuzcaya bağlı kalır.
Türk dillerinin genel dağılımını ve Oğuzcanın konumunu Hocam Doerfer şöyle
belirler:
İlk Türkçe
Bolgarca
Genel Türkçe
Oğuzca
Selçukça
Batı Selçukça
Anadolu Azeri
Öbür Türk Dilleri
Türkmence
Doğu Selçukça
Afşarca
Horasanca
Oğuz Özbekçesi
İran'ın Horasan bölgesinde yaşayan Türklerin dilidir. Yakın zamana değin bu bölgede Türkmence ya da Azerice gibi Oğuz öbeği dillerinden birinin konuşulduğu ileri
sürülmüştür. Son yıllarda yerinde yapılan incelemeler sonunda bu dilin kendine
özgü özellikler taşıdığı ve başlı başına bir Oğuz dili olduğu anlaşılmıştır.
Horasan Türkleri, en çok Bocnurd, Nişabur, Deregez, Kuçan, Meşed illeri ile çevresine yayılmışlardır. Yaşadıkları alanın güneyini İran çölleri kaplar. Kuzeyde Özerk
Türkmenistan, Doğuda Afganistan ile sınır komşusu olurlar. Horasan, batıda Hazar
Denizine dek uzanır. Hazar'ın güneyinde yaşayan Türkmenler de komşularıdır.
275
FUAT BOZKURT
Horasan'ın güneyine doğru inildikçe bu dili konuşanların sayısı azalır. Kuzeyde ise
Türkmenistan'da dar bir alanda konuşulur. Ürgenç, Hive, Hazar-Asp ağızları ile
büyük yakınlık gösterir. İran ve Türkmenistan'da toplam 2.000.000 'a yakın kişi bu
dili konuşur.
Sözvarlığı
Sözvarlığı genellikle Oğuzcadır. Ama Azericede kullanılan 'ana', 'baba' anlamlarındaki 'dede', 'nene' sözleri Horasancada bulunmaz. Bu arada Türkçede seyrek
kullanılan kimi sözcükler bu dilde yaşar:
kire 'ince'
aaça <Mo aça 'uzak'
izah 'uzak' (< uzak ile yırak sözcüklerinin karışımı)
sussıx 'susuz'
Ses Dizgesi
Horasancada dokuz ünlü bulunur.
Farsçanın güçlü biçimde etkisiyle yaklaşık tüm Horasan ağızlarında büyük ünlü
uyumu bozulmuştur. Ayrıca -mak/-max eylemlik ve -di geçmiş zaman ekleri yalnız bir
biçimde kullanılır. Yabancı sözcükler ünlü uyumuna uymazlar. Dudak benzeşmesi
ise tümden gelişmemiştir.
get-max 'gitmek'
bil-max 'bilmek'
ağer 'ağır'
oxi-din 'okudun'
oyna-di 'oynadı'
alle 'elli'
ane 'ana'
amcey 'meme'
alme 'elma'
atmiş 'altmış'
bişıg 'pişmiş'
doşek 'döşek'
daale 'arka'
işşıg 'ışık'
dooli 'dolu'
Genelde Türkmencede olduğu gibi Horasancada da Eski Türkçenin uzun ünlüleri
korunur. Ancak Farsçanın etkisiyle çeşitli ağızlarda uzun ünlülerin korunması değişik olur. Doğal konumu gereği Deregez bölgesi ağzı, uzun ünlüleri en iyi biçimde
korur. Şu örneklerde uzun ünlüler bulunur:
aat <DLT aat 'ad'
baaş <DLT
baaş 'kafa'bééş <DLT beeş 'beş
bééz <DLT
beez 'bez'
dooli 'dolu'
géél <DLT
kööl 'göl'
yool 'yol'
gaaş 'kaş'
béél 'bel'
béér- 'vermek'
déért 'dört'
héél 'ıslak'
yee- 'yemek'
oodin 'odun'
oocah 'ocak'
oon 'on'
geece 'gece'
Açık ve kapalı e ünlüsü kesin olarak ayrılır. Birinci seslemde kapalı e ünlüleri özgün
biçimde kullanılır.
béél 'bel'
béér- 'vermek'
bééş 'beş'
bééz 'bez'
276
OĞUZCANIN DAĞILIMI VE HORASAN TÜRKÇESİ
çéyne 'çiğnemek'
déve 'deve'
vér- 'vermek'
gét- 'gitmek'
kérpi 'kiprik'
dé- 'demek'
ét- 'etmek'
ékki 'iki'
yér 'yer'
yél 'yel'
/a-/, /-a-/ > /o-/, /-o-/: Dudak ünsüzlerinin etkisiyle ortaya çıkmıştır. Yabancı sözcüklerde de görülür.
dovar 'davar'
govın 'kavun'
ovsar <Fa. efsar 'üzengi'
/e-/, /-e-/> /a-/, /-a-/ Farsçanın etkisiyle oluşmuş bir ses olayıdır. Başta ve içteki açık e
sesleri a ünlüsüne yakın bir sese dönüşür.
alay <DLT elek 'elek'
al 'el'
alle 'elli'
ar 'er, erkek'
amcey 'meme'
at 'et'
atey 'etek'
damir 'demir'
galin 'gelin'
-i-,-i > -é-,-é: Büyük olasılıkla bu da Farsçanın etkisine bağlıdır. i ünlüsü kapalı e ünlüsüne çevrilir.
aağér 'ağır'
aasté < OT. astın 'alt'
allé 'elli'
kérpi 'kiprik
kém 'kim'
sekéz 'sekiz'
yetté 'yedi'
yegérmé 'yirmi'
ö-,-ö- > e-,-e-: Horasancanın birçok ağzında kurallı biçimde bu ses olayı vardır. Farsçanın etkisine bağlı olmalıdır.
berey 'böbrek'
çel 'çöl'
dey- 'döğmek'
çerey 'çörek'
deşey 'döşek'
egeç 'öğeç, teke'
el- 'ölmek'
en 'ön'
ep- 'öpmek'
ergen- 'öğrenmek
eez 'öz, kendi'
geel 'göl'
gengs 'göğüs'
ger- 'görmek'
gez 'göz'
heel<Uy hööl'ıslak'
keyney 'gömlek'
kelge 'gölge'
tek- 'dökmek'
-u- > -ı-: Yukardaki ö > e değişimine koşut bir ses olayıdır.
bırın 'burun'
gılax 'kulak'
mırad 'murat'
vır- 'vurmak'
yımırta 'yumurta'
yıt- 'yutmak'
goyrıx 'kuyruk'
govın 'kavun'
goyın 'koyun'
otız 'otuz'
uldız 'yıldız'
-ü- > -i-: Horasancanın özgün özelliklerindendir. Birçok örnekte görülür. Farsça etkisiyle doğmuş olmalıdır.
birge 'pire'
dikan 'dükkan'
277
FUAT BOZKURT
diş- 'düşmek'
gil- 'gülmek'
iç 'üç'
izim 'üzüm'
kirey 'kürek'
sit 'süt'
diz 'düz'
gin 'gün'
isd 'üst'
kil 'kül'
sipirge 'süpürge'
-b- > -v- : Sık görülen bir ses olayıdır. Yabancı sözlerde de bu değişim saptanır:
çivin <Os.çibin 'sinek'
gavr <Ar. kabr 'mezar'
levas < Fa. libas ‘giysi'
sivil <Fa. sebil 'bıyık'
tevar <Fa. tabar 'balta'
-ç-, -ç > -ş-, -ş: Türkçenin çeşitli kollarında görülen bu ses olayı ile Horasan Türkçesinde kimi Türkçe ve yabancı sözlerde karşılaşılır:
aş- 'açmak'
agaş 'ağaç'
geş- 'geçmek'
gaş- 'kaçmak'
heş 'hiç'
iş 'üç'
-d > -t: Yabancı sözcüklerde görülen bir ses olayıdır. Sözcüğü Türkçenin kurallarına
uydurma kaygısı ile doğar:
biit <Fa. bid 'sögüt'
damat <F damad 'damat'
kebut < F kebud 'mavi
haştad <F heştad 'seksen'
nahut <F nuhud 'nohut'
nevet <F neved 'yüz'
horşit <F hurşid 'güneş'
-g-: Günümüz Oğuz dillerinde düşmüş olan Eski Türkçenin -g-ünsüzü seyrek olarak
Horasancada korunur:
birge <OT bürge 'pire'
gısga <Uy kısga 'kısa'
gargış <OT kargış 'karış'
h-: Çok seyrek olarak Eski Türkçenin sözbaşı h- sesleri Horasancada korunur:
haççı 'acı
heel <Uy. hööl 'ıslak'
-k > -y: Birçok Türkçe ve yabancı sözcükte görülen Horasancaya özgü yaygın bir ses
olayıdır.
aahey <Fa. ahek 'kireç'
amcey 'emcek, meme'
atey 'etek'
eşşey 'eşek'
birey 'böbrek'
çerey 'çörek, ekmek'
dezzey 'tezek'
dirsey 'dirsek'
deşey 'döşek'
eley 'elek'
iney 'inek'
irey 'yürek'
keyney 'gömlek'
kiçiy 'küçük'
kirey 'kürek'
şişey 'şişek'
b- > m-: Sözbaşı b- ünsüzü onu izleyen seslemde genizsil ünsüz burunursu m- ünsüzüne dönüşür. Türkçenin birçok kolunda yaygın olan bu ses olayı Horasancada da
görülür:
men 'ben'
mana 'bana'
min 'bin'
min- 'binmek'
278
OĞUZCANIN DAĞILIMI VE HORASAN TÜRKÇESİ
Genizsil n: Horasancada çoğunlukla Eski Türkçenin genizsil ñ sesi korunur. Bu bakımdan Horasanca Türkmenceye koşutluk gösterir.
doñguz 'domuz'
eñ'ön'
miñ 'bin'
yañı 'yeni'
yuñ'yün'
karañgı 'karanlık'
q- > - g-: İç Anadolu ağızlarından doğuya doğru tüm Oğuz dillerinde olan bu ses
değişimi Horasan Türkçesinde de vardır. Türkçe ve yabancı sözlerde görülür:
gabr 'kabr, mezar'
gal- 'kalmak'
gale 'kale'
ganat 'kanat'
gara 'kara'
garangı 'karanlık'
garga 'karga'
gargış 'karış'
garrı 'yaşlı'
gar 'kar'
gatıh 'ayran'
gatır 'katır'
gazan 'kazan'
gıl 'kıl'
gılıç 'kılıç'
gırh 'kırk'
gısga 'kısa'
goç 'koç'
-q > -x: Eski ve Orta Türkçenin söz sonu -q ünsüzü Horasancada -x ünsüzü ile karşılanır:
bax- 'bakmak'
dırnax 'tırnak'
dudax 'dudak'
gırx 'kırk'
oocax 'ocak'
oğlax 'oğlak'
yox 'yok'
yastıx 'yastık'
-q- > -x-: Söz içinde -q- >-x- değişimi ile daha az karşılaşılır:
axşam <DLT axşam 'akşam'
arxa <ET arka 'arka'
oxı- <ET okı- 'okumak'
toxı- <DLT tokı- 'dokumak'
toxlı <DLT toklı 'toklu'
yaxın <ET yakın 'yakın'
-q > -g: Birkaç örnekte bu ses değişimi ile de karşılaşılır:
aydıllıg <DLT aydıñ 'aydınlık'
ağ <ET ak 'ak'
ocag <ET oçak 'ocak'
goymag <ET kodmak 'koymak'
t- : Horasancada, yaklaşık hiçbir Oğuz dilinde kullanılmayan kimi örneklerde önseste t- ünsüzü korunur:
tek- <ET tök- 'dökmek'
tohı- <ET toku- 'dokumak'
touşan <ET tavukan 'tavşan'
toolı <ET tolu 'dolu'
tur- <ET tur 'durmak'
y- düşmesi: Azericede olduğu gibi Horasancada da kimi sözcüklerde y- sesi düşer:
il <ET yıl 'yıl'
ilan <ET yılan 'yılan'
irey ET yürek 'yürek'
it- <ET yitmek 'yitmek'
itte <Uy.yitti 'acı'
iiz <ET yüz 'yüz'
iiz <ET yüz 'yüz, surat'
ulduz <ET yıldız 'yıldız'
Benzeşme: Kökeni kolay söyleme isteğine dayanan benzeşme kimi örneklerde görülür:
allın 'alnın'
aydıllıg <DLT aydıñ-lık 'aydınlık'
ginniz <ET kündüz 'gündüz'
issinde 'üstünde'
279
FUAT BOZKURT
ossun <DLT bol-sun 'olsun'
Ses ikilemesi, Horasancada oldukça sık görülen bir ses olayıdır.
aşşağé <DLT aşak 'aşağı'
eşşey <ET eşkek 'eşek'
bäyyat < 'bayat'
derri <DLT teri 'deri'
dezzäy <DLT tezek 'tezek'
dokguz <ET tokuz 'dokuz'
ékki <ET eki 'iki'
garrı <ET karı 'yaşlı'
gurrı <ET kurug 'kuru'
sakgal <ET sakal 'sakal'
işşıg 'ışık'
sekkez<ET sekiz 'sekiz'
teppe <ET töbü 'tepe'
toppuk<DLT topık 'topuk'
yekke 'büyük, iri'
yetti <ET yiti 'yedi'
Örgü
Çoğul eki -lar/-ler biçimindedir. Ses olayları nedeniyle çok kez -la/-le biçiminde kullanıldığı olur.
ev-le 'evler'
kişi-le 'adamlar'
İyelik ekleri şöyledir:
Tekil Çoğul
1. kişi -im
2. kişi -iñ
3. kişi -i
äl-im 'elim'
ayag-ım 'ayağım'
-imiz
-iniz
-leri
älim-iñ'elimin'
alim-i 'elimi'
Tamlayan durumu -ıñ/-iñ, -nıñ/-niñ ya da -yıñ/-yiñ biçimindedir.
är-iñbacısı 'görümce'
dağ-ıñbaşında'dağınbaşında'
ali-yiñdişi 'Ali'nin dişi'
xoda-yıñişi 'Tanrının işi'
Belirtme durumu -ı ya da -nı ekleri ile karşılanır.
aay-ı 'ayı'
baazaar-ı 'pazarı'
dünya-nı 'dünyayı'
goca-nı 'yaşlıyı'
kişi-ni 'adamı'
goşın-ı 'askeri'
Yönelme durumu -a ya da -ya eki ile anlatılır.
ev-e 'eve'
geeçi-ye 'keçiye'
kişi-ye 'adama'
at-ı-n-a 'atına'
Bulunma durum eki -da biçimindedir. Benzeşme yüzünden -na/ -ne biçiminde kullanıldığı da olur.
Agaş-lıg-da 'ağaçlıkta'
biyaaban-da 'çölde'
äl-i-n-nä 'elinde
Çıkma durumu -dan eki ile sağlanır. Benzeşme sonucu -nan/ -nen biçiminde kullanıldığı da olur.
çeşme-dän 'çeşmeden'
dağ-dan 'dağdan'
daaş-dan 'taştan'
bey-in,den 'beyinden'
äl-in-nän 'elinden'
äl-imiz-nän 'elimizden'
Araç eki olarak kökeni "birlen" sözüne dayanan -nan/-nen kullanılır.
280
OĞUZCANIN DAĞILIMI VE HORASAN TÜRKÇESİ
salaam-nän 'selamla'
äl-ler-iy-nän 'elleri ile'
gilmag-ınan 'gülmekle'
Eşitlik anlatımı "kimin" sözcüğü "-layın" ve "-dey" ekleri ile karşılanır. Ayrıca eşitlik
eki -ça/-çä kullanılır:
galaniñyaxın-na-ça 'şehrin yakınına dek'
daga-çan 'dağa değin'
Yön eki -arı/-äri kalıplaşmış biçimde bir iki örnekte yaşar:
iç-äri 'içeri'
soñ-ra 'sonra'
Kişi Sözcükleri
men
sen
meniñ
seniñ
maña
saña
meni
seni
mende sende
menden senden
meniineñ seniineñ
Gösterme Sözcükleri
bu / bı
munıñ şunıñ
muña
munı
mundaşunda
mundan
munineñ
o
onıñ
oña
onı
onda
ondan
onıınañ
biz
biziñ
bize
bizi
bizde
bizden
biziineñ
siz
siziñ
size
sizi
sizde
sizden
siziineñ
şu / şo
onıñ
şuña
şunı
onda
şundan
şunineñ
ola
olariñ
olara
oları
olarda
olardan
olarıneñ
o
oña
onı
ondan
onineñ
Dönüşlü Sözcük olarak "kendi" anlamındaki "ééz" <öz sözü kullanılır.
éézine fikr ederdi 'kendi kendine düşünürdü'
éézini eldirdi 'kendini öldürdü'
éézimi bir garrının levasına saldım 'kendimi bir yaşlının kılığına soktum'
Belgisiz Sözcükler
her neme 'her ne'
heşkim 'hiç kimse'
birisi 'biri'
felaanekes 'filanca'
Sayı Sözcüklerinde Türkiye Türkçesine göre, yalnız ses değişimleri var: 1. bir, 2. ékki,
3. iç, 4. dert, 5. bieş, altı, 7. yetdé, 8. sekkéz , 9. dokgoz,, 10. oon, 20. yiermé, 30. outız, 40.
gırx, 50. áállé, 60. altmış, 70. yetmiş, 80. haştâd, 90. neved, 100. üz , 1000. miñ.
Sıra sayıları -inci/-minci ekleri ile yapılır:
bieşinçi 'beşinci'
álliminçi 'ellinci'
Üleştirme sayıları -ar/-er, -şar/-şer eki ile anlatılır:
birer 'birer'
bieşer 'beşer'
Horasanca, belirteçler bakımından, Oğuz dillerinden ve Türkiye Türkçesinden ses
değişimleri dışında ayrım göstermez. Yalnız bir dizi Farsça belirteç de kullanılır.
Zaman Sözcükleri olarak aşağıdaki sözcükler kullanılır:
281
FUAT BOZKURT
álân 'şimdi' <A. alân
bádän 'sonra, ardından'
bugin 'bugün'
ertäynän 'sabah erken'
ilärsi gin 'önceki gün'
sáhár 'sabah'
zehrdä 'öğlen' <A. zuhr
bád 'sonra' <A. ba'd
bu il 'bu yıl'
dønäyn 'dün'
bırgin 'öbürsü gün'
indi 'şimdi'
soñra 'sonra'
Durum Sözcükleri olarak aşağıdaki sözler kullanılır:
áslän 'kökende, gerçekte'
álbättä 'elbette'
bøylä 'böyle'
çox 'çok'
dägil 'değil'
gänäm 'yine'
hátmän 'kesin'
xáyli 'çok'
xølasa 'özetle'
øyle 'öyle'
yavaş 'yavaş'
yäñiden 'yeniden'
Yer Yön sözcüklerine şu örnekler verilebilir:
aşşagıdan 'aşağıdan'
baş aşşagı 'baş aşağı'
bo yer 'bura'
bo yerde 'burda'
dâle 'arka'
içeri 'içire'
içinde 'içinde'
ilersi 'ilerisi'
iläy 'ileri'
ırak 'uzak'
izâk 'uzak'
taydan 'aşağıdan'
o yer 'ora'
orä 'ora'
orda 'orda'
yıxarı 'yukarı'
Soru Sözcükleri olarak şu sözler kullanılır:
hârda 'nerde'
haybiri 'hangi'
haybirisi 'hangisi'
hâydä 'nerde'
nädä 'nerde'
nämä 'niçin'
nämiçin 'niçin'
nämiye 'niçin'
närä 'nere'
närdän 'nerden'
neçä 'kaç'
neçe defä 'kaç kez'
İlgi
İlgeç olarak aşağıdaki sözcükler kullanılır:
için 'için'
kimin 'gibi, kadar, değin'
teki 'gibi'
çelli 'gibi'
tekin 'gibi'
Horasancada bağlaç olarak kullanılan sözcüklerin yaklaşık tümü yabancı kökenlidir.
Şu sözcükler bağlaç olarak kullanılır:
ki 'ki' fagat 'fakat'
çon 'çunki'
ágär 'eğer'
çunki 'çünkü'
ama 'ama'
vaxdı 'o zaman ki'
ve 've'
u 've'
veli 'ama, velakin'
hem 'hem'
de 'de'
her neme 'her neyse'
282
OĞUZCANIN DAĞILIMI VE HORASAN TÜRKÇESİ
Devinim
Horasancada ekeylem Azericeyi anımsatır. Durağan sözcüklerden ad tümcesi yapar.
Ekeylem olarak kullanılan ekler şunlardır:
Tekil Çoğul
1. kişi -am, -yam
-ay
2. kişi -añ
-añız
3. kişi -dı (çok seyrek-dır)
-dılan
Bu arada "barmak" eylemi ile ad tümcesi yapılır. Ad tümcelerine şu örnekleri gösterebiliriz:
evde baram 'evdeyim'
evdeyäm 'evdeyim'
İran'dayam 'İran'dayım'
sen kimen 'sen kimsin?'
bo xatın xurşit tekindi 'bu kadın güneş gibidir'
Buyurum kullanımı da istek kullanımını andırır. Benzer biçimde kullanılır:
al 'al'
diş 'düş'
vur 'vur'
alsın 'alsın'
çıxsın 'çıksın'
gelsin 'gelsin'
alıñ'alın'
yeñ'yiyin'
eldirsilen 'öldürsünler'
otırsılan 'otursunlar'
Dilek şu biçimde yapılır:
eldirüm 'öldüreyim'
geleñ'gelisin'
otirañniz 'oturun'
gedüm 'gideyim^
geley 'gelsin'
tutañiz 'tutasınız'
İstek Türkiye Türkçesinden büyük ayrım göstermez:
al 'al'
getü 'getir'
çıxsın 'çıksın'
eldirsilen 'öldürsünler'
gopar 'kopar'
alsın 'alsın'
alıñ'alın'
otırsılen 'otursunlar'
Geçmiş zaman –ıBdı-, -dı- , -va-, -ba- ekleri ile karşılanır. Bu kullanımlarda belirli
geçmiş, belirsiz geçmiş kip ayrımı gözlenir. –ptı-, ıbdı- biçimi Türkiye Türkçesindeki
belirsiz geçmiş kipinin karşılığıdır. Belirsiz geçmişin öyküsü gibi bir kip işlevini de
üstlenir. Eklerin kullanımı ağızlarda oldukça karışık biçimdedir. Yaklaşık olarak
çekim şu biçimde gerçekleşir:
gelib-direm
-diren
-di
-direk
-dienis
-dilen
gel
-vam
-an
-ibdi
-vak
-vanis
-dilen
geli
-bam
-ben
-di
-bemis
-benis
-dile
Şimdiki zaman -y- eki ile yapılır.
biliyem 'biliyorum'
deniyéyñ 'dönüyorsun'
geliyem 'geliyorum'
otıryañ 'oturuyorsun'
283
FUAT BOZKURT
yiyeñ' yiyorsun'
agrıye 'ağrıyor'
geliyer 'geliyor'
geliyey 'geliyoruz'
yiyey 'yiyoruz'
geleñiz 'geliyorsunuz'
istiyeñiz 'istiyorsunuz'
geliyellen 'geliyorlar
içelmey 'içmiyorsun'
çekiliyer 'çekiliyor'
oxşıyer 'benziyor'
isdeyex 'istiyoruz'
gedey 'gidiyoruz'
geliyeñiz 'geliyorsunuz'
yiyeñiz 'yiyorsunuz'
isteyelen 'istiyorlar'
Geniş zaman -r eki iledir. Ses olayları ile değişik söylenildikleri olur:
di-y-er-em 'derim'
gel-lem 'gelirim'
kiter-rem 'getiririm'
bil-mez 'bilmez'
géd-er-em 'giderim'
işle-y-er-em 'çalışırım'
géderen 'gidersin'
Gelecek zaman –r-, ve –e- ekleri ile sağlanır:
gel
-rem
gel
-emen
-ren
-esen
-r
-e
-rek
-emiz
-renis
-esiz
-nlan
-ele
Geniş ve gelecek zamanda benzer eklerin kullanılması dikkat çekicidir.
Belirli geçmişin öyküsü -erdi eki ile yapılır.
géderdim 'giderdim'
géderdi 'giderdi'
géderdü 'giderdik'
géderdiñ'giderdin'
bilerdi 'bilirdi'
géderdiñiz 'giderdiniz'
Şimdiki zamanın öyküsü -udi- eki ile anlatılır. (u ünlüsü uzun ünlüdür.)
geludim 'geliyordum'
gédudiñ'gidiyordun'
galudi 'kalıyordu'
gédudiñiz 'gidiyordunuz'
géludilen 'geliyorlardı'
284
oturudém 'oturuyordum'
yazudiñ'yazıyordun'
yazudi 'yazıyordu'
yazudiñiz 'yazıyordunuz'
yazudilen 'yazıyorlardı'
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
SÖZLÜ TARİHTEN DESTANA,
DESTANDAN OĞUZNAMELERE
F UZ UL İ BA YA T
Bu gün Doğu Avrupa’dan Çin’e kadar geniş bir sahada varlığını sürdüren Oğuzların
tarih sahnesine çıkmalarından itibaren Türk devletçiliğinde, kültüründe, Türk
varlığının korunmasında önemli rol oynadığı bilinmektedir. Oğuzların tarih
sahnesindeki faaliyetleri onların sözlü tarihlerinde birkaç yüzyıl yaşadıktan sonra
ozanların icrasında destanlaşmış, tarihî şahıslar folklor geleneğinde yeniden işlenerek
kopuz eşliğinde toplu törenlerde, devlet toplantılarında, şenliklerde okunmuş, millî
birlik ve bütünlüğü korumuş, millî duyğu ve hislerimizi pekiştirmiştir. Durum
böyleyken Orta Çağa geldiğimizde İslamiyetin de kabulü ile dört Türk İslam devleti
(Karahanlılar, Selçukluklar, Kazneviler, Harezmşahlar) ideolojileri bakımından
Türkçülük ve Oğuzculuk harekatını başlatmış oldular. Özellikle Oğuzculuk ideolojisi
millî hassasiyetin güçlü olduğu Harezmşahlar, Selçuklular devletinde ve onları izleyen
Hulaküler, Osmanlılar, Karakoyunlular, Akkoyunlular ve Safeviler zamanında daha da
ileriye götürüldü. İran, Anadolu ve Balkanlarda kurulan devletlerin de esas unsuru
Oğuzlar olduğundan bunları doğrudan doğruya Oğuz devletleri ve beylikleri olarak
adlandırmak mümkündür. Türk-İslam dünyasında bu kadar etkin konumuna göre 14.
yy.dan Oğuz-Türk tarihi yazmak bir gelenek hâlini aldı ve bu tarih yazarlığı milliyetçe
yahudi olan Fazlullah Reşidüddinle başlatılmış oldu. Bu, destanın sözden yazıya,
sözelden tarihe geçit merhalesiydi. Her ne kadar “Cami-it Tevarih”in birinci cildi Oğuz
tarihine ayrılmış olsa da ve bütün bu tarihî veriler ekseriyetle sözelden derlenmiş
olsalar da bu bir tarih yazma çabasıdır. Her bir salname Oğuznamesi yazar metnidir ve
bütün bunlar başta Reşidüddinin, Yazıcıoğlu Ali’nin, Handemir’in, Hafız Abru’nun,
Ebubekir Tehrani’nin, Ebu’l Gazi’nin, Salır Baba’nın ve digerlerinin Oğuznameleri
olmakla Oğuz elinin tarihi, Oğuz padişahlarının şeceresidir.
Resmi olarak adlarına ilk defa Orhun-Yenisey yazıtlarında rast geldiğimiz Oğuzlar (Üç
Oğuz, Altı Oğuz, Tokuz Oğuz adları ile bilinen Oğuzlar “Altı Oğuz bodunu” şeklinde
Yenisey’e dökülen Barlık çayı kıyısındaki 1. Kitabede, “Dokuz Oğuz” adı ile Kül Tigin
285
FUZULİ BAYAT
Kitabesinde görülmektedir. (Bayat, 1993, s. 3)) tarihte büyük Türk kağanlıklarının –
Göktürk, Uygur, Karahanlı, ayrıca kendilerinin Oğuz Yabgu devleti adıyla Orta
Asya’da ve Selçuklu, Osmanlı, Akkoyunlu, Karakoyunlu ve Safevi adlarıyla bilinen
devletlerin kurulmasında iştirak etmişler. Bu kadar çok tarihî misyonu taşıdıklarından
olsa gerek sözlü tarih her zaman onlardan konuşmuş, zamanla bu sözlü tarih
belleklerden ozanların repertuvarına geçerek onların kopuzlarında destanlaşmış Orta
Çağa kadar söylene gelmiştir. Kurulan Oğuz devletlerinin yeni ideolojisine çevrilen
Oğuzculuk harekatı sözlü kültürden tarihe dönüş yapmakla yeni bir salname, yeni bir
edebi-tarihî tür – Oğuznameler oluşturmuştur. O bakımdan sözlü tarihten destana,
destandan yazılı tarihî kaynaklara transformasyon olunan Oğuz folkloru bütün
hâllerde temelde sözlü kültür ürünüdür, sözlü kültürün bellegidir. Sözle yazı, destanla
tarih arasındaki ilişkinin, geçidin en pratik örneği Oğuznamelerdir, denilebilir. Sayıları
yirmiden çok olan yazılı tarihî Oğuznameler bunun en güzel örneğidir.
Söz ve Yazı Bakımından Oğuznameler
Sözden yazıya geçiş başlı başına bir kültür değişimi, düşünce sisteminin yenilenmesi,
farklılaşmasıdır. (Ong, 2003) Aslında Oğuz Kağan Destanı, Dede Korkut hikâyeleri,
Oğuz atalar sözleri, Oğuz Destanının Uzunköprü varyantı vb. her ne kadar sözlü
gelenek ürünü olsalar da yazıya aktarılmakla musikisi, söyleme tarzı, söyleyici jesti,
dinleyici tepkisi, artikulyasiya ve tek kelimeyle icra ortamı bakımından folklorik
unsurlardan tecrit edilmiştir ve yazı kültürünün bir çok unsurlarını kendinde
barındırmıştır. Doğal olarak hiçbir yazı canlı icra ortamını yansıtamaz. O bakımdan
bugünkü hâliyle Oğuz Kağan Destanı, Oğuz Atalar Sözü, Uzunköprü varyantı, Dede
Korkut Oğuznameleri de sözün gerçek manasında yazılı metindir. Ancak yazıya
aktarılmış bu metinleri yazılı tarihî Oğuznamelerden farklı tutmak gerekir. Şöyle ki,
birincilerde folklorun yazıya aktarılmasıyla destanın, atasözlerinin kitaplaşması söz
konusuysa, ikinciler sözelden kopmuş, tarihîleşmek istenen metin türüdür. Hatta sözlü
tarihten derlenmiş, ozanların ifasında dinlenmiş Salır Baba Oğuznamesi de destana
özgü klişelerle, formüllerle, paralelizmlerle, epik tekrarlarla ne kadar iç-içe olsa da yine
de o bir tarihtir ve folklor unsurlarından tam da olmasa arınmış durumdadır. Ve en
esası da Salır Babanın amacı destanı derleyip yazıya aktarmak olmamış, destanı kaynak almakla
tarih yazmak olmuştur. Bu ise çok önemli bir farkın oluşmasına neden olmuştur.
Yazıcıoğlu Ali, Ebubekir Tehrani, Ebu’l-Gazi, Endelip de tarih yazmak için canlı icra
ortamında söylenen metinden yararlanmakla Oğuzname yazmışlar. Sözlü tarihten
istifade istisnasız olarak bütün Oğuznamelerde görülür. Şöyle ki eserini Farsça yazan
Reşidüddin, Hafız Tanış Abru, Türkçe yazan Ebu’l-Gazi, Salır Baba ve digerleri de
Türkman ileri gelenlerinden, yaşlı savaşçılardan, tarih bilenlerden öğrendiklerini
yazdıklarını defalarca kaydetmişler. Hatta Ebu’l-Gazi Bahadır Hanın verdigi bilgiye
göre Türkmen bakşıları 17. yy.da Oğuz Destanı söylemekteydiler. Topkapı
Oğuznamesinin yazarı da 1526’da baş vermiş Mohaç savaşında ozanların Oğuzname
okuduklarını kaydetmektedir.
Yazıya aktarılan destanla yazılı Oğuzname arasındaki farkın sebebi çok sadedir, şöyle
ki her bir Oğuzname yazarı söyleyici degil, sözlü gelenekte yaşayan, ozan ifasında
söylenegelen destandan, oğuz rivayetlerinden tarih yazmağa çaba gösteren
tarihçilerdir. Kaynak her ne kadar müşterek olsa da amaç ve kullanım tekniği farklı
olduğu için bunlardan biri destan, diğeri tarihtir. Doğal olarak her ikisinin kaynağı
sözlü tarih olsa da. Burada sözden yazıya geçişte name türünün de rolü büyüktür.
286
SÖZLÜ TARİHTEN DESTANA, DESTANDAN OĞUZNAMELERE
“Eski Türk kahramanlık destanlarının tür, yapı özellikleri örnek alınarak oluşturulan
name türü yeni bir olay değildir. Şüphesiz, burada dinî ideolojinin de bedii esere tesirini
unutmamak lazımdır. Name türünün bedii, bedii-tarihî, tarihî-siyasi şecere şeklinde
varyantlaşması meselesi yeni bir ifade usulünün veya kalıbının ortaya çıkması gibi
değerlendirilmelidir. Name adı ile ortaya konulan bütün eserlerin İslam’dan sonra
oluştuğu bilinmekte ve bunlar, eski destan geleneğinin nesir üzerine aktarılması gibi
değerlendirilmektedir. Name türünün hem tarihî olayları kaleme alan tarihî Oğuzname
hem de kahramanlık dönemini konu alan destanî şekilleri vardır. Özetle belirtilmesi
gereken bir mesele de Türk millî medeniyet sisteminde, namelerin daha çok yerleşik
hayata geçilmesi ile hız kazanmasıdır. Nitekim hem İslam’dan önceki konuları hem de
İslamî dönem konularını ele alan name türünün esasen nesirle yazılması sözlü
kültürün yazıya aktarılması, tarihleşmesi sürecinin başlanğıcı olarak değerlendirilmelidir.” (Bayat, 2013, s. 51)
Ancak tarih yazarları yazdıkları Oğuznamelerin büyük bir kısmını sözlü gelenekten
aldıkları için burada epik tahkiye ile Orta Çağ tarihçilik gelenegi, edebi metin normları
bir arada mevcuttur. Tabii ki Oğuznamelerin bazılarının destana daha yakın olması
yukarıda sıralanan özelliklerden birinin – folklorik unsurların üstünlük kazanması ile
alakalıdır. Bazı Oğuznamelerde bunun tersi ile karşılaşırız. Özellikle Farsça yazılan
Oğuznamelerde daha çok edebi ve tarihçilik gelenegi, belagatli dil, cilalanmış üslup
açık şekilde görülür. Doğal olarak her bir Oğuzname metninde az veya çok derecede
folklorik unsur: dövüş meydanının ve kahramanın tasviri, bahadırlık sahneleri, epik
hiperbolalar ve klişeler, tekrarlar ve paralelizmler vardır. Ona göre de bir çok
Oğuzname yazarı eserini destan olarak adlandırmışdır. Buna rağmen bu Oğuznameleri
şartlı olarak veya genel olarak Oğuz Destanı kapsamında değerlendirmek
mümkündür. Oradaki eski destanî unsurlar, arkaik düşünce tarzı, destanın
tarihîleşmesi ayrı bir folklorik problemdir ki bütün yazılı Oğuznamelerde kendini
biruze vermektedir.
Oğuznamelere göre söz ve yazı bağlamında bir önemli unsur da epik destan gibi
şekillenen Oğuznamelerin icra ortamında Türk kültür ekolojisinde ozan olarak adlanan
söyleyiciler tarafından anlatılması, metnin yapısının, poetik formunun söyleyicidinleyici bakımından düzenlenmesidir. Ozan, Oğuzname olarak adlandırdığı metinleri
kopuzla, ritmik avazla okuyarak icra etmekle onu dinleyenlere ulaştırır. Ozanın destan
metnini dinleyiciye sunma şekli musiki havası, musiki aleti ve şarkıyladır. Bu
elementler Türk epik gelenegi için olmazsa olmazlardandır. Oğuznamelerin tarihî eser
olarak yazıya aktarılması ile sözel metin için olmazsa olmazlardan olan icra ortamı
ortadan kalkmış oluyor. Söyleme sanatı, anlatım tekniği için karakteristik olan poetik
unsurlar metinin şekillenmesinde hiçbir işlev yerine yetirmiyor. Bütün bunlara
bakmaksızın söz ve yazı arasındakı fark bir kültür, bir düşünce farkı olsa da sözlü tarih
ve epik destan birbirinden Çin seddi ile ayrılmamıştır ve ayrılması da kültür tarihi
bakımından imkânsızdır. Yani araştırcıların da üzerinde durdukları gibi epik destan ne
tarihtir ne de roman (Gureviç, 1990, s. 70). Epik destan bunların her ikisinin
özelliklerini taşımasına rağmen sözel ortamda şekillenmiş, varyantlaşmış anlatı
türüdür. Tarih ve roman her ne kadar destani özellikle donatılmış olsalar da yazı
türüdürler. O bakımdan sözlü tarih yazarları Reşidüddin’den başlayarak Şakarim
Kudayberdiulu’na kadar (14-19. yüzyıllar) epik tahkiyenin yazılı tarihî varyantıyla
beraber estetik mahiyetli destanî unsurların da sınırlarını kolayca aşmışlar.
287
FUZULİ BAYAT
Kendilerini Ay Tanrı inancında olan kabile gibi bilen Oğuzlar (Bayat, 2005, ss. 119-129)
tarihin başlanğıcından bilgi ve birikimlerini sözel şekilde yaşatmış sonradan yazının
aktifleşmeye başlamasından sonra da uzun bir devir için sözlü geleneklerini muhafaza
etmiş ve Oğuznamelerinde bunu korumuşlardır.
Merhale Farkı
Sözlü gelenekte yaşayan Oğuz olayları Oğuzların önce bir kısmının, sonra da hepsinin
İslamiyeti kabul edip 13. yüzyılın sonlarından itibaren Türkmen adlanmaları ile
tarihîleşme sürecine girmiş oldu. Konar-göçerlikle beraber yerleşik hayatın
yaygınlaşması, devlet otoritesinin güçlenmesi ile Türk adı da geniş kullanma sahasına
girmiş oldu ve 14-15. yüzyıllarda konar-göçerlik Türkmenlere, Yörüklere bırakıldığı
hâlde yerleşik ve şehirleşmiş halk da Türk adlanmaya başladı. Oğuznamelerin yaygın
hâle geldiği dönemlerde artık Türklerin milletleşme sürecine girdiği sinyalleri
verilmeye başladı. Zamanla konar-göçerliği canlı şekilde yaşatan ve Türkman olarak
adlanan kitlenin tarihî olayları ozanların katkısıyla sözlü tarihten destana aktarıldı. Ve
uzun zaman ozan repertuvarında varlığını koruyan bu epik hadise Türkmen
devletlerinin – Selçukluların, İlhanlıların, Osmanlıların, Çobanilerin, Karakoyunluların,
Akkoyunluların ve nihayet, Safevilerin Sırderyadan Akdenize kadar geniş bir alanda
devletler kurmaları ile tekrar tarihîleşmeye doğru gitmeye başladı. Bu zaruret
Oğuzculuğun/Türkmanlığın devletin ve devlet kurmanın başlıca ideolojisine
çevrilmesi ile gündeme geldi. Hatta Orta Asya Türkmenleri Oğuz Destanını ataları
olan Oğuzlar hakkında söylediklerini, Oğuznameleri ise hükümdarlarının şeceresi ve
devletlerinin tarihi olarak biliyordular. Bunu dolaylı yolla da olsa Salır Baba
Oğuznamesi tasdik eder. Burada İslamiyetten önceki Oğuzlar olarak adlanan milli
birliğin, 11. yy.da Müslüman kimliğine büründükten sonraki devirde Türkmen olarak
adlanan birliğe dönüşümü söz konusudur. Gerçi bugünkü Türkmenistan’da yaşayan
Türkmenlerın İslamiyeti 14-15. yy.da kabul ettiği bilinmektedir. Burada esas mesele
Müslüman olan Oğuzların Türkman adı altında Azerbaycan’da, Irak’ta, İran’da,
Anadolu’da meskunlaşıp Oğuzculuk düşüncesini korumalarıdır. Oğuz Destanı Oğuzlar
için sözlü olaylar – rivayet ve destan toplusudursa, Türkmanlar için ecdatlarının tarihidir. Bu,
sözle yazı farkının hem de merhale farkından doğduğunun isbatıdır. Dede Korkut
Kitabının, Uzunköprü varyantının, Oğuz Ata Sözlerinin İslamiyetten sonra yazılı
Oğuznamelerle aynı zamanda 15-16. yüzyıllarda istinsah edilmesi de güçlenmekte olan
Türkmen devletlerinin ve Türkmanlığın Oğuzculuk ideolojisi adı altında sürdürülmesi
ile alakalıdır.
Uygur alfabesi ile yazıya alınmış Oğuz Kağan Destan parçasının da 14. yüzyılın
başlarında yazıya aktarılması Oğuzculuk şuurunun sözel belleğidir ve bir devlet
destanıdır. Bu sözlü belleği tarihîleştirmek 14. yüzyıldan sonraya düşse de onun türkü,
mit, hikaye ve nihayet destan şeklinde ilkin varyantlarının ne zamandan sözlü
kültürde fonksiyonelleştiğini söylemek zordur. Herhâlde Oğuzlar kendilerini
bildikleri, büyük devletlerin kurulmasında esaslı rol oynadıkları zamandan destan
yaratmak, ozanların repertuvarında yaşatmak işine girişmişlerdir. Eger Oğuz Kağanda
mitik Oğuz olayından, Oğuzların Bozok ve Üçoklara ayrılmasından, cihan devletinin
kurulmasından söz açılırsa, Dede Korkut Oğuznamelerinde olaylar Bayındırlarla
Salorların hâkim mevkii zamanı ozan repertuvarına dahil olmuştur. Oğuz Kağanda
olaylar daha çok yarı-tarihî, yarı-mitik mekanda baş veriyorsa (Çin, Tibet, Kafkaslar,
Anadolu, Mısır vb.) Dede Korkutta coğrafi mekan netleşmiştir ve Hazar deniziyle
288
SÖZLÜ TARİHTEN DESTANA, DESTANDAN OĞUZNAMELERE
Karadeniz arasıdır. Birinde Oğuzlar kendi dinlerindedirler, yani Tanrıcıdırlar, diğerinde
İslamiyeti yenice kabul etmiş Müslümandırlar. Aradan geçen tarihî süreç, mekan ve din
değişmeleri ihtimal ki Oğuz Destanının en azından dört-beş yüzyıl ozan belleğinde
yaşadığını kanıtlamaktadır.
Her ne kadar Oğuz Destanı, hatta sonradan yazılan Oğuznameler amaç, merhale
farklılığı arz etseler de bunların tamamı Oğuz mitinin değişik zamanlarda, değişik
coğrafi muhitlerde ve değişik siyasi birliklerde epik ve tarihi transformasyonlarıdır.
Tarih yazarlığına siyasi erk etki gösterdiği gibi Oğuz destanlarına da tesirsiz
örtüşememiştir. Örneğin Kâşgarlı Mahmut “Divanü Luğatit Türk”ü yazarken
Selçukluların hâkimiyeti vakti idi ve ona göre de Kâşgarlı Mahmut’ta Kınıklar Oğuz
Şecere listesinin önünde yerleştirilmiştir, Reşidüddin İlhanlılar zamanında
yaşadığından Osmanlılar misâlinde Kayıların hâkimiyetini görmüştü, Ebubekr Tehrani
Akkoyunların tarihçisi olduğundan Bayındır hâkimiyetini biliyordu. Hem de
Akkoyunlular devri yazılı kaynaklarından XV. yüzyıl tarihçisi Ebubekir Tehranî’nin o
zamana ait en inanılır kaynak olan Kitabi-Diyarbekriye adlı tarih yazmasının giriş kısmı
Oğuzname edebi üzerinde kaleme alınmıştır. Bu eserde 15. yy. kadarki Türk tarihî
Oğuz-Türkmanların hafızasında korunan, sözlü belleklerden aktarma olup, aslında
epik tarihtir. Ona göre de Oğuz Destanının Uyğur varyantı, Dede Korkut Hikâyeleri
yazılı tarihî mahiyetli Oğuznamelerle tutuşturulduğunda Oğuzların kozmogonik ve
dünya modeli hakkındaki düşüncelerinde farklılık görülür. Bunun bir sebebi söz ve
yazı özelliğiyse, diğeri de epik gelenekle tarih anlayışının farkıdır.
Merhale ister söz ve yazı, isterse de epik ve tarih, Şamanlık ve İslamiyet açısından
olsun farklı bilgiler sunuyorsa, o hâlde bunların her ikisine geniş manada Oğuz Destanı
veya Oğuzname dense de verilen bilgilerin farklı olacağı da açıktır. Araştırmada
kullanılacak metot da farklı olmalı, çıkarılan sonuçlar merhale (dini, kültürel, siyasi
vb.) karakteristiği bakımından değerlendirilmelidir. Aralıksız devam eden söz-yazıtarih alakası ve geçidi doğal olarak Oğuznamelere bütünün bir parçası olarak bakmayı
talep eder. İster Oğuz Kağan Destanı, ister Dede Korkut Hikâyeleri, isterse de
Oğuznameler olsun sonraki dönem epik eserlerde, mesela Köroğlunda, Yusup ve
Ahmet, Şah İsmail Destanında yeni form ve biçimde kendini gösterir. Oğuzculuk
düşüncesi Köroğlunda, Yusup ve Ahmet Destanında Türkmanlık şeklinde karşımıza
çıkar. Özellikle Köroğlunda Türkmanlığın (somut olarak Teke Türkman Eli) övülmesi,
Türkmanlığın millî şuur aktine dönüşümü süreci yaşadığının kanıtıdır. Bu şuur 16.
yy.da Dana Atanı, 18. yy.da ise Türkmen şairi Endelibi edebi Oğuzname yazmaya sevk
etmiştir. Özetle Oğuzculuktan Türkmanlığa geçiş, Türkmanlığın (konar-göçerliğin)
yaşam felsefesi olmasında, destan kahramanlarının Türkmanlık uğrunda savaşlarında
kendini gösteriyor.
Sözlü gelenekte ki bunun bize kadar ulaşan en eski varyantı Oğuz Kağan Destanıdır,
Oğuzların ecdadı Oğuz Hanın kurduğu cihan devletinin ikili bir idare etme sistemi ile
tamamlar. Bu sisteme göre Oğuzun üç büyük oğlu Bozoklar adı ile devleti yönetenler,
Üçoklar adıyla üç küçük oğlu da yönetime yardım edenler olarak devlet yönetiminde
yerlerini almış olurlar. Bu edebi bilgi hiç kuşkusuz sözlü tarih bilgilerinin ozanlara
aktarılması yoluyla ortaya çıkmıştır. Salnamelere bakmış olursak Oğuz zamanından
devlet onun babası Kara Hanla Oğuz arasında ikiye ayrılmıştır. İslami redaktede
Oğuzname bunları tek Tanrıya inananlarla, inanmayanlar (metine göre Allaha iman
edenlerle iman getirmeyenler) adı altında iki kısma ayırmıştır. (Kononov, 1958, s. 42;
289
FUZULİ BAYAT
Fazlullah Raşid ad-Din, 1987, s. 32) Oğuz, babası Kara Han ve onun kardeşleri Kür
Hanla Küz Han üzerinde zafer kazanmakla millî Oğuz Devletinin temellerini atmış
oluyor. Kara Handan kalan el Moğolları, Oğuzu takip edenler Oğuz kavminin esasını
koymuş oluyorlar. Bütün bu tarihî bilgiler sözlü gelenekten yazıya geçirilip Oğuzname
biçimine uyarlanırken destanî unsurlar da göz ardı edilmemiştir. Tabii ki ister
Reşidüddin, ister Yazıcıoğlu Ali, ister Ebü’l-Gazi Bahadır Han, ister Ebubekir Tehranî,
isterse de Hafız Tanış Buharî ve diğerleri olsun bize kadar ulaşmayan yazılı
kaynaklarla beraber Türkman ulularının sözlü hafızalarına da başvurmuşlardır.
Türkmanlığa geçişle beraber Oğuz Kağandan, Dede Korkut Oğuznamelerinden ve
kısmen de olsa yazılı Oğuznemelerden kopma, uzaklaşma söz konusudur. Bu kopma
neticesinde 16-17. yüzyıllardan başlayarak Oğuzculuk, yerini Türkmanlığa bıraktığı
gibi, ozanlar da icra ortamını âşıklara teslim ettiler ve sonuçta sözlü gelenekte Köroğlu,
Yusup ve Ahmet tipli kahramanlık destanları icra olunmağa başladı. Oğuzculuk tarih
gibi yalnız salnamecilerin şecere debi üzerinde yazdıkları Oğuznamelerde korunmuş
oldu. O bakımdan ölezimekte/ölmekte olan sözlü Oğuz geleneği yerini Türkman epik
düşüncesine terk etmeye mecbur oldu. Bundan yazılı tarih de etkilendi. Yazılı
Oğuznamecilik debi yaşamını sürdürse de 15-16. yüzyıllardaki seviyesine ulaşamadı.
Bakmayarak ki 17. yy.da Ebu’l-Gazi Bahadır Hanın Şecere-i Terakime ve Şecere-i Türk
adları altında iki Oğuznamesi, Endelip Karacadağî’nin edebi-tarihî Oğuznamesi, 19.
asırda Şakarim Kudayberdiulı’nın yazılı Oğuznamesi varsa da önceki geleneğin çok
çok zayıfladığı açık şekilde görülmektedir. Bunu başlıca sebebi merkezleşmiş Türkmen
devletlerinin zayıflaması, aralarındaki mezhepsel (kızılbaşlık sünnilik) parçalanma
veya Oğuzculuk ideolojisinden uzaklaşmasında idi.
Son Söz
Oğuzlar arasında mevcut olan sözlü tarihin folklorik geleneğe dönüşmesi,
destanlaşması süreci Oğuzların İslamiyeti kabul edip Türkmen devletleri kurmaları ile
yazılı tarihçilik geleneğinin – Oğuznamelerin ortaya çıkmasına neden oldu.
Oğuznameler ilk önce Türkmenlerin ecdadlarının soy tarihi, manevi dünyasıdır. İşte
arkaik mitolojik görüşlerin önce destana, sonra tarihe transformasyonu bütün Oğuz
Destanının ihyasının şartlarını hazırlamaya olanak tanır. Bu tarihî-kültürel süreçte
mitten epik geleneğe, epik gelenekten tarihe, bir sözle sözelden yazıya geçiş ortaya
çıkmıştır ki bu da Türk kültür ekolojisinin işleme mekanizmini açmaya hizmet edecek
en büyük unsurdur.
KAYNAKÇA
Bayat, F. (1993). Oğuz Epik Ananesi ve Oğuz Kağan Destanı. Bakü: Sabah.
Bayat, F. (2005). Ay Kültünün Dini-Mitolojik Sisteminde Türk Boy Adları Etimolojisi, 3ok,
Ankara.
Bayat, F. (2013). Oğuz Destan Dünyası. Oğuznamelerin Tarihi, Mitolojik Kökenleri ve Teşekkülü.
2. Bs. İstanbul: Ötüken.
Fazlullah Raşid ad-Din. (1987). Oguz-name (Terc. Şükürova R.M.). Bakü: Nauka.
Gureviç, A. Ya. (1990). Srednevekovıy Mir: Kultura Bezmolstvuyuşego Bolşinstva, İskustvo,
Moskova.
Kononov, A. N. (1958). Rodoslovnaya Turkmen, Soçinene Abu-l-Gazi Hana Hivinskogo,
Moskova-Leningrad: İzdatelstvo AN SSSR.
Ong, J.W. (2003). Sözlü ve yazılı kültür. Sözün teknolojileşmesi. İstanbul: Metis.
290
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
ZENCAN AVŞARLARININ
SOSYO-KÜLTÜREL YAPILARI ÜZERİNE
H AS S AN ESM AİL İ
R AS OU L ARA BK HANİ
Giriş
Oğuz Türkleri soyundan olan Avşarlar (diğer adıyla Avşar, Efşar, Ovşar, Ovşar,
Üçar) İran, Türkiye, Afganistan, Irak ve Suriye’de yerleşmişlerdir. İran’da göçebe
olarak ana meskenleri Fars, Kirman ve Horasan vilayetleridir. Azerbaycan ve Zencan
vilayetlerinde kent halkıyla kaynaşıp aynı şekilde farklı kollarda Azerbaycan, Zencan, Kazvin, Kirmanşah, Kohkiloyeh-Boyerahmet ve Hamaden vilayetlerinde göçebe
olarak yaşamaktadırlar. Türkiye’de de aynı oymaklar yaşamaktadırlar. Tarihî metinlerde, Avşar ismi Oğuz Kağan soyundan Bozoklardan olan Avşarın neslinden gelen
en tanınmış Türk boylarından biridir. Salar Baba ve Kâşgarlı Mahmud'a göre yirmi
dört Oğuz bölüğünden altıncısı; ‘Afşar’lardır ve Reşidüddin, Yazıcıoğlu ve Ebulgazi
de Avşarları, Oğuz boyunun dokuzuncu kolu saymışlardır. Diğer tarihî kaynaklarda,
Avşar, Yıldızhan’ın en büyük oğlu ve Salar Baba Avşarı, Ayhan’ın ikinci oğlu olarak
tanımlamıştır. Yukarıdaki kaynaklara dayanarak, Avşar sözü ‘çabuk’ anlamındadır.
Zeki Velidî Togan, Avşar sözün avci+er sözlerinden oluştuğunu öne sürerek Er ekin
erkek ve insan olarak açıklamış (Gökdağ, 2012, s. 9).
Anadolu Türklerinde çabuk, ters, hızlı, cuma günü, biber gibi açıklamalar bulunur.
Azerbaycan Türklerindeyse sütlü koyun, küçük hançer, şelale, süt gibi izahlar verilmiştir. Tüm bunların yanı sıra Avşar musiki makamlarından da sayılır (Kaya, 2012, s.
28).
Avşar boyu Türk sözü olarak Ovşar, Avşar veya Ovçar olarak, çabuk boy anlamındadır, savaşlarda küçük kuş gibi çabuk olup, geçmişte Oğuzhan’ın ordusunun sol
kolunu oluştururlardı. Selçuklu döneminde İran’a gelerek, Selçukilerden sonra
İran’ın farklı bölgelerinde hükümetler kurmuşlardır. Ayrıca Nadir Şah Avşar çağında özgür devlet de kurmuşlardırlar. Zandi’ye ve Kaçarlar döneminde İran ordusu291
HASSAN ESMAİLİ / RASOUL ARABKHANİ
nun en büyük kolunu oluşturup, Kaçar döneminin en tanınmış kumandanları bu
soydan gelmişlerdir (Haliki Mukadam, 2001, s. 106).
Zencan’da Avşar Aşiretlerinin Yerleşmesi
İran’ın en büyük aşiretlerinden sayılan Avşarlar farklı kol ve boyları Tikaptan (Dikentepe) Karac, Sava, Kazvin, Hamadan ve Kum çevresinde dağınık şekilde yerleşmiş, Avşar boyunun en fazla coğrafi dağılımı Zencan (Zangan) vilayet kent ve köylerinde olmuştur.
Avşarlar, Selçukiler çağında İran dağlarına gelerek tüm kıtaya yayıldılar. Diğer bir
grup da Safeviler döneminde Zencan bölgesinde yerleşmişlerdir. Bu boy Daviran
isimli diğer bir Türk aşiretle Azerbaycan bölgesi yani Hamseye gelip Kızılbaş kavimleriyle birleşerek “Şah Seven”i oluşturdular. Hamse Avşarların “Davirani” Avşarları
adıyla anılıp, Batı Azerbaycan vilayetinde yerleşen Sayınkale Avşarları ve Kazvin
bölgesindeki “Harekan” Avşarlarından farklıdırlar. Hamse taifelerinin en büyük
kolları Badirlu, Cihanşahlu, Cumalu ve Kara Osanlu boylarıdır ki Abharçayı ve Gerus bölgelerinde dağınık şekilde yerleşmiş, göç zamanı yaylakları Sultaniye yukarısı
ve Tarım dağlarının güneybatısı yanı sıra Kızılüzen nehri batı kıyılarına kadar uzanırdı ve yaylak arazilerinde tarım yaparak yaşam sürmekteydiler. Avşar kışlakları
köyü şimdi Zencan`ın güneybatısı Kızılüzen nehri kıyıları Hamse Avşar boylarının
kışlak yeri olarak tanımlanır (Soltani, 2010, ss. 140-141).
Avşarlar yaylak için Sanandac’in kuzeybatısı olan, Bicar Pir Mahmut ve Kırk çeşme
dağlarının ve Hamadan’ın Asadabat civarındaki yemyeşil yüksekliklerine giderlerdi
veya Saral, Obatu, Karatoru ve Gülçıdır dağlarına yerleşip Zencan batısında yerleşen
Sakız ve Bilgeyiz çevresinde dolaşırlardı. Bazıları da Azerbaycan’da Sahand dağlarının batısına veya Halhalda yerleşen Talış dağlarına giderler. Bu dağların verimli
yeşil arazileri Avşar boyunun meraları sayılır (Haliki Mukadam, 2001, s. 64). Avşar
boylarının kolları, ilgili dağların zirvelerinde aşiret hareketinde birbirinden ayrılıp,
kışlak istikametinde Kızılüzen kıyısına vararak Avşar kışlasına gelerek ilgili
mekânda 16 kışlak Orta yurdu oluşturmuşlardı. Farklı Avşar aşiretleri toplanarak
geleneksel kabile töreni yaparlardı (Haliki Mukadam, 2001, s. 64).
Avşar boyları ve kolları Zencan bölgesinin Kızılüzen ve Abhar çayı nehri sınırında,
yerleşmişler. Örneğin Keydar ili Avşarları, Mahnışan, Çaypara ve Tarım ili Avşarları
hepsi Kızılüzen nehri kıyısı üzerindedirler (Haliki Mukadam, 2001, s. 57).
Zencan Avşarlarının en önemli boylarından olan Osanlu Aşireti Soltaniye batısı ve
Sucas nehri sınırında yaşarlar, sonraları bir sırası Kızılüzen ve Oryad nehrinin etrafında yer alan bölgelere giderler, birçoğu da Zencan kentinde yerleşmişlerdir. Avşarlar devletinin kurucusu, Nadir Şah’ın ölümünden sonra İran Avşar boyları arasında,
Nadir Şah’ın intikamını almak adına, “Adil Şah” ve kardeşi “İbrahim Han Avşar”
kumandanlığında bölge köylerinde “Saman Arhı” (Saman nehri) bölgesinde bir
çatışma başlamış ve “Saman Arhı Savaşı” adıyla kaynaklara geçmiştir (Haliki Mükadam, 2009, s. 5).
Zencan’da diğer ünlü Avşar boyu, Kanı Baylu boyudur ki hâlâ Zencan ilçesinin batısında bulunurlar (Haliki Mukadam, 2001, s. 24).
292
ZENCAN AVŞARLARININ SOSYO-KÜLTÜREL YAPILARI ÜZERİNE
Avşar boyunun diğer kolu, Avşar Ayerlu boyudur ki Tarım ilçesi ve İcrud (Ucayurt),
Saitabat gibi bölgelerin çevresinde yaşarlar. Zandiye çağı, Zencan hâkimi Zülfikarhan ve Zülfikarilerin ceddi bu boydan olmuştur. Zencan’ın diğer Avşar boyu, Zayırlu boyudur. Zülfikar Handan sonra Alihan Avşar, Zayırlu başçısı ve Ağa Muhammet
Han’ın rakipleri bu boydandır (Haliki Mukadam, 2001, s. 26).
Zencan’ın diğer Avşar boy ve aşiretleri Kasimlu, Karahlu ve Araşlu boylarıdır ki
Tıkap ve Sayınkale’de yaşarlar (Haliki Mukadam, 2001, s. 26).
Zencan’ın batı ve doğusunda yerleşen Harekan kasabası tarihî yazılarda “Harekanin” adıyla anılıp Harekan Avşarlarının meskeni olmuştur (Haliki Mukadam, 2001,
s. 28).
Ebher kentinin güneyinde yerleşen diğer önemli Avşar boyu, İnanlu boyudur ki
Rahatlu, Şoluklu, Karaculu, Kongorlu, Ak saçlu, Şahverenlu, Çarkarlu kollarına
bölünürler. Avşar kışlakları kasabası ve Keydar çevresinde Abucanlu, Osanlu, Avşarlu, Akaçlu, Tohitlu, Teymurlu, Çopuklu, Hasanlu, Halifelu, Doğalu, Şahverdilu,
İsabeylu, Karuğlu, Kürtlü kolları yerleşir ve Sucas bölgesinde Dabanlu kolu
meskûndur. Keydar çevresinde Şehlu, Davarhlu kolları ve Sultaniye etrafında Sarıcalu, Boğuşlu, Yakuplu, Solmanlu ve Osanlu kolları meskûndurlar (Haliki Mukadam,
2001, s. 110).
Zencan’ın Oryad kasabasında, Elmalu, Bayamlu, Fahrlu ve Handaklu gibi Avşar
kolları yaşamaktadır. Çaypara bölgesinde ise Alvarlu, Pirlu, Mehdilu, Dadalu ve
Kara oğullular boyları yerleşirler. Yukarı ve aşağı Zencanroud kasabasında Elmalu,
Kolu Kaysalu, Edelu, Bahramlu, Mustafalu, Haşımlu, Dedelu ve Kanibeylu ve Kızıl
Keçlu kasabalarında Mehdilu, Nacaflu, Nasırlu, Musalu, Rahimlu, Kanilu ve Muganlu gibi kollar yaşamaktadır (Haliki Mukadam, 2001, s. 109).
Tarım bölgesinde Dadalu, Savilu, Musalu, Murtizalu, Mirzahalu, Nasırlu, Karadolu,
Mustafalu ve Zolkadır boyları yaşarlar. Nadir Şah Avşar katillerinden olan Musa han
Evşar Aierlu ve Emir Günhan Avşar’ın kardeşi, Nadir şahtan sonra Gilan hâkimi
olup Tarım Avşarlarındandır (Haliki Mukadam, 2001, s. 110).
Tarihte Zencan Avşarlarının Sosyal ve Siyasi Yerleri
Avşar boyu, Şah İsmail Safevi’nin yönetime gelmesinde en önemli etkenlerden olup
(diğer Türk boyları ile beraber) Safeviler sülalesinin askeri kolu, Kızılbaşların oluşumunda ana unsur olmuşlardır. Safeviler çağında Avşar boyu iki ana kola yani Kasımlu ve Arhalu veya Karahlu olarak bölünmüşlerdir ve Nadir Şah Avşar Karahlu
boyundandır. Şah İsmail Karahlu boyunu Özbek ve Türkmenlerin karşısına almak
için Horasan’a göç ettirip Abivard, Daragaz bölgesi ve bir kısmını da Marv bölgelerinde yerleştirmiştir.
Safevi döneminde Avşarlar altı büyük Türk koluyla Safevi devletinde yönetime
gelmişlerse de Safevi sultanları karşısında büyük bir problem sayılmışlar ve kendileri
güç kurbanı olmuşlar bu nedenle Şah Abbas döneminde İran’ın muhtelif bölgelerinde, yöneticilerin azizliğine uğrayarak Kirman, Yazd, Kohkiloyeh, Kuzustan ve Isfahan, Zencan, Sultaniyeh bölgelerinde bastırılıp, ortadan kaldırılmaya çalışılmışlardır.
Bu konuda Âlem Arayı Abbasî şöyle der:
293
HASSAN ESMAİLİ / RASOUL ARABKHANİ
“Şah Abbas emir verip, bir grubu Osanlu ve Aierlu Avşarlarına gönderip hepsini
yağma ettiler, Osanlu ve boyları en çok Zencan bölgesindedirler.” Ayrıca Dastureh
Şahriyaran kitabına göre Safavi çağının sonunda Aierlu Avşarları yeniden bastırıldılar. Şah Abbas hükümetinin ilk döneminde Özbekler ve Türkmenlere karşısında
Kuzey Horasanı korumak için, Azerbaycan bölgesinin Türklerin Horasan ve Gorgan kuzeyine göç ettirdi. Bu arada Kaçar Türklerin Gorgan, Astarabat bölgesinde
gönderdi (Haliki Mukadam, 2009, s. 5).
Bunun yanı sıra, Aierlu, Karehlu, Kosa Ahmetlu ve Çapışlu Avşar boyları Horasan’ın
askerî kalelerine gönderilip Abivard, Deregez ve Sarahs sınırında istikrar sağlandı.
Bu nedenle Safevi döneminde Aierlu Avşar boylarının küçük kısmı Zencan’dan
başka Horasan’ın Abivard bölgesinde yaşarlardı. Nadir Şah’ın ölümünden sonra,
Horasan Avşar boyları göç ederek, Azerbaycan ve Zencan’da yerleştiler, tarihî kaynaklarda bunlar Horasan Aierlu Avşarları olarak tanımlanırlar. Cihanguşa-yı Nadirî
kitabı ve diğer kaynaklarda, İmam Kulu Han Aierlu ismine birçok yerde rastlanmaktadır ki o Nadir ayaklanmasına katılmadı, lakin Tarım ve İcirud ve Zencan güneybatı
Aierlu Avşarları Nadir ordusuna katılarak Nadir’in önemli savaşlarında beraber
oldular. Bunlardan Tarım’dan Musa Bey Aierlu Avşar ve diğer yakın akrabaları
Nadir Şah ile birlikte savaşlara katıldılar. Bu nedenle Âlem Arayı Nadiri kitabında
Tarom Şahsevenler kumandanı olarak tanımlamıştır (Haliki Mukadam, 2009, s. 3).
Avşar çağında gittikçe Hamse veya Hamse Mahalı, Tarım hariç, günümüzdeki Zencan eyaleti olarak tanımlandı. Kerimhan Zand döneminde, Aierlu boyundan Zülfikarhan Avşar, Hamse yönetimini ele geçirdi (Hoseynalı, 2009, s. 44). Kerimhan Zand
Zülfikarhan Avşar’ın Zencan eyaletinde istiklal aldığına göre korkup ve Abhar şehri
civarında aralarında bir savaş olmuş ve Zülfikarhan Avşar yenmiştir. Ama Kerimhan
onu affedip yeniden Hamse vilayetini Zülfikarhana verdi (Hıdayet, 1960, s. 83). Kerimhan Zandın ölümünden sonra Zülfikarhan Kazvın, Gilan ve Hamedan vilayetlerini işgal etti. Zülfikarhan’ın kuvvetlenmesi Alimurathan’a büyük tehdit oluşturmuş
ve bunlar arasında İsfahan’da savaş olmuştur. Zülfikarhan başarısız olunca Zencan’a
kaçtı ama yakalanarak Alimurathan’ın emriyle öldürüldü. Bundan sonra Alihan
Avşar, Hamse yönetimine seçildi (Soltani, 2010, ss. 118-1120). Zülfikarhan’dan sonra
Alihan Avşar ikinci kişi olarak Hamse eyaletinde bağımsızlık ilan etti. Sonra Ağa
Muhammet Han Kaçar’ın emrinde oldu (Hoseynalı, 2009, s. 48). Alihan’ın ölümünden sonra Abdülahan Osanlu Zencan’a hâkim oldu. Abdülahan Avşarların Osanlu
bölümünden sayılırdı ki onlar Ürmıye Avşarlarından olup Safeviler devrinde Ürmıye’de yerleşmişlerdi. Onların Osanlu bölümü Zencan’a gelmişler ve bu bölgede güçlü bir aşiret olmuşlardır (Soltani, 2010, s. 122). Ağa Muhammet Han Kaçar zamanında Ayerlu Avşarları Zencan’da güç kaybetmişler ve Osanlu boyu bu dönemde daha
güçlü olmuştur. Abdülahan Avşar Zencan’ın valisi oldu. Abdülahan Avşar Ağa
Muhammet Han’ın emriyle Zencan pazarını kurmaya başladı ve Zencan’ın gelişmesine çalıştı (Rostam-elhokema, 2009, s. 67). Abdülahan Avşar, Ağa Muhammet Han
Kaçar’ın ölümünden sonra hükümet olduğunu iddia etti ve bundan dolayı yakalandı
ve kör oldu. Zencan hükümeti Muhemmet Selim Karasanlü’ye verildi ( Haliki Mukadam, 2009, s. 5).
Napolyon’un, Fetali Şah Kaçar sarayının özel elçisi Jober, Zencan’ı Hamse vilayetinin
başkenti olarak yazmıştır. Güzel bir pazara sahip olup yaklaşık 2000 dükkân oldu-
294
ZENCAN AVŞARLARININ SOSYO-KÜLTÜREL YAPILARI ÜZERİNE
ğunu belirtmiştir. Onun dediğine göre Zencan’ın ana gücü iki büyük Avşar boyundaymış. Zencan pazarında halı, kilim ve ipek dokumalar satılarak karşılığında silah,
barut ve kumaş satın alırlarmış (Jober, 1968, s. 154).
Nasireddin döneminde Zencan hâkimi Ehteşam elsaltaneh Hamse önemini şöyle
vurgular:
“Hükümdarlık deneyimi olmayan Hamse hâkimliği benim için zor bir iştir. Diğer
yandan Hamse’de olan iç karışıklık Doviran ve Avşar gibi iki büyük tayfanın olması ve Kurtbeylu, Çerıger ve diğer başka küçük kolları bu işi daha zorlaştırır…” (Ehteşam elsaltaneh, 1988, s. 79).
Zencan’ın büyük feodal ve hanlarından olan Cihanşah Han emir Avşar, Doviran
Avşarlarından olup arazi bölgesi Zencan’dan Hamadan’a kadardı. Kaçar şahı Nasireddin döneminde, Cihanşah ve Zencan hâkimi aralarında savaş oldu. Cihanşah Han
hâkimi yendi ama Nasireddin’in gazabından korkarak Rusya’ya kaçtı, sonra Tebriz’e
geldi. Mirza Cevat Moctehit aracılığıyla Şah tarafından affedilip Zencan’a döndü.
Cihanşah ava meraklı olup zengin olduğu hâlde göçebe ve basit yaşama meraklıydı
(Moctehedi, 1948, ss. 309-310).
Avşariler dönemi yıkıldıktan sonra Kaçar döneminde Hamse vilayeti, Zülfikar Han
Avşar Aierlu, Alihan Avşar Aierlu, Abdullah Han Osanlu, Amanollah Han Adahlu
gibi Avşar hanları eline düştü. Kaçarlar Avşar boylarını daha fazla çekemeyip tüm
arazi ve binalarını Meşhet ve Horasan’ın diğer bölgelerinde ellerinden aldılar ve
Hamse vilayetinde Avşarların hükümetini kabullenmeyip Kaçarlara geçirerek diğer
çevre hanların Hamse arazi ve boylarına geçmesini sağladılar. Ayrıca Halhal hükümetin Avşar Sadlu boyundan aldılar. Böylece Kaçarlar Avşar halkına en fazla baskıyı
yaptılar (Haliki Mukadam, 2001, ss. 187-188).
Bundan sonra Avşar boyları siyasi güçlerini yitirip Zandiye ve Kaçar elleri baskıları
nedeniyle, kendi birlikleri zayıfladı ve ayrıldılar. Rıza Şah Pehlevi döneminde Aşiretleri meskûnlaştırma politikasından dolayı, siyasi olarak ve ordu bakımından gücünü
yitirmesinden dolayı Avşar boyları üzerindeki baskılar artmış ve coğrafi havzalarının bölünmesiyle birliklerini yitirmişlerdir (Haliki Mukadam, 2001, s. 66).
Buna rağmen yapılan coğrafi bölmelerde Avşarları parçalayıp Avşar kasabaları ve
Batı Azerbaycan Avşarları Tikap bölgesinde ve Zencan Avşar kışlakları kasabası
veya Kazvin Avşariye isimli bölgede ve Karac güneyi Avşar kasasında sınırlı olarak
dağılmışlardırlar.
Avşarların çoğu İran ve şimdiki Türkiye’den çeşitli kimselerle evlilik yapmışlardır.
Günümüzde Türkiye, Irak, İran ve Suriye’de Avşar boyları dağınık olarak yaşamaktadırlar.
295
HASSAN ESMAİLİ / RASOUL ARABKHANİ
KAYNAKÇA
Gökdağ, B. A. (2012). Avşar Kelimesinin Kökeni Hakkında. Avşar Kültür Cografyası ve
Halk Kültürü. Y. Kalafat, A. M. Kaya ve M. Aksoy, Ankara: Berikan Yayınevi.
Haliki Mokadam, M. (2001). Ostane zencan sarzamıne akvame Avşar. Zencan: Zencan
Üniversitesi Yayınları.
Haliki Mokadam, M. (2009). Mardomşenasi Avşarhaye Ayerlü Zencan. Bayram Sosyal-Kültürel Aylık Dergisi. No 18, 3. Zencan.
Haliki Mokadam, M. (2009). Mardomşenasi Avşarhaye Osanlüye Zencan. Bayram
Sosyal-Kültürel Aylık Dergisi. No 17, 2. Zencan.
Hoseynali, H. (2009). Gozari bar Tarikhe Zencan. Zencan: Danesh Yayınları.
Hidayet, R. (1966). Rozat-elsafayeh Naseri. 15.cilt. Tahran: Pirüz ve Hayam Yayınevi.
İhtişam-ül Saltaneh, M. (1988). Hatiratı İhtişam-ül Sataneh. M. Moussavi. Tahran: Zuvvar Yayınları.
Jober Emili Prop, P. (1968). Mosaferat dar İran ve Ermanistan. Tarcomeye Alikoli Etemad Mokadam. Tahran. Bonyade Naşre Farhange İran.
Kaya, A. M. (2012). Tarihi Gelişim İçinde Avşarlar. Avşar Kültür Cografyası ve Halk
Kültürü. Y. Kalafat, A. M. Kaya ve M. Aksoy, Ankara: Berikan Yayınevi.
Mojtahedi, M. (1948). Rejaleh Azarbayjan der asreh mashrouteh. Tahran.
Rostem-elhokama, (2009). Tarikhe Dar-elerfan khamse. be koşeşe Hasan Hoseynali.
Zencan. Pinar Yayınları.
Soltani, R. (2010). Costarhayi az tarikheh Zanjan. Zencan: Nikan Kitab Yayınları.
296
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
YAMÇI’DAKİ TÜRK BOYLARI ÜZERİNE
H AS S AN H AZR A Tİ
Yamçı1, Tebriz’in 75 km kuzeybatısında bulunan küçük bir şehirdir. Birçok tarihî belge
kentin uzak bir geçmişi olduğunu kanıtlamaktadır. Yamçı, Baruç tepesinde bulunan
Neolitik döneme ait bulgular, bölgenin eski bir yaşam sahası olduğunu göstermektedir.
Neolitik dönemin MÖ 10000-6000 yılları arasında olduğunu göz önüne alırsak, Yamçı’da
insan hayatı belirtilerinin Azerbaycan’ın diğer bölgelerinden daha erken başladığını
görürüz. Bölge sakinleri diğer Batı Asya halkları gibi vahşi hayvanlar ve saldırganlardan
kendilerini korumak için, Zulbein nehri kıyısında oyuklar kazarak içlerine su doldurmuşlardır. Baruç tepesinin batı bölümündeki oyuk ve hendekler bunun en belirgin kanıtlarıdır.
Yamçı geçmişine dair daha eski bulgulara da rastlamaktayız. Urartu ve Medler dönemine
ait tarihî bulgular ve mekânlar iddiamızın bir kanıtıdır. Günümüzde Yamçı’nın 4 km
kuzeybatısında yerleşen, Urartulara ait eski Ulxu kenti bulunmaktadır. Yamçı tarihi İslam
çağındaysa daha da belirginleşir. Bölge eski zamanlar aynı ismi taşıyan kale ve nehir yani
Zolbeyn adıyla tanınırmış ki Merend ve Yamçı şehirlerinin ortasında bulunmaktaydı.
Mevcut isim İran’da Tebriz ve Merağa başkenti olan Moğol ve İlhaniler hükümdarları
döneminden kalmadır. Yam ve Yamçı, Moğolcada Çaparhane görevinde haberleşme ile
görevli kişilerin merkezden çevreye ve çevreden merkeze en kısa zamanda haber ulaştırma yerleri demektir. Bu görevi elçi Çaparhanenin imkân ve teçhizatlarından faydalanarak üstlenirmiş. Böylece, Yam unvanı Moğolcada posta merkez demektir ve Yamçı bu
merkezde görev yapan kişilere denilir. Yam sözlüklerde posta beygiri, Çaparhanede
bulunan hızlı beygir olarak açıklanmıştır2.
İpek yolunun Yamçı üzerinden geçtiğine dair de bazı kanıtlar mevcuttur. Bu yol Yamçının kuzeyinden geçmekte ve günümüzdeki yerel halk tarafından “deve yolu” olarak
tanımlanmaktadır. Aynı yolu Hoca Reşittendin Fazl-Allah Hamadanî, “Rabi-Raşıdî”
vakıfnamesinde “Şari” olarak tanımlamıştır. İlginçtir ki taş tepe üzerinde yerleşen yamaca “deve taşı” denmektedir.
Günümüzde İran ve çevre ülkelerde, “Yam” ve Yamçı” isimli on iki bölge mevcuttur. 1-Marand
Yamçı 2-Marand Yam 3-Erdebil, Yukarı Yamçı 4-Erdebil, Aşağı Yamçı 5-Zengan Yamçı 6-Veramin,
Yma 7- Amol, Yamçı 8-Neyşapur, Yam 9-Kuçan, Yam 10-Özbekistan, Yamçı 11-Afganistan, Aşağı
Yamçı 12-Afganistan, Yukarı Yamçı.
2 A. Dehkhoda, Yam sözü.
1
297
HASSAN HAZRATİ
Yukarıdaki mevzulara ek olarak Yamçı’nın 3 km kuzeybatısında bulunan Deveci yolu
üzerinde 3 m derinlikte “Rum kuyusu” bulunur. Aynı isimde yanı başında bir köy de
mevcuttur. Belki Romalılar, yolları üzerinde bu kuyuları kullanmış, gözetim kuleleri
yaparak onları korumuşlardır. Ayrıca kervanlar için dinlenme yeri de yapmışlardır. Belki
bu kuyu da ipek yolu istikametinde Yamçı civarında yapılmıştır.
Ayrıca deveci yolu üzerinde, Yamçı- Gıraç bölgesinde bulunan Gobi arazisi, Merkezi
Asya’da bulunan uçsuz bucaksız Gobi çölünü andırır. Belki Yamçı’da bulunan çöl birbiriyle kıyaslanamaz ama sanki kervanların Gobi çölünde çektikleri meşakkat ve zorlukların yeniden bir adlandırmasıdır.
Yamçı için diğer tarihsel kanıt, İslam döneminde özellikle İlhaniler’e ait olmak üzere
“Horram şah” tarlalarıdır ki Hoca Reşittendin Fazl-Allah Hamadanî onlardan bahseder.
Hoca Reşittendin şöyle der: “Merend’in ana yolu Batı kentlerine doğru işte bu tarla kenarındandır. Onun ismi “Şari”dir, Marand Belede bölgesi buraya bağlıdır. Livar Kaşanası
ve Tarla ortasındaki Şarie “Horam şah” denilir”. İşte yerel halk bu caddeye “deveci yolu”
der.
Yamçı aşiretleri
Yamçı şehri merkez bölümü dört büyük mahalleye yani Pazar, Keyhalu, Karıp Dizec ve
Musalu olarak bölünür.
Pazar mahallesinde yerleşen aşiretler şunlardır: Kerehlu, Ağaalilu, Hıdırlu, Himmetlu,
Hüseyinlu, Cafarlu.
Keyhalu mahallesinde Mohamadhanlu, Karaköyneklu, Molla Hüseyin, Ovşanlu, Heyranlu, Pirlu aşiretleri bulunur.
Karıp Dizec, Avazlu, Karıplu, Şiralilu, Seyitlu kabilelerinden oluşurlar. Küçük Musalu
mahallesinde, Musalu ve Sametlu aşiretleri yaşamaktadır.
Yamçı kasaba ve köyleri şunlardır: Arbatan, Baruc, Gulecar, Aşağı Livar, Yukarı Livar,
Rum kuyusu, Kalender, Merkit harabası, Yekan kahriz, Yukarı Yekan, Saadi Yekan, Amir
abat, Soyudler, Yence Kürt, Şamğululu, Kamış Ağıl, Geleban, Merkit, Farfar, Haç Ağa
Mehmet Hisarı, Kil Hisarı.
Yukarıdaki isimler ve aşiretlerin isimleri Türk ve Moğol soylarıyla ilişkili olduklarını
gösterir.
Örneğin Merkit köyünün ismi, merkezi Asya’da Moğolistan'da yaşamış göçebe bir kabile
ismiyle aynıdır. Bu kabile Altay soyundan olan ve Baykal gölü kıyısında yaşayan Timuçin’in annesi bu kabiledendir. Belki köyün adının Merkit olmasının sebebi, geçici olarak
bu yerlerde barınmalarıydı. Yamçı yakınında bulunan diğer bir köy Harabe Merkit’tir.
Belki Merkit halkı buradan göçmüş, köyün harap olmasına neden olmuştur. Veya Yence
Kürt köyü ismi Kürt sakinlerindendir. Moğullular, Moğol kabilelerinden olup Şamğululular kendilerini ünlü Avşar kabilelerindendirler.
Yamçı çevresinde ve merkezinde bulunan aşiretler ve onların etnik kökenleri hakkında
detaylı tarihî bulgular kısıtlıdır. Bildirideki bilgi ve bulguların çoğu sözlü tarihe dayanan
ve alan araştırmalarından elde edilen verilerden oluşmaktadır.
Avşar Kerehlu Boyu
Yamçı’nın Pazar semtinde yaşayan aşiretlerindendir. Tarihî kaynaklarda Kerhlu, Garglu,
Gerihlu, Giriglu gibi farklı adlarla anılmışlar. Kerhlular Avşar aşiretlerindendirler. Lakin
S. Nafisî’ye göre Avşar halkı ve diğer Türamanlardan değiller ve Türkistan’da yerleşmemişlerdir. Belki batı Türklerinden olarak Hazar, Kıpçak, Bulgar ve Peçeneklerle yakın
akrabalıkları olup ve yaklaşık beşinci yy.da Trans Kafkasya bölgesinde yaşardılar. İlgili
tayfalar, H 8. yy.da göçe başlayıp Şam’a gitmişler. Bunlar Moğol istilasından iki yüz sene
298
YAMÇI’DAKİ TÜRK BOYLARI ÜZERİNE
sonra yani H 10. yy.da, Şam’dan İran’a gelip Azerbaycan’da yerleştiler. Buna göre, muhtemelen Kerehlu aşireti H 10. yy.da Yamçı’da yerleşmiştir.
Bazı Avşar aşiretleri, Horasan, Hamadan, Kazvin, Kum, Saava ve İran merkezi bölgelerinden genel olarak Birinci Şah Abbas dönemince ilgili bölgelere göçmüşler. Kasrevî
bunun aksin düşünmektedir. O İran’a Avşar ve Kerehlu aşiretlerinin göçünün Selçuki
döneminde yapıldığını savunur. Ona göre Avşar aşiretinden Selçukiler çağında Huzistan
bölgesi kumandanı “Şelme” adlı biriydi. R. Hamadanî, Avşarları Türk kabilelerinden
kabul etmiş, ünlü Türk kumandanı olan “Coş Oğuz” ordusunun sol kolunda savaşan,
kabile kurucusu “Ovşar” tanımlamıştır. Tarihçiye göre, Avşar ve Kerhanlu taifeleri Oğuz
Türklerinden sayılırlar. Diğer araştırmacılara göre, Avşar aşireti Aşkani Part kabilelerinden olup Horasan kuzeyinde Türkmenlerle karışıp dilleri Türk olmuş! Bazıları onları
Ovşarhan veya Ovşar ya Avoşar olarak Moğol Hülaguhan’ın torunları olarak tanımlamışlar ve Safevi döneminde Şia ve Sufi müritlerden olarak, devletin kuruluşunda önemli
rol oynamışlar ve Şah İsmail’in ordusunda yer almışlardır. Önceleri aşiret, iki büyük ana
kola yani Kasimlu ve Kerhanlu olarak ayrılmıştır. Şah İsmail, Kerehluları Azerbaycan’dan Horasana göç ettirip Ebirud, Bahazar, Merv’in güneyinde yerleştirdi. Culfa bölgesindeki Avşar köyü, Azerbaycan’ın batısında bu aşiretin olduğunu gösterir. Kerehlu
aşiretinin bir kolu diğerleri gibi Horasan ve İran diğer bölgelerine göç etmedi ve Azerbaycan ve Yamçı’da yerleşti. Onlar genel olarak bazıları Pazar ve Kerhanlu Mahallesinde
yerleşmişlerdir. Belki Yamçı mahallesinde bulunan Aovşanlu aşireti de Avşar olabilir.
Yerel dilde Avşar sözcüğünün Ovşanlu sözcüğüne değişmiş olması mümkündür.
Kaçar Boyu
Yamçı bölgesinde yaşayanların bir kısmı Kaçar soyludurlar. Akkoyunlu Türkmenleri,
Safevilerden önce hükümette olup, Kaçarlarla yakın akrabalıkları bulunurdu. Genel
olarak Kaçarlar önce Azerbaycan, Gence ve İrevan çevresinde yerleştiler. Şah Abbas
onlardan korktuğundan için onları üç kola bölerek bir kısmını Merv ve Horasana, diğer
bir kısmını Karabağ’a gönderip kalan üçüncü bölümü Astarabat ve Kurkan’da yerleştirdi.
Büyük olasılıkla, Yamçı Kaçarları, Arazın kuzeyinden Karabağ bölgesinden göçmüşler.
Günümüzde, Yamçı Kamış Ağıl köyünde, Kaçar boyu aşiretleri bulunmaktadır. Yamçı’da bulunan Kaçar boylarının diğer kollarından Hamzalu aşiretidir ki Yekan Kehriz
köyünde yaşamakta ve kendilerini Kaçar boyu kolundan olarak bilmektedirler.
İnallu boyu
En eski İran Türklerinden olup günümüzde İran genelinde yaşamaktadırlar. Büyük olasılıkla Moğol devleti döneminde merkezi Asya’dan İran’a göç etmişlerdir. Boyun kollarından biri Fars vilayetine göçmüş, diğer bir kolu da Halhal bölgesinde Şahseven aşiretine
karışmıştır. Küçük diğer bir kol Yamçı’da yaşamaktadır. Onlar Marand-Hoy Caddesi
yukarısında Göyçay nehri kıyısında ve Kapılık köyü civarında yaşıyorlar. Onların yaylakları Kürahır, Verzikan ve kışlakları kırmızı kışlak, Korahlar, Gızafer, Kamış Ağıl ve
Küşkayası, kaplık ve Merend Halhalıdır. Gittikçe Şahsevenlerle birleşmeye karar verip
kışlakta yurt kurdular, böylece Kamış Ağıl ve Kuş Kaya köyleri binası Yamçı bölgesinden
atıldı. İnallu boyu, Şahsevenlerle beraber Deveci yoluyla göçe ederlerdi. Bazı mevsimlerde de Akçay nehri istikametinden göçederlermiş.
Şahsevenler3
3
Azerbaycan’da Şahsevenler ile ilgili ilk bilgiler, Oliyarusa aittir. O İran’dan döndüğünde, Muğan
çölünden Şamahı’ya geçerek kendi gördüklerini şöyle yazar: “bu çölde, farklı boylar ve taifeler ya-
299
HASSAN HAZRATİ
Genel olarak Doğu Azerbaycan, Arasbaran ve Sahseven isimli iki boya bölünür. Şahseven
boylarının hepsi Şia olup iki doğu ve batı kola bölünmektedir.
Doğu Şahseven eli, Çalabiyanlu, Karahanlu, Mohammadhanlu, Hacıalilu, Hasanbeylu
kollarından oluşur.
Batı Şahsven eli, Halifelu, Odlu, Hamzalu, Halifelu Merdan, Yekanlu, Keleser, Dilağızdar,
Sadat Zaratcı, Gutulu, Karaçorlu, Araplu, Kudaz Şahin, Acorlu, Beylu Dursun, Hocalu,
Yeteçi Rıza, Beylu ve Hüseyinbeylu kollarından oluşur.
Rıza Han döneminde genellikle doğu ve batı Arasbaranlılar iskân ettirilmiştir. Onlar bu
bölgede arazi satın alarak tarımla uğraşmaya başlamıştır. Yalnız küçük bir kısmı hayvancılıkla uğraşıp yaz mevsiminde Arazbarı ve Savalan çevresi ile kış mevsiminde Muğan ve
Kara su nehri kıyısında yaylak ve kışlak yaparlar. Meskûn aşiretler genellikle hayvancılık,
buğday, arpa ve pirinç ziraatıyla geçim sağlar. İlgili boylardan doğu Arazbarı kolundan
Mohammadhanlu, Hacıalilu elleri ve batı Arazbarı kulundan Hüseyinkulu boyu, Yamçı
bölgesinde yerleşmişler ve günümüzde Pazar ve Kiyahlu mahallelerinden kendi boyları
isimleriyle yaşamaktadırlar.
Doğu Azerbaycan Şahsevenlerinin hepsi Şia olup yazda Karasu derelerine ve kışta Muğan`a yaylak ve kışlak ederler4. Aşiret kolları Koloş, Hüseynhanlu, Cıdarlu, Sarbanlar,
köçebeylu, Demicilu moğanlu, Talış Mikaillu, Korabbaslu, Acorlu, Bikdelu, Hamanlu,
Seyidlu, Kulu, Hacı Hocalu, Piroyinlu, Ceferlu, Beykbatu, Muratlu, Dibeklu, Deligönüllü,
Tikelu, Kozanlu, Yurtcu, Polatlu, Şıhlu, Kocabeylu, Yedi Oymak, İlhıcı, İnalu, Karmanbeylu boylarından oluşur5.
Bu Şahseven boylardan Ceferlu, İnallu, Seyitler, Hüseynhanlu kolları Yamçı bölgesinde
yaşıyorlar ve şimdi bazı Yamçı boyları kendi aşiret ismini taşır. İnaluler Kamış ağılda ve
Hüseynhanlu ve Ceferlu boyları Pazar mahallesinde ve Seyitler Dizec Karıp köyünde
yaşıyorlar. Keza yazara göre Kihalu mahalle ismi Şeyhlu aşiretiyle ilgili olup gittikçe
değiştirilmiştir. Buna kanıt ikinci Pehlevi döneminde arazî ıslahı haritalarıdır ki orada
“Şeyhalı” kaydedilmiştir ki Şehlu sözünün aynısıdır6.
Yamçı’da “Musalu” adlı bir boy vardır ki, belki de Faruk Sümer’in “Usalu” olarak yazdığı ve anlam veremediği boy bu olabilir. Belki de Musellu olarak Irak Musel kenti göçebelerindendirler7?
şar, onların babaları Yezit kumandanlığıyla İmam Hüseyin’e karşı ordu kurmuşlar. Bu nedenle
onları buraya sürgün etmişler, onları kent ve kasabalarda meskûn etmezler!. Yaz mevsiminde dağ
eteklerinde ve kışta çöllerde çadır kurarlar. Hayvancılıkla geçinip hayat sürmektedirler. Neden ve
nereden Sümek Raueti şeklinde adlandıkları belli değildir. Belki kemikten kemiğe yani babadan
oğula? Sefalette yaşam sürmektedirler ve Şah marabası gibi çalışırlar. Ünlü kolları şunlardır: Hoca
Çobani, Elmanko, Hacı Gazilu, Sultan Beklu, Karayi, Orvand, Çanlu, Halaç.
Oliyarusa, basit bir şekilde Şahsevenleri tanımlamıştır. Ama sevmek sözcüğünü kemik sözüyle
karıştırmış ve yanlış açıklamalar yapmıştır. F. Mensuri, زﺑﺎن و ﻓﺮھﻨﮓ آذرﺑﺎﯾﺠﺎن،ﻣﻄﺎﻟﻌﺎﺗﻲ در ﺑﺎره ﺗﺎرﯾﺦ, Tahran, İran Çağdaş Tarih Araştırmaları Kurumu Yayınları, 2000, s. 144.
4 J. Mashkour, ﻧﻈﺮی ﺑﮫ ﺗﺎرﯾﺦ آذرﺑﺎﯾﺠﺎن و آﺛﺎر ﺑﺎﺳﺘﺎﻧﯽ و ﺟﻤﻌﯿﺖ ﺷﻨﺎﺳﯽ آن, Tahran, Milli Eserler Derneği Yayınları,
1971, s. 181.
5 J. Mashkour, s. 182
6 Yazarın M. Soltanzade ile yaptığı görüşme. M. Soltanzade haritaları tanımlayan yerel kişilerden
birisidir.
7 F. Sümer şöyle der: “adın kaynağı ve anlamı belli değil. Yalnız İmamkulu Sultan, Şah Abbas’ın
öldüğünde Kürdistan Gavrou hükümdarıydı. Sümer, s. 404
300
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
KINIKLAR VE KINIK YERLEŞMELERİ
H ÜS E YİN ÇINAR
Oğuzların Kınık boyu, içinden Selçuklu hanedan ailesini çıkarmış, Türkiye tarihinde
de Anadolu’nun fetih ve iskânında önemli rol oynamış bir boydur. Hiç şüphesiz bu
boyun Türk tarihi içinde üstlendiği siyasi ve askerî roller, kimi zaman artarak ya da
azalarak devam etmiş; ancak damgasını vurduğu coğrafyadaki izleri, Kınık ve Kınıklar gibi adlarla anılan yerleşme birimleriyle günümüze kadar gelmiştir. Türk tarihinin Orta Asya’daki derinliklerinden süzülüp gelen bu Oğuz/Türkmen topluluğu, hiç
şüphesiz diğer Türk toplulukları gibi, yaşadığımız coğrafyanın Türkleşmesine ve
yurt olmasına büyük katkı sağlamıştır. Bu çalışmada, özellikle Türkiye coğrafyasının
Anadolu ve Trakya bölgesindeki Kınık, Kınıklı, Kınıklar gibi adları taşıyan köyler ya
da yerleşme birimleri ana hatlarıyla incelenmeye çalışılacaktır.
Oğuzlar ve Göçler
Oğuz Türklerinin Büyük Selçuklu Devleti’ni kurmaları dünya tarihinin en önemli
olaylarından biri kabul edilmektedir. Bu devletin sınırlarının kısa bir zamanda Ceyhun’dan Akdeniz kıyılarına kadar uzanması, bu coğrafyada büyük göç hareketlerinin yaşanmasına ve nüfus dalgalanmalarına neden olmuştur. Bunda hâliyle o dönem
yaşanan siyasi çalkantıların büyük rolü vardı. Özellikle Büyük Selçuklu Devleti’nin
kurulma haberinin Türk toplulukları arasında duyulması üzerine Seyhun boylarından, Balhan dağlarından, Mangışlak’tan kitleler hâlinde Selçuklu topraklarına göçler
yaşanmış; hâliyle bu toplulukların hepsinin bir anda devlet hizmetine alınamamaları,
bunlardan bazı grupların İran ve Suriye’ye yönelmelerine ve kendi başlarına fetihlere
girişmişlerine neden olmuştur. Özellikle Malazgirt Zaferi (1071), Oğuzlara Anadolu’nun yolunu açmış; Fatih bir kavim olarak kitleler halinde geldikleri İran, Anadolu,
Irak ve Suriye gibi bölgelerde, kısa bir zaman sonra Türkmen adı ile anılmağa başlamışlardır. Gerek Oğuz gerekse Türkmen adı ile kitleler hâlinde göç eden bu topluluklar, takriben iki asır kadar bir zamanda yerleştikleri bu toprakları yurt tutmuşlar.
Böylece Oğuz elinin büyük bir kısmı bu göçlerle İran, Anadolu, Irak ve Suriye coğrafyasına yerleşmiştir. Bu göçlere sadece göçebe topluluklar değil, aynı zamanda yarı
301
HÜSEYİN ÇINAR
göçebe topluluklar, yerleşik zümreler, âlimler, şeyhler, dervişler, tacirler ve zanaatkârlar da katılmıştır. Hâliyle bu topluluklar beraberlerinde, dinlerini, dillerini, kültürlerini kısaca sahip oldukları maddi ve manevi pek çok nesneyi de getirmişlerdi
(Sümer, 1964, ss. 382, 383-384; aynı yazar, 2007, s. 328).
Oğuzların/Türkmenlerin tarihinde meydana gelen önemli olaylardan biri de Moğol
istilasıdır. Bu istila, Türkmenlerin dünyasını bütünüyle alt-üst etmiş, bilhassa onların
topluca XIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Anadolu’ya göç etmelerine ve yeni
bir güç olarak ortaya çıkmalarına zemin hazırlamıştır. Moğol istilasının etkisini göstermeye başlamasıyla, bilhassa Azerbaycan ve Horasan’dan Anadolu’ya ikinci büyük
göç dalgası başlamıştır. Toprakları Moğollar tarafından işgal edilen Türkmenler,
yönlerini bu kez Anadolu’ya çevirdiler. Nitekim bu topluluklardan Eleşkirt çevresinde bulunan 60.000 hanelik bir grup, güneye Ahlat’a doğru çekilirken, yine aynı
sayıya yakın bir başka Türkmen kitlesi de eski yurtları İspir, Bayburt ve Pasinler’i
terk ederek Erzincan, Sinop ve Ayıntab’a kadar olan bölgeye yayıldılar. Diğer taraftan, karıncalara ve çekirgelere benzetilen kalabalık Türkmenler yığınları, Selçuklu
sultanı tarafından uçlara sevk edildi. Bu arada, Batı Karadeniz’e gönderilen Çepniler
doğuya doğru hareket ederek, Karadeniz kıyılarının Türkleşmesini sağladılar. Benzer şekilde Çukurova’daki Ermeni Krallığı’nın sınırlarına yığılan Türkmenler de bu
devletçiğin bütünüyle küçülmesine yol açtılar (Gündüz, 2002, s. 270).
Oğuz Boyları ve Kınık
Gerek Büyük Selçuklu Devleti’nin kurulması, gerekse Moğol istilası sırasında yaşanan büyük göç dalgaları içinde yer alan Oğuz ya da Türkmen gruplar hakkında
dönemin kaynaklarında pek fazla bilgi bulunmamaktadır. Nitekim benzer durum,
Selçuk Hanedanı’nın mensubu olduğu Kınıklar için de böyledir. Eserinden bütün
Oğuz ellerini gezdiği ve boylarını yakından tanıdığı anlaşılan Kaşgarlı Mahmud,
Oğuzların tarihinde saygın bir yere sahip olan Kınık boyu için, ihtimaldir ki, Selçuklu hanedanının mensubu olduğu boy olması nedeniyle, Oğuz boyları listesinin ilk
sırasında yer verir ve “zamanımızın hükümdarları bunlardandır” ifadesini kullanır.
Böylece ilk defa Oğuz boylarından birinin adı, XI. yüzyılda siyasi olaylarla birlikte
anılmaya başlar. Oğuzlar hakkında daha ayrıntılı bilgiler aktaran diğer bir kaynak da
XIV. yüzyılın başlarında İlhanlı sarayında Türkmenlerin ensab ve tarihlerine verilen
önem nedeniyle kaleme alınan Reşîdüddin’in Câmiü’t-tevârih isimli eseridir. Burada,
24 Oğuz boyunun adları, damgaları ve ongunları bir cetvelde gösterilir ve Selçuk’un
da Kınık boyundan olduğu belirtilir. Ancak hazırlanan cetvelde Kınık boyu en sonda
verilerek fazla önemsenmez. Reşîdüddin ayrıca Oğuzlardan padişah çıkaran boyları
sıralarken Kayı, Yazır, Eymür, Avşar ve Begdili’nin adlarını verir, Kınık’tan ise hiç
bahsetmez (Sümer, 1964, s.384; aynı yazar, 2002, s. 418; Gündüz, 2002, ss. 266-267)
Kaşgarlı Mahmud, Divânü Lûgati’t-Türk’te, Seyhun Oğuzları’nın XI. yüzyılda 24
boydan meydana geldiklerini bildirir; ancak bunlardan 22’sinin adlarını ve damgalarını listesine alır. Oğuzlar’dan sayılmadığını söylediği iki boyu listesine almadığı gibi
adlarını da belirtmez. Kaşgarlı’nın listesinde yer verdiği Oğuz boyları şunlardır:
1- Kınık, 2- Kayığ, 3- Bayundur, 4- İwa, Yıwa, 5- Salgur, 6- Afşar, 7- Begtili, 8- Bügdüz, 9- Bayat, 10- Yazgır, 11- Eymür, 12- Karabölük, 13- Alkabölük, 14- İgdir, 15Üregir ya da Yüregir, 16- Tutırka, 17- Uluyundluğ, 18- Tüger, 19- Beçenek, 20- Çuvaldar, 21- Çepni, 22- Çarukluğ.
302
KINIKLAR VE KINIK YERLEŞMELERİ
Kaşgarlı Mahmud; “Bu oymakların hepsini, herkesçe bilinmesi gerekli olduğu için
yazdım. Bu belgeler onların hayvanlarının, atlarının, binitlerinin alametidir. Bu saydığım bölükler köktür. Bu kökten bir takım oymaklar çıkmıştır. Onları söylemedim”
diye de açıklama getirir. Kaşgarlı’nın listesinde yer alan damgalar arasında Kınık
boyuna ait olanı “
” şeklinde aktarılmıştır (Kaşgarlı Mahmut, 1985, ss. 55-58;
Sümer, 1999, s. 229; Halaçoğlu, I, 2009, ss. XXVIII-XXIX).
Oğuz boylarına ait ayrıntılı ve tam liste, yukarıda da bahsedildiği üzere Reşîdüddin
tarafından verilir. O, Oğuz elini, Dede Korkut destanlarındaki gibi 24 boyla, Boz-Ok
ve Üç-Ok adlı iki kola ayırır. Bu destanî tasnif hiç şüphesiz eski Türk elinde hâkim
olan ikili tasnife de uygun düşmektedir. Oğuzların iki kol olarak teşkilatlandırılmaları, bir bakıma bu tarihî gerçekliği teyit etmektedir. Nitekim Boz-Ok ve Üç-Ok ikili
teşkilatı, sonraki asırlarda Anadolu ve Suriye’de de karşımıza çıkmaktadır. Yine
Reşîdüddin’in Oğuzlardan bahsettiği bölümde, bunların Oğuz Han’ın altı oğlundan
Gün, Ay, Yıldız, Gök, Dağ ve Deniz’den geldikleri rivayeti de bu tarihî-destanî anlatıma uygun düşmektedir (Sümer, 1964, s. 384; aynı yazar, 1999, ss. 222-224; aynı
yazar, 2007, s. 329).
Reşîddüddin vermiş olduğu listede, Oğuz boylarının damgalarından başka ongunlarına da yer verir. Burada verilen ongunlara bakıldığında, bunların hepsinin eti yenmeyen avcı kuşlar olduğu görülür. O, ongun (onkun) kabul edilen kuşun kutlu sayıldığını, incitilmediğini ve etinin yenilmediğini belirtir. Reşîdüddin’in listesinde yer
alan bir başka bilgi de eski zamanlarda boyların, toylarında yiyecekleri koyun etinin
anlatıldığı kısımdır. Koyun etinin bu kısımları tanımlanırken Reşîdüddin, endâm-ı
goşt (et parçası), Yazıcıoğlu da sünük (kemik) kelimesini kullanır. Açıklamalarda
dikkati çeken bir nokta, ongunların dağılımında olduğu gibi, her dört boyun ortak
bir sünükü vardır. Nitekim İğdir, Bügdüz, Yıva ve Kınık boylarının ortak sünükleri
sol aşığludur yani aşığun bulunduğu et parçası, sol buddur (Sümer, 1999, s. 226).
Reşîdüddin, Câmiü’t-tevârih’te 24 Oğuz boyunu şu şekilde vermiştir:
Boz-Oklar: (Gün Han Oğulları) 1- Kayı 2- Bayat 3- Alkaravlı 5- Kara-İvli; (Ay Han
Oğulları) 4- Yazır 5- Dodurga 6- Döger 7- Yaparlu; (Yıldız Han Oğulları) 8- Avşar 9Begdili 10- Kızık, 11- Karkın (Kargın).
Üç-Oklar: (Gök Han Oğulları) 1- Bayundur (Bayındır) 2- Beçene (Peçenek) 3- Çavuldur 4- Çepni; (Dağ Han Oğulları) 5- Salur 6- Eymür 7- Ala-Yuntlu 8- Üreğir (Yüregir); (Deniz Han Oğulları) 9- İgdir (Yiğdir) 10- Bügdüz 11- Yıva (Iva) 12- Kınık.
Reşîddüddin Kınık boyundan bahsederken, bunların “nerede olsa azizdir” anlamı
taşıdığını, et kısmının “aşığlu”, ongununun “çakır”, damgasının da “
” olduğunu
aktarmıştır (Sümer, 1999, s. 230; Halaçoğlu, I, 2009, ss. XXIX-XXX).
Yazıcıoğlu/Yazıcızâde da Oğuz boyları hakkında bilgi verirken Reşîdüddin’deki
sıralamayı muhafaza etmiş ve Oğuzlar hakkında şu bilgileri aktarmıştır: “Oğuz şubesi şöyle kim anun şerhi Oğuz-nâme’de ve Câmi’u’t-tevârihde gelür anın altı oğlu
var idi ve anların her birinün hatunlarından dörder oğlanları var idi. Ve Oğuz çerinün sağ kolu ve sol kolın anlara virdi, bu mucebce zikr olunur”. Burada, Üç-Okların
sol olarak tanımlandırıldığı kısımda, Deniz Han’ın oğulları arasında zikredilen
Kınuk (Kınık) boyu İgdür, Bügdüz, Yıva ile birlikte verilmiştir. Kınık boyunun özellikleri sayılırken; “yani her yirde bunlar dükelinden azîz ola” şeklinde tanımlanmış,
303
HÜSEYİN ÇINAR
aşıklı ve kıç sünük, çakır kuş da ongun olarak verilmiştir. Kınık boyunun damgası da
“
” şeklinde aktarılmıştır (Yazıcızâde Ali, 2009, ss. 6-7, 27; Halaçoğlu, I, 2009, ss.
XXX- XXXI).
Oğuzların, Boz-Ok ve Üç-Ok olarak iki kola ayrılma uygulamasına, XIV. yüzyılda,
Halep, Hatay, Ayıntab, Maraş ve Adana bölgelerinde yaşayan Türkmenler arasında
da rastlanmaktadır. Nitekim bu Türkmenlerden Halep’ten Sivas’ın kuzeyine kadar
yayılanlara ve Dulkadırlı beyliğini kurmuş olanlara Boz-Ok, Antakya’dan Tarsus’a
kadar olan yerlerde yaşayan ve Ramazanlı beyliğini kurmuş olanlara da Üç-Ok deniliyordu. Boz-Oklar, XV. yüzyılın ilk yarısında Kara-Tatarlardan boşalan Yozgat ve
çevresini ele geçirmelerinden dolayı bu bölgeye Boz-Ok denilmiştir. Reşîdüddin’e
göre Oğuzların İslamiyet’ten önceki tarihlerinde siyasi üstünlük Boz-Oklarda idi. Bu
görüş bir bakıma Oğuz hükümdarlarının Kayı, Yazır, Avşar ve Begdili başta olmak
üzere bu kola mensup boylardan çıkmış olması ile destekleniyordu. Bu anlatıma göre
Üç-Oklardan hükümdar çıkaran tek boy ise Eymür’dür. Hal böyle olunca, Boz-Oklar
hâkim kol olmalarından dolayı alametleri yay; Üç-Oklar ise tâbi kol olmalarından
dolayı alametleri ok idi. Aynı zamanda Boz-Oklar ordunun sağ kolunu, Üç-Oklar da
sol kolunu teşkil ederlerdi. Toplantılarda da Boz-Oklar sağda, Üç-Oklar da solda
otururlardı. Dede Korkut destanlarında durum bunun tamamen tersidir. Sonuncuda
siyasi üstünlük Üç-Oklar’dadır (Sümer, 1964, s. 384).
Yukarıda adları verilen 24 Oğuz boyunun hemen hemen hepsine ait aşiretlere ve yer
adlarına, Türkiye’nin geniş bir coğrafyasında rastlanmaktadır. Bu boy adlarını taşıyan teşekküllere ve yer adlarına bakarak hüküm verilirse, Anadolu’nun fetih ve
iskânında Avşar, Kınık, Kayı, Bayat, Eymür, Çepni, Yazır, Bayındır, Kızık, Karkın,
Dodurga, Begdili, Çavuldur (Çavundur) ve Salur boylarının önemli rol oynadıkları
görülür (Sümer, 1964, s. 384). Bunlardan; Selçuklular Kınık, Fars’taki Sulgurlular
Sulgur (Salur), Hemedan Bölgesi’ndeki Berçem-oğulları (XII-XIII. yy.) ile Kuzey
Suriye’deki Yaraklular Yıva, Artuklular Döğer, Karamanlılar Avşar, Kadı Burhaneddin Salur, Osmanlılar Kayı, Ramazanoğulları Yüreğir, Dulkadırlılar Bayat, Akkoyunlular Bayındır, Kaçarlar Yıva ve Nadir Şah da Avşar idiler. Yer adlarından ve arşiv
kayıtlarından da anlaşıldığı üzere Oğuzlar’ın 24 boyu da Anadolu’ya gelmiştir. Yine
bunlardan Salgurlu, Bayındırlı ve Osmanlı hanedanları, mensup bulundukları boyların damgalarını aile arması olarak kullanmışlardır (Sümer, 1964: ss. 384-385; aynı
yazar, 2007, s. 329).
XIII. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren büyük nüfus hareketlerine sebep olan Moğol
istilası, Anadolu’ya, Horasan ve Azerbaycan’dan pek çok Türkmen’in gelmesine
sebep oldu. Böylece Oğuz veya Türkmen elinin ezici çoğunluğu Anadolu’da toplanarak buranın tamamıyla bir Türk yurdu haline gelmesini sağladı. Bu arada Anadolu’ya gelen Türkmenler, Anadolu Selçukluları ve Moğollarla/İlhanlılarla pek anlaşmadılar. Anadolu’da yaşanan bu kargaşa döneminde Türkmenlerin bir kısmı Bizans
sınırına göçerken, bir kısmı da Memluklu Devleti hizmetine girdiler. Bura da Boz-Ok
ve Üç-Ok olarak teşkilatlanan bu Türkmen gruplar, özellikle Güney Doğu Anadolu’nun batı kesiminde ve Kuzey Suriye’de iskân ve siyasi faaliyet noktasında etkin
rol üstlendiler. Bahsi geçen Oğuz ya da Türkmen gruplar içindeki boylardan, Boz-Ok
kolundan Bayat, Avşar, Begdili boyları Halep ile Antep arasındaki Amik Ovası’nda
yerleşirken, Üç-Ok koluna mensup olan Yüreğir, Kınık, Salur ve Bayındır boyları da
304
KINIKLAR VE KINIK YERLEŞMELERİ
sonraki dönemlerde yoğun olarak yaşadıkları Çukurova’ya göç etmeden önce Amik
Ovası’nda ve Trablus taraflarında yaşıyorlardı (Sümer, 1963, ss. 8-9).
Kınık Yerleşmeleri
Yer adları, dilbilimciler, tarihî coğrafya, bölge ve şehir tarihleri üzerinde çalışan tarihçi ve coğrafyacılar açısından büyük önem taşır. Çünkü bu isimlerin menşeleri,
hangi sebeplerle verildikleri ve bunların zaman içinde yaşadıkları değişiklerin bilinmesi oldukça önemlidir. Bir bölgenin tarihinin bilinmesinde hiç şüphesiz, o bölgedeki yer isimlerinin payı büyüktür. Bunun yaşadığımız coğrafyanın tarihinin ve kültürünün öğrenilmesi açısından da önemi ortadadır. Türklerin Anadolu’ya gelip yerleşmeleriyle birlikte, bir takım Türk boy, aşiret, cemaat ve şahıs adları bazı yerleşmelere isim olmuştur. Yine aynı şekilde, Anadolu’ya gelen Türkler, zamanla yerleşik
hayata geçmişler, köyler kurmuşlar, kurdukları bu köylere de mensup oldukları boy,
aşiret veya cemaatin adını vermişlerdir. Benzer uygulamalara Anadolu, hatta Rumeli
topraklarında da başvurulmuştur. Bunun bir sonucu olarak birbirinden çok farklı
bölgelerde aynı adı taşıyan cemaat menşeli köy adlarına rastlanmak mümkün olmuştur. Nitekim Anadolu’nun pek çok yerinde karşımıza çıkan Oğuz boylarından Oğuz,
Kayı, Eymir, Avşar, Bayındır, Döğer/Düğer, Kınık, Yıva/Yiva gibi isimleri bu çerçevede değerlendirmek yerinde olacaktır (Kütükoğlu, 2012, s. 149)
Kınık boyu ya da Kınıklar, Anadolu’nun Türk yurdu olmasına ve iskânına katkı
sağlayan Oğuz boyları içinde önemli bir yere sahiptir. XVI. yüzyılda Kınık isimli
yerleşmeler, Faruk Sümer’in vermiş olduğu bilgilere göre 81 köy ile Kayı ve Avşar’dan sonra üçüncü sıradadır. XVI. yüzyıl tahrir defterlerinden tespit edilen bu yer
adlarına göre, Türkiye coğrafyasındaki dağılımı ve nüfus miktarları göz önüne alındığında, Kınıkların Anadolu’nun fethine önemli katkı sağlayan bir Türkmen boyu
olduğu anlaşılmaktadır (Sümer, 1999, s. 357).
Kütükoğlu’nun; XVI. yüzyıl ve 1946 rakamlarını Sümer’den, 1933 rakamlarını Dahiliye Vekaleti Mahalli İdare Umum Müdürlüğü tarafından hazırlanan Köylerimiz (İstanbul 1933)’den, 1967 rakamlarını İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü
tarafından hazırlanan Köylerimiz – 1 Mart 1968 Gününe Kadar- (Ankara 1968)’den,
1981 rakamlarını ise yine İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü tarafından
yayınlanan Köylerimiz 1981 (Ankara 1982)’den alarak hazırladığı tabloda (Tablo 1)
(Kütükoğlu, 2012, s. 150, dn.19), Kınık boyuna ait köylerin sayısı XVI. yüzyılda 81
iken, 1981’de 36’ya düşmüştür. Bu iki dönem arasında % -55,6 fark ortaya çıkmıştır.
Bu verilerde de görüldüğü üzere, Kınık isimli köy sayıları yarıdan fazla eksilmiştir.
Aşağıdaki tabloda yer alan diğer Oğuz boylarına ait köy sayılarında da benzer düşüşler ve azalmalar görülmektedir. Örneğin XVI. yüzyılda 19 Yıva isimli köy adına
rastlanırken, daha sonra bu köylerin isimlerinin bir anda ortadan kalkması, adeta
buharlaşması şaşırtıcı gelmektedir. Eğer biz Cumhuriyet dönemi köy kayıtlarında
Yıva köyü ile ilgili taramayı bir de Yuva olarak yaparsak, ihtimal ki kelimelerde
zaman içinde yaşanan harf ve anlam kaymasından kaynaklanan bir sonuçla karşılaşabiliriz. Nitekim 1967 yılına ait Köylerimiz listesinde doğrudan Yuva isimli 20 köyün karşımıza çıkması, bize bu köylerin aslında XVI. yüzyılın Yıva isimli köyleri mi
olduğu sorusunu akla getirebilir. Tabii ki diğer köy tarama ve karşılaştırmaları için
de yeni çalışmaların, özellikle saha eksenli olarak yapılması gerekmektedir.
305
HÜSEYİN ÇINAR
Tablo 1. Türkiye’de Oğuz Boylarının Adlarını Taşıyan Köyler (XVI. yy-1981) (Kütükoğlu, 2012, ss. 150-151 [Tablo ve veriler Kütükoğlu’ndan alınmıştır.]
XV. yy1981 Arasındaki
Boyun Adı
Dönemlere/Yıllara Göre Köy Sayısı
Fark
XVI. yy 1933 1946 1967 1981
Fark (%)
Kayı
Avşar (Afşar)
Kınık
Eymür/Eymir
Karkın/Kargın
Bayındır
Salur
Yüregir
Çepni
İğdir/İydir
Bayat
Alayunt
Kızık
Yazır
Dodurga
Beydili/Beydilli
Büğdüz
Çavundur/Çavuldur/ Çavrundur
Yıva
Döğer
Kara Bölük (Karaevli)
Çarıklı
Peçenek
Alka Bölük (Alka Evli)
Toplam Köy Sayısı
94
86
81
71
62
52
51
44
44
43
43
29
28
24
24
23
22
21
19
20
8
6
4
899
25
30
39
25
27
21
15
6
18
1
32
1
19
16
14
9
2
6
25
53
46
28
34
28
22
9
36
14
32
1
21
19
12
9
6
17
31
45
35
27
24
29
17
9
17
19
31
2
21
17
14
10
6
8
19
33
36
24
18
29
17
2
15
18
30
2
21
9
10
6
8
-79,8
-61,6
-55,6
-66,2
-71
-44,2
-66,7
-95,5
-65,1
-58,1
-28,6
-93,1
-25
-100
-62,5
-56,5
-72,7
-61,9
2
7
1
316
6
6
10
434
3
5
7
377
3
4
5
309
-100
-84,2
-50
25
-
Kınıkların Yoğun Olarak Yaşadıkları Bölgeler
XVI. yüzyılda Osmanlı topraklarında Kınık adlı oymaklar, yoğun olarak Halep
Türkmenleri, Ankara Yörükleri ile Aydın’daki Karaca-Koyunlu topluluğu arasında
görülmektedir. Halep Türkmenleri arasında bulunan Kınık oymaklarının, diğer
bölgelerdekilere göre bıraktıkları etki bakımından daha öne çıktıkları görülmektedir.
Oğuzların/Türkmenlerin Kuzey Suriye’de kalmış bir boyu olan Kınıklar, Kanuni’nin
saltanatının ilk yıllarında burada üç kola ayrılmıştı. Bunlardan Kırım Kethüda’nın
buyruğundaki birinci kolun 51, Hasan Kethüda’nın idaresindeki ikinci kolun 40,
kethüdası belirtilmeyen üçüncü kolun da 40 vergi nüfusu bulunmaktaydı. II. Selim
devrinde Kınıklar’ın vergi veren nüfusu bir misline yakın artma göstermiş ve 254’e
çıkmıştır. Bahsedilen dönemde Halep Türkmenleri içindeki Kınıklar, Kırım Kethüda’nın idaresindeydiler. Bu bölgedeki Kınıklar, XVII. yüzyılın ortalarına kadar eski
yaşayışlarını devam ettirmişler. Muhtemelen bu dönemde ya da takip eden yıllarda
306
KINIKLAR VE KINIK YERLEŞMELERİ
devletin uyguladığı iskân politikası çerçevesinde, bir kısmı ya da tamamı Anadolu’nun yukarı kesimlerine, Rum (Sivas) Vilayeti’ndeki Aralık-Evi denilen yere göç
etmişlerdir (Sümer, 1999, s. 358). Günümüzde Malatya, Sivas ve Tokat çevresindeki
isimlerine rastladığımız Kınıklar, muhtemelen Halep Türkmenleri içindeki bu boyun
bakiyesidir. 1692-1693 tarihinde Hama ve Humus sancaklarına yerleştirilen Türkmen
oymakları arasında Kınık-Uşak adlı bir de oymak bulunmaktadır. Muhtemelen bu
oymak daha önce iskâna tâbi tutulan Kınıklardan geri kalan ya da başka bir yerden
göç eden oymaktır. Hama yöresine yerleştirilen bu oymağın 60 vergi nüfusuna sahip
olması, onların küçük bir topluluk olduğuna işaret etmektedir (Sümer, 1999, ss. 358359). Aşağıda da belirtileceği üzere Halep Türkmenleri içinden bazı grupların, takip
eden yıllarda Çukurova Bölgesine göçmüş olmaları da ihtimal dâhilindedir.
Ankara Sancağı ve çevresi Kınıkların yoğun olarak yaşadığı bölgelerdendir. Nitekim
Ankara’da 9 adet Kınık isimli yerleşme birimi bulunması bu görüşü teyit etmektedir.
Bu bölgedeki Kınıklardan biri de Ankara Yörükleri arasında ve Sivrihisar yöresinde
bulunmaktadır. Bu oymak, 123 vergi nüfusuna sahipti (Sümer, 1999, s. 359). Ankara
Sancağı’nda Kınık isimli yer adlarının en yoğun olduğu kazalardan biri Yabanâbâd
(Kızılcahamam ve Çamlıdere) Kazası’dır. Bu kazada, XVI. yüzyılın son çeyreğinde
200’e yakın haneye sahip olan Kınık, Kınık-ı diğer ve Otaş ile Kınık-Özü adında üç
köy bulunmaktadır (Turan, 1999, ss. 137, 175, 178). Çubukâbâd, Kalecik ve Murtazâbâd kazaları da Ankara’daki diğer Kınık adlı yerleşmelerin bulunduğu kazalardı
(Çınar ve Gümüşçü, 2002, s. 104).
Kınık boyuna mensup oymakların Anadolu’da yoğun olarak bulunduğu sancaklardan biri de Aydın’dır. Bu sancaktaki Karaca-Koyunlu topluluğu arasındaki Kınık
oymağının 37 vergi hanesi vardı ve bu oymak Kınıklar adını taşıyordu. Ayrıca bu
boya bağlı 11 hanelik Alalar adlı küçük bir oymak da mevcuttu (Sümer, 1999, s. 359).
Yine aynı topluluk arasında Kinuklar adıyla anılan bir oymağın adına da rastlanmaktadır. Fatih devrinde Aydın Sancağı’ndaki Kınıklar’dan biri 217, diğeri de 65 vergi
nüfusuna sahipti ve iki kol halinde yaşıyorlardı. XVI. yüzyılda ise Kınıklar’ın yeni
kollara ayrıldığı ve bunların da muhtelif yerlerde yaşadığı görülmektedir. Bu kollardan biri (56 haneli) Tire çevresinde, diğeri de Tire’ye bağlı Meskenci Köyü’nde oturmaktaydı. Kınıkların öbür kolları da Ayasuluğ yöresindeki Karcılar, Beğlik-Dere,
Uzunluca, Kilise, Boz Alan, Küçük-Kedfiye, Yedi-Berguş gibi köylere yerleşmişlerdi
(Sümer, 1999, s. 359). Batı Anadolu’da günümüzde var olan ve aynı adı taşıyan yerleşim birimleri, hiç şüphesiz, Kınık boyuna mensup bu oymakların bakiyesidirler.
Aydın Sancağı içindeki Kınık boyuna mensup oymak ve cemaatler hakkında genel
bir bilgi olması açısından, Halaçoğlu’nun hazırlamış olduğu listelerde yer alan Aydın
Sancağı’ndaki Kınıkları bir kez de burada vermek, konunun bütünlüğü açısından
yerinde olacaktır (Halaçoğlu, III, 2009, ss. 1426-1427).
Aydın Sancağı’ndaki Kınıklar
1. Kınıklar Cemaati - Teke Türkmenleri - Aydın Sancağı (S.)
2. Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri-Çullıyân-ı Batnos Cemaati- Aydın S., Ayasulug Kazası (Kz)
3. Devri Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri-Çullıyân-ı Batnos Cemaati- Karslar
Köyü (K.), Aydın S. Ayasulug Kz.
4. Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri-Çullıyân-ı Batnos- Beğlikdere K., Aydın S.
307
HÜSEYİN ÇINAR
5. Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri-Çullıyân-ı Batnos Cemaati- Uzunluca K.,
Aydın S.
6. Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri-Çullıyân-ı Batnos Cemaati- Kilisâ K., Aydın
S.
7. Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri-Çullıyân-ı Batnos Cemaati- Bozalan K., Aydın S., Ayasulug Kz.
8. Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri-Çullıyân-ı Batnos Cemaati- Meskence K.,
(Tire'de) Aydın S.
9. Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri-Çullıyân Cemaati (Akkoyunlu)- Akkoyunlu
K., Aydın S.
10. Kınıklar Cemaati-Karaca Koyunlu-Cemaati-Kara Koyunlu Cemaati-Aydın S.,
Ayasulug Kz.
11. Kınıklar Cemaati-Karaca Koyunlu Cemaati-Kara Koyunlu Cemaati- Kazcılar K.,
Aydın S., Ayasulug Kz.
12. Kınıklar Cemaati-Karaca Koyunlu Cemaati-Kara Koyunlu Cemaati- Beğlikdere
K., Aydın S.,Ayasulug Kz.
13. Kınıklar Cemaati-Karaca Koyunlu Cemaati-Kara Koyunlu Cemaati- Uzunluca
K., Aydın S., Ayasulug Kz.
14. Kınıklar Cemaati-Karaca Koyunlu Cemaati-Kara Koyunlu Cemaati- Kilise K.,
Aydın S., Ayasulug Kz.
15. Kınıklar Cemaati-Karaca Koyunlu Cemaati-Kara Koyunlu Cemaati- Bozalan K.,
Aydın S., Tire Kz.
16. Kınıklar Cemaati-Ak Koyunlu Cemaati-Akça Koyunlu Cemaati- Düzek ve Yıvağla K., Aydın S.,Tire Kz.
17. Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri- Aydın S. Sultanhisarı Nahiyesi (Nh).
18. Kınıklar Cemaati-Karaca Koyunlu Cemaati- Aydın S., Tire Kz.
19. Kınıklar Cemaati-Ak Koyunlu Yörükleri-Ak Koyunlu Yörükleri- Tire'de Aydın
S., Ayasulug Kz.
20. Kınıklar Cemaati-Teke Türkmenleri-Alalar Cemaati- Aydın S.
21. Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri-Çullıyân Cemaati- Çayırlu K., Aydın S.,
Ayasulug Kz.
22. Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri-Çullıyân Cemaati-Yedi Bergos K., Aydın
S., Ayasulug Kz.
23. Kınıklar Cemaati - Aydın S., Tire Kz.
24. Kınıklar Cemaati-Karaca Koyunlu Cemaati - Aydın S.
25. Kınıklar Cemaati-Karaca Koyunlu Cemaati-Kara Koyunlu Cemaati- Küçük Kerfiye K., Aydın S., Tire Kz.
26. Kınıklar Cemaati-Karaca Koyunlu Cemaati-Kara Koyunlu Cemaati-Mislahce K.,
Aydın S.,Tire Kz.
27. Kınıklar Cemaati-Karaca Koyunlu Cemaati-Kara Koyunlu Cemaati- Çayırlu K.,
Aydın S.
28. Kınıklar Cemaati - Karaca Koyunlu Cemaati - Kara Koyunlu Cemaati - Yedi
Bergos K., Aydın S.
29. Kınıklar Cemaati - Çullıyân Yörükleri - Çullıyân-ı Batnos Cemaati - Tire'de Aydın S.
308
KINIKLAR VE KINIK YERLEŞMELERİ
Çukurova’daki Kınık Boyu
Kınık boyunun tarihi, Selçuklu hanedanını çıkarmak ve Anadolu’nun fethinde büyük rol oynamakla sona ermemiş; mensup oldukları Üç-Ok kolu içinde yer alan
Yüreğir, Bayındır ve Salur boyları ile Memluk ordusunun yanında Çukurova’nın
fethine de katılmışlar ve bu bölgeyi kendilerine yurt tutmuşlardır. Hiç şüphesiz Çukurova’daki en eski Türk topluluklarının temeli, bu Üç-Oklu boylar tarafından atılmıştır. Kınık boyuna mensup olan oymakların bölgedeki pek çok siyasi ve askerî
olayın içinde yer aldığı muhakkaktır. Nitekim 1375’te Ermeni Kralı’nı Sis’te muhasara eden Türkmen beylerinden Ebu Bekir’in, Kınık boyuna mensup olduğu ileri sürülmektedir. (Sümer, 1999, s. 357). Kınıklar, Yüreğirler gibi Çukurova’da geniş bir
alanda yurt tutmuşlar; bugünkü Ceyhan (eski adı Yar-Suvat) ile Osmaniye şehri
arasında, kuzeyden Ceyhan Irmağı’nın, güneyden kısmen alçak bir dağ silsilesinin
çevirdiği güzel ve geniş ovaya yerleşmişlerdir. XVI. yüzyılda Kınık Kazası’nın doğu
hududu Gavur dağlarına (Aslanlı-Belli, bugünkü Aslan Boğazı) ve kuzeydoğu hududu da Haruniye’nin güney batısına kadar (Bayındır) uzanıyordu. Bu yöre aynı
zamanda idari bir birim (kaza) olarak da XIX. yüzyılın ortalarına kadar Kınık adını
taşımıştır. Faruk Sümer, yaptığı seyahatler ve araştırmalar sonucunda, günümüzde
bu bölgede ne Kınık adını taşıyan herhangi bir yerleşim birimine ne de kalıntılarına
rastlamadığını, hatta böyle bir yerleşim birimini hatırlayanların bile olmadığını,
geçmişte bu adı taşıyan kasabanın ve kalenin yerini tespitte de oldukça zorlandığını
belirtmektedir. Tahrir defterlerinde Kara-Tell-Hamdûn adıyla da anılan Kınık yöresinin, aynı zamanda yörenin merkezi olan kasabanın ve bir de sonradan Toprak Kale
olarak da anılan kalenin diğer bir adı olduğu, yine Sümer tarafından ifade edilmektedir (Sümer, 1963, ss. 24-26).
Çukurova Bölgesi Osmanlı hâkimiyetine geçince yapılan idari taksimatta, Kınık
Kasabası/Nahiyesi Adana Sancağı’na bağlı idari bir birimdi. Bu kasaba, muhtemelen
XVI. yüzyılın sonlarında ya da XVI. yüzyılın başlarında kurulmuştu. İlk defa
928/1521-22 tarihli tahrirde Kınık Kasabası’nda, biri Yunus Dede, diğeri de Hamâce
oğlu Selman adında 144 vergi nüfusuna sahip 2 mahalle mevcuttu (Sümer, 1963, 26;
Kurt, 2004, s. XXXI). 1525 yılına ait tahrirde, Çukurâbâd Vilayetine bağlı olan Adana
Sancağı’nın bir kasabası olarak kaydedilen Kınık’taki mahalle sayısı, yeni kurulan
Câmi Mahallesi ile birlikte 3’e çıkmıştır. Bu yılda, Kınık’ta mevcut bu 3 mahallede,
toplam 425 nefer, 227 hane, 115 bekâr ve 31 vergi muafiyetine sahip nüfus kayıtlıdır.
Aynı yıla ait tahrirde, Kınık Nahiyesi’nde 1.047 vergi nüfusuna sahip 43 köy, 685
vergi nüfusuna sahip 29 cemaat bulunmaktadır (Kurt, 2004, ss. XXXI, XXXIV,
XXXVIII). 1525 tahririnden kısa bir süre sonra bölgede yaşanan Safevi kaynaklı isyanın oluşturduğu anarşi ortamını sonrasında, nahiyenin köy sayısı 18’e düşmüştür.
Muhtemelen boşalan köylerde oturan halk, daha korunaklı ve güvenli olan büyük
köylere ya da başka bölgelere gitmişlerdir (Kurt, 2004, s. XXXIV).
1547 yılına gelindiğinde Kınık Kasabası’nın fizikî olarak geliştiği, ancak nüfus olarak
gerilediği görülmektedir. 1530’dan sonra kurulan Dursunlu ve Bayram Halife mahalleleriyle mahalle sayısı 5’e çıkarken, vergi nüfusunda düşüş yaşanmış; 1525’te 425
olan vergi nüfusu 1547’de 284’e gerilemiştir. Aynı yılda köy sayısı da 17’ye düşmüştür (Kurt, 2005a, ss. XVIII-XIX, XXI). Adana Sancağı’nın 1572 tarihli tahririnde, Kınık
Kasabası 5 mahallesi ve bir önceki tahrire göre düşmüş olan 182 vergi hanesi bulun-
309
HÜSEYİN ÇINAR
maktadır. Bu yıldaki köy sayısı bir önceki tahrirle aynıdır. Köylerin vergi nüfusu da
386’dır. 1691 tarihli bir belgede, Adana Sancağı’nın nahiyeleri sayılırken, Adana,
Ayas, Berendi, Beyas (Payas), Misis ve Kınık isimleri yer almış, yine 1729’a ait bir
kayıtta da Çukurova, Kurtkulağı, Kınık ve Berendi kazalarının adına yer verilmiştir.
Kınık Kasabası, XVI. yüzyılın sonlarında patlak veren ve XVII. yüzyılın ilk yarısında
da etkisini sürdüren Celalî isyanları sırasında, Evliya Çelebi’nin de aktardığına göre,
kasaba halkının maruz kaldıkları “zulüm ve teaddî” nedeniyle, boşalıp harabe hale
gelmiş ve zamanla da önemini kaybederek haritadan ve hatıralardan silinmiştir
(Kurt, 2005b, ss. LXII, XLV, XLVI-XLIX, LXII; Sümer, 1963, ss. 24-25). Yukarıda genel
hatlarıyla ortaya konulan tarihî kayıtlardan da anlaşıldığı üzere Çukurova’dan bir
Kınık Kasabası/Kazası gelip geçmiş, kaybolan yerleşim birimleri arasında yerini
almıştır.
Anadolu Dışındaki Kınık Boyu
Günümüzdeki mevcut çalışmalara göre, Türkiye’nin Anadolu coğrafyası dışında,
Oğuz/Türkmen boyların tamamının bir arada olduğu ülkelere rastlanmamaktadır.
Nitekim Halaçoğlu bunun nedeninin, Selçuklu ve Osmanlı Devleti’nin, göçlerin
yaşandığı devirdeki gücünden ve Anadolu coğrafyasının göçebelerin yaşamasına
elverişli olmasından kaynaklanmış olabileceğini belirtmektedir (Halaçoğlu, 2009, s.
XXXI). Anadolu dışında, Osmanlı’nın Rumeli bölgesinde az sayıda Kınık isimli yerleşme birimine rastlanmaktadır. XV-XVI. yüzyıl tahrir defterlerinde bu boya ait yer
isimlerine az da olsa rastlanmaktadır. Bunlar arasında; Vize Sancağı’nın Çorlu Kazası’na bağlı Kınıklu Köyü’nü (370 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Rum-İli Defteri
(937/1530), I, s.294), Çirmen Sancağı’nın Çirmen Nahiyesi’ne bağlı Kınıklı Köyü’nü
(370 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Rum-İli Defteri (937/1530), II, s. 323; Çalık, 2005,
ss. 235, 247, 256, 268), yine Çirmen Sancağı’nın Tekfurdağı (Tekirdağ) Kazası’na bağlı
Kınıklı Köyü’nü (370 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Rum-İli Defteri (937/1530), II, s.
346; Çalık, 2005, ss. 263, 274) ve Silistre Sancağı’nın merkez Silistre Kazası’na bağlı
Kınıklu Köyü’nü (370 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Rum-İli Defteri (937/1530), II, s.
394) şimdilik burada belirtebiliriz. Ancak Rumeli’deki Oğuz/Türkmen boyları üzerine yeni çalışmaların yapılması gerekmektedir.
Kınık İsimli Yerleşme Birimlerinin Bulundukları İdari Birimler
Diğer Oğuz boylarının isimlerini taşıyan yerleşme birimleri gibi Kınık isimli yerleşme birimleri de Türkiye’nin geniş bir coğrafyasına yayılmıştır. Halaçoğlu’nun 14531650 yılları arasına ait arşiv kayıtlarından yola çıkarak hazırladığı Anadolu’daki
aşiretler, cemaatler ve oymaklarla ilgili çalışmada, Kınık boyunun meskûn olduğu
şehir ve kazalar şunlardır: Adana (Kınık, Berendi, Hacılı, Karaisalu, Sarıçam, Yüreğir), Aksaray, Ankara, Arapkir, Aydın, Antep, Biga (Balya, Ezine), Birecik, Bolu,
Bozok (Yozgat), Çankırı, Çorum, Diyarbekir, Erzurum, Halep, Hamid, Hüdavendigâr (Bursa), Karahisar-ı Sahib (Afyon), Karahisar-ı Şarkî, Karaman, Karesi, Kars-ı
Maraş (Kadirli), Kastamonu, Kayseri, Kırşehir, Kilis, Kocaeli, Konya, Kütahya, Malatya, Maraş, Menteşe, Niğde, Özer (Payas), Sığla, Sis (Kozan), Sivas, Siverek, Tarsus,
Teke, Tekirdağ, Urfa (Halaçoğlu, I, 2009, s. XXXIX).
Cevdet Türkay’ın Türkiye geneli ile ilgili yaptığı benzer bir çalışmada tespit ettiği
Kınık boyunun adını taşıyan yerleşme birimlerinin bulunduğu şehir ve kazalar ise
şunlardır:
310
KINIKLAR VE KINIK YERLEŞMELERİ
Aşiret adı olarak Kınık, Kınıklı (Kınıklu): Karahisar-ı Sahib Sancağı, Söğüd Kazası,
Belviran Kazası (Konya Sancağı), Adranos Kazası (Hüdavendigar Sancağı), Kaş Kazası (Teke Sancağı), Yeni İl Kazası (Sivas Sancağı), Halep Eyaleti, Karahisar-ı Şarkî
Sancağı, Çorum Sancağı, Onikidivan Kazası (Bolu). Bu şehir ve kazalar, Türkmân
Taifesinden Kınık yer isimlerinin yer aldığı yerleşmeler olarak verilmiştir (Türkay,
2001, s. 97).
Cemaat adı olarak Kınık, Kınıklı: Adana, Hama, Hums, Ankara, Aksaray, Konya,
Karaman, Kütahya ve Çorum sancakları, Koçhisar Kazası (Kengiri Sancağı), Onikidivan Kazası (Bolu Sancağı), Edirne Kazası (Paşa Sancağı), Çorlu Kazası (Vize Sancağı),
Akca Şehr-i Bolu Kazası (Bolu Sancağı), Tekfurdağı Kazası (Çirmen Sancağı), Gekbuze (Gebze) ve İznikmid kazaları (Kocaeli Sancağı). Türkay ayrıca, Karakoyunlu aşiretinden olan Kınık cemaatinin Adana’da kışladığını, bunun dışında Kınık Uşak cemaatinin de Yörükân tâifesinden olduğunu, Hama ve Hums sancaklarında bulunduğunu belirtmiştir (Türkay, 2001, s. 443).
Osmanlı döneminde Anadolu’da yaşayan Oğuz/Türkmen boylarıyla ilgili yapılan
çalışmalarda, XV-XVI. yüzyıllar için tahrir defterleri, yine aynı dönemler ve sonraları
için şerʻiye sicilleri ile henüz yeni açılmaya başlayan nüfus defterleri bizlere önemli
veriler sunmaktadır. Bu konudaki öncü çalışmalardan birini yapan Faruk Sümer’in
tespitine göre, XVI. yüzyılda Anadolu’da var olan Kınık isimli yer adlarının yoğun
olduğu sancaklar şu şekildedir (bk. Tablo 2):
9’ar köy ile Ankara ve Kütahya; 8 köy ile Sivas; 7 köy ile Hüdavendigar; 5’er köy ile
Konya, Kengırı (Çankırı) ve Karahisar-ı Sahib; 4’er köy ile Malatya, Kastamonu ve
Karasi; 3 köy ile Bolu dikkati çekmektedir. Türkiye sınırlarında kalan Osmanlı topraklarındaki köy sayısı, daha önce de belirtildiği üzere XVI. yüzyılda 81’dir. Bu köylere ait vergi veren nüfus ise hane esası üzerinden 2.250’dir. Bu köyler hakkındaki
bilgiler, Kınıklar’ın bu dönemdeki vergiye tabi olan nüfusları ile en çok hangi merkezlere yerleştiklerini göstermesi bakımından oldukça önemlidir (Sümer, 1999, s.
235).
Tablo 2. XVI. yüzyılda Anadolu’da Kınık İsimli Yerleşim Birimleri (Sümer, 1999, ss.
425-426)
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
11.
12.
13.
14.
Boy Adı
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
ve … Kınık
Kınık
Kınıközü
Kınıközü
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Vasfı
Kaza
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Sancağı
Adana
Akşehir
Amasya
Ankara
Ankara
Ankara
Ankara
Ankara
Ankara
Ankara
Ankara
Ankara
Beyşehri
Biga
Kazası
İshaklu
Taşabad
Bacı
Çubuk
Yabanabad
Yabanabad
Yabanabad
Murtazabad
Murtazabad
Ayaş
Çubuk
Kırili
Çan
Vergi Nüfusu/Hane
27
18
14
80
27
110
22
8
24
16
10
45
9
311
HÜSEYİN ÇINAR
15.
16.
17.
18.
19.
20.
21.
22.
23.
24.
25.
26.
27.
28.
29.
30.
31.
32.
33.
34.
35.
36.
37.
38.
39.
40.
41.
42.
43.
44.
45.
46.
47.
48.
49.
50.
51.
52.
53.
54.
55.
56.
57.
58.
312
Kınık
Kınık
Divan-ı Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Nısıf-Kınık
Kınık
Yukarı Kınık
Aşağı Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınıkalanı
Kınık
Kınık
Kınık ve Hatun
Saray ve Avcılar
Kınık (Ekinbaşı)
Kınıkcık-Kargın
(İl-düzen)
Kınık
Sevinçviranı ve
Kınık
Kara Kınık
BağözüVirancık ve
Kınıközü
Kınık
(Karaağaç)
Kınık
Kınık
Kınık
Yazı Kınık
Kınık
Yaka Kınık
Bostan Kınık
Kınık
Yukarı Kınık
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Ekinlik
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Ekinlik
Köy
Köy
Köy
Bolu
Bolu
Bolu
Çorum
Çorum
Hamid
Hamid
Hüdavendigar
Hüdavendigar
Hüdavendigar
Hüdavendigar
Hüdavendigar
Hüdavendigar
Hüdavendigar
Karahisar-ı Sahib
Karahisar-ı Sahib
Karahisar-ı Sahib
Karahisar-ı Sahib
Karahisar-ı Sahib
Karahisar-ı Şarki
Karahisar-ı Şarki
Karasi
Karasi
Karasi
Karasi
Kastamonu
Kastamonu
Kastamonu
Mengen
Onikidivan
Osmancık
Çorumlu
Irla
Gönen
Gönen
Sifrihisar
Mihalıç
Göynük
Bergama
Atranos
Yarhisar
Şehirabad
Sandıklu
Sandıklu
Hula
Gevezid
Gevezid
İvrindi
Taşgerdek
Sındırgı
Sındırgı
Devrekani
Sinop(Karasu)
Daday
88
3
20
24
30
11
13
27
14
54
24
6
45
23
13
1
8
13
9
25
43
12
20
39
68
Köy
Kastamonu
Sinop
11
Köy
Köy
Kengırı (Çankırı)
Kengırı
Kengırı
Koçhisar
64
70
Köy
Köy
Kengırı
Kengırı
Tosya
Çerkeş
56
229
Köy
Kengırı
Kargu
60
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Kocaili
Konya
Konya
Konya
Konya
Konya
Kütahya
Kütahya
Kütahya
Kütahya
Kandırı
Belviran
Sahra
Sahra
Sahra
Larende
Yalak
Yalak
Yalak
Kalınviran
18
59
40
5
64
11
25
20
KINIKLAR VE KINIK YERLEŞMELERİ
59.
60.
61.
62.
63.
64.
65.
66.
67.
68.
69.
70.
71.
72.
73.
74.
75.
76.
77.
Aşağı Kınık
Kınık
Dere Kınık
Kınık
Toyca Kınık
Kınık
Ağca Kınık
Kınık
Kınık
Kınık - Kuzu
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Ekinlik/
Mezra
Ekinlik
Ekinlik
Kütahya
Kütahya
Kütahya
Kütahya
Kütahya
Malatya
Malatya
Kalınviran
Eğrigöz
Eğrigöz
Simav
Selinti
Karahisar
Argavun
Malatya
Malatya
Maraş
Ayvalu
Kahta
Zeytun
Hısn-ı Mansur
(Adıyaman)
Balat
Temürcü
Sivas
Sivas
Sivas
Sivas
Tokat (Kafirni)
Büyük Kınık
Küçük Kınık
Kınık
Kınık
Kınık viranı
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık ve
Akviran
Köy
Köy
Köy
Köy
Ekinlik
Köy
Köy
Köy
Maraş
Menteşe
Saruhan
Sivas
Sivas
Sivas
Sivas
Sivas
Ekinlik
Sivas
Kınık
Ekinlik
Sivas
Sivas
Teke
Tokat
Zile (Meşhedabad)
Zile (Meşhedabad)
Kalkanlu
Teke
Kaş
78.
79.
Kara Kınık
Kınık
Akyaka ve
Kınık
TOPLAM HANE SAYISI
80.
81.
10
18
18
64
24
73
27
23
5
60
18
30
0
17
61
27
2.250
Halaçoğlu’nun XV. yüzyılın ortalarından XVII. yüzyılın ortalarına kadar olan döneme ait arşiv belgelerinden yola çıkarak hazırladığı, Anadolu’daki cemaatlerin bağlı
olduğu Oğuz boyları ile ilgili listede, cemaat ve hane sayısı en fazla olan boy Avşar’dır. Bu dönemde, Avşarlara bağlı cemaat sayısı 5.406, hane sayısı 140.357 ve mücerred yani evlenmemiş erkek nüfus ise 43.627’dir. İkinci sırada Yıva boyu gelmekte,
bu boya bağlı cemaat sayısı 3.782, hane sayısı 120.939, mücerred sayısı da 30.692’dir.
Üçüncü sırada yer alan Oğuz boyu Bayındır’dır. Bu boya bağlı cemaat sayısı 3.010,
hane sayısı 88.823, mücerred sayısı da 23.899’dur. Dördüncü sırada Kayı boyu gelmekte, bu boya ait cemaat sayısı 1.707, hane sayısı 70.406, mücerred sayısı da
13.874’tür. Bunları takip eden Oğuz boyları ise Salur, Döğer, Kınık, İğdir şeklinde
devam etmektedir. Bu dönemde Kınık boyuna bağlı cemaat sayısı 1.200, hane sayısı
25.601, mücerred sayısı da 9.270’dir (Halaçoğlu, 2009, I, s. XXXI-XXXII). Hiç şüphesiz
bu rakamları mutlak kesin ve doğru kabul edemeyiz. Mutlaka fazlalıkları ve eksiklikleri söz konusudur. Ancak, bu sayısal veriler, o dönemde mevcut olan Oğuz boylarına bağlı cemaatlerin sayıları, büyüklükleri, nüfusları ve birbirlerine oranları hakkında kaba bir tahmin yapmamıza yardımcı olur.
Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde çok sayıda yerleşme yerinde Kınık
adı yaşamaktadır. Bunlardan sadece 36’sı Kınık şeklinde, ayrıca Kınıkbâlâ, Kınıkdeli313
HÜSEYİN ÇINAR
leri, Kınıkderesi, Kınıkhasan, Kınıkkoz, 2 yerde Kınıklar, Kınıklı, Kınıkyeri olmak
üzere toplam 45 yerde karşımıza çıkmaktadır (Sümer, 2002, s. 419). Türkiye’deki
Kınık yerleşmelerinden sadece biri, ilçe konumunda olup, İzmir iline bağlıdır.
1820’ye kadar köy statüsünde olan Kınık, 1910 yılında Bergama İlçesine bağlı bucağa
dönüştürülmüş, 1938’de Belediye teşkilatı kurulmuş, 1948’de de Bergama İlçesi’nden
ayrılarak, İzmir’e bağlı bir ilçe konumuna getirilmiştir. Kınık İlçesi’nin nüfusu 2012
Yılı Aralık sonu verilerine göre 28.210 olup, bu nüfusun 11.754’ü ilçe merkezinde,
16.456’sı belde ve köylerde oturmaktadır
(http://www.kinik.gov.tr/default_B1.aspx?content=1009/14.08.2014).
Tablo 3. 1933’te Türkiye’de Kınık İsimli Köyler (Köylerimiz, 1933, ss. 461-462)
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
11.
12.
13.
14.
15.
16.
17.
18.
19.
20.
21.
22.
23.
24.
25.
26.
27.
28.
29.
30.
31.
32.
33.
34.
35.
36.
37.
38.
314
Köyün Adı
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınıkbâlâ/Yukarı Kınık
Kınık Delileri
Kınıkhasan
Kınıklar
Kınıklar
Kınık Melhem
Kınıkyeri
Kınıkzîr/Aşağı Kınık
Kazası
Bozkır
Kaş
Kırkağaç
Gördes
Şebinkarahisar
Adıyaman
Arapkir
Fethiye
Bozüyük
Sındırgı
Bergama
Sivrihisar
Dinar
Sandıklı
Simav
Tavşanlı
Kalecik
Orhaneli
İnegöl
Düzce
Kızılcahamam
Kızılcahamam
Göynük
Birecik
Acıpayam
Göynük
Sancağı
Konya
Kastamonu
Antalya
Manisa
Manisa
Giresun
Çorum
Malatya
Malatya
Muğla
Sinop
Bilecik
Balıkesir
Bilecik
Balıkesir
İzmir
Eskişehir
Afyon
Afyon
Afyon
Kütahya
Kütahya
Ankara
Tokat
Bursa
Bursa
Ankara
Bolu
Ankara
Ankara
Bolu
Çorum
Çankırı
Tekirdağ
Denizli
Urfa
Denizli
Bolu
KINIKLAR VE KINIK YERLEŞMELERİ
Tablo 4. 1967 ve 1981’de Türkiye’de Kınık İsimli Köyler (Köylerimiz (1968); Köylerimiz (1981))
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
11.
12.
13.
14.
15.
16.
17.
18.
19.
20.
21.
22.
23.
24.
25.
26.
27.
28.
29.
30.
31.
32.
33.
34.
35.
36.
37.
38.
39.
40.
41.
42.
43.
44.
45.
Yerleşim Birimi/
İlçe-Köy
Kınık İlçesi
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık(Abadaniye)
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınık
Kınıkkoz
Kınık Delileri
Kınıklar
Kınıklı
Kınıkhasan (Mahalle)
Kınıkyeri
Aşağı Kınık/ Kınık Zîr
Adakınık
Başkınık
Pirkınık/Çayboyu
Ilıcakınık
Susuzkınık
Tatkınık
Yazıkınık
Yukarı Kınık/Kınık Bâlâ
Bucak
Haydarlı
Karadirek
Merkez
Çandır
Çeltikçi
Pazar
Kazan
Kalkan
Merkez
Merkez
Yarhisar
Merkez
Merkez
Merkez
Büyükorhan
Seydim
Merkez
Merkez
Merkez
Merkez
Aşağıpınarbaşı
Merkez
Merkez
Merkez
Köprübaşı
Gelembe
Merkez
Seki
Merkez
Süleymanlı
Merkez
İnecik
Merkez
Gümerdiğin
Merkez
Merkez
Dörtdivan
Hasançelebi
Merkez
Merkez
Merkez
Merkez
Merkez
Merkez
Kaza
Dinar
Sandıklı
Sincanlı
Kalecik
Kızılcahamam
Kızılcahamam
Yenimahalle (Kazan)
Kaş
İvrindi
Sındırgı
Merkez
Pazaryeri
Akçakoca
İnegöl
Orhaneli
Merkez
Sivrihisar
Şebinkarahisar
Devrekâni
Tosya
Merkez
Bozkır
Merkez
Simav
Gördes
Kırkağaç
Selendi
Fethiye
Almus
Merkez
Merkez
Merkez
Merkez
Şabanözü
Çameli
Göynük
Gerede
Hekimhan
Merkez
Merkez
Merkez
Arguvan
Mucur
Göynük
Vilayeti
İzmir
Afyon
Afyon
Afyon
Ankara
Ankara
Ankara
Ankara
Antalya
Balıkesir
Balıkesir
Bilecik
Bilecik
Bolu (Düzce)
Bursa
Bursa
Çorum
Eskişehir
Giresun
Kastamonu
Kastamonu
Konya
Konya
Kütahya
Kütahya
Manisa
Manisa
Manisa
Muğla
Tokat
K. Maraş
Çorum
Tekirdağ
Denizli
Çankırı
Denizli
Bolu
Bolu
Malatya
Sivas
Bolu
Bolu
Malatya
Kırşehir
Bolu
315
HÜSEYİN ÇINAR
1453-1650 Yılları Arasında Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar İçinde Yer
Alan Kınıklar (Halaçoğlu, III, 2009, ss. 1414-1427)1
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
11.
12.
13.
14.
15.
16.
17.
18.
19.
20.
21.
22.
23.
24.
25.
26.
27.
28.
29.
30.
31.
32.
33.
1
Kınık oğlu Cemaati - Karaisalu Taifesi - Adana Sancağı (S)., Karaisalu Nahiyesi (Nh.)
Kınık Cemaati - Kınık K., Akşehir S., İshaklu Nh.
Kınık Cemaati - Kınık Özü K., Ankara S., Yabanâbâd Kazası (Kz.)
Kınık Cemaati - Kınık K., Ankara S., Yabanâbâd Kz.
Kınık Cemaati - Kınık-ı diğer K. Otası K. Ankara S., Yabanâbâd Kz.
Kınık Cemaati - Kınık K., Ankara S., Çubuk Kz.
Kınık Cemaati - Kınık Özü K., Ankara S., Mürted Ova/ Murtazaâbâd Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Ankara S., Mürted Ova/ Murtazaâbâd Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Ankara S., Ayaş Nh.
Kınık Cemaati - Kara Kınık K., Ankara S., Karadağ Kz.
Kınık Cemaati - Kınık K., Arapgir S.
Kınıklar Cemaati - Teke Türkmenleri - Aydın S.
Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri-Çullıyân-ı Batnos Cemaati/ Karaca KoyunluCemaati-Kara Koyunlu Cemaati -Aydın S., Ayasulug Kz.
Devri Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri-Çullıyân-ı Batnos Cemaati/ Karaca Koyunlu
Cemaati-Kara Koyunlu Cemaati- Karslar/Kazcılar? K., Aydın S. Ayasulug Kz.
Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri-Çullıyân-ı Batnos/ Karaca Koyunlu Cemaati-Kara
Koyunlu Cemaati - Beğlikdere K., Aydın S.
Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri-Çullıyân-ı Batnos Cemaati/ Karaca Koyunlu Cemaati-Kara Koyunlu Cemaati - Uzunluca K., Aydın S.
Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri-Çullıyân-ı Batnos Cemaati/ Karaca Koyunlu Cemaati-Kara Koyunlu Cemaati - Kilise K., Aydın S.
Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri-Çullıyân-ı Batnos Cemaati/ Karaca Koyunlu Cemaati-Kara Koyunlu Cemaati - Bozalan K., Aydın S., Ayasulug Kz.
Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri-Çullıyân-ı Batnos Cemaati- Miskince K., (Tire'de)
Aydın S.
Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri-Çullıyân Cemaati (Ak Koyunlu)- Akkoyunlu K.,
Aydın S.
Kınıklar Cemaati-Ak Koyunlu Cemaati-Akça Koyunlu Cemaati- Düzek ve Yıvağla K.,
Aydın S.,Tire Kz.
Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri- Aydın S. Sultanhisarı Nh.
Kınıklar Cemaati-Karaca Koyunlu Cemaati- Aydın S., Tire Kz.
Kınıklar Cemaati-Ak Koyunlu Yörükleri-Ak Koyunlu Yörükleri- Tire'de Aydın S., Ayasulug Kz.
Kınıklar Cemaati-Teke Türkmenleri-Alalar Cemaati- Aydın S.
Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri-Çullıyân Cemaati- Çayırlu K., Aydın S., Ayasulug
Kz.
Kınıklar Cemaati-Çullıyân Yörükleri-Çullıyân Cemaati-Yedi Bergos K., Aydın S., Ayasulug Kz.
Kınıklar Cemaati-Karaca Koyunlu Cemaati-Kara Koyunlu Cemaati- Küçük Kerfiye K.,
Aydın S., Tire Kz.
Kınıklar Cemaati-Karaca Koyunlu Cemaati-Kara Koyunlu Cemaati-Mislahce K., Aydın
S.,Tire Kz.
Kınık Cemaati - Kınık K., Biga S., Çan Kz.
Kınık (Yengecük) Cemaati- Kınık K., Biga S., Ezine Kz., İskenderus Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Birecik S., Ank (Amk) Nh.
Kınık Cemaati - Susuz ve Kınık K., Bolu S.
Bu liste, Halaçoğlu’nun hazırlamış olduğu listedeki tekrarlar çıkartılarak, oluşturulmaya
çalışılmıştır.
316
KINIKLAR VE KINIK YERLEŞMELERİ
34.
35.
36.
37.
38.
39.
40.
41.
42.
43.
44.
45.
46.
47.
48.
49.
50.
51.
52.
53.
54.
55.
56.
57.
58.
59.
60.
61.
62.
63.
64.
65.
66.
67.
68.
69.
70.
71.
72.
73.
74.
75.
76.
77.
78.
79.
80.
81.
Kınık Cemaati - Kınık K., (Sazak Divânı), Bolu S.
Kınık Cemaati - Bolu S., Oniki Divân
Kınık Cemaati - Kınık K., Bolu S.
Kınık Cemaati – Kınık Divânı K., Bolu S., Gerede Nh.
Kınık Cemaati - Kınıklı K., Çirmen S.
Kınık Cemaati - Kınık K., Çorum S.
Kınık Cemaati - Kınık K., Çorum S., Osmancık Kz., Sakız Divânı
Kınık Cemaati - Haleb Türkmenleri, Haleb S.
Kınık Cemaati (Cemaat-ı Kınık-ı Diğer)- Haleb S., Hısnü'l-ekrad Nh.
Kınık Cemaati - (tâbi-i Kırım Kethüda b. Emet) Haleb Türkmenleri - Haleb S.
Kınık Uşak Cemaati - Haleb Türkmenleri- Hama ve Humus, Haleb S.
Kınık Cemaati - Kınık K., Hamid S., Gönen Kz.
Kınık Cemaati - Hamid S., Burdur Kz.
Kınık Cemaati - Kınık K., Hamid S. Keçiborlu Kz.
Kınık Cemaati - Kınık K., Hüdâvendigâr (Bursa) S., Gönen Kz.
Kınık Cemaati - Kınık K., Hüdâvendigâr (Bursa) S., Bergama Kz.
Kınık Cemaati - Kınık K., Hüdâvendigâr (Bursa) S., İnegöl Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Hüdâvendigâr (Bursa) S., Atranos Nh.
Kınık Cemaati - Dere Kınık K. (nezd-i Mahmadca), Hüdâvendigâr (Bursa) S., Atranos
Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Hüdâvendigâr (Bursa) S., Mihalliçcik Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Hüdâvendigâr (Bursa) S., Bergama Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Hüseyinler K., Hüdâvendigâr (Bursa) S., Yenice Taraklu Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Hüdâvendigâr (Bursa) S., Seferihisar Nah.
Kınık Cemaati - Kınık K., Hüdâvendigâr (Bursa) S., Taşili Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Hüdâvendigâr (Bursa) S., Karagöz (Akhisar) Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Hüdâvendigâr (Bursa) S., Beypazarı Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Hüdâvendigâr (Bursa) S., Mihaliç Hisarı Nh.
Kınık Cemaati Ulu Yörük Taifesi- Hüdâvendigâr (Bursa) S., Seferihisar Kz.
Kınık Cemaati - Hüdâvendigâr (Bursa) S., Yarhisar Nh.
Kınık Cemaati - Hüdâvendigâr (Bursa) S., Göynük Kz.
Kınık Yörükleri Cemaati - Kınık Yörükleri - Kınık K., Hüdâvendigâr (Bursa) S., Atranos
Nh.
Kınık Cemaati - Kınık-ı Zir (Aşağı Kınık) K., Doğancı M., Karahisar-ı Şarki S., Gözid
(Gevezid) Nh.
Kınık Cemaati - Kınık-ı Bâlâ K., Karahisar-ı Şarki S., Gözid (Gevezid) Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Karahisâr-ı Sahib (Afyon) S., Şuhud Kz.
Kınık Cemaati - Kınık K., Karesi S., Balıkesir Kz.
Kınık Cemaati - Kınık K., Karesi S., Sındırgı Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Karesi S., İvrindi Nh.
Kınıklu Cemaati nâm-ı diğer Lavat? Kınırlu, nâm-ı diğer Lavat K.?, Karesi S., Manyas
Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Karasu’da, Kastamonu S., Sinop Kz.
Kınık Cemaati - Kınık K., Kastamonu S., Devrekânî Kz.
Kınık Cemaati - Kınık K., Kastamonu S., Daday Kaz.
Kınık Cemaati - Kınık K., Avcılar K., Hatun Saray K., Kastamonu S., Daday Kz.
Kınık Hasan (İldüzen) Cemaati - Kınık Hasan (İldüzen) K., Kengırı (Çankırı) S.,
Kınık Kabilesi Cemaati - Kengırı (Çankırı) S., Koçhisar Kz.
Kınık Cemaati - Kara Kınık K., Kengırı (Çankırı) S., Çerkeş Kz.
Kınık Cemaati - Kınık Özü K., Kengırı (Çankırı) S., Kargı Kz.
Kınık Cemaati - Kınık K., Karaman (Larende) S., Kaş Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Karaman (Larende) S., Belviran Nh.
317
HÜSEYİN ÇINAR
82.
83.
84.
85.
86.
87.
88.
89.
90.
91.
92.
93.
94.
95.
96.
97.
98.
99.
100.
101.
102.
103.
104.
105.
106.
107.
108.
109.
110.
111.
112.
113.
114.
115.
116.
117.
118.
119.
120.
121.
122.
123.
124.
125.
126.
Kınık Şeyhlü Cemaati - Köstere Yörükleri- Dırazal M., Kestane K.,Kayseriye S.
Kınık Cemaati - Sazı Kınık M., Kayseriye S., Sahra Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K. (nâm-ı diğer Karaağaç K.), Kocaeli S., Kandıra Nh.
Kınık Karyesi’nde sâkin Cemaatler - Kınık K., Konya S., Akşehir Kz. İshaklu Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Konya S., Kırili/Kıreli Nh.(Hüyük İlçesi)
Kınık Cemaati - Kınık K., Konya S., Konya Sahrası Nh.
Kınık Cemaati - Cemaat-ı diğer - Kınık K., Konya S., İshaklu Kz., Merkez
Kınık Cemaati - Yaylacık K., Konya S., Belviran Kz.
Kınık Cemaati - Kıreli Nh., Konya S., Beyşehir Kz.,
Kınık Cemaati - Kınık K., Kütahya S.
Kınık Cemaati - Yaka Kınık K., Kütahya S.
Kınık Cemaati – Yukaru Kınık K., Kütahya S., Kalınviran Nh.
Kınık Cemaati - Aşağı Kınık K., Kütahya S., Kalınviran Nh.
Kınık Cemaati - Kınıklar K., Kütahya S. Arslanapa Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Kütahya S., Eğrigöz Kz.
Kınık Cemaati - Depe Kınık K., Kütahya S., Eğrigöz Kz.
Kınık Cemaati - Bostan Kınık K., Kütahya S., Yalak Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Kütahya S., Simav Kz., Avdan Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Kütahya S., Yalak Nh.
Kınık Cemaati - Akça Kınık K., Malatya S., Kederbeyt Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Malatya S., Karahisar Nh.
Kınık Cemaati - Tatlar Kınığı K.?, Malatya S., Arguvan Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Malatya S., Hısn-ı Mansur (Adıyaman) Kz.
Kınık Cemaati - Kınık-ı Kebir K., Maraş S., Hısn-ı Mansur (Adıyaman) Kz.
Kınık Cemaati - Kınık-ı Sagir K., Maraş S. Hısn-ı Mansur (Adıyaman) Kz.
Kınık Cemaati - Kınık K., Menteşe S., Balat Kz.
Kınık Cemaati - Ramazan Fakih Mah., tâbi-i Kınık K., Niğde S., Anduğı Nh.
Kınık Cemaati - Seyfeddinlü Mah., tâbi-i Kınık K., Niğde S., Anduğı Nh.
Kınık Cemaati - Şeyh Mehmed Mah., tâbi-i Kınık K., Niğde S., Anduğı Nh.
Kınık Cemaati - Hacı Abdi Mah., tâbi-i Kınık K., Niğde S., Anduğı Nh.
Kınık Cemaati - Haciklü Mah., tâbi-i Kınık K., Niğde S., Anduğı Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Saruhan S., Demirci Kz.
Kınık Cemaati - Kınık K., Saruhan S., Borlu Kz.
Kınık Cemaati - Sivas (Yeni il) S., Niksar Kz., Taşâbâd Nh.
Kınık Cemaati - Kınık K., Sivas (Yeni il) S., Tokat Kz. Kafirni (Almus) Nh.
Kınık Cemaati - Kınık Döleği K., Sivas (Yeni il) S.
Kınık Cemaati - Kınık K., Sivas (Yeni il) S.
Kınık Cemaati – Kınık Çönger K., Sivas (Yeni il) S.
Kınık Cemaati - Kınık K., Sivas (Eyâlet-i Rum) S., Sivas Kz.
Kınık Cemaati - Şeyhlü Kınık K., Sivas (Eyâlet- i Rum) S., Sivas Kz.
Kınık Cemaati - Kınık M., Sivas (Yeni il) S., Sivas Kz.
Kınık Cemaati-Ulu Yörük Taifesi- Sivrihisar Kz., Sultanönü (Eskişehir) S.
Kınık Cemaati - Kınık K., Sultanönü (Eskişehir) S., Eskişehir Kz. Karacaşehir Nh.
Kınık Cemaati - Teke Türkmenleri - Kınık K., Teke S., Kalkanlu Kz.
Kınık Cemaati - Kınıklı K., Tekirdağ (Tekfurdağı) S., Tekirdağ (Tekfurdağı) Kz.
Sonuç
Kınık boyu, Oğuzların Üç-Ok koluna bağlı bir Türk boyudur. Oğuz elinden göç
yoluyla gelen bu boy, XI. yüzyıldan itibaren Türk ve İslam dünyasında üstlendiği rol
ve aldığı tarihî sorumluklarla kendisinden hep söz ettirmiştir. Kınık boyu, Türk tarihi içerisinde sadece Selçuklu hanedanını çıkaran bir boy olarak anılmamış, Anado318
KINIKLAR VE KINIK YERLEŞMELERİ
lu’da, İran’da, Suriye’de etkin siyasi rol üstlenmiş, fetihlere katılmış, iskân politikasının içinde yer almıştır. Bilhassa fatih bir kavim olarak Anadolu’nun Türkleşmesinde
ve İslamlaşmasında ön planda olmuştur. Çukurova’nın Türkler eline geçmesinde ve
bu bölgede kalıcı Türk yerleşiminin temelinin atılmasında, kendisi gibi Üç-Oklara
mensup boylarla faal rol oynamışlardır.
Kınık boyu, XIV. yüzyıldan itibaren Türkiye coğrafyasında hâkim olan ırkî ve kültürel değerlerin oluşmasına katkı sağlayan Türk boyları arasında ilk sıralarda gelir.
Bunun en önemli göstergesi, Anadolu’nun çok geniş bir alanında, kendi ismi ile
anılan yerleşme birimlerinin dağılımı ve nüfus yapısıdır. Nitekim XVI. yüzyılda
Anadolu’da, Kayı ve Avşar boylarından sonra 81 köy yerleşmesi ile Kınık boyu
üçüncü sırada yer almıştır. Bu durum Kınıkların Anadolu’ya kalabalık bir nüfus
gücüyle geldiğini, Suriye’den Trakya’ya kadar geniş bir alana yayıldıklarını ortaya
koymaktadır. Yer adlarının sayısal durumu, aynı zamanda Anadolu’ya gelen Oğuz
boylarının nüfus oranını da kabaca yansıtmaktadır. Bu da haliyle onların siyasal ve
askeri konumlarını belirleyici olmuştur. Zamanla, diğer Oğuz boylarında da karşımıza çıkan köylerin harap olarak ortadan kalkma problemi, ne yazık ki Kınıkların da
başına gelmiş, Adana Sancağı içinde yer alan Kınık isimli bir nahiye/kaza tamamen
ortadan kalkmış, günümüze arşiv kayıtlarından başka hiçbir izi ulaşmamıştır.
Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde çok sayıda yerleşme yerinde Kınık
ismi hala yaşamaktadır. Bunlardan sadece 36’sı Kınık şeklinde, diğerleri de çeşitli ön
ve son ekler almış olarak 45 yerde karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca, İzmir İli’ne bağlı
merkez nüfusu 12.000’e yaklaşan Kınık isimli bir ilçe mevcuttur. Oğuz elinden uzanıp gelen Oğuz Türklerinin bu kolu, dün olduğu gibi bugün de, sayıları azalsa ve
etkileri kaybolsa da Türkiye sınırlarında varlıklarını sürdürmektedirler. Ancak bunlardan haberdar olanların sayısı da gün geçtikçe azalmaktadır.
Akademik ve entelektüel camiada öncelikle yapılması gereken hususlardan biri, bu
toprakların bizlere yurt olmasını sağlayan Oğuz ya da Türkmen topluluklar üzerine
daha kapsamlı, daha doyurucu ve tutarlı, hem arşiv hem de saha çalışmalarının
birlikte yürütüldüğü çalışmalar yapmak, genç nesillere unutulan değerlerimizi ve
tarihi birikimimizi, yazılı, sözlü ve görsel anlatım yollarıyla aktarmak olmalıdır.
KAYNAKÇA
370 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Rum-İli Defteri (937/1530).(2001). I, Ankara: Devlet
Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları.
370 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Rum-İli Defteri (937/1530). (2002). II. Ankara: Devlet
Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları.
Çalık, S. (2005). Çirmen Sancağı Örneğinden Balkanlarda Osmanlı Düzeni (15.-16. Yüzyıllar). Ankara: Bosna-Hersek Dostları Vakfı Yayını.
Çınar, H. - Gümüşçü O. (2002). Osmanlıdan Cumhuriyete Çubuk Kazası. Ankara: Bilge
Yayınları.
Gündüz, T. (2002). Oğuzlar/Türkmenler. Türkler. II. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.
319
HÜSEYİN ÇINAR
Gündüz, T. (2010). Kınık Boyu ve Anadolu’da Kınık Yerleşmeleri. I. Selçuklu Sempozyumu. Kayseri: (Yayımlanmamış tebliğ).
Halaçoğlu, Y. (2009). Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650). I-VI. Ankara: TTK Yay.
Kaşgarlı Mahmut (1985). Divanü Lûgat-it- Türk Tercümesi. I, Çeviren: Besim Atalay,
Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
Köylerimiz. (1933). İstanbul: Dahiliye Vekaleti Mahalli İdareler Umum Müdürlüğü
Yay.
Köylerimiz. (1968). Ankara: İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü Yay.
Köylerimiz. (1981). Ankara: İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü Yay.
Kurt, Y. (2004). Çukurova Tarihinin Kaynakları- I, 1525 Tarihli Adana Sancağı Mufassal
Tahrir Defteri. Ankara. TTK.
Kurt, Y. (2005a). Çukurova Tarihinin Kaynakları-II, 1547 Tarihli Adana Sancağı Mufassal
Tahrir Defteri. Ankara: TTK.
Kurt, Y. (2005b). Çukurova Tarihinin Kaynakları- III, 1572 Tarihli Adana Sancağı Mufassal
Tahrir Defteri. Ankara: TTK.
Kütükoğlu, M. S. (2012). Osmanlı’dan Günümüze Yer Adları. Belleten. 275/Nisan.
147-165.
Sümer, F. (1963). Çukurova Tarihine Dair Araştırmalar. Tarih Araştırmaları Dergisi. X.
1-108)
Sümer, F. (1964). Oğuzlar. İslam Ansiklopedisi. IX. 378-387. İstanbul: MEB Yay.
Sümer, F. (1999). Tarihleri-Boy Teşkilâtı- Destanları, Oğuzlar (Türkmenler) (5. Baskı).
İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yay.
Sümer, F. (2007). Oğuzlar. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. XXXIII. 325-330.
Turan, A. N. (1999). Yabanabad Tarihini Ararken. Ankara: Kızılcahamam Belediyesi
Yay.
Türkay, C. (2001). Başbakanlık Arşivi Belgelerine Göre Osmanlı İmparatorluğu’nda Oymak,
Aşiret ve Cemâatlar. İstanbul: İşaret Yayınları.
Yazıcızâde Ali (2009). Tevârîh-i Âl-i Selçuk (Selçuklu Tarihi). Haz. Abdullah Bakır.
İstanbul: Çamlıca Yay.
http://www.kinik.gov.tr/default_B1.aspx?content=1009/14.08.2014
320
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
SOCIOLINGUISTIC SITUATION OF OGUZ TURKS IN
POST-SOVIET KAZAKHSTAN: THE FIRST RESULTS OF A
SOCIOLINGUISTIC SURVEY CARRIED OUT IN 2013-2014
IRINA NEVSKA YA
SA UL E TAZH IB A YEVA
1. Introduction: Language situation in Kazakhstan
Kazakhstan is a unique region of language interaction. In the Soviet period, Kazakhstan was called the “laboratory of friendship”. More than 130 different ethnic groups
live on the territory of Kazakhstan. Some of these ethnic groups came to Kazakhstan
as refugees because of various conflicts, or were exiled to Kazakhstan during the
Stalin era in the course of the so-called deportation, some migrated there in search for
work, while some groups represent the indigenous population of this area.
Kazakhstan gained its independency in 1991, after the collapse of the Soviet Union. It
is a multiethnic country. According to the results of the Kazakh national census of
2009 (http://www.eng.stat.kz), representatives of 26 Turkic ethnic groups live there,
Oguz peoples occupy a very important place among them: almost 100 000 Azeri,
about 500 Gagauz people, more than 2000 Turkmen and almost 100 000 Turks live in
Kazakhstan. The latter group is very diverse: we find here speakers of different Turkic dialects, representatives of various Turkicized peoples.
During the Soviet time, the number of people belonging to other ethnicities than
Kazakh was bigger than Kazakh population of the Republic. Russian was the state
language, and the language of inter-ethnic communication in the country. After the
Republic of Kazakhstan came into existence, the Kazakh language had to establish
itself as the state language in a hard competition against the Russian language (which
is still considered to be an official language in Kazakhstan). Monitoring of this competition was the main topic of sociolinguistic work in Kazakhstan while languages of
other ethnic groups got little attention for a long time (see Sulejmenova 1996, 2008;
Axmetžanova Z.K. 2005; Altynbekova O.B. 2006a, b; Sulejmenova Ė.D., Smagulova
321
IRINA NEVSKAYA / SAULE TAZHIBAYEVA
Ž.S. 2005; Sulejmenova Ė.D., N.Ž. Šajmerdenova, Ž.S. Smagulova, D.X. Akanova.
2007; Dave 2007; Report of the independent expert on minority issues. Mission to
Kazakhstan. 2009; Agentstvo Respubliki Kazakhstan po statistike 2010; Altynbekova
& Ajdarxanov 2010). At the same time, they have been under the pressure of both
Russian and Kazakh. Only recently, their needs got more attention of the Kazakh
authorities. An Assembly of the People of Kazakhstan was created that unites more
than 40 associations of various ethnic groups. The associations have with numerous
regional branches and are very active in the social life of Kazakhstan (see Picture 1).
During the years of independence the prestige of the Kazakh language as the state
language is increasing in the society. This factor objectively stimulates activation of
interaction between the Kazakh language and other Turkic languages of Kazakhstan.
Thus, the need for linguistic documentation of Kazakhstani Turkic language world is
of great importance. We do not only need data from well-established Turkic languages, but also from less known Turkic varieties (see such understudied Turkish
idioms as Ahiska, Hemshilli, Laz, etc.), endangered languages (Shor, Karaim,
Krimčak, see e.g. Erdal & Nevskaya 2006), languages strongly influenced by contacts
with Kazakh and Russian (Karakalpak, Karačay, Balkar, Tatar, etc). It’s important to
note, that practically all the Turkic groups living in Kazakhstan possess their titular
territory elsewhere (either as an independent statehood or an autonomous unit within a larger state).
During the Soviet period, the Russian language was the language of cross-cultural
communication not only of Slavic group, but also for all the rest. The Kazakh language is now recognized as the state language according to the Constitution, the
Russian language is the official language, and English is supposed to be used as the
language of international communication (the Projekt Gosudarstvennoi programmy). What place should native languages of ethnic minorities take in this situation?
2. Reasons of migration of Turkic ethnic groups to Kazakhstan
Speakers of many Turkic languages and their varieties in Kazakhstan were separated
from the main bulk of their speech communities mainly in the course of deportation
from the Caucasus in 1944. Some Turkic ethnic groups were isolated from their main
historical area already in 1935-1937 during the time of creating collective forms and
nationalization of private property of wealthy peasants in the Soviet Union (e.g.
Azerbaijanis, Kumyks). Some came to Kazakhstan in 1944, e.g. Turkish ethnic groups
(Ahiska, Hemshilli, Laz, etc.), Karaims, Krimčaks, Karačays, Balkars; some migrated
to Kazakhstan even earlier (Tatars, Uzbeks). Summing up we can enumerate the
following reasons of the present day multiethnic language landscape in Kazakhstan:
•
Living side by side for centuries and mutual migrations (Uzbek, Uyghur and
Kirgiz).
•
Deportations of Kumyks and Azeri in 1935-1937 during the collectivization period in the USSR.
•
Deportations of Turkic ethnic groups from the Caucasus and the Crimea in 1944
(Karachay, Balkar, Karaim, Krymčak and Crimean Tatar as well as various Turkish groups.
322
SOCIOLINGUISTIC SITUATION OF OGUZ TURKS IN POST-SOVIET KAZAKHSTAN
•
Industrialization during the Second World War, and the Virgin Lands Campaign
during the 50s and 60s of the 20th century that were connected with work migration of millions of people of various ethnicity.
•
Mixed marriages.
•
Work migration in the post-Soviet period.
Table 1. presents the results of the recent censuses in Kazakhstan.
Table 1. Turkic ethnic groups in Kazakhstan (Oguz Turkic groups are highlighted):
the dynamics of changes in their number in the last 40 years.
Total population in RK
Nationalities:
1. Kazakh
2. Azeri
3. Altay
4. Balkar
5. Bashkir
6. Chakass
7. Chuvash
8. Dolgan
9. Gagauz
10. Yakut
11. Karaim
12. Karakalpak
13.Karachay
14. Kirgiz
15. Krimchak
16. Kumyk
17. Nogay
18. Tatar
19. Crimean Tatar
20. Shor
21.Tofalar
22. Tuwan
23.Turkish
24. Turkmen
25. Uzbek
26. Uighur
1970
1979
1989
1999
2009
13.026.274
14.709.508
16.222.324
14.981.281
16.009.597
4.228.367
57.607
575
2.714
21.500
401
22.871
17
772
175
50
463
2.447
9.612
42
554
155
286.878
2.023
215
6
85
18.377
3.265
216.258
120.622
5.282.481
73.240
630
2.258
32.577
475
22.310
18
752
438
33
620
2.082
9.352
87
873
236
314.065
834
381
14
182
25.718
2.241
262.960
147.676
6.486.029
88.887
675
2.926
41.060
575
21.717
56
953
303
33
1.357
2.038
13.718
61
1.700
539
322.338
3.125
382
0
129
49.219
3.716
330.417
181.155
8.011.452
78.325
462
2.079
23.247
355
11.864
25
678
115
28
1.497
1.400
10.925
20
643
350
249.052
1.007
212
29
35
78.711
1.733
370.765
210.377
10.096.763
85.292
221
1.798
17.263
223
7.301
3
493
119
231
2.828
995
23.274
35
481
276
204.229
1.532
96
0
37
97.015
2.234
456.997
224.713
3. The International research project “Interaction of Turkic Languages and Cultures in the Post-Soviet Kazakhstan”
3.1. Objectives of the project and cooperation partners
A project carried out at the Free Berlin University, the Eurasian University in Astana
(the main cooperation partners), and at the Taraz State University by a group of
German and Kazakh researchers aims at a research on the sociolinguistic situation of
non-Kazakh Turkic ethnic groups in the Republic of Kazakhstan. The heads of the
project are Irina Nevskaya and Claus Schönig (Germany), and Saule Tazhibaeva and
Nurila Shaimerdinova (Kazakhstan). The project is financed by the Volkswagen
Foundation. This article will present some preliminary results of this project that
323
IRINA NEVSKAYA / SAULE TAZHIBAYEVA
started on March 1, 2014. Some issues of the project were referred to in Nevskaya &
Tazhibayeva 2014a and 2014b.
Objectives of the projects are as follows:
To clear up the real sociolinguistic situation in Kazakhstan with respect to Turkic
languages present in the country, which includes the following issues:
•
social strategies of Turkic ethnic groups in the new conditions of independent
Kazakhstani statehood (the opening of previously closed ethnic groups, the
choice of the education language for their children, etc);
•
assimilation processes vs. retaining the ethnic identities, as well as the main factors influencing these processes;
•
ethnic vs. civic in the mass-consciousness of the Turkic ethnic groups in modern
Kazakhstan; the role of the state policies and of spontaneously developing
tendencies;
•
reasons for increase and decrease in numbers of certain Turkic ethnic groups
during the independence period (such as the growth of Karaims and decrease in
number of Siberian Turks)
To document especially endangered, or unstudied Turkic varieties.
The project is important for Turcology and Sociology in Kazakhstan especially due to
the following factors:
•
At the university level, questions regarding the Turkic ethnicities in Kazakhstan
are increasingly coming to the fore. Three years ago, Departments of Turkic Studies were organized both at the Gumilev Eurasian National University (ENU) in
Astana and at the Kazakh National Al-Farabi University in Almaty. During the
first three years after the start of their programs, the focus of research and teaching has been almost exclusively on Old Turkic and Kazakh studies. Now, it
should also be extended to the linguistic and cultural peculiarities of all Turkic
languages, with a special attention to Turkic small-numbered ethnic groups in
Kazakhstan. The historical, anthropological and linguistic information, which is
to be obtained in the course of the cooperative German-Kazakh project, can be included in the curriculum of Turkic Studies courses.
•
Sociolinguistic research in the first two decades of independency was aimed at
investigating the situation of the state language in Kazakhstan in the conditions
of its rivalry with the Russian language. Minorities’ languages were not taken into account.
3.2. Questionnaire
In order to reveal the linguistic attitudes of the Kazakhstani Turkic groups regarding
their native language, Kazakh and Russian, show their language uses in everyday
life, their ethnic/social identity as defined in the passport and as defined by themselves, their ethnic identity and their linguistic identity, acceptance of hybrid identities among other questions, we composed a questionnaire and presented it to representatives of various Turkic ethnic groups in Kazakhstan. It is presented to respondents either in Kazakh or Russian.
It includes questions to the following main issues:
324
SOCIOLINGUISTIC SITUATION OF OGUZ TURKS IN POST-SOVIET KAZAKHSTAN
Part 1.
•
A. General information and ethnic self-identification, ethnicity and nationality as
noted in the passport (the respondent, his/her parents, spouse and closest friends)
•
B. Educational status and the language of the education (the respondent, his/her
parents).
•
C. Profession
•
D. Place of residence
•
E. The history of the family’s migrations (in case the respondent, or his parents
were not born in Kazakhstan)
Part 2. Language proficiency
•
F. The degree of language proficiency, the language of communication in the
family, frequency of native language use in communication between different
generation of the family; language of education of the respondent; language use
in different situation of communication and in other situations of language use
(books, mass media, etc.); possibilities of education in the native language, support of the language by the state (schools, media, etc.), language attitudes (what
language one should speak to children in the family, in the kindergarten, what
language should be the language of education at different levels; should children
learn their native language at school, etc.); mass media and the native language,
what factors are most decisive ones in the definition of ethnicity (language, religion, traditions, etc.).
Part 3. Interethnic relationship
•
G. Most frequent mixed marriages between the people of what ethnic groups?
Nationality in mixed marriages? Attitudes of the community to mixed marriages?
Part 4. Culture
•
H. Traditions of the ethnic group, problems with keeping to traditions, changes in
the traditions in the recent time.
Part 5. Religion (religion of the respondent, education of religion leaders, religious
holidays, etc.)
Part 6. Literature (knowledge of oral traditions, of modern literature in the native
language and of Kazakh literature).
The results will be put into a databank, evaluated and made accessible for broader
public via the Internet. See an extract of the questionnaire below (Picture 2): Part 2,
subdivision 3 “Proficiency in different languages”: native (E-3a), Kazakh (E-3б),
Russian (E-3в), as well as up to three further languages (E-г-е) Proficiency in further
languages other than the native tongue, Kazakh and Russian is especially important
for ethnic groups that came to Kazakhstan from other regions. We have added English translations of stimuli as notes after the picture.
325
IRINA NEVSKAYA / SAULE TAZHIBAYEVA
Е-3 Тілді меңгеру дәрежеңіз
Степень владения языками
Е-3а Ана
Родной
Е-3б қазақ
Казахск.
Е-3в Орыс
Русский
Е-3г
басқа
другой
Е-3д
басқа
другой
Е-3е
басқа
другой
1. Еркін сөйлеймін
Говорю свободно
2. Қиналып
сөйлесемін
Говорю с
затруднениями
3. Сөйлемеймін
Не говорю
4. Еркін оқимын
Читаю свободно
5. Қиналып
оқимын
Читаю с
затруднениями
6. Оқымаймын
Не читаю
7. Еркін түсінемін
Понимаю
свободно
8. Қиналып
түсінемін
Понимаю с
затруднениями
9. Түсінбеймін
Не понимаю
10. Еркін жазамын
Пишу свободно
11. Қиналып
жазамын
Пишу с
затруднениями
12. Жазбаймын
Не пишу
Picture 2. An extract of the questionnaire.
Notes. 1. I speak (the language) fluently. 2. I have difficulties to express myself (in
this language). 3. I do not speak (the language). 4. I read without difficulties (written
texts in the language). 5. I have difficulties while reading (written texts in the language). 6. I can not read (written texts in the language). 7. I understand everything
(when people speak this language). 8. I have difficulties in understanding (when
people speak the language). 9. I do not understand (when people speak the language). 10. I can write (in this language). 11. I have difficulties to write (in this language). 12. I cannot write (in this language).
326
SOCIOLINGUISTIC SITUATION OF OGUZ TURKS IN POST-SOVIET KAZAKHSTAN
3.3 Collection of data and first results
2013-2014: the Eurasian University decided that students of the Turcological Department can gather their professional practical experience working as volunteers in
the framework of the International project. They got 6 weeks for collecting data using
the questionnaire. All in all, the students conducted about 2000 interviews.
About 1000 interviews have already been put into the online database and analyzed.
In addition, the questionnaire can be answered by any person using, the online mask
with questions in both Kazakh and Russian. According to our preliminary analysis of
the first results of the questioning 40% of the respondents were Tatars, 23% Turks,
12% Bashkir, 6% Azeri, etc., see Picture 3.
1%
6%
2%
2%
3%
6%
3%
1%
12%
1%
40%
23%
башкиры
казахи
каракалпаки
карачаевцы
татары
турки
турки месхетины
узбеки
уйгуры
азербайджанцы
талыш
курды
Picture 3. The percentage of respondents belonging to different ethnic groups
The participants of the project in Kazakhstan and Germany also collected oral interviews in the framework of the project in March 2014, see Picture 4.
The results can be viewed on our Internet site (under construction), using various
filters and with visual representation of answers.
There are interesting mismatches, e.g. between the nationality as written in the passport of the people, and their self-identification, between the traditional choice of the
nationality (after the father or mother), and the actual nationality, between the declared language preferences and the use of the native language, among many other
things.
4. Oguz Turkic groups in Kazakhstan. The case of the so-called Meskhetian Turks
The Oguz Turkic groups in Kazakhstan are the Gagauz, the Turkmen, the Turks, and
Azeri. They mostly live in the south of Kazakhstan in Almaty, Jambyl and South
Kazakhstan regions. The Azeri and the Turks are especially numerous.
According to the results of the Kazakh national census of 2009, representatives of 26
Turkic ethnic groups live there, among them almost 100 000 Azeri, about 500 Gagauz
people, more than 2000 Turkmen and almost 100 000 Turks.
4.1 The case of the so-called Meskhetian Turks
One of our special points of interest are the so-called Meskhetian Turks.
327
IRINA NEVSKAYA / SAULE TAZHIBAYEVA
The Meskhetian Turks were all deported from Georgia to Central Asia (Kazakhstan,
Uzbekistan, Kirgiziya) in 1944.
The number of Turks in Kazakhstan is increasing (http://www.eng.stat.kz). Interviewing the Turkish population, we have got an impression that they have a strong
feeling of self identification, identifying themselves as Ahiska, Hemshilli, or Laz
Turks, see Pictures (5)-(7). It is still not clear whether the Meskhetians (Ahiska) were
originally of Turkic origin, or they are Turkicised Georgians. At the same time, all the
interviewers have stressed that they are Turks, but their language is “eski Osman
Turk”, i.e. Ottoman Turkic. They used to live in different regions of Georgia. In November of 1944, they had been deported to Kazakhstan from Georgia.
After their deportation from Georgia, their new settlement areas were the south
regions of Kazakhstan (the Shimkent and Jambyl regions).
Unlike other deported peoples, the Meskhetians could not return to their old homes.
Georgia had given their original area of settlement to Armenians. Thus, in 2000, in
order to prevent a civil war with Armenians, tens of thousands of Meskhetian Turks
were again expelled from Georgia.
Today, their language and culture are being subjected to the depletion of the speakers themselves because of their high assimilation willingness in order to protect
themselves from further discrimination, or, even, extinction (field research in Taraz,
March of 2014). They have identified themselves as Turks in interviews taken in the
framework of this survey.
In 1991 in Almaty a "Turkish Center" was founded, which proclaimed Turkey as the
protector of the Meskhetian Turkish groups, and Turkish as the "sole standard language" of Meskhetian Turkish speakers. They have Sunday school and cultural centers in bigger cities. International weekly newspaper “AHISKA” is published in Almaty (ahiska60mai.ru), see Pictures 8 and 9.
At the same time, there has been neither research on the peculiarities of their language, their self-identification, nor on the socio-linguistic situation of the Meskhetians in Kazakhstan before our project. One of the objectives if the project is to document Turkic varieties that the Meskhetian Turks are speaking.
4.2 The Role of Turkic Oguz Ethnic Groups in the Kazakhstan Education System
In modern Kazakhstan, similar to the Soviet times, there is native education only for
Uzbeks and Uighurs. There are 60 schools that perform their entire teaching in Uzbek, as well as 15 purely Uighur schools. Other Turkic languages such as Turkish can
best be learned at voluntary Sunday schools, as well as at classes of extracurricular
activities.
There are no studies on how many small ethnic groups want mother tongue education for their children. Perhaps, only Kazakh or Russian schools are preferred by
education-oriented parents, as university education takes place exclusively in Kazakh or Russian, and the passing of a language test is an admission requirement.
There is no evidence on how high the level of knowledge of their native languages is.
Particularly for the smaller ethnic groups it is possible that their native language has
been replaced partially or completely by a more dominant language.
328
SOCIOLINGUISTIC SITUATION OF OGUZ TURKS IN POST-SOVIET KAZAKHSTAN
At the university level, questions regarding the Turkic ethnicities in Kazakhstan are
increasingly coming to the fore. Three years ago, Departments of Turkic Studies were
organized both at the Gumilev Eurasian National University (ENU) in Astana and at
the Kazakh National Al-Farabi University in Almaty. During the first three years
after the start of their programs, the focus of research and teaching has been almost
exclusively on Old Turkic and Kazakh studies. Now, it should also be extended to
the linguistic and cultural peculiarities of all Turkic languages, with a special attention to Turkic small-numbered ethnic groups in Kazakhstan. The historical, anthropological and linguistic information, which is to be obtained in the course of the
cooperative German-Kazakh project, can be included in the curriculum of Turkic
Studies courses.
5. Conclusion
Kazakhstan is a unique region, where processes of mutual influence and interpenetration (or, possibly, even of partial mixing) of Turkic languages belonging to different classification groups within the Turkic family (Kipchak, Karluk, Oguz, SayanAltai) are under go. According to the results of the Kazakh national census of 2009,
representatives of 26 Turkic ethnic groups live there. The mentality of ethnic groups
living in Kazakhstan combined with well-balanced national politics, allowed to form
a specific culture of non-conflicted behavior in this heterogeneous society. As a result, the cultural and linguistic diversity in independent Kazakhstan has not become
a factor for separation and disintegration of society, but on the contrary, it promotes
its enrichment and successful sustainable development.
Turkic minorities’ languages in Kazakhstan and their varieties have kept some archaic features and developed innovative ones. Innovative features have emerged
through contacts with other languages of Turkic origin, such as Kazakh, Kirgiz, Uzbek, Tatar, or languages of non-Turkic origin as Russian. Code shifting is taking
place very easily. Turkic speakers are using elements of their native linguistic codes
while speaking Kazakh or Russian, they easily change the languages during conversation.
The so called Meskhetian Turks in Kazakhstan tend to go over to Standard Turkish
under the influence of Turkish mass media, close contacts and work migrations to
Turkey. Only the old generations still preserve these varieties which makes them
endangered.
The data we are using were obtained thanks to a questionnaire we composed for this
purpose and presented to representatives of various Turkic ethnic groups in Kazakhstan.
REFERENCES
Agentstvo Respubliki Kazakhstan po statistike (2010). ‘Itogi perepisi naseleniya Respubliki Kazakhstan 2009 goda’. <http://www.stat.kz/p_perepis/pages/n_04_02_10.
aspx>. 4 February. Retrieved 15 September 2010.
Altynbekova O.B. (2006a). Ėtnojazykovye processy v Kazaxstane. Almatı: Ėkonomika.Online:
http://www3.u-toyama.ac.jp/cfes/horie/CAMMICJ/Publications_files/CAMMIC-WP6.pdf
329
IRINA NEVSKAYA / SAULE TAZHIBAYEVA
Altynbekova O.B. (2006b). Jazykovaja situacija v Kazaxstane: makro- i mikrosociolingvističeskaja paradigma. Avtoreferat dissertacii na soiskanie učenoj stepeni
d.filol.n. [Kaz. nac. un-t im. al’-Farabi]. Almatı.
Altynbekova O.B., Ajdarxanov B.B. (2010). ‘Osobennosti ėtnomigracionnyx processov v Kazaxstane i prigraničnyx rossijskix regionax.’ In: Karabulatovoj
I.S., Korepanova G.S., Suncova A.P. (eds): Jazykovaja politika i social’nopravovye aspekty adaptacii migrantov: problemy, realizacija, perspektivy.
Materialy III meždunarodnoj naučno-praktičeskoj konferencii. 7-8 ijunja 2010 goda (v 2-x častjax, čast’ 2). Tjumen’: Vektor Buk. 172-177.
Axmetžanova Z.K. (2005). Vozdejstvie social’no-demografičeskix faktorov na vybor
jazyka kommunikacii. In: Sopostavitel’noe jazykoznanie: kazaxskij i russkij
jazyki. - Almatı, 2005. -S. 236-239
Dave, Bhavna (2007). Kazakhstan: Ethnicity, Language and Power (London, Routledge).
Erdal, M., Nevskaya, I. (Eds) (2006). Exploring the Eastern Frontiers of Turkic. (Turcologica 60.). Wiesbaden: Harrassowitz. Review: Menz, A. Turkic languages. 129132.
Nevskaya, Irina & Saule Tazhibayeva. (2014a). Sociolinguistic situation of Turkic
ethnicities in Kazakhstan. In: 6th International Conference, Almaty, 2014.
Nevskaya, Irina & Saule Tazhibayeva. (2014b). Sovremennaja tjurkologija i
meždunarodnoe sotrudničestvo na evrazijskom prostranstve. In: GLOBALTurk. Astana: Tjurkskaja Akademija. Sulejmenova Ė.D. 1996. Kazaxskij i
russkij jazyki: osnovy kontra stivnoj lingvistiki. 2nd ed. Almatı: Demeu.
Sulejmenova Ė.D. (2008). Polijazyčie i jazykovoj sdvig: k xarakteristike jazykovoj
situacii v Kazaxstane. In: Polilingvizm: Jazyk – Soznanie – Kul’tura.
Meždunarodnaja konferencija «Axanovskie čtenija» pod ėgidoj MAPRJaL (Materialy dokladov i soobščenij) / Otvet.red. Ė. D. Sulejmenova. Almatı: Қazaқ
universitetі. T. 1. S. 51-64.
Sulejmenova Ė.D., N.Ž. Šajmerdenova, Ž.S. Smagulova, D.X. Akanova (2007). Slovar’
sociolingvističeskix terminov. Izd. 2-e, dop. i pererab. Almatı: Qazaq Wniversïteti.
Sulejmenova Ė.D., Smagulova Ž.S. (2005). Jazykovaja situacija i jazykovoe planirovanie v
Kazaxstane. Almatı.
Report of the independent expert on minority issues. Mission to Kasakhstan. 2009.
http://reliefweb.int/sites/reliefweb.int/files/resources/F062355DDC4243ED492576
E900 1A3291-Full_Report.pdf. Retrieved on April 25, 2012.
Projekt Gosudarstvennoi programmy funktsionirovaniya i razvitiya yazykov na
2011-2020 gody 2010. <http://kazinform.kz/rus/article/2290539>. 29July. Retrieved 1 September 2010.
330
SOCIOLINGUISTIC SITUATION OF OGUZ TURKS IN POST-SOVIET KAZAKHSTAN
APPENDICES
Picture 1. Taraz, March 2014. A Poster of the Assembly of the Peoples of Kazakhstan at the celebration of Nauruz. (A Photo taken by Irina
Nevskaya)
Picture 4. Research in the South of Kazakhstan in March 2014.
331
IRINA NEVSKAYA / SAULE TAZHIBAYEVA
Picture 5. Ahiska people. The village of Merke. (A Photo taken by Irina Nevskaya)
Picture 6. A Shemshili woman. Taraz 2014. (A Photo taken
by Saule Tazhibayeva)
332
SOCIOLINGUISTIC SITUATION OF OGUZ TURKS IN POST-SOVIET KAZAKHSTAN
Picture 7. A Laz person with a German participant of the project Monika RindPawlowski. (A Photo taken by Irina Nevskaya)
Picture 8. The head of the Taraz branch of the Association of the Ahiska people is
showing the participants of the project the newspaper “Ahiska”. Taraz, 2014. (A
Photo taken by Irina Nevskaya)
333
IRINA NEVSKAYA / SAULE TAZHIBAYEVA
Picture 9. Taraz, March 2014. Leaders of Ahiska Youth Centre together with participants of the Volkswagen project at the celebration of Nauruz. (A Photo taken by Irina
Nevskaya)
334
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
TÜRKLÜK VE HRİSTİYANLIK; GAGAVUZ DİNÎ
TERMİNOLOJİSİ ÜZERİNE DİL ARAŞTIRMASI
I R İNA YUZVYA K
Giriş
Modern Türkolojide Gagavuz araştırmaları birçok bilim adamlarının ilgisini çekmektedir. Gagavuzlar Türk Dünyasının batı ucunda yaşayan Ortodoks Hristiyanlığı
benimsemiş bir Türk topluluğudur. Gagavuzların Hristiyanlığı diğer Hristiyanlara
göre farklı özelliklere sahiptir. Gagavuzlarda, Hristiyanlık ve İslam inanç pek çok
bakımdan iç içe girmiş durumdadır. Fakat tek özelliği bu değildir; Gagavuzlarda
Hristiyanlığın bazı sentezleri izlenmektedir.
Gagavuzlar Müslüman Türkler gibi Hristiyanlık terminolojisinde de Allah, cennet,
cendem, inan, din, dua, oruç, günää, kurban, Rabbi, raametli terimlerini kullanırlar.
Fakat o terimlerin yanında Slav angel, angil – melek, Boji – Allah, spiada − günah çıkartma Rum − apostol, ayoz, Panayiya, stavroz, klisä, popaz, vaatiz ve Romen − kruça – haç,
ıncer – melek, pilda − mesel terimlerini de kullanmaktadırlar. Türkçeyi ibadet dili
hâline getirmiş Anadolu Hristiyanları olan Karamanlılar, Yunan harfleri ile verdikleri eserleri Gagavuzlara kadar ulaştırmışlar ve Müslüman terminolojisi Karamanlı
dinî eserleri üzerinden Gagavuz dinî terminolojisine de girmiştir. Daha sonra dinî
hayatta millî dilin önemini kavramış olan bir din adamı olan Mihayil Çakır İncil’i ve
diğer dinî eserleri Gagavuz Türkçesine çevirerek Gagavuzların dilini korumalarını
sağlamıştır. Ayrıca, Gagavuz Türkleri dinî hayatlarında da gelenek ve göreneklerinde de diğer Türk toplulukları ile büyük benzerlik göstermektedir. Müslüman Türkler
gibi, Gagavuzlar da muska takarlar, bazen haçla birlikte taşırlar. Nazar inancı Gagavuzlarda yaygındır, nazardan korunmak için nazar boncuğu takarlar. Gagavuzlarda
zengin dinî halk hekimliği bulunmaktadır ve onların hekimliğinde ilginç dinî sentezleri izlenmektedir.
335
IRİNA YUZVYAK
Türklük ve Hristiyanlık
Türklük ve Hristiyanlık; Bu iki kavram birbirine ne kadar uzak olsa da aynı zamanda
birçok noktada birbirine bağlıdır. Bu bildiride Türklük ve Hristiyanlık kavramları bir
Hristiyan Türk halk örneğinde araştırılacaktır. Gagavuzlar ‒ en çok Moldova’nın
güneyinde yaşayan bir Türk Hristiyan halkıdır. Karadeniz’in kuzeyine yüzyıllar önce
göç eden Oğuz boyundan gelen soydaşlarımız Gagavuz (Gök Oğuz) Türkleri yoğun
çaba güçlükler ve tüm baskılara rağmen kurdukları özerk yönetimle Moldova’da
kendi bayrakları altında yaşamaya çabalamaktadırlar. Ata yurtlarından ayrılmak,
Slav etkisi altına girmeleri ve birçok defa çeşitli baskılara maruz kalmaları kendi öz
değerlerine sımsıkı bağlı kalmalarını sağlamıştır.
Oğuz (Uz) Türkleri, Gagavuz adıyla 1036 yılından başlayarak Dobruca’da yaşamaya
başlamışlardır. Onların bir ara Kavarna ve Balçık yörelerinde de yaşadıkları bilinmektedir. Ayrıca 120 yıl süren 1263-1368 tarihleri arasında bağımsız bir devlet kurduklarını da tarihsel kayıtlardan anlıyoruz.
Onların II. yüzyılda Hristiyanlığı benimsediklerini, 18. yüzyılın sonuna dek Varna,
Silestre, Rusçuk, Kavarna, Mangalya ve Balçık’ta gruplar hâlinde yaşadıklarını, 13681774 yıllarındaki Türk-Rus savaşları sonunda çok dağıldıklarını ve rahatlarının kaçtığını da tarih sahnesi içinde görüyoruz. Mihayıl Çakır Gagavuzları “hepsi Gagavuzlar eyi Hristiyan’dır, tutarmışlar Ortodoks religiyeyi” diye tanımlamaktadır.
Atanas Manof da Gagavuzların dinî anlayışlarını şöyle anlatmaktadır: “Din bakımından Gagavuzlar mutaassıptır.” En küçük dinî mükellefiyetlerini dinî bazı akidelere açıktan açığa mugayir dahi olsa, tamamıyla ve taassupla ifa eder. Kendisini hiç
kimse bunun aksine ikna edemez. Bunun içindir ki “böyle bulduk: böyle götüreceğiz” derler.
Bugün Balkan yarımadası olarak adlandırılan ve üzerinde birçok devlet ve milleti
barındıran bölge tarih boyunca Asya’dan Avrupa’ya göç eden kavimlerin geçiş yolu
üzerinde bulunmaktadır. Şüphesiz bu kavimlerin başında da Türkler gelmektedir.
Türkler Balkanlara Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara inen Türklerin başını Hunlar
çekmiş, Hunları Avarlar, Bulgarlar, Peçenekler, Oğuzlar ve Kıpçaklar takip etmişler;
güneyden ise Selçuklu ve Osmanlı Türkleri Balkanlara geçmiştir (Güngör ve
Argunşah, 1998, s. 75).
XI. yüzyıla kadar Hristiyan kiliseleri arasında birtakım teolojik problemler olmasına
rağmen bu problemler kiliseler arasında büyük bir ayrıma sebep olmamıştır. Ancak
1054 yılında Hristiyan kiliseleri Ortodoks ve Katolik olmak üzere iki ana mezhebe
ayrıldı. O zaman Dobruca bölgesinde bulunan Gagavuzlar, Ortodoks Bizans kilisesinin etki sahası içinde kalmaktan dolayı Ortodoks olmuşlardır. Bizans kiliselerinin
papaz sınıfını Rumlar oluşturuyor, bunlar da bölgeyi Helenistik bir karaktere büründürmeye çalışıyorlardı (Güngör, Argunşah, 1998, ss. 75-76).
Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki fütuhatı diğer halklar gibi Gagavuzların hayatında da yeni dönemin başlangıcı olmuştur. Osmanlı hâkimiyeti altındaki Balkanlar
belki de en uzun süreli sükûnet ve huzur dönemini yaşamıştır. Osmanlı yönetimi,
Balkan mozaiğinde yer alan ve Hristiyan olduğu hâlde Türkçe konuşan bu ecdat
yadigârı küçük topluluğa ilgi duymuş olmalı ki Lizakos’tan sonra da Balkanlar’daki
336
TÜRKLÜK VE HRİSTİYANLIK; GAGAVUZ DİNÎ TERMİNOLOJİSİ ÜZERİNE DİL ARAŞTIRMASI
Hristiyan Türklerin vergiden muafiyet belgesi birkaç kez yenilenmiştir. Mihail Çakır
da “Osmanlı Türkler çok inan çok hatır vermişler hakikat Gagavuzlara” demek suretiyle bu duruma işaret etmektedir. 16. yüzyıl arşiv belgeleri de Müslüman Türklerle
Hristiyan Gagavuzların iç içe, dostça yaşadıklarını koymaktadır” (Türkiye Dışındaki
Türk Edebiyatları Antolojisi, 2002, s. 189).
Fakat diğer araştırmacılar tam tersi bir durumu ifade etmektedirler. Osmanlı zamanlarında Osmanlı devlet sınırı içinde yaşayan Hristiyanlar Osmanlı Devleti tarafından
biraz baskı hissetmişlerdir. XV. yüzyıl ortasında bir yazar Polonya’ya kaçan bir yeniçerinin notlarını yayınlamıştır. Bu notlarda Hristiyanlara dair çok ilginç iddialarda
bulunmaktadır:
“Türkler Osmanlı Devletinde yaşayan Hristiyanlara gâvur derler ve sultan Türk topraklarında onların sayısını bilmektedir. Hristiyanlar her yıl her kişi 1 altın, çalışan insanlar ise 2
altın vermiştir. Ayrıca Hristiyanlar her yıl onların yerel yöneticiye yarım altın, hayvanlar
ve tohum vermek zorunda bırakılmışlardır” (Maruneviç, 2003, s. 82).
Başka bir araştırma kaynağı şunu der ki;
“Oğuz devletinin Osmanlıların eline geçmesinden sonra Gagavuzların ve İlk Bulgarların
bir kısmı İslamiyet’i kabul etmiştir. Diğer bir kısmı ise Türklere karşı Müslüman görünerek uzun bir müddet Hıristiyanlıklarını korumuşlardır ve zahiren, gerek elbise ve gerek
din hususlarında Türklerden ayrılıkları olmadığı için dinlerini gizlemekte zorluk çekmemişlerdir” (Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 2002, s. 186).
Şimdiki zamanlarda Gagavuzların büyük bir çoğunluğu Ortodoks, yani Pravoslav
mezhebinden olup Moskova Patrikliğine bağlıdırlar. Böyle olmakla birlikte, eskiden
olduğu gibi günümüzde Gagavuzlar arasında Protestan gruplar da mevcuttur.
Dinsel yönden çoğunluğu Ortodoks Bizans Hristiyan’ı olan Gagauzlar, ne yazık ki,
topraklarında Ortodoksluğun ana ilke ve görünümü olan ulusal kiliselerine hiçbir
zaman sahip olmamışlardır, kendi kiliselerinde bile Bulgar, Romen, Rus asıllı dinsel
kişilerin kendilerine özgü ve klasik anlaşılmayan dillerince sundukları dinsel ayinlerine katılmak zorunda kalmışlardır.
Gagavuzların Hristiyanlığı diğer Hristiyanlara göre birçok özelliklere sahiptir.
Gagavuzlarda, Hristiyanlık ve İslamlık birçok bakımdan iç içe girmiş durumdadır.
Hristiyanlıkta olmadığı hâlde kurban kesilmesi, fakirlere yardım edilmesi, hayır için
yol, çeşme yaptırılması, ölülerin yıkanması, domuz etinin pis kabul edilmesi gibi
hususlar bunlardan bazılarıdır. Ayrıca Protestan Gagavuzları ikonalara dua etmezler, papazın önünde günah çıkartması yapmazlar, onlar için alkol ve sigara içilmesi,
evliliğe kadar cinsel ilişkiye girmeleri yasaktır, kadınlar sürekli başörtüsü ve uzun
etekli elbiseler giyerler, çocukları vaftiz etmezler, çünkü onlara göre büyük ve gerçek
Allah, Kutsal Ruh ve İsa’ya inananlar vaftiz edebilenlerdir. Her pazar günü kiliseye
(dua evine) giderler ve İncili okurlar. Tabii ki bu Gagavuzların Hristiyanlığında daha
yeni bir yöndür, fakat bunda da İslam dini ile kıyaslandığında ilginç bir durum görünmektedir. Gagavuzların duygu, inanç ve ibadet alanlarında yer alan bu yaklaşım
ve davranışlar, Keykavasus ve Sarı Saltık ile birlikte Dobruca’ya gelerek sonradan
burada Hristiyanları Türklerin İslamlıktan Gagavuz Hristiyanlığına taşıdığı unsurlar
olarak değerlendirilmektedir.” (Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 2002, ss.
337
IRİNA YUZVYAK
285-286). Bu durum Gagavuz Hristiyan dinî terminolojisinde görünmektedir. Fakat
bu konuda daha ayrıntılı tespit ileride yapılacaktır.
Gagavuzların Hristiyan Dinî Edebiyatı
Anadolu Hristiyan Türklerinin Türkçe olarak ibadet ettikleri ve Türk Ortodoks adı
altında dinsel bir yere sahip oldukları gibi, Gagavuzların da böyle Türk ve özyapılı
dinsel bir yere sahip olabilmelerinin istenmesi ve gerçekleşmesi gereken en doğal
şeydir. Zaten kendilerince başlatılan ve son zamanlarda Ortodoks Patrikliği ile bazı
çalışmalar sezinlenmektedir.
19. yüzyılda Gagavuzlarda Grek alfabe, fakat Türk diliyle yazılmış ilk laik ve dinî
kitaplar ortaya çıkmıştır. Profesör Dmitriyev’e göre bu dil Türkçe ve Anadolu lehçeleri ile beraber bir ağızdır. Bu ağız Balkanlarda yaşayan Gagavuzların ağzına benzemekte fakat Karamanlı ismini taşımıştır. Karamanlı dinî kitaplar Serafim Angorskıy,
Payısıy Kesarıyskıy metropolitleri ve ayrıca Nevşehir’de yaşayan Sergiy papazın
matbaalarında basılmaya başlamıştır. Genellikle bu kitaplar Osmanlı Devlet sınırında bazen de Avrupa’nın şehirlerinde Londra, Odesa vb. basılmıştır. Genellikle bu
kitaplar Ortodoks ve Protestan papazları tarafından yayınlanmıştır. Dinî edebiyatının yanında laik edebiyatı da geliştirmeye ve basılmaya başlanmıştır.
Gagavuz Türklerinin yazılı ve sözlü edebiyat alanında yakın ilişkiler içinde bulunduğu Türk topluluklarından biri, 20. yüzyılın başlarına kadar Anadolu’da yaşayan
Karamanlılardır. Karamanlıların 16. yüzyılın başlarından itibaren gelişen zengin halk
edebiyatı geleneği bulunmaktadır. Sözlü olarak uzun yıllar korunan bu eserler, tespit
edebildiği kadarıyla ilk olarak 1876 yılında basılmış, 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın
başlarında bu eserlerden her biri en ez birkaç defa daha yayımlanmıştır. Anadolu’da
yaşayan Karamanlılar yayımladıkları bu eserleri Yunan alfabesiyle basıyor ve kendileri gibi Hristiyanlar olan ve Türkçe konuşan Gagavuzlara ulaştırıyordu.” Onun
dışında da bilinen Nasreddin Hoca fıkraları, Kerem ile Aslı, Köroğlu, Arzu ile Kamber gibi halk eserleri geliyordu (Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, 2002, s.
207 ).
Araştırmacı Moşkov der ki bu kitaplar Besarabya’ya getirilmiş ve çok pahalıya satılmıştır. Kitapları alabilen Gagavuzların bazıları onlara altın kadar değer veriyorlarmış
ve yalnızca zengin Gagavuzların bu kitapları alabilme fırsatı varmış. O kitapların
arasında İncilin bazı bölümleri, dua kitapları, dinî şarkılar, Allah türküsü, Panaya
(Meryem Ana türküsü) azizlerin hayatı gibi eserler yer almıştır. Bundan dolayı şöyle
bir sonuç çıkarabiliriz ki; hem Balkanlarda hem de Besarabya’da Karamanlı dinî
edebiyatın girişi Ortodoks ve Protestan kiliselerinin sayesinde olmuştur. Karamanlıca basılmış dinî metinler Gagavuzlarda o kadar yaygın değilmiş, fakat kiliselerde
dualar, vaazlar okuması ve dinlemesiyle Karamanlı dinî edebiyatına Gagavuzların
dikkatini çekmiştir. Bu sefer genellikle Ortodoks kilisesi Karamanlılar ile Gagavuzların arasında bir köprü olarak çıkmıştı ve asıl kilisenin sayesinde Gagavuzlar Karamanlıların dinî edebiyatına dokunup öğrenmiştir. Elbette ileride Karamanlıca Gagavuzcanın dinî terminolojisinin oluşmasını etkileyecektir fakat bu konu daha sonra
anlatılacaktır.
338
TÜRKLÜK VE HRİSTİYANLIK; GAGAVUZ DİNÎ TERMİNOLOJİSİ ÜZERİNE DİL ARAŞTIRMASI
Gagavuzların yazılı (edebiyat) yapıtlarına gelince onların ilk yayımladıkları bir dua
kitabı olan “Psaltıriye” olduğunu biliyoruz. İlk kez Gagavuzca olarak “Psaltıriye”
Viyana’da 1810 yılında yayınlanmıştır. Daha sonra 1875 yılında Varna şehrinde Paniçkov tarafından Gagavuzca ilk dua kitabı basılmıştır. 1927 yılında Sofya’da Papaz
Todor ve Dr. Tomov tarafından Yuhanna Evangheliesâ basılmıştır.
Fakat en çok dinî edebiyatın gelişmesi için Mihaıl Çakır çalışmalar yapmıştır. Onun
çok önemli çalışması Bizim Saabimız Iısus Hristosun Ai (aiozlu) Evangheliesâ (Kişinev,
1934) “hani Apostol Matfeidan eaâea ghecilmiş” ibaresi ve “Bu Evangheliei gecirdi
gagauz diline protoirei Mihail Ciachir”, açıklamasıyla sunulan İncil tercümesidir.
Gagavuzların din dilini Türkçeleştirerek yazı dilinin temelini atan Çakır’ın önemli
eserlerinden biri de “Dua chitabâ Gagauzlar için, Kişinev 1935” (Dua kitabi Gagavuzlar için) adlı eseridir. 1935 yılında Romanya’da Gagavuzca “Ai (Aiozlu) Evangheliea Markudan” dünyayı görmüştür. Aynı zamanda Mihayil Çakır “Hakikatin
Sesi” adlı Ortodoks gazetesi çıkarmaya başlamıştır. Bu çalışmasıyla Çakır, Gagavuzları din yoluyla sürdürülen dil ve kültür asimilasyonundan kurtarmış, Gagavuz
Türkçesini, Gagavuzların hayatında daha önemli bir yere oturtmuş ve daha sonra
gelişen Gagavuz edebiyatının da temellerini atmıştır (Çakır, 2005, ss. 495-496).
20. yüzyılda Gagavuzlar folklorla ilgili büyük bir iş yapmaya başlamıştır. 1904 yılında akademisyen V. Radloff tarafından “Türk halklarının edebiyatının görüntüsü”
adlı bir kitap yayınlanmıştır. Bu çalışmada Gagavuzların folklorunun büyük kısmı
bulunmuştur. Tabii ki de daha sonra toplama işine devam etmektedir. Fakat neden
folklor konusuna giriyoruz? Çünkü Gagavuzların folklorunda Gagavuzların bilmeyen dininin tarafları ve dinî terminolojisini araştırmak için çok enteresan ve zengin
materyaller vardır. Ayrıca Gagavuzlar geniş kutsal (sakral) folklora sahiptir. Kutsal
halkbilim bu halkbilimin özel bir çeşididir, çünkü herhangi bir halkın geleneklerini,
kültürel özelliklerini ve dini inançlarını korumaktadır. Kutsal halkbilim en az değişen, varyantlar olmayan bir halkbilimdir, dinî alanı eski düşüncelere göre değişmeyen olmalıdır ve bu alana karışmak ve değiştirmek yasaklanmıştı. Bundan dolayı bu
halkbiliminin çeşidi araştırmacılar için halkın manevi ve dini dünyasını göstermeye
olanaklar açmaktadır. Gagavuzların Kutsal Kültüründe dinî edebiyat önemli bir yer
almaktadır; kanonik dinî edebiyatı (İncil, Yeni Testamen, Psaltır, dua kitapları, dinî
türküsü, vaazlar). Aynı zamanda bunun yanında kanonik dışında dinî edebiyatı;
apokrifler, dinî okuması, halk duaları, dinî mektupları vb. mevcuttur. “Gagavuzlar
için her zaman kültür, dil, gelenekleri ve adetlerini korumak en çok önemsedikleri
şeyler olmuştur. Gagavuzların gelenekleri ve adetleri diniyle güçlü bir bağlantı kurmuştur ve onların en küçük küslüğü çok büyük günah ve imandan uzaklaşma olarak
sayılmıştır” (Kvilinkova, 2011, s. 109).
Tabii ki de bu onların dininin ilerideki gelişmesine neden olmuştu; Gagavuzların
dininde senkretik unsurların ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Gagavuzlarda zengin
dini halk hekimliği bulunmaktadır ve onların hekimliğinde ilginç dini sentezleri
izlenmektedir. 19. yy.dan bugüne kadar Gagavuz insanları olduğu gibi yeterince
büyü ve ritüellere dayalı tedaviler geliştirmişlerdir. Resmi kilisenin yasaklarına rağmen büyü ve ritüellere dayalı tedaviler yok edilmedi, çünkü Hristiyanlıktan önce
kültürel mirası yok etmek imkânsızdır ve bu miras halk ortodoksluğunun kısmıdır
(Kvilinkova, 2011, s. 109).
339
IRİNA YUZVYAK
Gagavuzlar günlük tedavi pratiğinde okuma adlı büyüyü kullanmaktadır. Bu okumanın metinleri dinȋ terminolojisinin büyük kısmına sahiptir. Konulara göre böyle
tematik gruplar ayırılmaktadır.
Tedavi okumaları
Samkadan okumak
(Mafsal hastalığına
karşı)
Korku için okumak
Nazar için okumak
Baş ağrısına okumak
1. Korku için okumak
№1. Korku başından, korku saçlarından, korku gözlerindӓn, korku burnusundan, korku
aazından, korku dişlӓrındӓn, korku arkasından, korku güüsündan. İisuzum, bu canı dӓul
vakıtça kederlemiş. Da bu can zeetlener, baarêr, çaarêr, yalvarêr Panayaya, Panaya kurtarsın
onu.
Gök Bobanın üzünnӓan Panya onu kanatlarınnan sarêr, bu canı duşmandan kurtarêr. Duşmanı atê dayataşa. Can da İisuzun kuvedinnӓn kuvetlener, raatlanêer, alışêr. Bu okumada
birçok dinî terim vardır; Iisuzum – benim Isa, Panaya – Meryem Ananın ismi, Gök
Bobası, can, däul, duşman, Allah. Gagavuzlar okumalarında yardım ve koruma için
yalnız Allah’a değil doğanın güçlerini de çağırılar. Ayrıca aşağıdaki okumada yardım için genç ay ve güneşi çağırılmaktadırlar;
Ceerindӓ, Allaa görer, acın büyülü. Ceerini tutmuş nazar, aa ∕ Üfleer. Acın erä gitsin, tuz
gibi daalsın. Yardım olsun Alaadan, Allaadan, ayozdan. Sıladan, gündan, acın süünsun,
sünsün daaya girsin, Vani da doorulsun. (Kvilinkova, 2010 s. 288). Okuma yapan kişi
yüksek güçleri çağırır; meselâ Hristiyan koruyuculara (Allah, Meryem Ana, Kutsal
Ruha) hem de Hristiyanlığa rağmen yasak güçleri çağırmaktadır. Şüphesiz yıldız,
güneş ve aydın aya inan pagan zamanlarından beri saklanmıştır.
1.2 Nazar için okumak.
Alaca kuş konmuş,
Taşa gitsin, consun.
Taş çatlasın, taş patlasın ‒
Vaninin nazarı tuz gibi daalsın.
Allahın yardımınnan, Panayanın izinӓn,
nazar pustilaa gitsin .∕ Üfleer üç kere.
Bu okumada da din terimleri bulunmaktadır. Allaanın yardımınnan Panayanın izinän.
1.3 Baş ağrısına okumak
Ivana hastalanmış,
Gitsin hastalıın daalara.
Daalara,taşlara.
Çıksın ürendӓan∕üfleer∕
Ceerinden, kolundan,
340
TÜRKLÜK VE HRİSTİYANLIK; GAGAVUZ DİNÎ TERMİNOLOJİSİ ÜZERİNE DİL ARAŞTIRMASI
Bacaandan, gözündӓn,
Kaşından, kulaklarından,
Gözündan, kaşından...
Cendemin dibinӓ, pustiyalaa, gitsin, kısma bitsin
Erӓ, taşa batsın.
1.4 Samkadan okumak (Mafsal hastalığına karşı);
Samka neagră, samka albă, samka cacare, samla sare, samka nare.
Mariya Magdalina, Allaa, Panaya, Iisus Hristos, al bu candan o acıları,
kirma onun kemiklärni. Şükür, Senin kuvedin, büük Senin acıyanın pek paalı.
Sänsin benim canimin örtüsü. Sänsin benim Kurtarıcım. Prost et benim günahlarmı.
Kaldır beni ayaa.
Şükür Bobaya, hem Oolaa, hem Ayoz Duha,
hem şindi hem hojma daymaların daymaların çok. Amin. Prost et beni,
Allahım, günahkerim.
Bu okumada böyle dinȋ terimler bulunmaktadır; Allaa, Panaya, Iisus Hristos ‒ İsa,
Mariya Magdalina, Kurtarcım, Boba ‒Allah, Oola, Ayoz Duh – Kutsal Ruh, Allahım
günah, günahker, prost etmaa – affetmek.
Gagavuz kutsal metinlerinde Hristiyan Rum ve Müslüman Arap dinî terimler de
mevcuttur. Bu terimlerin zamanı ve giriş yolları da ilginçtir ve çelişkilidir. Halkbilim
ve kanonik metinlerinde Rum terimler bulmaktayız; : ayoz – kutsal, Panayiya ‒ Meryem Ana, angelos ‒ melek vb. І. Driga’ya göre Karamanlılar Gagavuzların Hristiyanlığına dinî kitapların sayesinde destek vererek Gagavuzcaya Rum dinî terminolojisi
girmektedir (Driga, 2010, s. 312).
Müslüman terimler konusuna gelince şunu söylemek gerekmektedir; kuzeydoğu
Bulgaristan’da konuşulan bölgesel ve dilsel yakınlığına rağmen, Gagavuz Hristiyanlar doğrudan temas sırasında Türk Müslümanlara borçlanarak konuşulan Arap ve
Farsça Müslüman terimlerin ödünçlenmesini kabul etmek zordur. Bütün bu terminoloji Karamanlı edebiyat aracılığıyla Gagavuzcaya girmiş olmalıdır. Gagavuzlar tarafından kullanılan Allah cennet, dua, душа, düşman, melek, oruç vb. gibi dinî terimler
Hristiyanlığa göre yeniden yorumlanmamıştır ve başka anlamı taşımaktadır (Pokrovska, 1997, s. 139).
KAYNAKÇA
Çakır, M. (2005). İstoriya Gagauzov Bessarabii. İz İstorii Literaturı Gagauzov XIX- Naç.
XX vv. Kişinev, 80-108.
Çakır, M. (2007). Gagauzlar; istoriya, adetlar, dil hem din. Moldova, Pontos.
Driga, I. M. (2010). Tyurkologiçni Strudii. K., 300-317.
Gagauzça-Rusça-Romınca Sözlük. (2002). Chişinău: Pontos.
Güngör, H. ve Argunşah, M. (1998). Gagauz Türkleri. Tarih, Dil, Folklor ve Halk edebiyatı. Ankara.
Kvilinkova, E. H. (2010). Zagovorı, Magiya i Oberegi v Narodnoy Meditsine Gagauzov.
Kişenev, 390 s.
341
IRİNA YUZVYAK
Kvilinkova, E. H. (2011). Gagauzkiy Pesen’nıy Fol’klor. “Grammatika Jizni”. Kişenev,
285.
Maruneviç, M. V. (2003). İstoriya Gagauzkogo Naroda. Komrat, 172 s.
Moşkov, V. (2004). Gagauzı Benderskogo Uezda (Etnografiçeskie Oçerki i Materialı). Kişinev.
Pokrovskaya, L. A. (1997). Musul’manskie Elementı v Sisteme Hristianskoy Religioznoy Terminologii Gagauzov. Sovetskaya Etnografiya. No. 1, s. 139.
Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, Cilt 12, 2002.
Zanet, T. (2010). Gagauzluk: kultura, ruh, adetlӓr. Chişinău: Ponto
342
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
HAZİHİ’R-RİSÂLET-İ MİN KELİMÂT-I OĞUZNÂME
EL-MEŞHÛR Bİ-ATALAR SÖZÜ
İ SA ÖZKAN
Oğuznâmeler, Oğuz töresinin ve efsanevi tarihinin tespit edildiği destanî eserlerdir.
Fuad Köprülü, Oğuznâmeden bahseden en eski kaynak olarak, Muallim Cevdet
Bey'den naklen Ebu Bekr bin Abdullah bin Ay Beg Devâdârî'nin Dürerü't-Tîcân Gureru Tevârihi'l Ezmân adlı eserini göstermektedir1. Ay Beg Devâdârî'nin 1309-1310 yılına kadar vuku bulan olayları kaydettiği Arapça bu eser, Mısır'da Melik Nasır Muhammed Kalavun'a takdim edilmiştir (Köprülü, 1976, s. 26). Ay Beg Devâdârî, Ebu
Müslim Horasanî hazinesinden gelen ve Harunü'r-Reşid'in Hekimbaşı olan Cibril bin
Bahtişu'nin Farsçadan Arapçaya çevirdiği hicri 211 (miladi 826) tarihli bu kitabı gördüğünü belirtmektedir. Bahtişu'nin söz konusu kitapta eski Türkler, Moğollar ve
Kıpçakların hürmet ettiği Ulu Han Bitiği adlı bir eserden söz ederken "Nasıl ki diğer
Türklerde Oğuznâme isimli bir kitap vardır. Bunu elden ele gezdirirler. İçinde başlangıçları ve ilk hükümdarları zikredilir ki o da Oğuz'dur" şeklinde Ulu Han Bitigi ile
birlikte Oğuznâmelerin şöhretine ve eskiliğine işaret etmektedir (Ercilasun, 1998, ss.
13-16). Öyle anlaşılıyor ki Oğuznâmeler, M VIII. yüzyıldan itibaren Türkistan'dan ön
Asya'ya kadar millet hafızasında derin izler bırakan olay ve kahramanlarla zenginleşerek bir menkıbevi tarih ve destanlar toplamı biçiminde yazılı ve sözlü gelenekte
yaşaya gelmiştir. Ancak yazılı gelenekteki Ay Beg Devâdârî'nin sözünü ettiği en eski
nüsha ile onun orijinal istinsahları kayıptır. Sözlü gelenekte ise Seyhun ile Ceyhun
Irmağı boylarından Azerbaycan, Anadolu ve Rumeli sahasına kadar Oğuznâme
parçalarının yüzyıllar boyunca varlığını sürdürdüğü, hatta zayıf şekillerinin hikâye
1
Muallim Cevdet, Oğuz-nâme hakkındaki bilgiye Mısırlı Zeki Paşa'nın Mısır'da Hidiv Kütüphanesinde gördüğü Dürerü't-tican Gureru Tevarihi'l Ezman adlı eserle ilgili yazısından iktibas
ederek kaleme aldığı Oğuzname-Kitab-i Dede Korkut Yeni Mecmua Çanakkal'a nusha-i Fevkaladesi 5 Mart 1331, c. ıı, s. 89)'dan naklen Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar,
Ankara, 1976, s. 251.
343
İSA ÖZKAN
veya masal biçiminde yirminci yüzyılın ortalarına kadar kısmen muhafaza edildiği
bilinmektedir (Özkan, 1998, s. 264).
Muhtevası, kahramanları ve az çok konusu bakımından birbirini tamamlayarak
Oğuznâme adıyla tespit edilen ve günümüze ulaştığı bilinen on yazma eser bulunmaktadır. Bunlar:
1. Uygur Harfli Paris Bibliotheque Nationale'deki Oğuz Kağan Destanı (Bang, W.Rahmeti, G. R., Oğuz Kağan Destanı, İstanbul, 1936, 70 s.).
2. Farsça Reşideddin Fazlullah Tabib'in Reşìded-dîn Fazlullāh’ın Camiü'tTevarihindeki Târih-i Oğuzân u Türkân u Hikâyet-i Changir-i u başlığını taşıyan Oğuz
Destanı (Togan, Zeki Velidi, Oğuz Destanı, İstanbul, 1970).
3. Ḳitāb-ı Dedem Ḳorkud ͨalā lisān-ı tāife-i Oġuzân, Ḥikāyet-i Oġuz-nâme-i Ḳazan Beg
ve ġayrı (Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı Ergin, Muharrem, Dede Korkut Kitabı
I, Ankara, 1994, 3. basım, TDK Yay. s. 74. E. Rossi, Il “Kitāb-i Dede Qorqut” Racconti
Epico-Cavalleereschi dei Turchi Oġuz Tradotti e Annotati con “Facsimile” del Ms.
Vat. Turco 102, Vatikan, 1952.
4. Yazıcızāde ᶜAlî’nin Tevārìḫ-i ͨAl-i Selçuḳ (Oġuz-nāme, Selçuḳ-nāme, Tāriḫ-i ᶜAl-i
Selçuḳ, Abdullah Bakır bütün nüshaların yeni bir yayınını gerçekleştirdi Bakır, Abdullah, (2009), Tevārìḫ-i ͨAl-i Selçuḳ, İstanbul, Çamlıca yayınları, 1096 sayfa.
5. Hazihi’r-Risâlet-i Min Kelimât-ı Oğuznâme el-Meşhûr bi-Atalar Sözü, Oğuzname, Berlin
Kral Kütüphanesi, Yazmalar Cetveli, cilt IV, Nu. 34-18891; Mecmuaü'l Emsal-i Mehemmedali Peterburg Devlet Üniversitesi Şark Yazmaları inv 121/58 numarada kayıtlı
(Оğuzname, (1987) [Haz. Samet Aliзаde], Bakı, Yazıçı).
6. Uzunköprü Oğuznamesi Orkun Hüseyin Namık, Oğuzlara Dair Destani Eserler,
Eraslan Kemal, Manzum Oğuzname Türk (Kemal Eraslan, Türkiyat Mecmuası c. 18,
1973-75, ss. 169-236).
7. Tarih-i Salar Baba Aşkabat’ta Golyazmalar Fondu 526 numarada kayıtlı, Nusaylı
Türkmen Salar Baba bin Ḳul‘ali Haridari Salar Baba (1996), Tom 1, Çapa Tayyarlanlar: Ş. Geldieva, Ş.Gahdımov, R. Godarov vd, Aşgabat, Türkmenistan İlimler Akademiyası Türkmenistan Segodnya.
8. Şecere-i Terakime, Kononov, A. N. (1958). Rodoslovnaya Turkmen, Soçinenie Abu-l-Gazi
Hana Hivinkogo. Moskva-Leningrad.
9. Dana Ata Oğuznamesi Molla Kurbangeldi, ?) Bekmıradov, A. (1987). Andalıp hem
Oguznameçilik Däbi. Aşgabat.
10. Andelip Oğuznamesi Nur Muhammed Andelip (1661-1740?) Bekmıradov, A.
(1987). Andalıp hem Oguznameçilik Däbi. Aşgabat.
Yukarıda sözü geçen Oğuznâmelerin kahramanları, olay ve hikâyeleri hakkında
salname, anonim tarih veya mesnevi şeklinde yazılmış pek çok eserde perakende
bilgiler mevcuttur. Muharrem Ergin ile Orhan Şaik Gökyay'ın Dede Korkut Kitabı
neşirlerinde bunların tamamına geniş bir şekilde yer verilmiştir Biz burada Hazihi’r-
344
HAZİHİ’R-RİSÂLET-İ MİN KELİMÂT-I OĞUZNÂME EL-MEŞHÛR Bİ-ATALAR SÖZÜ
risâlet-i min kelimât-ı Oğuznâme el-meşhûr bi-atalar sözü adlı el yazması eseri tanıtmaya
çalışacağız.
Hazihi’r-risâlet-i min kelimât-ı Oğuznâme el-meşhûr bi-atalar sözü'nün el yazması hakkında Berlin Devlet Kütüphanesi Pertsh Kataloğu’nda kısa bilgi bulunmakta ve Berlin Kral Kütüphanesi, Yazmalar Cetveli, cilt IV, Nu. 34, Berlin 18891 kaydı yer almaktadır. Yazmadan ilk kez Von Diez bahsetmiş, eserin baş kısmındaki 400 atasözünü
yayımlamıştır. (H. F. von Diez, Denkwürdigkeiten von Asien I, 157- 205; II 331-338,
1815). Muharrem Ergin’in, “bu Oğuznamenin Ahmet Caferoğlu tarafından istinsah
edilen bir kopyası elimizdedir” şeklindeki kaydına rağmen sözü geçen çoğaltmanın
akıbeti bilinmemektedir (Ergin, 1997, s. 38)2. Ancak Ergin, Orhan Şaik Gökyay'ın,
1938 yılındaki Dede Korkut Kitabı ile ilgili ilk yayının başlangıç bölümündeki Oğuznamenin bu istinsahtan yararlanarak yapıldığını belirtmektedir. Ayrıca Gökyay,
yazmanın başında yer alan 75 atasözüne Dedem Korkudun Kitabı adlı eserinde de yer
vermiştir (Gökyay, 1973, ss. CXXX - CXXXII). Yıldız Çınar adlı bir öğrencimiz de
Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde 1996 yılında bu eseri esas alan bir
yüksek lisans tezi hazırlamıştır.
Hazihi’r-risâlet-i min kelimât-ı Oğuznâme el-meşhûr bi-atalar sözü'nün hangi tarihte ve
kim tarafından tertip edildiğine dair el yazmasında herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Eserin cilt kapağında sonraki ilk sayfanın sağ köşesinde “Oġuz-nāme yaᶜni
żurub-ı ems̱al”, sol köşede ise Latin harfli Diez yazısının altında Türkçe “Türkçe
żarbı meseldürler” kaydı yer almaktadır. Bu ikinci kaydın “meseldürler” şeklinde “ler” çokluk ekiyle bitmesi Arap harfli Türkçe bilen bir yabancının kaleminden çıktığı
kanaatini uyandırmaktadır. Müteakip sayfada Hazihi’r-risâlet-i min kelimât-ı
Oğuznâme el-meşhûr bi-atalar sözü başlığının altında “Bismillāḥir-Raḥmānir-Raḥīm- ve
bihi nestāin ibaresi yazılmıştır. Eserin sonu ise “Yiġit başından devlet ıraḳ değildür”.
“Yiġitsen başıñ ḳazın”. “Yiġidiñ özi yiġitdir.” şeklinde üç atasözü ve “Bāḳi vesselâm,
temmet Oġuznāme” ibaresiyle tamamlanmaktadır. Nesih hatlı bu yazma; 42 yaprak,
81 sayfadan müteşekkildir. Her sayfada 17 satır bulunmaktadır. İlk sayfadaki pek de
düzenli olmayan harekelemenin, daha sonra mahdut bazı sözlerle sürdürüldüğünü
görmekteyiz. Eser imla özelliği bakımından da bir istikrar göstermemektedir. Müstensih yanlış yazdığı bazı atasözlerini altına tekrar kendince doğrusunu yazmıştır.
“Geçmiş yaġmurun kebek giyüb ardına düşme” (s. 42/satır 711-712).
“Geçmiş yaġmura kebenek giyüb ardına düşme” (s. 42/satır 712).
Bazı atasözlerinde kelime veya bir ifade kalıbının atlandığı anlaşılmaktadır. Bu husus
müstensihin bir başka dip nüshadan geçirdiği fikrini ortaya koymaktadır.
Muharrem Ergin, Orhan Şaik Gökyay'ın okumalarına uyarak Dede Korkut Kitabı'nın
giriş kısmında Atalar sözünden ibaret bu Oğuznâmenin metninde yer alan “Ḳan olan
Emir Süleyman Sultan” ifadesinden hareketle XV. yüzyılın başlarında istinsah edildiğini öne sürmektedir (Ergin, 1987, s. 38). Oysa yazmada açıkça “ḳan olan” değil “Ḳan
alan Emir Süleymān Sulṭān” ifadesi geçmektedir. Acaba Yazıcıoğlu Oğuznâmesinde
2
İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Caferoğlu Kitaplığında bahsedilen kopya bugün
bulunmamaktadır.
345
İSA ÖZKAN
“Emîr Süleymān uğurlu Oġuz” ve “Emîr Süleymān uġurlu-y-ıdı uġurın versün (Bakır, 2008, s. 830).” şeklinde iki yerde kaydedilen bu kişi kimdir? Bilindiği üzere pek
çok tarihçi Batılı meslektaşlarının aksine Ankara savaşından sonra kardeşleriyle taht
kavgalarına girişen ve Edirne'de padişahlığını ilan ederek adına sikke kestirip hutbe
okutan Yıldırım Bayezid'in oğlu şehzade Emir Süleyman'ı beşinci Osmanlı padişahı
saymamaktadır. Emir Süleyman bu taht mücadeleleri esnasında kardeşleri Mehmet
Çelebi'yle üç, Musa Çelebi'yle iki defa savaşmıştır. Hatta Bizans, Eflak Voyvodalığı,
Sırplar, diğer Anadolu Beylikleri de çıkarları doğrultusunda yerine göre taraf da
değiştirerek çok kan dökülen bu çatışmalara örtülü destek sağlamışlardır. Han sözü
bu yüzyılda “ قkaf” ile ḳan şeklinde yazılmamaktadır. Dolayısıyla bu ifade Emir
Süleyman'ın da kişiliğine uygun olarak çok kan döküldüğü için yazıldığı biçimde
ḳan alan şeklinde olmalıdır. Yazmanın yüzyılı ve devri konusundaki problemler
burada bitmemektedir. Metinde geçen,
“Bosna’nuñ erkegi, ḳızı ve gelini ḳatı güzel olurdur” (s. 54/satır 911)
sözleri istinsah tarihi konusunda yeni bir çelişki ortaya koymaktadır. Emir Süleyman
1402-1411 tarihleri arasında önce Edirne, sonra Bursa ve tekrar Edirne'de tahtta bulunmuştur. Osmanlıların Bosna'yı fetihleri ise Fatih Sultan Mehmet döneminde 1463
yılında gerçekleşmiştir. “Bosna’ya yönelik Osmanlı akınları ise 1415 yılından sonra
sıklaşmaya başlamış; 1428 yılından itibaren de Bosna Kralları ancak vergi verir duruma gelmişlerdir. Boşnakların Osmanlı Müslüman kültür dairesine girişleri ancak
XV. yüzyılın sonlarına doğru olması icap eder. Bu bilgilere istinaden müstensihin
yazmayı en erken XV. yüzyılın ikinci yarısında veya XVI. kaleme aldığı düşünülebiliriz.
Berlin Oğuznâmesinin tertip edildiği coğrafya konusunda yazma eserde bazı ipuçları
bulunmaktadır. Müstensih atasözlerinin dışında bir kısım yaygın kanaatleri de eserine kaydetmiştir. “Magkara’nın ekini, İbsala’nuñ hasırı, Borı’nuñ balığı, İskitiye’niñ
güzeli, Borlı’nuñ boġası, Dimetuka’nuñ bardaġı, Birigi’niñ narı, Gelibolı’nuñ üzümi,
Mekri’niñ şarābı. Burusa’nıñ ekmegi, Ṣınab’ıñ alması, Tatar’ıñ bozası meşhūrdur,
maġrūfdur, mücerrebdir. Ḫāṣü'l-ḫaṣdır, eyüdür” (s. 56/satır 943-944).
Bu söz grubunda “Gelibolu’nuñ üzümü, Burusa’nıñ ekmeği, Tatar’ın bozası” vb. gibi
bir kısım şehir ve kasabalar ile bu yerlerin adının yayılıp meşhur olmasında önemli
rol oynayan ürünler sayılmaktadır. Müstensihin bu yerleşim birimlerine gidip gitmediği, sözü geçen yerleşim birimlerini bizzat şöhrete ulaştıran ticari malların üretimine tanıklık edip etmediği konusunda bir hüküm vermek güçtür. Ayrıca bazı yerlerin kendine has özelliklerini bilmek, oralara gidip görmeyi ya da yakından incelemeyi gerektirmeyebilir de. Ancak müstensihin, esas aldığı dip nüshada mevcut olup
olmadığı konusunda herhangi bir fikrimizin olmadığı bu yerleri bir bir sayması
mezkûr Oğuznâmenin Anadolu ve Balkanları çevreleyen sahada yazıya geçirildiğini
göstermektedir. Nitekim
“Muġlanıñ bıçaġın taḳın
Sögüt aġacından ṣaḳın” (s. 67/satır 1124);
“Ḳayṣarı ḥesābla yapılmışdur” (s. 72/satır 2008);
“Oġlanuñ baḫşişi Ḳaraman baḫşişi gibidür” (s. 51/satır 859).
346
HAZİHİ’R-RİSÂLET-İ MİN KELİMÂT-I OĞUZNÂME EL-MEŞHÛR Bİ-ATALAR SÖZÜ
sözleri de bu coğrafyanın Anadolu tarafını oluşturmaktadır. Ayrıca, “İstanbul, Bursa,
Edirne cümle şehirleriñ atasıdur, anasıdur. Bāḳi ḳasabalar ḫıṣımı ḳavmidür (31.
sayfa, 515. satır)” şeklindeki kayıttan eserin İstanbul’un fethinden epeyce sonra kopya edildiği anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu yer adlarından hareketle yazmanın coğrafyasının Anadolu ve Rumeli'den oluşan Osmanlı sahası olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Oğuznâmede yer alan “Bir arzu hezar dinar değer (21. sayfa, 340. satır)” sözü dinarın
para olarak tedavülde olduğu ve hatırasının bilindiği bir döneme işaret edebilir.
Nitekim Sırplar ile Arap memleketlerinde tarihte ve günümüzde kullanılan bu sözün
kökeni Roma'nın para birimi Denarius'a kadar uzanır. Balkanlarda dinarın ilk defa
Osmanlı fethinden önce Sırp prensi Stefan Nemanciç’in tahtta bulunduğu 1214 yılında tedavüle çıktığı bilinmektedir. Oğuznâmede geçen Balkanlara ait yer adları ve
dinar sözünün de bize eserin Osmanlı Devletinin Rumeli’deki yerleşim merkezlerinden birinde istinsah edilmiş olabileceği fikrini akla getirmektedir.
Berlin Oğuznâmesinde 2210 özlü söz bulunmaktadır. Bunların çoğunluğu “atasözüdür”. Ancak eserde dua, ilenç, deyimler ile hikmetamiz beyitlere de yer verilmiştir.
Azerbaycan’da Samed Alizade'nin “Oğuz-nâme (Emsali Mehemmedali)” adıyla
neşrettiği Petersburg nüshasında ise, 1858/63 atasözü vardır. Berlin Oğuznâmesi,
Petersburg Oğuznâmesinden3 hacim bakımından daha zengindir. Dede Korkut Kitabının mukaddimesinde yer alan sözlerden Petersburg nüshasında sadece yirmisi
müşterek iken Berlin Nüshasında “atasözlerinin sayısı daha fazladır. Hatta “Ḳarımış
oğlu Dede Ḳorkut” şeklinde isimlendirilen bu Türk bilgesinin (s. 6/satır 84) olağanüstü
özellikleriyle ilgili bilgiler Berlin nüshasında geniş olarak yer almaktadır. Korkut
Ata'nın “Ap alaca çiçekten öñdim ... Ala göz div ḳızından ṭoġdum, ben Dede Ḳorkut
(s. 5/satır 75-76)” şeklindeki efsanevi doğuşu yine bu eserde kaydedilmiştir. Korkut
Ata, malum olduğu üzere değişik dini kültür çevrelerine giren eski Oğuzların “Dede
Korkut Kitabındaki mukaddimeye göre “tamam bilicisi” iken Müslümanlıkla birlikte
keramet ehli bir veli tipine dönüşmüştür. O, bu yazma eserde de konuyla ilgili düşüncelerini Oğuz Ata’ya atfedilen şu sözlerle açıklar:
“Oġuz Ata’ya ayıtmışlar:
“˗ͨĀlemde ne bilmedün?”
Oġuz Ata ayıtmış:
3
Petersburg Oğuznamesi, Samed Alizade tarafından “Oğuz-nâme (Emsali Mehemmedali)”
adıyla neşredilmiştir (Oğuzname, (1987) [Haz. Samet Alizade], Bakı, Yazıçı). Berlin Oğuznâmesiyle Petersburg Oğuznâmesinin aynı dip nüshadan istinsah edildiği şüphesizdir. Petersburg
Oğuznâmesindeki atasözlerinde “köy” ve “yoğurt” gibi Türkiye sahasına ait söz varlığı dikkati çekmektedir. İçindeki mahdut sayıda Farsça ve Arapça ibarelerden müstensihin sözü geçen
dillere en azından aşina olduğunu göstermektedir. “Dobra yunag (hoş geldin)”, “Poydi z bogom (Allah’a emanet)” şeklindeki Slavca sözlerin ise eserin müstensih hattında mı olduğu,
yoksa sonradan mı ilave edildiği hususu tereddütlere yol açmaktadır. Samed Alizade’nin bu
çalışmasındaki atasözlerinin okunuşuyla ilgili hüküm vermek için yazmanın orijinal metinlerini de görmek gerekmektedir. Dolayısıyla Azerbaycan Cumhuriyeti bilginlerinin bu eserin
faksimilesini bir an önce yayımlanmasını ve Türkolojinin hizmetine sunmasını beklemekteyiz.
347
İSA ÖZKAN
“˗Kim ölüp kim ḳalacağıñ bilmedüm. Kim ḳazanub kim yiyeceğiñ bilmedüm (s. 6/satır 97).”
“Allāh Allāh dimeyince işler oñmaz.
Ḳādir Tañrum vermeyince, er bayımaz.
Ḫalayıḳa ṭon geyürseñ (6. sayfa, 100. satır ) ḳadın olmaz.
Çalı ile ḳoḳuz dikeni odun olmaz” .
diyerek Allah’ın gücünün sınırsızlığını, kâinatın sahibinin ve her şeyin bilicisinin
Allah olduğunu hatırlatır.
Samed Alizade'nin yayımladığı Oğuzname'nin Arap alfabesine göre tertip edildiği
belirtilmektedir. Oysa Hazihi’r-risâlet-i min kelimât-ı Oğuznâme el-meşhûr bi-atalar sözü'nde müstensih bu hususa pek riayet etmemiştir.
Oğuznamelerde kıyamet kopuncaya dek uymaları icap eden kaideler bir “Düstūru’lamel” biçiminde yazılmış ve vasiyet edilmiştir (Yıldırım, 2007a, s. 171). “Atalaruñ
sözi Ḳur’ān’a girmez. Ol, Kur’ān yanınca yalıñ yalıñ yalışur. Atalar sözini ṭutmayan
yabana atılur, âḫretde ṭāmū ehline ḳatulur (6. sayfa, 88. satır). Dede Korkut Kitabının
mukaddimesi, Topkapı Sarayı Kütüphanesi Revan Bölümü 1390 numarada kayıtlı
nüshanın başında yer alan Yazıcıoğlu Oğuznâmesi ile Berlin Oğuznâmesinin girişi
arasında çok büyük paralellikler bulunmaktadır. Atalara; “Atam öldi” demişler: “İş
başuña düşmiş” dimiş. (6. sayfa, satır 90. satır) “Anam öldü” demişler: “Öksüz ḳalmışsun” dimiş. “Oġlum öldi” dimişler: “Yüregüñe oḳ ṭoḳunmuş” dimiş. “Ḳızım
öldü” dimişler: “Ḫarçdan ḳurtulmuşsun” dimiş. “Ḳarındaşum öldi” dimişler: “Yeriñde, eliñde garîb olmuşsun” demiş. “ᶜAvretim öldü” demişler: “Döşegün yenilenmiş” dimiş. “Ḳonşum öldi” dimişler: “Ṭanuşıkcuñ gitmiş” demiş. “Ḫıṣım ḳavmim
öldü” demişler: “Vay ne ḥaẓ etmişsin (6. Sayfa, 95. satır) dimiş. Atalara; “Düşman
geldi” demişler: "Al atlu alnında ṣaḳar ḳılıçlasun” dimiş. “Bir at uçdı” dimişler: “Al
atdur ola” demiş.
Dede Korkut Kitabında “İç Oġuzuñ Ṭaş Oġuza ᶜĀṣi Olup Beyrek Öldüğü Boyu”nda
İç Oğuz beylerinden gösterilen ve Dış Oğuz’dan Alp Rüstem’in karımı Oḳçı Ḳozan
Berlin Oğuznâmesinde de açıkça “Oġuz(dan), üç yüz altmışaltı alp ḳopdı, Yigirmi
dört ḫas boy. Otuz iki sekecik Sulṭān Selveri Ḳazan Oḳcısı Ḳozan (5. sayfa, 83. satır)”
şeklinde Salur Kazan’ın okçusu olarak geçmektedir. Sözü geçen Oğuz beyi Yazıcıoğlunda “Beñişli (Bekeşli?) beñdeş (Bekdeş?) ḳanın alan, ḳalın Oġuzda ad ḳoyan, ḳara
başına oġlanlıġında Ḳıyan Ucan oġlı Emen Begden öcin alan Eñsi Ḳoca oġlı Oḳçı
Ḳozan” olarak kaydedilmiştir (Bakır, 2008, s. 830).
Oğuznâmedeki atasözlerinde Türkleri en eski dönemlerinden itibaren girdikleri dinî
kültür çevrelerinden izler bulunmaktadır. Mesela “Yād ferişteden biliş albız yeğdir
(71. sayfa, 2004. satır)" şeklindeki atasözündeki "albız" sözü kamlık dinindeki kötü
ruhlardan biridir. Yine "Oġuz yumundan baymış (24. sayfa, 389.satır)" "Yumu yum
getürür, yum eyü ḳadem getürür (17. sayfa 284. satır.)" atasözlerindeki "yum" kelimesi uğur, baht anlamınadır. Kamlık kültür çevresinde eski Türkler kâhin karşılığı
olarak "yumçı" kelimesini kullanmaktadırlar (Özkan, 2012, s. 159).
Alliterasyon, asonans ve kafiyeli sözlerin hafızada saklanması ve konuşma dilinde
bir ahenk yaratması sebebiyle atasözleri ve deyimlerde manzum veya yarı manzum
348
HAZİHİ’R-RİSÂLET-İ MİN KELİMÂT-I OĞUZNÂME EL-MEŞHÛR Bİ-ATALAR SÖZÜ
bir durum söz konusudur. Atasözleri mecmuası olan Oğuznâmede de bu duruma
dikkat edilmiş ve birçok atasözü en az iki dizeden meydana gelmiştir.
“Ṣamana ḳazık doḳuma
Seni begenmeyeni evine oḳuma (80. sayfa, 2150. satır )”.
Bazı atasözleri ise dörtlükler hâlindedir.
“Öyleden ṣoñra gecedür
Elliden ṣoñra ḳocadur
Evi rūşen iden becedür
Oġlını ḥaṣıl eden hecedür (8. sayfa, 120 satır ).”
“Buġday ṣamansız olmaz,
Yayla ṭumansız olmaz.
Eyü ṣanduġın
Yamasız olmaz (9. sayfa, 149. satır).”
Müstensih, çocuk, yaşlı ve kadınlardan oluşan bir cemiyette söylenmesi edepsizlik
telakki edilecek ancak halk arasında dolaşımda olan bir kısım müstehcen atasözünü
de çekinmeden ve ayıp demeden kaydetmiştir. Bütün bu özellikleri ile müstensihin
tekellüfsüz, taşkın ve rindane bir mizaca sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Oğuznâme âdeta gelecekten haber veren sözler toplamı gibidir. Buna bir çeşit dünyada olacakları tahmin etme, hatta geleceği okuma diyebiliriz. Ancak Oğuz Ata dilinden ifade edilen ve tahakkuk edeceği ileri sürülen bu hususlar “ahir zamanda”
vuku bulacaktır. Sözü geçen atasözlerinde yaşanılan zamandan ziyade, gelecekte
olacağı ifade edilen hususlardan şikâyet vardır. “Āḫir zamanda büyükde küçükde
oḳumuş çoġ ola, bu sebepten aralarında ᶜizzet ḥürmet yoġ ola (11. sayfa, 175. satır)”.
Şimdiki zamānın ḫalḳı virmek sevmez, almaḳ sever (79. sayfa, 2141. satır). “Bina
ᶜāşıkı olan kişiye yurt yitmes (39. sayfa, 655. satır)”. “Şerlünüñ aḳçesi divāre gider,
Yörügüñ aḳçesi ṭavara gider (30. sayfa, 567. satır).” “Odla su dilsüz yaġıdır (35. sayfa,
584. satır)” şeklinde pek çok söz yer almaktadır. Hatta bu sözler kimi zaman Korkut
Ata'ya söylettirilir:
“Evvel ṣaġlıġa çalalum, ṣaġlıḳ gelsün. Devlete çalālum, devletiñüz ḳāim olsun. Dostluġa çalālum, düşmanıñuz nā’im olsun. Uġura çalālum, uġrıñuz ḫayr olsun. İşiñüz
gücüñüz her dāim seyr olsun. Ḥaḳdan şunı isterüz ki ṣofrañuz açuġ olsun. Sizleri
sevmiyenleriñ biñi buçuġ olsun. Yüzlerinde ḳāra beñler yirine ḳızıl gök ucuġ olsun.
Bay Bilecin begligün virsün, Oḳçı Ḳozan erligin virsün, ḳan alan Emir Süleymān
Sulṭān ṣalımınla ṣaġdıdın versün, Ḫıẓır peyġamberüñ silicesüñ versün, Ḳorḳud Atanuñ bilicisin versün. Oğul acısın, yurt yoḫsullıġın ḳatı düşvārdır dirler Ḳādir Tañrı
cümlemize göstermesün. Bil’āhire ḳuruluḳ ḫastalıġı ile ḳocalıḳ yoḫsulluġun ziyāde
müşkilimiş, Ḥaḳ Ta’âla kimseye bititmesün (1. sayfa, 1.-11 satır).
(...) Ḳılıçsızuñ ḳartı ḳurt er ḳocadır. Ḳız-oġlanuñ yüzi sözi ḳov iletür, ḳo getürür. İki
ḳoñşu biri biri ile çekişdürür, titiz eyler. Ḥaḳ Ṭaᶜāla; yavuz, yüzsüz, utanmaz ᶜavrat
ḳaẓasından belāsından beklesün, ṣaḳlasun (3. sayfa 38-39. satır).
Ol günleri görmeden söyledüm ben Dede Ḳorḳut, görmüşce inanuñ baña Oġuz
Ḳavmi derler (3. sayfa 40. satır). Ol günlere ḳomaġıl beni, cānum alġıl Ḳadir Tañrım".
349
İSA ÖZKAN
Eğrice büğrüce aġaç uġaç ḳalmaya ṣapan ola. Çolaḳ çulaḳ ḳalmaya, çobān ola.
Ḳavaḳça, ṣavuḳça aġaç ḳalmaya, boyunduruġ ola. At, eşek ḳalmaya, öküz ola. Dere
depe ḳalmaya, tarla ola. Ṭana ṭolpı ḳalmaya, külek ola. Ulu kiçi ḳalmaya melik ola (3.
sayfa, 45. satır) Yiğitler, ḳocalar, ᶜavrātlar gibi çavlaḳı yülük ola. Kimsenüñ kimse
yanında ödünçden, görünçden ḥāceti bitmeye, cebi ve kesesi delük ola. Bir kişinüñ
bir kişi ḳatında ḥürmeti ᶜizzeti ḳalmaya. Atānuñ, anānuñ oġula, ḳıza şefḳatı ve merhameti olmaya, oġul ve ḳız ḥod anları hergiz riāyet ḳılmaya. Ataları ṭururken oġulları söyleye. Anālar ṭururken ḳızlar buyruġ eyleye (satır 50) Ol günleri görmeden
söyledüm ben Dede Ḳorḳut, görmüşce inānuñ baña Oġuz ḳavmi dirler. Ol günlere
ḳomaġıl, benüm cānum alġıl ḳādir Tañrım”.
Hazihi’r-risâlet-i min kelimât-ı Oğuznâme el-meşhûr bi-atalar sözü, Oğuznâmelerdeki kişi
ve olaylar konusunda yeni ufuklar açacak nitelikte olmasının yanı sıra Türk edebiyatının en eski atasözlerini de saklayan önemli bir eserdir. Dolayısıyla bu eserin yeni
çalışmalarla Türkoloji araştırmalarında hak ettiği yeri alacağı kanaatindeyiz.
KAYNAKÇA
Bakır, A. (2009). Tevārìḫ-i ͨAl-i Selçuḳ. İstanbul: Çamlıca Yayınları.
Bekmıradov, A. (1987). Andalıp hem Oguznameçilik Däbi. Aşgabat.
Çınar, Y. (1996). Hazihü’r-Risâlet-i Min Kelimât-ı Oğuznâme el-Meşhûr bi-Atalar Sözü.
Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara. [Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi], s. 33.
Eraslan, K. (1975). Manzum Oğuzname. Türkiyat Mecmuası. 18: 169-236.
Ercilasun, A. B. (1998). Oğuz Kağan Destanı Hakkında Bazı Düşünceler. Türk Dili
Araştırmaları Yılığı Belleten 1986. Ankara: TDK Yayınları. 13-16.
Ergin, M. (1994). Dede Korkut Kitabı I, Ankara, 3. basım, TDK Yay.
Gökyay, O. Ş. (1973). Dedem Korkud’un Kitabı, Ankara.
Кononov, А. N. (1958). Rodoslovnaya Turkmen, Soçinenie Abu-l-Gazi Hana Hivinkogo.
Moskva-Leningrad.
Köprülü, F. (1976). Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. 3. basım, Ankara: Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları.
Oğuzname, (1987). (Haz. S. Alizade). Bakı: Yazıçı.
Özkan, İ. (1997). Türkmenistan’dan Derlenmiş Dede Korkut Boyları. Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten 1995, Ankara: TDK Yayınları. 263-314.
Özkan, F. (2012). Çuvaşça Yumşi “Büyücü” Kelimesinin Etimolojisi. Türk Kültürü
Araştırma Dergisi. Ankara, 2012/2: 159-164.
Rashiduddin Fazlullah, (1999). Jami’u’t-tawarikh compendium of chronicles, A History of
the Mongol Part One, [English Translation & Annotation by W.M. Thackson],
Harvard University Publications.
Togan, A. Z. V. (1982). Oğuz Destanı, Reşideddin Oğuznamesi, Tercüme ve Tahlili, 2. bs.
İstanbul. 20.
Yıldırım, D. (2007a). Kitab-Dedem Qorqud Metinleri ve Bir Problem Sözcük. Taraqlıq. Türkbilig 2007/13. 168-181
Yıldırım, D. (2007b). Qam Böri Oglu Bamıs Börik (Qam Böre Oğlu Bamıs Börek). IV.
Uluslararası Türk Dili Kurultayı. Ankara. 1945-1954.
350
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
TÜRK BOYLARININ COĞRAFİ DAĞILIMI VE
MEREND ŞEHRİ DEĞİŞİMLERİNDE ROLÜ
İ SM Aİ L HAS SAN ZADEH
Merend’in Konumu
Merend’in eski çağlardan beri İran, Rusya ve Osmanlı ile ilişki halkası olarak Azerbaycan tarihinde önemli rolü ve etkisi olmuştur. Merend Rusya’yla sınırdaş olup
Osmanlıyla yakınlığı nedeniyle geçiş istikameti konumunda olduğundan Azerbaycan kentleri içerisinde özel bir önem taşımaktadır. Bu yüzden askerî fatihlerin tarih
boyunca Azerbaycan merkezine ulaşabilmek ve bu coğrafyada ekonomik üstünlük
sağlayabilmek için Merend’den geçmeleri gerekirdi. Müslüman ve Avrupa seyyahların farklı seyahatnamelerinde kentin stratejik konumunun önemi vurgulanmıştır.
Gerek Müslüman gerekse de Ermeni tacirler şehirde bulunup ticaretle meşgul olurdu. Anadolu ve Kafkas ekonomilerinin gelişimi, İran ticaretinin bu bölgeye yönlendirilmesinin, Osmanlı ve Rusya arasındaki ticaretin artması kent ve köy iktisadının
genişlenmesinde büyük rol oynamıştır. İran’ın kuzey ve kuzeybatı komşularının
iktisadi ilerleyişleri, onların Azerbaycan’a ulaşmalarında rekabete girmelerine yol
açtı. Bu arada Azerbaycan iktisadi-ticari hayatının can damarını oluşturan coğrafya
yani Culfa-Merend-Koy- Bazurgan yolu bölgenin güçlü komşularının etkisi altında
oldu. Merkezî hükümet ve Azerbaycan eyaletleri zaafa uğradıklarında, iç karışıklıklardan dolayı komşu ülkelere, ticaret kervanları yağmalanır endişesiyle bu bölgeye
saldırı bahanesi yaratılırdı. Rekabetin bir sonucu olarak Rusya ekonomik-askeri
üstünlük sağlamak amacıyla Gülistan ve Türkmen Çay Anlaşmaları ve 1907 Anlaşması karşılığında İran’ın kuzey eyaletlerinde ve Merend`de demiryolu ve kara yolu
inşaatına başladı. Böylece Tebriz-Kafkas geliş gidişi kolaylaştı. Böylelikle Azerbaycan’da Rusya’nın baskı ve etkisi nedeniyle Culfa Gümrüğünde Rus mallarının kolaylıkla İran’a sokulması ortaya çıkıyordu. Tebriz-Culfa karayolu yapılmadan önce,
ticari kervanlar emniyetli olmayan Bakü ve Tiflis kentlerinden seyahat ediyorlardı.
Osmanlılar da bu rekabetten geri kalmayarak Azerbaycan-Trabzon ticari yolu ve
diğer kentlerle ticareti sağladılar. Bu arada Bazorgan Gümrüğü Rusların Culfa Güm351
İSMAİL HASSANZADEH
rüğü gibi önemli bir rol taşıdı. Merend yolunun öneminden dolayı, kent koruyucuları kervan ve yolları kollarlardı. Bunlar bu bölgede öylesine etkin bir güç sağlamışlardır ki Meşruta bölümünde bunlara değineceğiz. Azerbaycan’ın komşu devletleri ne
kadar ekonominde çalışırlarsa kentin sosyo-ekonomik yapısında o kadar olumlu ya
da olumsuz etkileri görülürdü. Bu arada iki ülkenin rekabeti, her zaman sağlam ve
savaşsız olmazdı. Belki çoğu zaman, onların rekabetleri Azerbaycan’a faydadan
ziyade zarar verirdi. Bu yüzden Azerbaycan’ın bir kısmı Rusya’nın ve diğer bir kısmı
da Osmanlı’nın işgaline uğrardı.
Merend’in stratejik konumundan dolayı da fatihlerin dikkatini çekmiş bir bölge
olmuştur. Onlar savaş cephelerinin arkasını kollamak için Azerbaycan’ın işgalinde
bu şehri savunma sığınağı olarak kullanırlardı. Bu yüzden saldırganlar kenti ele
geçirmeye daha çaba gösterip çoğu zaman yağma, katliam ve yıkım yapmışlardır.
Kentte bulunan Safevi ve Osmanlı döneminde yapılan viranelere ek olarak, Kaçar,
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ile İran-Rusya Savaşlarında Tezar askerleri tarafından yağmalandı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Merend, Teza askerlerinin işgali
altındaydı. Neyse ki şehir direnmeden teslim olduğu için yağma bahanesi bulunamadı. Ancak Rusların on yıllık işgali ve sonraları Osmanlıların kısa süreli kenti ele
geçirmeleri “Beş Tümen” adlı kıtlığı beraberinde getirmiş ve yüzlerce insan ölüme
sürüklenmiştir. Sonraki on yıllarda şehir uluslararası çekişmelere sahne olup yeniden
Rus işgaline uğradı ve 1947-50 yıllarında Azerbaycan Demokratik Fırka yönetimi
sonrası “Kara Arpa Pahalılığı” kıtlığı Merend’e geldi.
Herhâlde stratejik bir konuma sahip olduğu için Merend, Azerbaycan tarihinde
önemli rol oynamış ve zamanında bu konumdan yararlanarak kendini yeniden inşa
edebilmiştir. 19 Ekim 1937 tarihinde İran-Türkiye Transit Anlaşması ki orada Trabzon-Tebriz-Tahran mal geçişini kolaylaştırmıştır, şehrin ticari-iktisadi konumunu
daha da artırmıştır. Bu anlaşmaya göre transit yolu Tebriz-Merend-Hoy-Macoo caddelerinen yapılmıştır. Bu yol sınıra en kısa ulaşım yolu sayılmaktadır. Yol yapım
çalışmaları hızlanmış ve yolculara barınma konutları da yapılmıştır1.
İkinci Dünya Savaşı ve İran işgali sırasında, kervan, kamyon ve ticari malların gidiş
gelişi fazlalaşmıştır. Bu durum bölgeye özel bir konum sağlamıştır. Yabancıların
çıkışından sonra mal ve yolcu transiti gümrüklerde artmış ve Merend daha iyi bir
konuma sahip olmuştur ancak SSCB dağıldıktan sonra (1991) gümrük geçerliliğini
yitirmesi nedeniyle Merend ciddi bir zarara uğramıştır.
Merend Aşiret ve Boylarının Dağılımı
Yekanlı
Azerbaycan halkı kentsel yaşamda uzun bir geçmişe sahiptirler. Türk boylarının
göçleriyle beraber kentleşme durmamıştır. Belki Türk boyları hâkimiyette bulundukları için kentleşme süreci hızlanmıştır. Bu süreç Safevi ve Kaçar döneminde daha da
hızlandı. Türk boylarının Kaçar hükümetinde askerî sistem ile divan ve savaş sisteminde önemli etkileri vardı. Daha sonraki Pehlevi döneminde aşiretlerin geleneksel
yaşamlarının bozulması nedeniyle gittikçe boylar ve aşiretler sistemi değişmiştir ve
1
İran ve Türkiye İlişkileri, ss. 136-138
352
TÜRK BOYLARININ COĞRAFİ DAĞILIMI VE MEREND ŞEHRİ DEĞİŞİMLERİNDE ROLÜ
önceki biçimlerini yitirmişlerdir. Bu politikadan dolayı unvan ve lakaplar modernizm adına kaldırıldı. Örneğin Han, Bey, Bahadır vb. unvanlar kaldırılarak yerine
yeni, tarihî kökü olamayan isimler kullanıldı. Bazen yer adları da soyadında kullanılırdı. Örneğin bir boyun bireylerinin hepsi aynı soyadı taşıyamazdılar. Bireyler babalarının soyadlarını kullanırlardı. Bu siyasetin amacı aşiret sisteminin toplumsal birlikteki etkisinin azaltılmasıydı. Örneğin Amir Ahmedi, Nasiri, Alihanlular, Esfendi,
Şamlular aileleri bir boydan oldukları hâlde hepsinin kökü Emir Kılıc’a varır. Ayrıca
Yüzbaşılar, Yar Garipler, Hamzeluler, Hesarlılar ve Oğuzlular gibi ailelerde Yekan
Kehriz Seyitlerinden ve Mir Kılıç soyundandırlar2. Zaman geçtikçe ailelerin kökü
değişip Yekan Kehrizliler kendilerini seyit saymışlar diğerlerinin ise seyit olmadıklarını iddia etmişlerdir. Bu kök birliği Kaçar ve Pehlevi döneminde yürütülen politikaların etkisi ve bunun yanında yazılı kültürün olmamasının bir sonucu olarak karanlıkta kaldı. Emir Kılıc Şamlılardandır. Emir Kılıc’ın askerî konumunu göz önüne
aldığımızda askerî işlerde onlar önemi rol oynamışlardır. İran-Rusya savaşlarında ve
Meşruta döneminde önemli etkileri olmuştur. Günümüzde han gelenek ve görenekleri Yekan halkı içerisinde görünür ve hatta halk dilinde “Yekan Beyi” deyimi ünlüdür.
Kara süvariler yetkisi Yekanlılar`da olurdu. Riyaz el-Cenne’nin yazdıklarına göre,
Yekanlılar Nadir Şahtan sonra Merend vilayeti Yekanat bölgesinde iskân edildiler3
ve savaşçı olmaları ve aşiret birliktelik ruhuna sahip olmalarından askerî yetkilere
ulaşıp ordu ile hükümette yüksek konumlara ulaştılar ve Merend bölgesinde söz
sahibi oldular. Ondan sonra Kara süvariler görevi Yekan hanları yetkisinde oldu.
Ünlü Yekan hanlarından ki Merend`e önemi eserler bırakmış Alirıza han Yakanludur
ki H. 1188 yılında sarsılamaz bir kale yapmıştır4. Fetali Şah döneminden, Nazar Ali
Han Yekanlu diğer hanlardandır ki yıllar boyu Merend kentinde hüküm sürmüş ve
Hicri 1242’de İran-Rusya ikinci savaş çağında Abbas Mirza tarafından Gence kalesi
koruyucusu olarak seçilmiştir. Ancak kaçması nedeniyle kale düşmüş ve ilgili han
ihanet nedeniyle katledilmiştir5.
Yazar Ali Han Yekanlu diğer hanlardandır ki Merend şehrinde hüküm sürmüştür.
Mirza Cihangir şöyle yazmaktadır: “Bu haberden dolayı (Nazar Ali Hanın kaçışı)
valiyeaht gazapla hanı çağırtıp, ibret-i âlem için eşeğe ters bindirip, “Şah geldi” isimli
kişiye teslim edip askerlerle beraber ordu ve pazarı gezdirip hapis edilmek üzere
Merend kentine gönderdi6 , Hicri 1243 yılında idam edildi.
Onun idamı Yekanlu aşiret haysiyetine büyük darbe olmuştur. Hatta merkez hükümeti gazabında oldular ama Merend bölgesinde kazandıkları askerî korkusuzluklar
ve toplumsal konumlar göz ardı edilmez bir niteliktedir. Bu yüzden Hicri 1250’den
sonra Colfa-Merend ve Culfa-Hoy yol bakım ve kara süvari işleri Yekan hanlarına
verildi. Onlar yeterli askerî güce sahip oldukları için Kaçar döneminde yüksek rütbelere eriştiler. Bunlar arasında kara süvariler başçısı, yaver, komutan vb. rütbeler
Mir Hidayet HESARİ, ss. 176-179
Riyaz-El-Cene, H. ZOUNOUZİ, ss. 12
4 Yuk
5 Ferahani, ss. 304-303
6 Cihangir Mirza, ss. 34-88
2
3
353
İSMAİL HASSANZADEH
bulunmaktadır7. Nasireddin döneminde en ünlü Yekan hanlarından ve Merend
yollarının kara süvari başçısı, Zalhan Yekani’dir. O kardeşi İsfendiyar hanla beraber
Yakan arazisinin büyük kısmını işgal etti ve önemli iktisadi-siyasi ve toplumsal bir
konum kazandı. Zal Han’ın ve Yekanat bölgesi maliklerinin menfaatleri fazla güçten
dolayı karşı karşıya geldi. Şöyle ki Yekan bölgesinin küçük maliklerinden Haci İsa
Han, Tebriz veliaht yakınlığıyla, tüm Yekan bölgesinin yetkisini istiyordu, ama veliaht sistemi bozmamak için bu işi kabul etmedi. Hac İsa kendi iktisadi amaçlarına
ulaşmak için Nasireddin Şah sarayına elçi gönderdi ve yetki istedi. Yetki hükmünü
aldı. Bölgeye dönüşü Zal Han ile ciddi çatışmaya sebep oldu ve bu arada Hac İsa
Han oğlu Hicri 1296’da öldürüldü8.
Zal Han ve kardeşi veliaht fermanıyla yakalanıp dosyaları Tahran devlet adliyesine
gönderildi. Bir süre sonra Zal Han ve kardeşi hapisten kurtularak Zal Han yeni Merend kara süvari kumandanı oldu. Zal Han yakalandığı sürede, Mirza Hüseyin Han
Sipehsalar, Merend şehrinin kara süvari ve korumasız olduğunu veliaht Müzefereddin Mirza’ya söylemiştir9.
Merend hükümdarının bu anlaşmazlığı çözme gücü olmadığından dolayı, veliaht
tarafından azledilerek Mehdikulu Han Denbeli iş üstüne getirildi. Zal Hanın kesin ne
kadar Merend kara süvarı kumandanı olduğu belli değildir. Merend tarih araştırmacısı, H. Zounouzi, Zal Han’ın ölümünü 1270 ile 1280 kameri yılı olarak yazar. Lakin
bu tarih kesinlikle doğru değildir. “Azerbaycan İnkılabı ve Settar Han” kitabına dayanarak, Zal Han, Kaçak Kerem isimli delikanlı tarafından katledilmiştir. Ayrıca, Kaçak
Kerem, Ferhat ve Kaçak Nebi gibi hanlara karşı eşkıyalıkla gün geçirirdi10.
Yakın zamanda Kaçak Kerem hatıraları yayılması, Zal Han’ın ölümüyle ilgili iyi
bilgiler vermektedir. Kaçak Kerem Osmanlı ve Kafkasya ile İran’da isyan ve yağma
günlerinde yol kesmeye başlamış ve Kerbela ve Meşhet ziyaretine gitmiştir. Araz
nehrini geçtikten sonra, Ağrı dağı ve Çorus Hoy`dan “Yekan Kehriz’e” geldi. Dizec
köyünde, tutuklanması için İran devletine ulaşan Rus telgrafını duymuş ve gece
yarısı Sofiyan yolundan Tebriz’e geçmiştir. Zal Han casuslar vasıtasıyla Kerem’in
yerinden haberdar olmuş ve onu yakalamak için Tebriz yakınında bulunan yeni
kaleye adam göndermiştir. Kerem hatıralarında şöyle yazmaktadır:
“Sabah kara süvari başı Zal Han kahvehaneyi zapt edip sekiz süvariyi kahvehaneye
koydu. Zal Han beni görüp selam etti. Cevap duyduktan sonra söyledi: Nereye gidiyorsun? Söyledim: İravan`dan gelip Meşhet’e gidiyorum. Söyledi: Pasaportun var mı? Dedim: Evet. Söyledi: Veliaht yanına gitmen gerekir, Rus konsolosunun pasaport kontrolü
yapması gerekir… Yalvardım onu benim karşıma alma ve beni veliaht yanına götürme.
Yeniden yemin ettim ona. Söyledi: Kabul etmiyorum. Bin manattan üç bin manata kadar para teklif ettim ama yine kabul etmedi. Zal dört kişi ile beni yakaladı, hançer çekip
Zal Han’ın karnına soktum. Zal Han iki kolumu tutmuştu, yıkıldı.11 ”
Hş ZOUNOUZİ, s. 224
Sepehsalar Dönemi Telgrafları, s. 510
9 Yuk, ss. 532-533
10 İ. Amirhizi, ss. 3-4
11 Kaçak Kerem, ss. 54-52, Kerem yaklaşık 1859-60 yıllarında dünyaya gelmiş olup 18-19 yaşlarında yok keserek 12 yıl eşkıyalık ettikten sonra 1307 hicri yılında Nasireddin Şah hizmetine
geçti ve 1319 hicri yılında 43 yaşında uyuşturucu nedeniyle öldü.
7
8
354
TÜRK BOYLARININ COĞRAFİ DAĞILIMI VE MEREND ŞEHRİ DEĞİŞİMLERİNDE ROLÜ
Zal Han’ın katli belki 1297-1299 hicri yılları arasında olmalı. Her hâlde onun ölümünden sonra Lütfallah Han aile rakibi oldu. Böylece Merend kara süvarileri iki
gruba bölündü: Birinci bölükbaşında Lütfallah Han Merend yolları kara süvari kumandanı olarak ve ikinci bölükbaşında Zal Han’ın biraderi İsfendiyar Han Yekan
kara süvari başı oldu. Kara süvari başı olarak Lütfallah Han seçildi. Bir süre sonra
Rızakulu Han Yekani amcası yerine oturdu12. Meşruta ve inkılabılar tarafından
Merend düşene kadar Yekanat bölge kara süvari kumandanlığı Rızakulu Han tarafından yapılırdı. O ayrıca Sattarhan’a yaptığı hizmetlerden dolayı Merend hâkimi
olarak seçildi. Ölüm tarihi belli değildir. Zounuzi ihtimal veriyor ki o ünlü “Şuca
Nizam”ın babasıdır. Açık olan şudur ki, Lütfallah Handan sonra kara süvari kumandanlığı Şükrüllah’a devredildi ve kesin verilere dayanarak onun 1301 tarihinde Merend kara süvari başı olduğunu söylemek mümkündür13. Onun çalışmaları sonucunda yollarda emniyet sağlandı. Şükrüllah Han 1320 hicri yılında yaptığı işlerden
dolayı veliaht tarafından albay derecesi ile onurlandırıldı14. Kaçak Kerem hatıralarında, “Şükür han” adlı kişiden söz edilir ki Zal Hanla berber Kerem’i takip ediyordu15.
Merend şehrinde günümüzde İsfendi ve Emir Ahmet ve diğer Türk boylarının çoğu
Tahran veya yurt dışına göç etmişlerdir ve kentte herhangi bir yere sahip değillerdir.
Ama fakir aileler yeni Yekanat köylerinde sakindirler.
Lütfiler
Türk boylarından Lutfiler, Hiyov bölgesinden olarak Nasereddin şah döneminde
yeni politikalardan dolayı Merend şehrine gelip Zencire bölgesinde yerleşmişlerdir.
Gittikçe güçlerini etraf köylere yani Arasi (Ağa Mohammed Han aşiretinin yerleştiği
bölge), Büyük Cami (Ak Başlu ve İnalu aşiretlerinin bulundukları yer) ve Köşksaray
yayılmış ve dönem veliahtının zaafından faydalanarak Merend kara süvari bölümünü ve Merend hükümetini ele geçirmişlerdir. Kaçar döneminden sonra ve Pehlevi
hükümetinde yeni Merend şehrinde hükümet sürüp Rıza Şah’tan sonra hâkimiyetlerini kaybetmişlerdir. Sonrasında Pehlevi dönemi modern dünyasıyla Tahran, Tebriz
ve yurtdışına dağıldılar ve şimdi küçük aileler olarak Merend ve çevresinde yaşamaktadırlar.
Hocakanlular
Türk boylarından olan bu boy Hocakan, Bengi, Bonab köylerinde yerleşmişlerdir.
Tarihî kökleri belli olmamakla birlikte bölgede askerî ve siyasi faaliyetleri özellikle
Rus işgali döneminde, Demokrat fırkasına bağlanarak fırka çalışmalarında önemi bir
rol üstlenmişlerdir. Kaçar döneminde bu bölge Kaçar şehzadesi Nasır Naseri istilasındaydı. Onun bu aşirete yaptığı zulüm Pehlevilere karşı yürütülen birçok devrime
sebep teşkil etmiştir.
Etemad-El- Selteneh, ikinci cilt, s
İran gazetesi, 556 no, 3. Cilt, İran milli kütüphane yayınları, 1996
14 Yuk, No 582
15 Kaçak kerem, önceki, s 54
12
13
355
İSMAİL HASSANZADEH
Şıhlu ve Beylu Boyları
Merend şehrinin kuzeybatı semtinde Taze kentte yaşamaktadırlar ve Merend değişimlerinde etkin bir rol üstlenememişlerdir. Devrim dönemi sonrası Mühendisler
Derneği ve şehir şurasında yer almışlardır. Geçmişleri hakkında bilinen herhangi bir
kaynak yoktur.
Ak Başlu, Ağa Mohammazade ve İnalu Boyları
Günümüzde Merend Geri köylerinde yaşamaktadırlar. Hoy-Merend Caddesi kenarında köylerdeki yerleşim aksaklıklarından dolayı başka mevki kazanamamışlardır.
Aşiret yapılarından dolayı köylerde köy şura görevinden başka iş yapamamışlardır.
Avşarlar
Culfa şehrinin köylerinden olan Ovşar veya Avşar köyünde yaşamaktadırlar. Az
nüfusla şehir çalışmalarında önemli etkileri olmayı, diğer köylüler gibi hayvancılık
ve tarımla uğraşırlar.
Sonuç
Günümüzde aşiret ve el sistemi modern sistemin etkisinde kalıp aşiret kimliği kaybolmaktadır. Boy bireyleri coğrafi dağılım ve kentlerde yeni mesleklerden dolayı
bireysel hususiyetlere göre aşiret sistemini korumaya merak göstermemektedirler.
Bazen karışık ailelerin kurulması ve bireylerin elden uzaklaşması buna yardım eder.
Önceleri boy bireyliği aşiretin geleneği olup zamanla modernize taklitleriyle aileler
küçülür ve aileler çekirdek olarak önceki iki nesilden fazlasını tanımlamaz olmuşlardır. Bazen aileler yalnız babalarının ismini hatırlarlar ve hangi kabileden veya aşiretten olduklarını bilmezler. Örneğin Ağa Muhammet Han aile yakınlarıyla görüştüğümde kendi köklerinden haberdar değildiler, Yirmi sene önce bu ailenin aksakallarıyla tanışmamda köklerini öğrenmiştim. Bu problem ve sorum tüm Merend boyları
ve diğer Azerbaycan gençlerinde de aynıdır.
KAYNAKÇA
İsnad ve Revabıt-ı İran ve Türkiye, Neşr. Hatice Sulhmirzaî, Tahran, 1382.
İtimadü’s-Saltana, Muhammed Hasan Han, Tarih-i İsmail Rızvanî, C. 3. Neşr. Muhammed İsmail Rızvanî, Tahran, 1367.
Emirhizî, İsmail, Kıyam-ı Azerbaycan ve Settar Han, Tebriz, 1356.
Telgrafat-ı Asr-ı Sipehsalar, Hatt-ı Tebrizî 1255-56, Neşr. Mahmud Tahirî, Tahran, 1370.
Cihangir Mirza, Tarih-i Nev, Neşr. Abbas İkbal, Tahran, 1337.
Hisarî, Mir Hidayet, Azerbaycan Folkloru (Yegenat Mıntıkası Monografyası Esasında),
Tahran, 1379.
Hasanzade, İsmail, İnkılab-ı İslamî der Merend, Tahran, 1387.
Seyyid Zenunî, Emir Huşeng, Merend, Tahran, 1358.
Seyyid Merendî, Mir Hidayet, Tarih-i Merend, Tebriz, 1388.
Kaçak Kerem, Hatıratî ez Devazdeh Sal-ı Tuğyan ve Yağıgerî der Kafkaz, Neşr. Sirus
Sa’dundiyan, Tahran, 1380.
Kaymakam Ferahanî, Nameha-yı Siyasî ve Tarihî Seyyid el-Vezar Kaymakam Ferahanî,
Neşr. Cihangir Kaymakamî, Tahran, 1358.
356
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
KIRGIZİSTAN’DA YENİ BULUNAN OĞUZ BOYLARINA
AİT YAZITLAR VE OĞUZ DAMGALARI
KA YRA T BE LE K
Giriş
Batı Köktürk Kağanlığının yönetim merkezini içinde barındıran, başta Büyük İpek
Yolu olmak üzere önemli ticaret yolları üzerinde bulunan bugünkü Kırgızistan sınırları içinde kalan topraklarda Türk kökenli boylara ait damga ve yazıtların bulunduğu sikkeler, kitabeler, kaya yazıtları mevcuttur. Dolayısıyla İslamiyet’in Türkler
tarafından kabul edilmesi ve yayılmasıyla birlikte anılan coğrafyada Arap harfli
yazıtlar da görülmeye başlar. Oysa Arap harfli kitabelerin, kaya yazıtların ve sikkelerin büyük bir kısmı Karahanlılar dönemine aittir (bk. Kraçkovskaya, 1949; Nastiç,
1983, Koçnev, 2006, Alyılmaz, 2009).
Bu vesile ile makalede Karahanlılar dönemindeki Oğuz boylarına ait olduğunu düşündüğümüz Ebu Reşid Kayıg kitabesi, Kara-Kaya Bitiği ve damgalı “Büke Beg”
yazıtı hakkında bilgi verilecektir.
Ebu Reşid Kayıg Kitabesi Hakkında Genel Bilgiler
2008 yılında günümüz Kırgızistan’ın kuzey-doğusundaki Isık-Göl bölgesinin Ton
ilçesine bağlı Bökönbayev adlı köyün yakınlarındaki eski bir mezarlıktan Toktobay
oğlu Şamen tarafından Karahanlı dönemine ait bir kitabe bulunmuştur. Daha önce
varlığı bilinmeyen bu kitabenin bulunması büyük bir hadisedir. Çünkü bu kitabede
Oğuzların Kayıg isminin geçmesi yegâne bir iz olması bakımından mühimdir. Kitabe
aynı köyün mezarlığındaki başka bir türbenin duvarında yapı taşı ve teşhir unsuru
olarak kullanılmaktadır (Resim 1).
Anılan kitabe üzerinde ilk çalışmanın transkripsiyonu ve Rusça çevrisi “Kırgızistan’daki Taş Üzerindeki Yazılar” adlı çalışmamızda verilmiştir (Tabaldiyev ve Belek,
2008, s. 100). Kitabe uzun süre kuru yer altında bulunması sebebiyle fiziki durumu
iyidir. Metnin yazılı usulü sade nesih şekli ile yazılmıştır.
357
KAYRAT BELEK
Metnin transkripsiyonu:
Bismi-illâh-ir-rahmân-ir-rahîm
lâ ilâhe ill-Allâhü Muhammed-er-ResûlAllâhü, sallallahü ‘alâ Muhammed-en-Nebî-ve-aleyhi
es-sellem. Ebu Reşid
Kayıg b. Hoca İmam İmâd-üd-din.
Orijinal Metin:
ﺒﺴم ﷲ اﻟﺮﺤﻣن اﻟﺮﺣﯾم
ﻻ اﻟﮫ اﻻﷲ ﻣﺤﻣﺪ ﺮﺴوﻞ
ﷲ ﺼﻟﻰﷲ ﻋﻟﻰ ﻤﺣﻣد اﻟﻧﺑﻰ و ﻋﻟﯾﮫ
اﻟﺳﻼم ھﺬا ﻗﺑﺮاﺑﻮرﺸﯿﺪ
ﻘﯿﯿﻎ اﺑﻦ ﺤﻮﺟﮫ اﻤﺎﻢ ﻋﻤﺎﺪاﻠﺪﯿﻦ
Kitabenin Tercümesi: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Yoktur tapacak,
Allah’tır ancak. Allah’ın resulü Muhammed’dir. Allah’ın salat ü selamı Muhammed
Aleyhi selam üzerine olsun. Ebu Reşit Kayıg b. Hoca İmam İmâd-üd-din”.
Resim 1. Ebu Reşid Kayıg Kitabesinin çizimi ve orijinal görünümü
Yorumlar: Genel itibariyle Karahanlı kitabelerin çoğunluğunda Besmele ile başlayan
giriş metinler Kuran-ı Kerim’den seçilen ayetler, Hz. Muhammed’e ait sözler, hadis-i
şerifler, İslamî inanışla ilintili sözler içermekle birlikte kitabenin kimin adına dikildiği ve tarihi yazılır. Ancak, Karahanlı toplumunun yerleşik hayatta olmalarına rağmen göçebelik kültürünün yaşandığı ve onu devam ettiren özellikler barındırdığı
dikkati çekmektedir. Bunun güzel örnekleri Karahanlı dönemi Arap harfli kitabelerde yansımaktadır.
Oysaki kitabede adı geçen Ebu Reşid Kayıg’ın babasının aldığı lakap ve unvanından
anlaşıldığına göre Karahanlı devletindeki önde gelen din adamlarındandır. Tarihî
kaynaklarda XI. yüzyıllara kadar “hoca” ismi devlet teşkilatındaki görevlilere verilen
unvan olup, XIII. yüzyıldan itibaren din adamlarının ve tüccarların da bu isim ile
anıldığı bilinmektedir (D’yakonov, 1948, s. 12).
Bu husus çerçevesinde “Ebu Raşit’in” kendi boy ismini taşıması oldukça dikkati
çeker. Zira Karahanlı dönemine ait yüzlerce kitabelerin irdelenmesinde ve araştırılmasında sadece iki kitabenin kimliğinde boy ismi ile verilen bilgiler mevcuttur. Yukarıda belirttiğimiz gibi İslamiyet’in tesiri ile kitleler hâlinde yerleşik hayata geçmiş
olan Karahanlı tebaasında artık boylar hâlinde teşkilatlandırılan konar-göçerlik hayatı ortadan kalkarak şehir hayatına geçmiş ve kendi soy isimlerinin yerine de yaşadığı
şehir ismi alınmaya başlamıştır.
Bu vesile ile Dîvânu Lugâti’t-Türk’te adı geçen Karahanlı sosyal hayatındaki Oğuzların bir “kayıg” adlı boy isminin kitabede anılması ilginç ve mühimdir. Demek ki
358
KIRGIZİSTAN’DA YENİ BULUNAN OĞUZ BOYLARINA AİT YAZITLAR VE OĞUZ DAMGALARI
Karahanlı sosyo-kültür hayatında İslam öncesi hayatla kültürel etkileşimler yaşanmıştır. Bunun daha aydınlatıcı örneği Kara-Kaya bitiğinden de görebiliriz.
“Bitik Kara-Kaya” Yazıtı (“Ak-Say” Dağı) Narın bölgesindeki At-Başı ilçesine bağlı
Ak-Say adlı yayladan yerliler ve arkeolog Aida Abdıkanova tarafından 2012 yılında
bulunmuştur.
Yazıtın Paleografisi: Yazıt taşa geometrik oyma şeklinde kazınmış 5 satırdan oluşmaktadır. 1. ve 3. satır en az hasar görmüş olması ile rahatça okunabilir, ancak 2. ve
4. satırların okunması zordur. Aslında taş üzerindeki metin genel itibariyle çok tahrip olmuş ve okunamayacak durumdadır. Buna rağmen bu yazıta benzer kufi şekliyle yazılmış kitabelerle karşılaştırılarak yazıtı okumaya çalıştık (Resim 2).
Metnin transkripsiyonu:
Orijinal Metin:
(B)u Ahmed Erniñ bitik kara-kaya
Osman Kutlug Melik
taguk yıl tokuz-inç yetti
otuzke ben bitidim. Âmin.
ﺑﻮاﺣﻤد ار
ﻨﻚ ﺑﺘك ﻘﺮا ﻘﯿﺎ
ﻋﺛﻤﺎن ﻘﺗﻟﻎ ﻤﻠك
ﺗﻐﻖ ﯿﻞ ﺘﻘوزاﻨﭻ ﯿﺗﻰ
اﻮﺗزﻛﮫ ﺑﻦ ﺑﺘﻰﺪﯿﻢ اﻤﯿن
Yazıtın Tercümesi: “Bu Ahmet Er’in Kara-Kaya yazısı. Osman Kutluk Melik tavuk
yıl dokuzuncu ayın yirmi yedisinde ben yazdım. Âmin”.
Resim 2. “Bitik Kara-Kaya” yazıtının çizimi ve orijinal görünümü
Yorumlar: Yazıtta adı geçen şahısların ortaçağ tarihî kaynaklarda ve meskûkât bilgilerde isimlerinin geçmediği için, onların sosyal hayattaki rolleri ile ilgili bilgilere
sahip değiliz. Bu vesile ile metnin muhtevasındaki Eski Türkçe deyimleri ve terimleri
üzerinde durulması elzemdir. Oysaki metnin cümle tanımlamaları ve bitik, kaya, ben
gibi sözcükler daha çok Oğuz Türkçesine yakındır.
bitik: Kitap. Mademki, Kâşgarlı Mahmut, Dîvânu Lugâti’t-Türk eserinde anılan “bitik” sözcüğü ile açıklamalar yaparken ve örnekler verirken sözcüğün Oğuzca olduğunu vurgulamıştır. Örneğin: “bitik”: muska. “O, bitik yazdı”: o, kitap yazdı. “Anik
bitikî balkûluk”: tam yazısı bellidir vb. gibi (bk. Alyılmaz, 2013, s. 124; DLT I: s. 384,
II, s. 59; DLT, 2005, s. 364).
kutlug: uğurlu. Uğuru olan, iyilik getirdiğine inanılan, kutlu, tekin, kademli, kutsal,
meymenetli, mübarek. İlk kez Köktürkler tarafından kullanılmaya başlayan bu söz-
359
KAYRAT BELEK
cük, “kut” kavramı işaretiyle “-lug” görev ögesinin birleşmesinden oluşmuştur (Alyılmaz, 2013, s. 120; Tekin, 2010, s. 156). Eski Türk devlet geleneğinde devleti yönetme yetkisinin kağanlara Tanrı tarafından verildiği inancına “kut” denilirdi. Tanrı
lütfuyla bağışlanan bu gücü geri çekerse kağanlar tahtı ve yaşamlarını kaybederler.
Hükümdarların ve soylularının kanlı kutlu sayıldığından, hanedandan birisi idam
edileceği zaman boynu kılıçla vurulmaz, yay kirişiyle boğularak öldürülür. Dolayısıyla “kut” veya “kutlug” yönetici seçkin zümreye ait kimselerin özelliklerini belirtmek için kullanılan devlet unvanı olarak kullanılmıştır (bk. Alyılmaz, 2013, ss. 120122).
melik: Arapça bir sözcük olup, padişah, hakan gibi hükümdarlara verilen devlet
unvanıdır. Kanaatimizce Eski Türkçedeki “elik” veya “ilig”: devletli sözcüğü anlamının karşılığını tutmaktadır.
Resim 3. “Büke Bek” yazıtı ile damgaların çizimi ve orijinal görünümü
“Büke Bek” yazıtı
Söz konusu yazı Isık-Göl bölgesindeki Ton ilçesine bağlı Bürküt adlı köyün yakınlarında dağın eteklerindeki taşlardan Eltay Baykaşkayev tarafından 2013 yılında bulunmuştur. Bu anılan yazıtta Arap harfleriyle “ ﺑﻜﺎ ﺑﻚBüke Bek” adlı kişi ismiyle taşın
tam ortasında اﻠﻤﻟﻚ ﻠﻟﮫel-Mülk-i lillah: mülkün sahibi Allah, kâinatın sahibi Allah gibi
sözcükler yazılmakla birlikte birçok Eski Türk ve Oğuz boylarına ait damgalar kazınmıştır (Resim 3).
büke: Kâşgarlı Mahmut’un Dîvânu Lugâti’t-Türk eserinde “büke” sözcüğü üzerinde
açıklamalar yaparken sözcüğün ejderha, büyük yılan anlamında olduğunu belirtmiştir.
Eserde anılan sözcükle ilgili örneklemeler verirken “yeti başlıg yıl büke” - yedi başlı
ejderha diyerek Müslüman olmayan Altay dağları etraflarında hayat sürdüren Türk
kökenli Yabakuların1 başbuğlarına böyle denilmekle Karahanlılarda da yiğitlere bu
ismi verildiğini vurgulamıştır (DLT III, 2006, s. 227; Mokeev, 2009, ss. 38-58).
el-Mülk-i lillah: İslamiyet’in getirdiği kültür değişiklerinden biri Orta Asya’daki
Türklere ait el sanatlarının çoğunluğunda el-Mülk-i lillah sözcüğünün işlendiği görülür. Dolayısıyla İslamiyet’ten önce mülkiyet sahipliğini belirleyici unsur olarak herhangi bir boy veya ulusa ait damga vurulmuşken İslam’ın tesiri ile Türkleri tevhit
kavramına yaklaştırmış bulunuyordu.
1
Karahanlı dönemindeki Altay’daki gayrimüslim Türk boyu.
360
KIRGIZİSTAN’DA YENİ BULUNAN OĞUZ BOYLARINA AİT YAZITLAR VE OĞUZ DAMGALARI
Ancak bu anılan el-Mülk-i lillah sözcüğünün kenarında Kâşgarlı Mahmut’un Dîvânu
Lugâti’t-Türk eserinde geçen Oğuzların eymür, ala-yuntlı, kayıg, tukar, beğdili boylarına
ait damgalar vurulmuştur. Bu vesile ile konar-göçer topluluklar İslamiyet’i kabul
etmelerine rağmen “damgaları”, çok kurban kestikleri yerlerdeki kayalara2, mülkiyet
sahipliğini belirten bir işaret olarak kullanmışlar ve kıymetli askerî aletler, sikke, at
koşumları ve kemer gibi değerli eşyaları üzerine ve bunların yanında kıymetli at
hayvanlarına da vurmuşlardır (bk. Yatsenko, 2001; Hudyakov vd. 2001).
Daha sonra sosyo-ekonomik yapının çok geliştiği dönemlerde bu damgalar, boylara
göre çeşitlenerek onların elleri altında olan hayvanlarına ve kendilerine bağlı bölgelerdeki kutsal kayalara vurulmaya başlamıştır. Bu bağlamda damgalar konargöçerlerin kendine ait olan bölgenin ve mülkün kime ait olduğunu gösteren mülkiyet
belirtisi idi. Konar-göçerlerde herhangi bir boyun kimliğini taşıyacak şekilde “damga” işaretlerinin taşınması, bu damgaların genelde şekillerine göre hususî adları
taşıması, bunların siyasî bir amaçla kullanılarak boy kimliklerinin de ön plana çıkmasını sağladığı dikkat çekmektedir. Nitekim Göktürk Devleti’nin batı bölgelerinde
yaşayan “On Ok Bodun” teşkilatı (Tanrı Dağları) “kulсa” tamga (bir geyik türüne
verilen isim) işaretini hem sahip oldukları bölgelerdeki kayalara hem de kendilerinin
kağanlarının adına vurulan sikkelerde pek çok kullanıldığı dikkati çeker (Babayar,
2007; Tabaldiyev vd. 2008).
Yine bu anılan damgalı kayalar arasında Türk-İslam yazıtları da mevcut olduğu gibi
eski Köktürk yazı kültür izlerini müşterek eden damgaların da bulunması oldukça
elzemdir. Böylece bu anılan mevzu çerçevesinde Oğuz Türklerinin İslamiyet’ten önce
olduğu gibi, İslamî dönemindeki kültürel izlerini mukayeseli bir zemine tabi tutarak
ileride yeni araştırmalara yol açacağı ümidindeyiz.
Sonuç
Karahanlı Türkleri (“Dokuz Oğuzlar”, “Yağmalar”, “Çiğiller”, “Tuhsılar”, “Karluklar”, “Oğuzlar”), Türk kültürünü ve Türklük mefhumunu, bilhassa Tanrıya inanış
yolu ile şehir hayatına intibak, aynı dönemde olmuş bu safhanın İslamiyet’e ayrı bir
veçhe vermiş olduğu görülür. Bu bakımdan Hakânî Türklerinin kurduğu ilk büyük
Müslüman Türk medeniyeti, İslâm’a intisap eden bütün Türklerin, Türkistanlıların ve
göç edenlerin her yerde ve daima yaşatacakları kavramları ve sanat şekillerini vücuda
getirmiş olduğu ileri sürülür (bk. Genç, 1981).
Karahanlı devlet yönetimi ve kültürü ile ilgili inanış, âdet ve gelenekler hususunda
tamamen Türk telâkkilerine bağlı kalınmıştır. Türk tarihinin önemli dönüm noktalarından birini teşkil eden bu devrede eskiden beri devam ettirilen taş üzerine yazı
kültür âdetler, daha sonraki Türk-İslâm devletlerinde de varlığını korumuştur. Bunun
yanında Türkler İran-İslâm kültür unsurları kendi geleneklerine adapte ederek terkibinde kendilerine has telâkki, inanış ve geleneklerin çok daha ağır bastığı bir Türkİslâm kültür ve medeniyetinin temsilcileri olmuşlardır (bk. Genç, 1981).
2
Çiyin-Taş bunun güzel bir örneğidir.
361
KAYRAT BELEK
KAYNAKÇA
Alımov, R. T., Belek, K. (2010). K. A Newly Discovered Turkic Inscription in the Tian Shan
Region: The Chıyın Tash Rock Inscription. Altai Hakpo 20: 187-195. The Altaic Society of Korea.
Alyılmaz, C. (2009). Kırgızistan’daki Arap Harfli Yazıtlar Üzerine. Turkish Studies. International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 4/8 Fall 2009.
Alyılmaz, C. (2013). Turfan’da Bulunan Çince Tapınak Kitabesi Üzerindeki (Kök)Türk
Harfli Kutlug Kunçuy ve Sariputri Yazıtları. Yalım Kaya Bitigi. Osman Sertkaya
Armağanı. Ed.Hatice Şirin Üzer-Bülent Gül. Türk Kültürünü Araştırma Enstütüsü, Ankara, 2013. 115-136.
Babayar, G. (2007). Göktürk Kağanlığı Sikkeleri Katalogu. Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi
Başkanlığı, Ankara, 2007, s. 244.
D’yakonov, M. M. (1948). Neskol’ko Nadpisey na Kayrakah iz Kirgizii. Epigrafika Vostoka. Vıp.
II. Moskva-Leningrad, s. 9-15.
DLT. Divan Lugat at-Turk. (2005). Perevod, predisloviye i kommentarii Z. A. M. Auezovoy.
Almatı, 2005. s. 1288 +2 s. Vkl.
DLT. Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi. (2006). (Çev. Besim Atalay). I.II. III. IV. cilt. Ankara.
V. Baskı.
DLT. Mahmut al-Kasgari. Divan Lugat at-Turk. Compendium of Turkic Dialects. Edited and
translated with introducition and indices by Robert Dankoff in collaboration
with James Kelly. Boston. Part I. 1982. Part II. 1984. Part III. 1985.
Genç, R. (1981). Karahanlı Devlet Teşkilâtı (XI. Yüzyıl) (Türk Hâkimiyet Anlayışı ve Karahanlılar). İstanbul, s. 372.
Hudyakov, Y. S. Tabaldiyev, K. Ş. Soltobayev O. A. (2002). Kompleks Pamyatnikov s Runiçeskimi Nadpisyami v Mestnosti Kok – Say v Koçkorskoy Doline na Tyan – Şane. Arheologiya Etnografiya i Antropologiya Evrazii. Novosibirsk, 124-131;
Karamağaralı, B. (1992). Ahlât Mezar Taşları. Ankara, s. 237.
Koçnev, B. (2001). Numizmatiçeskaya İstoriya Karahanidskogo Kaganata (991-1209). Çast 1.
İstoçnikovedçeskoye İsledovaniye. Moskva, S. 344.
Kraçkovskaya, V. A. (1949). Evalyutsiya Kufiçeskogo Pis’ma v Sredney Azii. Egigrafika
Vostoka. III. İzd. Nauk SSSR. Moskova, S. 3-27.
Mahmud al-kashgari Divan Lughat at-Turk. Translated with Introduction by Z. A. Auezova.
İndex by R. Ermers. Almaty “Daik-Press” 2005. s. 906.
Mokeev, A. (2010). Kırgızı na Altaye na Tyan-Şane. KTÜ Manas yayınları. Bişkek, s. 38-58.
Nastiç, V. N. (1983). Arbskie i Persidskie Nadpisi na Kayrakah s Gorodişa Burana. Kirgiziya Pri Karahanidah. Frunze, S. 203-234.
Tabaldiev, K. ve Belek, K. (2008). Pamyatniki Pis’mennosti na Kamne Kırgızstana. Bişkek. S.
336.
Tekin, T. (2010). Orhon Yazıtları. Ankara, S. 200.
Yatsenko, S. A. (2001). Tamgi i Politiçeskaya İstoriya, Genealogiya Aristokratiçeskih Klanov
Sarmato – Alanov. Znaki – Tamgi. Moskva, s. 84.
362
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
MEMLÜKLER SAHASINDA OĞUZLAR*
KAZIM YAŞAR KOPRA MAN
Öncelikle bu sempozyumu tertipleyen, bu faaliyetlerde görev alanlara teşekkürlerimi
sunuyorum. Allah razı olsun. Bana da burada bir konuşma yapma fırsatı verdikleri
için ayrıca kendilerine teşekkür ediyorum. Ben “Memlükler Sahasında Türkmenler”
adlı bir mevzuda konuşacağım. Bu konuyu zaman olarak tahdit edecek olursak 1250
– 1517 yılları arasında Memlük Devleti hüküm sürmüştür bildiğiniz gibi. 13. yüzyılın
ortasından 16. yüzyılın başına kadar. Mekân olarak sınırlayacak olursak Memlük
Devleti’nin sınırları hemen hemen bugünkü Mısır ve el-bilâdü’ş-şimâliyye veya elbilâdüş-Şâmiyye dedikleri bizim kolay olsun diye Suriye Kıptası dediğimiz bölge ki
burası Gazze’den maruf tabir ile Diyar-ı Bekir’e kadar uzanan geniş bölgeyi ifade
etmektedir. Yani bugünkü Filistin, Ürdün, Lübnan, Suriye hatta Anadolu’nun bir
kısmını. Çünkü kuzeyde hudut Tarsus’tan başlamakta… Tarsus, Memlüklere
tabiidir, Osmanlılar tarafından sonuna kadar alınıncaya kadar… Çukurova keza
Memlüklere tabiidir. Yukarıya doğru Elbistan, Maraş, Malatya’ya kadar uzanmakta
zaman zaman devletin en güçlü olduğu zamanlarda Divriği’ne kadar Memlük
hâkimiyeti çıkmaktadır. Divriği, Darende, Kemah, Harput’a kadar gitmektedir.
Ancak bu bölgede Akkoyunlular, Karakoyunlular vs. Türkmen siyasi ve etnik
teşekküllerinin bulunduğunu hatırlayalım. Doğu’da hudut el-Bire’den yani bugünkü
Birecik’ten Fırat Irmağı boyunca Arap Çölü’ne kadar uzanmaktadır. Bir de
Memlüklerin hâkimiyet sahası olarak Hicaz Bölgesi var ki burada Memlükler
zamanında Türkmenlerin varlığından söz etmek mümkün değildir.
Arkadaşlar Memlük tarihi Türkiye’de çok bilinen bir tarih değildir. Son zamanlarda
mamafih bu konu ile ilgili çalışma yapanlar çoğaldı. Ancak şunu söyleyeyim
Memlük eşittir köle değildir. Arapçada köleliği ifade eden çeşitli kelimeler vardır.
*
21 Mayıs 2013 tarihinde gerçekleştirilen Sempozyum Açış Oturumunda Prof.Dr.
Kazım Yaşar Kopraman’ın sunduğu bildirinin ses kaydı İpek Demir tarafından
deşifre edilmiştir.
363
KAZIM YAŞAR KOPRAMAN
Memlük ise o asrın ıstılahı olup özel bir manası vardır. Memlük ıstılahının üç
belirleyici vasfı vardır. Birincisi; gayrimüslim bir ana babadan doğan bir satın alma
yolu ile tebellük edilen insanı ifade ediyor ama doğuştan gayrimüslim olacak,
Müslüman memlük olarak satın alınamaz İslam hukukuna göre. İkincisi; memlük
muhakkak beyaz olacak yani siyahiler, berberiler, Sudanlılar memlük kelimesinin
ifade ettiği anlamda köle olabilirler ama memlük değiller. Memlük sistemi içerisinde
siyahiler yok. Üçüncüsü; memlük yalnız ve sadece askerî hizmetlerde kullanılacak.
Bunların eline file vererek hadi git benim için çarşıdan alışveriş yap, evi süpür,
tarlada, bahçede, işyerinde vs. gibi ev hizmetlerinde sivil hizmetlerde kullanılan
kimseler değil. Bu manada memlük kelimesi Arapça kaynaklarda 13. – 16. yüzyıl arası
diyelim kabataslak Türk veya Etrâk kelimesi ile ifade edilmektedir. Türk Arapça
çoğulu Etrâk eşittir Memlük manasında…
Bu şaşırtıcı olmasın ama Türk ve Etrâk’in etnik olarak Türk milletine mensup olma
anlamında devam ediyor. Dolayısıyla bunu her gördüğümüz yerde Türk etnik
kökenine delalet eden bir terim saymak yanlış olduğu gibi tamamen köle
manasındaki memlük saymak da o nispette hatalıdır. Dolayısıyla metnin ifade ettiği
anlama bakmakta fayda var. Beyaz ırktan olan herkes memlük olabilir. Türk olur,
Çerkez olur, Rum olur, Rus olur, Ermeni olur, Gürcü olur, Frenk olur. Hepsi memlük
olabilir. Esasen şu kaideyi de başlangıçta hatırlatmak lazım. Bir çocuk diyelim akıl
baliğ olmak üzere ya da olmuş ama küçük yaşta satın alındıktan sonra buna daha
önceki adı ne olursa olsun Türkçe bir ad veriliyor. Dolayısıyla Memlük devri
kaynaklarında namütenahi Türkçe kelimeler var. Yani tabiatta olan şeylerle ilgili,
hayvanlarla ilgili, madenlerle ilgili, ecrân-ı semâviyye ile ilgili binlerce kelime var.
Memlüklerin isimlerinden giderek onların milliyetleri, cinsiyetleri konusunda bir
tahminde bulunmak fevkalade zor. Ondan sonra sünnet ediliyor, Müslüman
yapılıyor, kendilerine yetecek kadar dinî bilgi, ilmihal ve Arapça öğretiliyor. Çünkü
Memlüklerde orduda konuşulan dil Türkçe, sarayda konuşulan dil Türkçe hatta
Memlük sultanlarından Arapça bilmeyenler bile var. Yani o kadar zayıf ki bilmiyor
desek bile pek büyük yanlış yapmış olmayız. Ve bunların Türkçe isimleri
milliyetlerine delalet etmiyor. Mesela “İbni Tanrıverdi”. Tanrıvermiş’in oğlu. Yanlış
bir kanaat, nasıl yaygınlaşmışsa, efendim bu Türk değil. Kaynak diyor ki; Rumiyyü’lasl diyor, Yunaniyyü’l-asl diyor. Ama babası Tanrıvermiş. Tanrıvermiş’in oğlu
elbette ki kendisi Müslüman.
Bu Memlükler acemi oğlanlar kışlası gibi askerî bir eğitimden geçiyorlar. Gerek
vücut gelişimlerini gerek harp sanatını öğrenip olgun bir yaşa geldikten sonra
bunların hürriyet varakaları, ithak belgeleri düzenleniyor, kendilerine at veriliyor,
kılık kıyafet veriliyor, ikta tahsis ediliyor ve alelade bir er olarak göreve başlıyorlar.
Artık zekâdır, kabiliyettir, çalışkanlıktır, şecaattir, biniciliktir vs. bütün silahları
kullanmaktaki ustalığına göre, biraz da şansının yardımı ile en yüksek rütbeli
kumandanlığa kadar çıkabilir. Herkesin önünde bu yol açık ve şansı yaver de giderse
sultan da olur. Dolayısıyla kıran kırana bir liyakat esasına bağlı olarak bir yarışın
devam ettiğini biliyoruz. Bu İslam tarihinde ilk defa Türklerin, Etrakin Memlüklerin,
İslam Devleti’nde asker olarak kullanılmaları Abbasiler Dönemi’nde başlıyor. Abbasi
Devleti’nin ikinci halifesi El-Mansur zamanında başlıyor, onun oğulları ve torunları
zamanında gittikçe sayıları artıyor ve Abbasilerin sekizinci halifesi Er-Reşid
364
MEMLÜKLER SAHASINDA OĞUZLAR
Harun’un oğlu El-Mutasım zamanında adeta zirve yapıyor. Bir rivayete göre hilafet
ordusunda seksen bin, bir rivayete göre kırk bin ama hiç bir şekilde yirmi dört
binden az olmayan Türk askeri vardır. Onun için hilafet ordularının bel kemiğini
oluşturan bu askerî gruba Etrak deniliyor. Ama bunların çoğu Türk, muhtemeldir ki
beyaz ırktan farklı kişiler de olabilir.
Bunun için Tabakat ve Teracim kitaplarında şahısların biyografilerine ayrı ayrı
müracaat edilmesi gerekiyor. Bunlardan uzak vilayetlerin valileri olarak
kumandanlar görevlendiriliyor. Bunlardan birisi de Tolunoğlu Ahmet. Mısır’a vali
olarak gönderiliyor. Ahmet 868’de Mısır’a geliyor ve kısa bir süre sonra burada
bağımsız bir devlet kuruyor. Adeta pamuk ipliğiyle Abbasi hilafetine manen bağlı,
adına sikke kestiyor, harbe karar veriyor, barış yapıyor. Her türlü devlet yetkisini tek
başına kullanıyor. Onun birlikte bu coğrafyaya, tabi Türk unsurunun geldiğini kabul
etmeliyiz. Ama bunların Türkmen ya da Oğuz olduğunu söylemek mümkün
değildir. Türk genel adıyla anılıyorlar. Tolunoğullarından sonra, 905 yılında
Tolunoğulları Devleti yıkılıyor bildiğiniz gibi, arada bir otuz-otuz beş sene var yine o
devirde de bu bölge Türk asıllı kumandanlar valiler eliyle idare ediliyor ve Ihşidiler
dediğimiz hanedan Mısır’da ikinci müstakil Türk Devleti olarak ortaya çıkıyor
935’te. Ihşidiler Devleti’nin kurucusu Muhammed İbni Togaç. Togaç’ın oğlu. Bu
vesileyle şunu söyleyeyim Türkçe bilen Arap tarihçiler bu Türkçe kelimelerin Arapça
karşılıklarını da yazmaktalar. Mesela “Togaç” “Abdurrahman” demekmiş Arapçada.
“Tolun” da “el-bedrü’l-kâmil” diyor, biz dolunay diyoruz bugün. Enteresan bu dil
malzemesi ve bunların anlamı bakımından. Muhammed İbni Togaç’a halife “İhşid”
unvanını tevdi ediyor. Diyor ki; İhşid Türkistan’da Fergana vadisinde hüküm süren
Türk hükümdarlarının unvanıdır diyor. Tıpkı Çin hükümdarlarına fağfur, Bizans
hükümdarlarına kayser, Habeşistan hükümdarlarına necaşi denildiği gibi Fergana
vadisinde hüküm süren Türklerin hakanına da İhşid denilir diyor. Muhammed İbni
Togaç’ın muhtemelen hükümdar ailesine mensup olabileceği sorusunu da hatıra
getiriyor. Gerek Tolunoğulları gerek ise Ihşidiler sadece Mısır’da değil Suriye’de de
hükümlerini yürütüyorlar. Yani Türklerin bu coğrafyaya gelmeleri, burada boy
göstermeleri Selçuklu ailesi liderliğinde Oğuz veya Türkmenlerin, benim lügatimde
Türkmen eşittir Oğuz. Bunun kaynaklarda şeyi de var. Hiçbir fark yok arada ama
artık bu coğrafyada Oğuz adı gittikçe unutuluyor, bunun yerine Türkmen hâkim
oluyor.
Anadolu’ya Türklerin ayak basmasından çok daha önce Suriye ve Mısır’a Türklerin
gelişi. Arada iki yüz yıllık bir Fatımî hâkimiyeti var bu coğrafyada ve bildiğiniz gibi
Fatımîlere de Atabeyler, Nureddin Mahmud Zengi son veriyor 1169 senesinde.
Necmeddin Eyyüb, aağabeyi Şirkuh ve Necmeddin Eyyüb’un oğlu Selahaddin ki
bunların hepsi Nureddin Mahmud Zengi’nin kumandanlarıdır. Nureddin Mahmud
Zengi’nin emriyle Mısır’a tertiplenen peş peşe üç sefer neticesinde Mısır’ı Nureddin
Mahmud Zengi adına fethediyorlar. Kaynak diyor ki; Selahaddin Eyyubî, Nureddin
Mahmud Zengi adına Mısır’a hâkim olunca bu ülkede o zamana kadar cari olan usul
ve merasimi baştan sonuna kadar değiştirdi. Bunu yerine Türk usul ve teşrifatını
getirdi yani Selçuklu ve atabey teşkilatını getirdi diyor.
365
KAZIM YAŞAR KOPRAMAN
Selahaddin Eyyubî’nin etnik olarak kimlere ya da nereye ait olduğu konusu ayrı bir
konu. Bu konuda çeşitli görüşler var. Ben onların teferruatına girmeyeceğim ama
bunlar günlük belli amaçlarla söylenen şeyler ilmî hiç bir temeli yok. Eyyubi Devleti,
Selçuklu Devleti kadar Türk devletidir. Atabeyler kadar Türk devletidir. Esasen o
devirlerde milliyetçilik de yoktu. İnsanları birleştiren, kimliği oluşturan ana unsur
din birliğidir. Hilal mücadelesinde bayraklaşan Nureddin Mahmud Zengi’nin
bıraktığı bayrağı Selahaddin Eyyubi alıyor, o başarıya götürüyor. Selahaddin
Eyyubi’nin kurduğu devlet Nureddin Mahmud Zengi’nin vefatından sonra
yıkıldıktan sonra da bu bayrağı Memlükler üstleniyorlar.
Biliyorsunuz El-Melik-ül Mansur Kalavun’un oğlu El-Eşref Halil 1293’te Suriye
Kıptasındaki Haçlıların siyasi varlığına külliyen son veriyor. Yani bu bir bayrak
yarışıdır. Türkiye Selçuklularıyla başlıyor, Atabeylerle devam ediyor, Eyyubiler
yürütüyorlar ve Memlükler tamamlıyorlar. Haçlı seferleri devam ediyor mu, nasıl
şekil değiştirdi vs. o ayrı bir konu ona girmek durumunda değiliz. Dolayısıyla daha
Tolunoğulları ile başlayan Suriye’deki Türk varlığı Memlükler zamanında zirveye
çıkıyor. Tabi Memlüklerden kalan arşiv vesikaları yok, yapılmış kadastrolar,
sayımlar vs. yok, ancak tabakat ve teracim kitaplarından yıl esasına göre
düzenlenmiş havliyat denilen kroniklerden ve teşkilata dair eserlerden bu konuda
bilgi alıyoruz. 15. yüzyılın başında Timur vesilesi ile bir olaydan bahsediyor kaynak
onu size müsaadenizle okumak istiyorum.
Memlük sultanlarından Berkuk’un zamanında, 1399 vefatı, şark velidlerinin en
büyüğü Timur’un elçisi yanında efendisinin mektubu ile Mısır’a geldi. Yanında
getirdiği mektupta ya kendisine haraç ödenmesini veyahut da Mısır ülkesini almaya
kararı olduğunu bildiriyordu. Yine bu mektubunda sayılamayacak kadar çok askeri
olduğunu, her birisi on bin atlıdan oluşan müteaddit tümenlerinin olduğunu
bildiriyordu. Mısır Sultanı bütün askerlerini toplasa onun askerlerinden ancak 20
tümen kadar tutacağını, hâlbuki kendi askerlerinden yirmi tümen eksilse bunun fark
edilemeyeceğini yazmıştı. Mısır Sultanı bundan dolayı kederlenmiş ve bu haddini
bilmezin mektubunun nasıl cevaplanması gerektiğini müşavere ederken, Memlük
Devleti’nin o zamanın harbiye nazırı olan akıllı birisi, Sultanım sen hiç merak etme,
ben bütün askerî gücümüzü, sicillerden çıkarır, sayar, döker, listelerim sadece bunu
gönderelim. Cevap olarak bu ona yeter demiş ve bununla ilgili olarak bir liste
hazırlamıştır. Tabii bu listede devletin bel kemiğini oluşturan mesleği profesyonel
askerlik olan Memlük sınıfı önce sayılmıştı. 73.000 kişi okullu, talimli, profesyonel
Memlük askeri vardı. Ondan sonra Arap aşiretlerinin yardımcı birliklerini sayıp
döküyor. Beş yüz kişi çıkaran aşiretlere varıncaya kadar… Ondan sonra Gazze’den
Diyar-ı Bekir’e kadar uzanan bölgede yaşayan Türkmenleri sayıyor. Bunlar daha
ziyade bu kabilelerin boyların beylerinin adı ile anılıyor. Bunları müsaadenizle
okuyayım:
Kutlu Beyoğulları veya Kutbekioğulları, Köpekoğulları, Sakalsızoğulları,
Dulkadıroğulları (Üç-oklu Türkmenlerinin siyasi bir devlet de kurmuş olan en güçlü
birliği, Maraş Elbistan bölgesinde), Ramazanoğulları (Çukurova’da), Özeroğulları,
Beydililer, Doğancıoğulları, Bozcalılar, Maraşlılar, el-Irakiyye, Üçoklular, Bozoklular,
İnallular, Harbendeliler, Kelduliyye ve Kemculiyye… Bu son üç ismin harekelerinde
366
MEMLÜKLER SAHASINDA OĞUZLAR
ve okunuşunda problem var. Bütün bunlar pek çok fırkalara ayrılmakta olup hepsi
180.000 atlı asker çıkarmaktaydılar. Dikkatinizi çekerim 180.000 atlı asker. Bugünkü
kabullere göre bir atlı askerin bir aileyi temsil ettiğini düşünürsek neredeyse bir
milyona yakın sivil insanın bu bölgede yaşadığını görüyoruz. Bunlar göçebe, yarı
göçebe, şehirlerde oturanı çok az, çoğu zaman Memlük Devleti’ne asi, zor karşısında
muti, kendilerine karşı sık sık seferler tertip edilen, bilhassa Suriye Kıptasındaki
Naipler tarafından zulme uğradıkları için sık sık isyan eden, üzerlerine gönderilen
düzenli askerlik birlikler karşısında ise dağlara, ulaşılmaz tepelere çıkıp bir savaştan
mümkün mertebe kaçınan ama düzenli birliklerin dönüşü esnasında da geçitlere
pusu kurarak onlara büyük zayiat verdiren, onları yağmalayan, kendilerini de bu
yağma ve zayiattan pek paçalarını kurtaramayan insanlar. Bunların siyasi hâkimiyet
kurmuş olan Dulkadıroğulları, Ramazanoğulları ve Özeroğulları dışında diğerlerinin
tamamen göçebe oldukları anlaşılıyor.
Daha ziyade kışın Suriye’de, yazın Orta Anadolu yaylasında biraz daha serin olan
yerlerde koyun, sığır, keçi beslemekle, bunlardan elde ettikleri ürünleri takas
yapmak suretiyle geçinen, imkânları el vermezse de başta kırsal kesimde ekili biçili
mahsule ve şehir halkına zarar verecek şekilde yağma ve talan hareketinde bulunan
ve bu sebeple müellifler tarafından çok acı şekilde tenkit edilen ki mesela bu
Dulkadır Türkmenlerini en çok en acı seyreden bizim Aynî’dir. Kendisi bir Türk’tür
malumunuz olduğu üzere. On dokuz ciltlik büyük bir tarihî eseri vardır. Dinî vs.
eserlerini burada es geçiyorum. Sadece Sultan Tatar bu Kudûri’yi tercüme ettiriyor.
Arapçadan Türkçeye. Bu tercüme var mı bilemiyorum. Tabii onu dilci olanlar daha
iyi bilirler. Bunlar diyor Allah’ını ve peygamberlerini bilmeyen fitne fücur ile meşgul
kâfirlerdir diyor. Bereket versin birbirleriyle savaşır dururlar da dünyayı fitne
almaktan kurtulurlar. Eğer birbirleriyle kavga edip durmasalar dünyayı fitne alır
diyor. Herhâlde dinî yaşayışları yerleşik halkın ve kendisi de bir din âlimi olan
Aynî’nin telakkilerine pek uymadığı için olsa gerek burada hissî bir
değerlendirmenin olduğunu da kabul edelim. Tabii Antep’te Dulkadıroğluları
tarafından kuşatılıp büyük bir ölüm korkusu geçirmesinin de bunda tesiri vardır
ancak bir kayıtla konuşmamı bitireyim. Bilhassa Nesimî’nin bunların arasında çok
etkili olduğunu söylüyor. Ve diyor ki bu Dulkadıroğlu diyor onun telkinleriyle kendi
kızıyla evlendi ve ondan da bir oğlu oldu diyor. Aynı şekilde bizim Karakoyunlu
Türkmenlerini de çok acı şekilde tenkit ediyor. Oğlunun ölmesi üzerine kılıcını
çekiyor, parmak kadar çocuktan ne istedin erkeksen gel benimle hesabını gör vs.
şeklinde Allah-u Teâlâ’ya isyan etmesi vs. gibi anlatıyor ki bu gibi ifadeler ihtiyatla
karşılanmalıdır.
Hâsılı kelam tabii Türkmenistan’da, İran’da, Azerbaycan’da, Suriye’de, Irak’ta,
Kıbrıs’ta ve Balkanlar’da Osmanlılar zamanında yaşayan Türklerin hemen hepsi
Türkmen. Hepsi Oğuz. Onda şüphe yok. Bu Bayırbucak Türkmenleri, Irak’taki
Türkmenler, Caber’deki Türkmenler, Amik Ovasındaki Türkmenler bunların
çocukları…
Ama tarihin garip bir cilvesidir ki yalnızca Türkiye’de Türklere var zannederdik, biz
yakın zamanlara kadar Türkiye dışında da Türk’ün varlığından habersizdik.
Elhamdülillah duvarlar çöktü ama bu meselelere hissî değil ilmî olarak yaklaşmak
367
KAZIM YAŞAR KOPRAMAN
zorundayız. Aslında hazırlığım çok daha fazla idi ama bunların hepsini burada
sunmak mümkün değil. Beni dinlemek zahmetine katlandığınız için teşekkür
ediyorum.
368
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
ANA OĞUZCA VE SELÇUKLU OĞUZCASI
M ARCEL ER DAL
Eski Oğuzların dili konusuna girmeden önce Eski Oğuz tarihini kısaca özetlememiz
gerekmektedir. Bu tarihin somut verileri, Orhon yazıtlarında Oğuzlara yapılan atıflarla başlar. Yazıtların metninden, Göktürk devletinde Oğuzların hemen hemen
Türkler kadar önemli olmakla beraber Türklerden ayrı bir boy oldukları, hatta zaman zaman onlarla çatıştıkları anlaşılmaktadır. Kaynaklar Tokuz Oğuzlardan ve Üç
Oğuzlardan, Şine Usu yazıtı Sekiz Oğuzlardan bahseder. Acaba bu çeşitli eski Oğuz
gruplaşmalarında bir tek lehçe – Ana Oğuzca – mı konuşuluyordu? Bu soruya cevap
vermek mümkün görünmüyor. Tokuz Oğuz veya Üç Oğuz gibi terimleri kullananlar,
yönetici boyları Oğuz olan askerî ve politik işbirliği gruplarını kastediyordu; bu çeşit
konfederasyonlara katılan boyların tümüyle merkezi boy mensuplarından ibaret
olması gerekmiyordu. Girişim sahipleri Oğuzlar olunca bu çeşit bir işbirliğinde
Oğuzca lehçesinin diğerlerinden daha önemli olacağı bellidir; yine de, örneğin Tokuz
Oğuzların ne konuştukları konusunda maalesef hiç bilgimiz yoktur.
741 yılında Oğuzları da kapsayan büyük Türk konfederasyonu, Karluklar, Basmıllar
ve Uygurlar tarafından ortadan kaldırılınca, Oğuzlar batıya doğru göç eder, 8. yüzyılın ikinci yarısında bugünkü Kazakistan’da, Aral gölünün kuzey doğusunda hükümdarları yabgu olan bir devlet kurarlar. 11. yüzyılda bu Oğuzların bir kısmı Karadeniz’in kuzeyine göç edip sonra Tuna nehri kıyılarına ve Balkanlara iner; bunların
isimleri Bizans kaynaklarında Uz olarak geçmektedir. 10. yüzyılda Oğuzların Müslümanlığı kabul eden bir grubu Selçük1 Bey’le birlikte vatanlarından ayrılır ve güneye geçerek yeni askeri ve politik bir güç kurar. Tanrıcı Karaçuk Oğuzlarıyla Müslüman Selçüklüler arasındaki ilişkiler iyi değildi; Oğuz yabgusu Şahmelik 1035’te Selçük’ün torunları Tuğrul ve Çağrıyı yenilgiye uğratıp Horasan’da Gaznelilere sığınmalarına sebep olmuş, onlar ise 1040’ta Gaznelileri yendikten sonra 1042’de Şahme-
1
Selçuk Bey’in adı aslında Selçük (yani ‘küçük sel’) idi. Farsçanın fonetiği yüzünden Selçük
Selçuk’a, sonra Hülegü Hulâgû’ya, Temür de Timur’a dönmüştür.
369
MARCEL ERDAL
lik’ten ve ‘kâfir’ Oğuz ordusundan da kurtulmuşlardı. İran’ı fethedip 1055’te Bağdad’ı da ellerine geçirdikten sonra Büyük Selçüklü Sultanlığını kurarlar.
Mahmûd El-Kâşgarî2 bize Malazgirt savaşı yıllarında kaleme aldığı büyük yapıtının
22.-23. varaklarında bir dünya haritası da bırakmıştır.3 Oğuzların adı bu haritada iki
defa, Aral gölünün Güney-Doğusuyla Taraz şehri arasında yazılıdır. Burada bu isim
Karaçuk sıradağının batısındaki üç şehrin yanında ‘Oğuz beldeleri’ veya ‘Oğuz
memleketi’ (bilād) şeklinde görülmektedir; bu sıradağın doğusunda ise ‘Kıfçakların
ve Oğuzların meskeni’, yani ‘oturdukları bölge’ kelimeleri vardır. Aral gölüyle Taraz
şehrinin arasında bugün Kara Tau, yani Karadağ adlı, 420 kilometre uzunluğunda,
Seyhun nehrine paralel bir sıradağ vardır; ‘Karaçuk’ bu sıradağın eski adı olmalıdır.
Mahmud bize, Oğuzların, adı hem Karaçuk, hem Farsça Fārāb olan bir de şehirlerinin olduğunu da bildirir.4 Buna göre Mahmud, Oğuzları vatanlarında göstermiş,
hayatı boyunca yaşadığı Oğuz göçlerini ve Selçuklu fetihlerini haritasına almamıştır.
Moğolistan’ı bırakıp Karaçuk sıradağı yöresine, Seyhun kıyılarına gelenler acaba tüm
Oğuz grupları mıydı? Yoksa başka taraflara, örneğin Doğu Türkistan’a veya Güney
Sibirya’ya göç edenleri de mi vardı? Bugün Oğuz grubunu oluşturan dil ve lehçelerin tümünün Seyhun Oğuz devletinde oluşan Türkçeden geldiği bellidir. Ancak,
başka Oğuz gruplarının da olabileceği imkânını düşünmemiz için iki sebep vardır:
Bir yandan Kâşgarlı’nın Oğuz ve Türkmen olarak nitelediği dil özelliklerinin bazıları,
Oğuz dillerinin ve lehçelerinin hiçbirinde bulunmamaktadır; bunlar ileride ele alınacaktır. Öte yandan Çin’in Çinghay ve Gansu eyaletlerinde ve Batı Şincang’daki İli
nehri vadisinde oturan Salırların dili, bazı Oğuzca özellikler göstermekle beraber
bazı bakımlardan da tüm Oğuz dillerinden çok değişiktir. Dwyer, Hahn, Nugteren
ve Schönig gibi araştırmacılar, Salırların dilinin Oğuzca kökenli olduğunu belirtmektedir. Bu dilin Oğuz yönlerini izah etmek için Oğuzların küçük bir kısmının doğuya
doğru göç ettiğini kabul etmemiz gerekir. Bugün Türkmenleri5 oluşturan aşiretlerden
birinin adı Salırdır. Salırcanın Oğuz özelliklerinin farkına varıldığında, araştırmacılar
bu aşireti düşünüp dili Türkmenceye bağlamaya çalıştılar; ama Kâşgarlı da çağının
Oğuzları arasında Salγur – yani Oğuz telaffuzu ile Salur – adlı bir boydan bahsetmektedir. Dilbilimsel veriler Çinghay-Gansu Salırlarının dilinin Oğuz dilleri arasında
özellikle bugünkü Türkmenceye bağlanamayacağını, Ana Oğuzca ile bağlantılı olması gerektiğini göstermektedir; öte yandan başka Türk dillerinden, Çağataycadan
Bilindiği gibi, bu büyük Türk bilim adamı bugün Kırgızistan’da bulunan Barsgan’da doğmuştur; El-Kâşgarî nisbesi Hakani hanedanının Kâşgar (yani doğu) kolunun bir prensi olmasından ileri gelmektedir.
3 Barsġan, Balasaġun ve Taraz şehirlerini Mahmud’un dünyasının merkezinde görüyoruz;
Suriye, Irak ve Hicaz ise batılarda, Fas’a yakındır. Buna göre Bağdad’a gelmesi bakış açısını
etkilememiştir. Daylâmîlerin (Zazaların) ve Kürtlerin (Dayâlima ve Akrâd) yurtları gösterilir
ama Rumların, Ermenilerin ve Gürcülerin adı hiç yoktur.
4 Bu dağın adı Dede Korkut destanında da geçer, bugün bu isimde bir dağ Azerbaycan’da
bulunur.
5 Bu terimle Türkmenistan’da, İran’ın kuzey doğusunda ve Afganistan’ın kuzey batısında oturan milleti kastediyorum. Daha önceden, örneğin Dîvân Luğâti’t-Türk’te, ‘Türkmen’ adı daha
geniş Oğuz kütlesi için kullanılıyordu; Irak’ın kuzeyinde oturan Türkmenlerin adı, bu geniş
adlandırmanın bir kalıntısıdır.
2
370
ANA OĞUZCA VE SELÇUKLU OĞUZCASI
ve hatta Güney Sibirya tipi dillerden de etkilendiğini görüyoruz. Bu dil verilerine
göre Salırlar Oğuz birliğini erken bir çağda bırakmış olmalılar. Sonra Çincenin ve
Tibetçenin etkisiyle Salırca bugün Oğuz dillerine hiç benzemeyen bir dil olmuştur.
Başka bir senaryoya göre Salgur aşiretinin dili erken çağlarda Oğuzların lehçesinden
daha ayrı iken Oğuzlara katılmalarıyla dilleri de zamanla Oğuzcaya daha yakın
olmuş, Gansu-Çinghay Salırları ise bu yaklaşmadan önce doğuya göç etmişlerdir.
Kısacası, 11.-12. yüzyıl Oğuzlarını, yaşam, kültür ve din bakımlarından birbirlerinden değişik dört kol olarak görmek gerekiyor: Aral bölgesindeki vatanlarında kalıp
bir yandan Kıpçak komşularına karşı, öte yandan Müslümanlaşmış Selçuklu kardeşlerine karşı savunmaya çalışan asıl Oğuzlar; Avrupa’ya geçip Hristiyan olan Uzlar;
küçük, göçebe bir grup hâlinde Doğu Türkistan’a göç eden Müslüman Salırlar, ve
Türklüğü Orta Doğuya getiren Selçuklular. Karaçuk Oğuzları Moğol istilasından,
Harezmşahların çöküşünden, Altın Ordu devletinin kuruluşundan sonra da Hazar
deniziyle Aral gölünün arasında oturmaya devam etmiş, boy, kabile yapılarını bugüne kadar koruyan, göçebe, savaşçı, atçı yaşamlarını 19. yüzyıla kadar devam ettiren Türkmen milletini oluşturmuşlardır. Türkmenlerin, Tanrıcı dinlerini uzun müddet korudukları, Müslümanlığı ancak 14.-15. yüzyıllarda kabul ettikleri düşünülmektedir. 19. yüzyıl Türkmenleri kültürleri bakımından Kıpçakların göçebe, atçı çekirdeği olma geleneğini bugüne kadar devam ettiren Kazaklara benziyorlardı.
Selçuklu Oğuzlarının doğudaki yaşam alanı 16. yüzyıla kadar Batı Afganistan’da
Herat’a, Batı Özbekistan’da Buhara’ya kadar uzanıyor, Aşgabat, Marı bölgeleri dâhil
bugünkü güney Türkmenistan’ın tümünü kapsıyordu. Türkmenler, 16.-17. yüzyılda
güney Türkmenistan’ı da fethetmekle ve bugünkü kuzey-doğu İran’a, bugünkü
kuzey-batı Afganistan’a kadar uzanmakla, Selçuklu Oğuzlarının doğu kanadını ikiye
bölerek batı Özbekistan Oğuzlarını Horasan Türklerinden ayırmışlardır.
Şimdi dil konularına gelebiliriz. Türkiye’de, Balkanlarda, Kırım’da, Azerbaycan’da,
Irak’ta, İran’da, Türkmenistan’da ve Özbekistan’da konuşulmakta olan Oğuz 11 ağız
grubu şunlardır:
1) Batı Balkan Türkçesi
2) Doğu Balkan Türkçesi, Gagavuzca, Kırım Oğuzcası, Rumeli ve Batı Trakya
ağızları
3) Batı Anadolu ağızları
4) Orta ve Doğu Anadolu ağızları
5) Irak Türkmencesi
6) Azerice
7) Kaşkay ve Eynallu Türkçeleri
8) Sonkor (Kirmanşah bölgesinde) ve Demavend Türkçeleri: Doğu Oğuzcaya
geçiş
9) Horasan Türkçesi: Selçuklu Doğu Oğuzca
10) Özbek Oğuzcası
11) Türkmence
Osmanlılardan birkaç yüzyıl önce Balkanlara gelen Uzların lehçesinden bugüne hiç
veri kalmamıştır. Bu lehçe acaba Balkan Türkçesini etkilemiş midir? Bulgaristan’ın
batısında ve Bosna-Hersek, Kosova ve Makedonya’da – yani Balkan yarımadasının
batısında – konuşulan Türkçenin bazı bakımlardan Trabzon, Rize, Çoruh, Kars ağızlarına yakın olduğu, Doğu Bulgaristan Türkçesinden, Gagavuzcadan ve genel Os371
MARCEL ERDAL
manlıcadan ise epeyi ayrıldığı görülmektedir: Örneğin orada Orhon Türkçesinde
olduğu gibi -miş ekinin ses uyumuna girmediğini görüyoruz; Batı Balkan -yA’lI şimdiki zaman şekli aynen Horasan Türkçesinde de vardır. Uz lehçesinin Batı Balkan
ağızlarına alt katman olduğu düşünülebilir. Uzlardan geldikleri bazen düşünülen
Gagavuzların dilinin tüm özelliklerini Balkan Osmanlıcası çerçevesinde değerlendirmek mümkün olmaktadır.
Yukarıda Türkmenlerin, Selçuklu Oğuzlarının doğu kanadını ikiye bölerek batı Özbekistan Oğuzlarını Horasan Türklerinden ayırdıklarını gördük. Bu sürecin etkileri
dil coğrafyasında da görülmektedir: Özbekistan Oğuzcası, batısında konuşulan
Türkmenceye değil, Horasan Türkçesine daha yakındır. Horasan Türkçesi birçok
önemli bakımlardan batısındaki Oğuz lehçelerinden ayrılmaktaysa da, Selçuklu lehçe
grubunun içinde kalmaktadır. Selçuklulara katılmayan, Aral gölü bölgesinde kalan
Oğuzların – yani Türkmenistan Türkmenlerinin – lehçeleri, komşuları olan Kıpçakların Türkçesinden etkilenmiştir. Daha sonra Doğu Oğuzcasının tümü – Horasan
Türkçesi, Özbekistan Oğuzcası ve Türkmence – Çağataycanın etkisi altında kalır.
Mahmud’un haritada verdiği bilgide dil bakımından çok önemli olan husus, Karaçuk
sıradağının doğusunda Oğuzların Kıpçaklarla birlikte oturduklarını göstermesidir.
Seyhun nehrinin kuzeyinde yaşamaya devam eden Oğuzların, Türkmenlerin cetleri
olduğunu biliyoruz.
Türk bozkır geleneklerine sadık kalmış Oğuzlardan bugün elimizde bulunan tek
edebi yadigâr Oğuz Kağan destanıdır.6 Türkmenistan Oğuzları 18. yüzyıla kadar
kendi lehçelerini yazmadıklarından, bu metin çok geç bir çeşit Çağataycada kaleme
alınmıştır; yine de önemli bir Türkmence özelliğini buluyoruz: dam, katır ve kar sözcüklerinin, Türkiye Türkçesinin (ve Moğolcanın) uzun ünlü imlası gibi ğ harfi ile,
daγam, qaγadır, kaγar şeklinde yazıldığını görüyoruz. Arapçada ünlüsü uzun olan yer
adı Şam – yani Suriye – de bu metinde ayni ghain’li şekilde yazılıdır. Şam’ın Şaγam
şeklinde yazılışı uzun ünlü telaffuzunun yazarda canlı olduğunu göstermektedir; bu
özellik yazarın konuşma dilinin Orta Türkmence olduğunu güçlendirmektedir, çünkü asli uzunluklar en iyi şekilde Türkmencede korunmuştur. Yazarın bildiğimiz Orta
Türkçe lehçelerinden birini konuşmadığına bir başka işaret, emir parçacığı gil / gıl’ın
sadece 2. şahıs şekilleriyle değil, bolsungıl ‘olsun’ örneğindeki gibi 3. şahıs şekilleriyle
de kullanmasıdır. Bu özellik başka hiç bir Türk dilinde yoktur; Seyhun Oğuzlarının
dilinde ortaya çıkmış, sonra yine ortadan kalkmış olması gerekir.
Türkmenceyi incelediğimizde Kıpçak Türkçesinden başka bir de Çağatayca etki
katmanını görüyoruz. Standart Türkmencenin en göze batan özelliği s’lerin Başkırcadaki gibi θ olarak, z’lerin de δ olarak söylenmesidir; bu iki dili konuşan milletler o
çağda komşuydu. Türkmence belirtme hali eki ünlüden sonra -ni / -nı şeklindedir. 2.
şahıs ek zamirinde /ŋ/ sesinin (alyar-θıŋ ‘alıyorsun’ şeklindeki gibi) ortaya çıkması bir
Kıpçak ve Sibirya dilleri özelliğidir. Diğer Oğuzcada 1. şahıs çoğul istek kipi şekli
Eski Türkçede olduğu gibi -(y)AlIm ekiyle yapılır, Türkmencede ise -AlI (konuşmacıyla muhatap kastedildiği zaman) ve -AlIŋ (diğer durumlarda) -(I)p ber- ‘biri için
yapılan iş’, -(I)p başla- ‘yapmaya başlamak’, -(I)p bol- ve -(I)p gutar- ‘bitirmek’. -(I)pdI
şekli uzak geçmiş zamanı ifade eder, örneğin bişiripdiŋ ‘uzun zaman önce pişirdin’.
6
Bk. (Bang & Rahmeti, 1932).
372
ANA OĞUZCA VE SELÇUKLU OĞUZCASI
Sıfat işlevli yan cümlelerin öznesi nitelenen sözcüğe ek olarak gelir, örneğin meniŋ
yatyan krowatım köne ‘Yattığım yatak eski.’, İslän wagtıŋ gelip bilersiŋ ‘İstediğin zaman
gelebilirsin.’, Okan kitaplarımı kitaphanada goydum ‘Okuduğum kitapları kütüphaneye
bıraktım’. Devamlılık anlamını vermek için otur-, yür-, tur- ve yat- yardımcı fiilleri
kullanılır. Türkçenin -mIş eki yerine Türkmencede çeşitli imkânlar vardır, aralarında
-(I)pdIr eki (örneğin olar vardır (ayrıca lehçelerde -AlIk); bu ekler Çağataycadan gelmiş olabilir. -(I)p ekinin işlevleri çok geniştir, örneğin bir yere gidipdirler ‘Bir yere
gitmişler’, Biz düyn köp içipdiris ‘Dün çok içmişiz’) ve beklenmedik olgular için eken
parçacığı. Sözvarlığında örneğin ev yerine öy, atmak yerine taşlamak fiili vardır.
Ana Oğuzcanın ve Selçuklu Oğuzcasının gramerini bugünkü dillere dayanarak kurmağa çalışacak olursak Türkmenceyi Kıpçak etkisinden, Doğu Oğuzcasının tümünü
Çağatayca etkisinden, Oğuzcanın tümünü Farsçanın etkisinden, Batı Oğuzcayı Orta
Doğu ve Anadolu dillerinin etkisinden ayıklamamız gerekecektir. Bu bakımdan
Selçuklu içi ve Selçuklu dışı Oğuzcayı ayırmanın önemi açıktır.
‘Selçuklu Oğuzcası’ ne demektir? Selçukluların devlet dili Farsçaydı; Fars dilini, Fars
kültürünü desteklemiş ve geliştirmişler, Türkçeyi standart dil statüsüne getirmemişlerdir. Hükümdarlarının eski İran mitolojisinden gelen Keyhüsrev, Keykubad, Keyka’us gibi isimler almaları, Konya ve Sivas’ta duvarlara Şahname parçaları yazdırmaları, İran ahalisini Oğuz kabilelerine karşı korumaları, astronom ve şair Ömer Hayyam, filosof Ğazali gibi İran düşünürlerini desteklemeleri, Farsça ders verilen üniversiteler kurmaları, kendilerini Fars hissettiklerini göstermektedir; bu çağda Bağdat,
Arap kültüründeki merkezi durumunu Kahire’ye bırakır. Selçük Beyin torunlarının
kurduğu bu İranlı Orta Doğu hükümdarlığı, geleneksel Türk boy yapısını, din ve
kültür özelliklerini koruyamazdı. Dede Korkut metinleri, eski Türk kültürünün Doğu Anadolu’ya kadar getirildiğini gösteriyorsa da Yakın Doğunun hayat şartları
bunların yerine kısa zamanda bambaşka toplumsal yapılar getirmiştir. Bu devletin
içinde yazılı bir Türk dili geleneğinin devamını beklemek yanlış olacaktır. Öte yandan, Selçuklu devletinde yaşayan Oğuzların birçok bakımdan yazı dilinden daha
önemli olan konuşma dillerinde Oğuz Türkçelerini canlı tuttukları, geliştirdikleri,
Farsçaya geçmedikleri bellidir. Türk kültürünün yarattığı Manas destanı, Sibirya
milletlerinden topladığımız çeşitli destanlar ve diğer sözlü edebiyat yapıtları çok
büyük estetik kıymeti haizdir ve yazılı edebiyattan az kıymetli değildir. Dede Korkut
Oğuznameleri ve Anadolu fetih destanları Oğuz boylarının ve akıncılarının zengin
sözlü edebiyatından bize kadar gelebilen parçalarıdır. Bu toplumda Farsça ve Arapçanın statüsü orta çağda Avrupa milletleri arasında Latincenin, uzak doğuda Çincenin statüsüne benziyordu; Avrupa dillerinin büyük bir kısmı orta çağdan sonra yazılmaya başlamıştır.
Selçuklu devleti çerçevesinde konuşulan Oğuz ağızlarının ses ve şekil özellikleri ve
bu özelliklerin gelişimi konusunda ancak Farsça, Arapça, Grekçe ve Ermenice kaynaklarda geçen özel adlar ve bu dillere o devirde giren ödünçlemeler bilgi vermektedir. Bu bilgiler Doerfer 1976a ve özellikle Doerfer 1976b’de toplanmış ve ayrıntılarıyla değerlendirilmiştir.
Elimizdeki ilk Oğuzca metinler dil bakımından iki gruba ayrılmaktadır: Metinlerin
bir grubu sadece Batı Oğuzcası özellikleri gösterirken diğer grup olga bolga dili adı ile
anılmakta olan, Batı Oğuzcası ve bazı Doğu Türkçesi özelliklerini yanyana kullanan
bir dille yazılmıştır. Saf Batı Oğuzcası metinlerin en eskisi, Sultan Veled’in 1291 yı373
MARCEL ERDAL
lında istinsah edilen İbtidânâme’sindeki Türkçe şiir kısımlarıdır. Bu eserin yazıldığı
çağ, Anadolu Selçuklu devletinin çöküş yıllarıydı; İlhanlı hükümdarı, son Sultan II.
Gıyaseddin Mes’ud’u beyliklere karşı seferlere çıkmaya zorluyordu. Doğu özellikleri
barındırmayan bir dilde yazılan bir Türk edebiyatı ancak 14. yüzyılda, tüm Selçuklu
devletleri ortadan kalktıktan sonra gerçekleşebilmiştir. Eserlerini 14. yüzyılın ilk
kısmında veren Âşık Paşanın ifadesiyle, Türk diline kimsene bakmaz idi.
Batı Oğuzca özelliklerle başka lehçe özelliklerini karıştıran bir dille yazılmış olan
elimizdeki ilk metin, Kıssa-i Yûsuf, daha eskidir; 1233 yılında istinsah edilmiştir. Kıssa-i Yûsuf’un Türkiye dışında yazıldığı düşünülmektedir: O çağda Kafkaslarda,
İran’da, Horasan’da ve Harezm’de yaşayan Oğuzlar da vardı. Anadolu’da (Kayseri
yakınlarında) istinsah edilmiş olan, bildiğimiz en eski eser de İbtidânâme’den öncedir:
Behcetü ’l-Hadâ’ik 1270-1286 yıllarında kaleme alınmıştır (Koç, 2011). Behcetü ’lHadâ’ik’in yazarının da Anadolu dışından gelmiş olması mümkündür. Sultan Veled’in babası Mevlâna Celâleddin Rûmî’nin büyük Farsça yapıtının içinde de bazı
Türkçe mısralar vardır; bu mısraların dilinde de kısmen Türkiye Türkçesinde görmediğimiz gramer özellikleri buluyoruz. Mevlâna Belh bölgesinde, bugünkü Tacikistan’da doğmuş, Sultanü ’l-Ulema unvanını taşıyan babası Bahaeddin Veled ve ailesiyle birlikte 1220’lerde Konya’ya göç etmiştir. Doerfer 1978, ss. 131-132, bu Türkçe
mısraların Horasan Türkçesi olduğunu göstermektedir. Harezmşah devletinin 12191221’de yenilmesinden itibaren, Moğol istilasından kaçıp Anadolu’ya sığınanların
sayısı 12nci yüzyıldakilerden çok daha kalabalık olmuştur. Bu arada Horasan Oğuzlarının büyük bir kısmı da göç etmiş, Ertuğrul Bey, Mevlana Celaleddin gibileri bunların arasında doğru Horasan’dan gelmiş, Horasan kültürünü Türkiye’ye getirmişlerdir. Gerhard Doerfer, 1976’dan itibaren neşrettiği yazılarında çeşitli olga-bolga dil
kaynaklarının özellikleriyle Horasan Türkçesinin çeşitli ağızlarının belirgin özelliklerini karşılaştırmış, olga-bolga Türkçesinin hangi metinlerinin hangi Horasan Türkçesi
ağızlarıyla ilişkili olduğunu göstermiştir. Biz bu karışık dilli metinlerin bir kısmının
Anadolu’da, bir kısmının Kafkas bölgesinde, İran’da, Horasanda, Harezm’de oturan
Oğuzlar tarafından, bir kısmının da oradan gelen kişiler tarafından Anadolu’da kaleme alındığını düşünüyoruz. Hazar denizinin doğusunda, güneyinde ve batısındaki
bu büyük bölgenin Oğuzca konuşurları kendilerini bir lehçe konuşuyor hissediyor,
aralarındaki dil farklarını önemsemiyor, karıştırıyorlardı.
Ana Oğuzcadan veya Selçuklu Oğuzcasından bahsederken Kâşgarlı Mahmud’un
verdiği önemli bilgilere dayanmamız gerekmektedir. Mahmud, Oğuzların lehçesine
değinirken bazı beklenmedik özelliklerden bahseder: Ona göre (varak 298-299)
Oğuzlar, Kıpçaklar ve Suvarlılar7 gibi tekil ve çoğul 1. ve 2. şahıs geçmiş zaman şekillerinde -dUk ekini kullanıyordu; örneğin biz ya kurduk ‘Yay kurduk’ veya män yarmak
térdük ‘Para topladım’. Bilindiği gibi Hakani lehçesi dâhil Eski Türkçenin tümünde
çoğul 1. görülen geçmiş zaman eki -d-ImIz’dir (yani bu şahısta da diğer şahıslarda
olduğu gibi şahıs ifade etmek için iyelik ekleri kullanılmaktadır); bu ek Sibirya dillerinin tümünde, Çuvaşçada ve (Çinin kuzey batısında konuşulan) Fu-Yü Türkçesinde
7
Suvar, Volga Bulgarlarının Volga (İdil) nehrinin kıyısındaki bir şehriydi; Volga Bulgarları
Çuvaş tipi bir dil konuşuyordu. Kaşgarlıya göre Kıpçaklarla Suvarlılar -dUk ekini tüm şahıslarda kullanıyordu, Oğuzlar ise 3. şahıs eklerinde diğer Türklere uymaktaydı.
374
ANA OĞUZCA VE SELÇUKLU OĞUZCASI
hâlâ kullanılmaktadır; Türk dillerinin çoğu ise 1. şahıs çoğul için -dUk ekini kabul
etmişlerdir. -dUk eki erken dönemde sadece ortaç ve isim-fiil ekiydi; bu yeni göreve
niye geçtiğini bilmiyoruz, fakat -mIş ve -gAn eklerinin de yüklem görevine geçtiğini
görmekteyiz. Bu iki ek belirli şahıslara bağlı değildir; buna benzer şekilde metinlerle
belgelenmemiş bir geçiş devresinde bu ekin de çeşitli kişiler için kullanabildiğini,
sonra 1. şahıs çoğulda sınırlı kaldığını düşünebiliriz.
‘Türklerin’ başlarında y sesiyle telaffuz ettikleri sözcükleri Oğuzların ve Kıpçakların
kelime başı c (fonetik işareti [ʤ]) ile söylediklerini Mahmud iki defa (varak 26 ve
422’de) yazmakta, cu-n-d-um ‘yıkandım’, cet-t-i ‘yetişti’, cinçü ‘inci’ gibi örnekler vermektedir. Bu telaffuz Çuvaşçanın eski şekli olan Volga Bulgarcasında kuraldır, Yakutça geçmişte bir c safhasından geçmiştir ve olay bazı Kıpçak dillerinde de görülmektedir ama y ne Oğuz dillerinde, ne de Salırcada c olmaktadır. Bazı araştırmacılar
Kâşgarlı’nın bu konuda yanıldığını düşünmektedir; eğer yanılmamışsa bilmediğimiz
bir Oğuz dili söz konusudur. Kâşgarlı’nın Oğuzca dediği sözcüklerin büyük bir kısmı bildiğimiz Oğuz dillerine yoktur; bundan da onun zamanında – arada ortadan
kalkan – başka türlü Oğuz lehçeleri de konuşulduğunu anlamamız gerekir. Ana
Oğuzcanın dil özelliklerini araştırırken eski ve yeni Oğuz dillerinden ve lehçelerinden başka Salırcanın Oğuz yönlerini ve Mahmud’un Oğuzların dili verilerini de
düşünmemiz gerekmektedir.
Ana Oğuzca bazı bakımlardan Orhon Türkçesinden daha eskicildi: Örneğin Oğuzlar
tegül gibi bir olumsuzluk parçacığı kullanıyordu, Orhon ve Uygur Türkleri ise analoji
ve genelleme yoluyla bu kuraldışı olumsuzluk ifadesini kaldırmış, yerine er-mez fiil
şeklini almıştı.8 Ana Oğuzca, Karahanlıca ve başka Türk lehçelerinde -gAn’lı ortaç
işlekti, Orhon ve Uygur Türkçesinin ağızlarının çoğu9 ise bu şekilden hemen hemen
tümüyle vazgeçmişti. Orhon ve Uygur Türkleri buyur-mak fiilinin yerine mecaz kaynaklı yarlıka-mak fiilini benimsemiş, sadece buyruk türevini saklamıştı. buyurmak fiili
sadece bir iki yıl önce başka sebeplerden son derece eskicil olduğunu bildiğimiz bir
metinde ortaya çıkmıştır.10 yaz-mak ve *ud-mak (> uy-mak) fiilleri ayni durumdadır;
Eski Türkçe yazmak yerine Çince kaynaklı biti-mek fiilini almış, udmak’tan ise sadece
udu ‘bundan sonra’ bağlacı kalmıştır. Oğuzca bit-mek fiili de eskicildir: Eski Uygurcatägül bir tek cümlesi bile tam okunamayan Mani dinine ait bir rünik fragmanda görülmektedir
(Zieme, 2001, ss. 381-382).
9 Eski Uygurca dört yüzyıl boyunca çok büyük bir yerleşim alanında konuşulmuş, bundan
sonra da bir müddet yaşamını yazı dili olarak devam ettirmiştir. Erdal 2004 dâhil tüm Eski
Türkçe gramerleri, bu dili bir birlik olarak tarif etmektedirler, ama metinleri ağızlara ayırmak
için 100’den fazla ölçüt vardır; son 30 yıl zarfında kaynakların çoğu işlendikten sonra bu ölçütleri kullanıp dilin ağızlarını ortaya çıkarmanın vakti gelmiştir.
10 Maue (2008)’in yayımladığı Brahmi yazısıyla yazılmış bu metnin eskicil özellikleri arasında
toyın ‘rahip’ sözcüğünün toñın şeklinde yazılması ve Buda’ya burhan yerine bur kagan denmesi vardır. toyın bugün dao ren ‘din adamı’ olarak telaffuz edilen Çince isim tamlamasından
gelir; bugünkü ren ‘insan’ sözcüğünün Orta Çince telaffuzu ñın’dı; buna göre bu kelimedeki ñ
> y geçişi Uygurcada gerçekleşmiştir. Buddha Çincede bur olmuştur, han ise bildiğimiz han
ünvanıdır; demek bu metin yazıldığında bu tamlama daha kalıplaşmamıştı. Buna göre bu
metnin tüm Eski Uygurca Budist metinlerden daha önce kaleme alınmış olması gerekmektedir. Bununla Brahmi yazmalarının tümünün (düşünüldüğü gibi) geç olmadığı da ispatlanmıştır.
8
375
MARCEL ERDAL
da bu fiil /b/ ünsüzünün ünlüyü etkilemesiyle büt-mek olmuş, Oğuzcada ise asıl ünlüsünü korumuştur. Tam aynı gelişmeyi soru parçacığı mI’da görüyoruz: Osmanlıcada, Eski Anadolu Türkçesinde, Türkmencede mı ve mi, Orhon Türkçesinde ve Eski
Uygurcada ise m ünsüzünün dudaksıllaştırma etkisiyle sadece mu ve mü vardır;
birincisi daha eskicildir. Oğuzların mı / mi şeklindeki soru edatından Kâşgarlı da
bahsetmektedir (varak 539).11 Uzun ve kısa ünlülerin zıtlığı sadece Eski Türk Yazısı’yla, yani rünik harflerle yazılmış yazmalarda sadece birkaç sözcüğün /a/ ünlüsünde görülmektedir; Ana Oğuzcada ise bu zıtlık tüm ünlülerde korunmuştu: Bunu
sadece Türkmence veriler değil, eski uzun ünlülerden sonra gelen ünsüzlerin tonlulaşmasıyla12 Türkiye Türkçesi de göstermektedir.
14. yüzyıl, Altın Ordu devletinin yazı dili olan Harezm Türkçesinin de parlak devriydi; büyük ve çok önemli yapıtlar veren Harezm Türkçesinin grameri ve söz varlığı, geniş Kıpçakça ve Oğuzca etkiler gösteren bir Karahanlıca mahiyetindedir; en
önemli eserlerini Timur’un kurduğu hanlıkta veren Çağataycada ise Doğu Türkçesinin payı yeniden güçlenmiştir. İlk odağını Seyhun Oğuzlarının Kıpçaklaşan yurdunda gerçekleştiren Harezm Türkçesini Anadolu’nun dışında oturan Oğuzların da
kendi yazı dilleri olarak yaşadıkları, Harezm Türkçesinin olga bolga dilini etkilediği
şüphesizdir. Öte yandan Ana Oğuzcanın özelliklerini bir araya getirmek isteyenlerin
bunları Harezm Türkçesinde de aramaları gerekir.
Selçuklu Oğuzcasını ve Ana Oğuzcayı araştırmanın zorluklarını yeterince saydığımı
sanıyorum. Son yıllarda Eski Anadolu Türkçesi ve Harezm Türkçesi filolojisinde,
İran Türkçelerinin araştırılmasında, Salırca konusunda büyük başarılar kaydedilmiştir ve bu atılım devam etmektedir. Kazanılan bilgilere dayanarak Selçuklu Oğuzcası
ve Ana Oğuzca sentezlerine ulaşmak mümkün görünmektedir.
KAYNAKÇA
Bang, W. & Rahmati, G.R. (1932). Die Legende von Oghuz Kaghan. Berlin, Sitzungsberichte der
Preussischen Akademie der Wissenschaften. 683-724.
Doerfer, G. (1976a). Die vier Wörter mit b- > v, Null. Káldy-Nagy, Gy. (ed.). Hungaro-Turcica.
Studies in Honour of Julius Németh. Budapest, 135-147.
Doerfer, G. (1976b). Das Vorosmanische. Die Entwicklung der oghusischen Sprachen von den
Orchoninschriften bis zu Sultan Veled. Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1975-76. 81131.
Doerfer, G. (1978). Das Chorasantürkische. TDAYB 1977, 127-204.
Doerfer, G. (1990). Die Stellung des Osmanischen im Kreise des Oghusischen und seine Vorgeschichte. Handbuch der türkischen Sprachwissenschaft cilt 1. Gy. Hazai (ed.), Budapest,
13-34.
Erdal, M. (2004). A Grammar of Old Turkic. Leiden: Brill.
Koç, M. (2011). Anadolu’da İlk Türkçe Telif Eser. Bilig 57: 159-174.
Maue, D. (2008). Three Languages on One Leaf: on IOL Toch 81 With Special Regard to the
Turkic Part. Bulletin of the School of Oriental and African Studies 71: 59-73.
Zieme, P. (2001). Runik harfli birkaç pasaj üzerine kimi yorum önerileri. TDAYB 2000, 377-382.
Ona göre zamanının Oğuzları mı / mi şeklini sadece fiillerle kullanıp isimlerden sonra ‘Türkler
gibi’ mu / mü derlerdi.
12 kap → kabı, git- → gider, geç → gecikmek, yok → yoğu gibi tabanların ünlüsü Ana Türkçede
uzundu; bu durumların dışında ilk hecenin sonundaki ünsüz Türkçede hiçbir zaman tonlulaşmaz.
11
376
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
İLK OSMANLI KRONİKLERİNDE OĞUZ-TÜRKMEN İMGESİ
M EHM E T Ö Z
Bu bildiride Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ve klasik döneminde Türkmen kavramının nasıl kullanıldığı, Türkmen-Oğuz imgesinin oluşumu ve buna etki eden faktörlerin neler olabileceği üzerinde durulacaktır. Temel kaynaklar olarak Âşıkpaşazâde,
Neşrî, Kemalpaşazâde’nin esas alınacaktır. Yeri geldiğinde Tevarih-i Âl-i Selçuk, Ahmedî’nin Dâstân’ı, Anonim Tevarih, Behçetü’t-tevarih, Cam-ı Cem-âyin gibi eserlere de
atıf yapılacaktır.1
Fuad Köprülü çok yıllar önce, Osmanlıların Kayı geleneğine önem vermesinin aniden uydurulmuş bir şey değil mevcut bir geleneğin canlandırılması olduğuna vurgu
yapmıştı2. Gerçekten de yakın bir geçmişte, Emecen’in de vurguladığı üzere, 15.
yy.ın ikinci yarısı gibi İslam geleneğinin iyice yerleştiği bir dönemde farklı menşeler
aramak yerine Osmanlıların niçin kökenlerinin Oğuz-Türkmenlere dayandırdığı
meşru ve haklı bir sorudur.3 Osmanlıların Kayı-Oğuz geleneği sarayda icat edilmiş
bir hikâye olsaydı farklı rivayetler değil tek bir resmî tarih olurdu. Nitekim Köprülü’nün de dikkat çektiği gibi Cem Sultan’ın derlettiği iki eserde (Cam-ı Cem-ayin-Kayı
ve Saltukname-Oğuzlardan Bayezit Han ve Korkut Ata, muhtemelen Bayezit Bayat’ın
bozulmuş bir şeklidir) iki farklı anlatı söz konusudur.4
Yahşı Fakih menakıbının Aşıkpaşazade tarafından nakledilen hâli hariç Günümüze
kadar gelen ilk metin olması hasebiyle Ahmedî’nin İskendernâmesine baktığımızda
Osmanlı tarih yazıcılığının erken dönemleri hakkında çok önemli iki makale için bkz. V.L.
Ménage, “Osmanlı Tarih Yazıcılığının İlk Dönemleri”, Söğüt’ten İstanbul’a –Osmanlı Devleti’nin
Kuruluşu Üzerine Tartışmalar, der. O. Özel-M. Öz, Ankara 2005, 2. bs., ss. 73-91; Halil İnalcık,
“Osmanlı Tarihçiliğinin Doğuşu”, Söğüt’ten İstanbul’a, ss. 93-117. Osmanlı tarh yazımında
Türk ve Türkmen imajı hakkında bkz. Tufan Gündüz, Osmanlı Tarih Yazıcılığında Türk ve
Türkmen İmajı”, Osmanlı, ed. Kemal Çiçek-Cem Oğuz, c. VII, Ankara 1999, s. 92-97; Hakan
Erdem, “Osmanlı Kaynaklarından Yansıyan Türk İmaj(lar)1”, Dünyada Türk İmgesi, ed. Özlem
Kumrular, İstanbul 2005, ss. 13-26.
2 F. Köprülü “Osmanlı İmparatorluğunun Etnik Menşei Mes’eleleri”, Osmanlı İmparatorluğunun
Kuruluşu, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1981, s. 298
3 İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikler Dünyası, İstanbul 2001, s. 153
4 “Etnik Menşei Meseleleri”, s. 298, 284, not: 104.
1
377
MEHMET ÖZ
Osmanlı kuruluş sürecinde Sultan Alaeddin’e yardım edenler arasında Gündüz Alp
ve Ertuğrul’un onunla birlikte olduğu, Gök Alp ve Oğuz’dan çok kişinin de birlikte
bulunduğu yazılıdır.5
Bilindiği üzere Tevarih-i Âl-i Selçuk adlı eserini II. Murad’ın isteği üzerine kaleme alan
Yazıcızade Ali, eserini temelde İbn Bibi’nin el-Evamirü’l Alaiye adlı kitabına dayandırmıştır. Eser esasen tercüme olmakla birlikte ekleme ve çıkarmalar söz konusudur.
Baş kısma eklenen Oğuzname dönemin Oğuz algısı ve imgesi bakımından önemli
olduğu gibi Osmanlı hanedanının köken meşruiyeti meselesi bakımından da ayrıca
kayda değerdir. Eserde Selçuk oğulları anlatılırken de Oğuz boylarının onlara tabi
olduğu vurgulanır. Moğol istilası döneminde Rükneddin Kılıç Aslan’ın Karaman
Beyi kendi tarafına çekerken kullandığı ifade dikkat çekicidir: “Avşar Han aslındansın, sana Oğuz töresinde ulu beğlik degüresin, benimsin. Bir asıl ve bir güñüz.”.6
Osman Beg’in uçta hükümdar oluşunun anlatımı da Oğuz geleneği açısından manidar unsurları havidir:
“Bu esnada uc etrafından haber vardı ki Kayı’dan Ertuğrul oğlu Osman Beğ’i ucdagı Türk beğleri dirilip kurıltay idüp Oğuz töresin sürişüp han dikdiler diyü. Ol hikayet bu minval üzerineydi k, ucdagı …. Ol zamanlarda Oguz töresinden bakiye
var-ıdı. Şimdiki bigi top unudulmamış-ıdı…..”(s. 873) (kırman içilmesi)
II. Murad devrinde Karakoyunlu Cihanşah’a elçi gönderilen Şükrullah’ın Behçetüttevarih’te zikrettiği anekdot da Türkmen-Oğuz köken birliği bilinci ve imgesinin yaygınlığının bir başka göstergesidir:” Sultan Murad’la kardeş olduklarını göstermek
için tarih okuyucudan Oğuz tarihi istenir. O kitaba göre Sultan Murad’ın nesebi
Oğuz’un altı oğlundan Gök Alp’e ulaşmaktadır.
II. Bayezid devrinde yazılan eserlerden üçüne yakından bakarak bu geleneğin 15. yy.
başlarından 16. yy. başlarına nasıl taşındığını kısaca göreceğiz.
1-Âşıkpaşazâde’nin (Apz.) Tevârih-i Âl-i Osman’ında Türkmen7
Anadolu’daki Türk tarihinin ilk büyük dinî-sosyal isyanının manevi önderi Baba
İlyas’ın torunlarından Derviş Ahmed Âşıkî (Âşıkpaşazâde, Apz. olarak kısaltılacak),
Türk kavramını Osmanlılar için çeşitli bağlamlarda kullanır. Ertuğrul Gazi’yi Oğuz
Han oğullarından Gök Alp’e bağlar. Ertuğrul’un babası Süleyman Şah’ın Caber kalesi altındaki mezarına “Mezâr-ı Türk” dendiği, Döğer’den bir tâifenin orada yurt
tuttukları, Caber Kalesine Apz. zamanında onların hâkim olduğu, o göçer evlilerin
bir kısmının ayrılarak Berriyye’ye gittiği, “şimdi anlara Şam Türkman’ı” dendiği,
kiminin de Rûm’a [Anadolu’ya] geldiği, bunlarının kiminin Türkmen kiminin Tatar
olduğu, Apz. zamanında Rûm’da olan Tatar ve Türkmen’in o taifeden geldiği anlatılır8. Böylece, Âşıkpaşazâde Osmanlıların atalarına Türk denildiğini, bunların göçer
evli olduklarını ve içlerinde Türkmen ve Tatarların bulunduğunu açıkça ifade etmektedir.
“Dâstân ve Tevârih-i Âl-i Osman”, yay. Atsız, Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1949, s. 8.
Yazıcızâde Ali, Tevârîh-i Âl-i Selçuk, haz. Abdullah Bakır, İstanbul 2009, s. 824.
7 Metinlerden alıntı yapılırken, transkripsiyon işaretleri dışında, yayınlayanların özgün imlâları
nakledilmiştir. Alıntılardaki tutarsızlıklar bundan kaynaklanmaktadır. Atsız’ın Osmanlı Tarihleri I (İstanbul 1949) adlı derlemesindeki metin kullanılmıştır.
8 Âşıkpaşaoğlu Âşıkî, Tevarîh-i Âl-i Osman, Osmanlı Tarihleri I, s. 92-93.
5
6
378
İLK OSMANLI KRONİKLERİNDE OĞUZ-TÜRKMEN İMGESİ
Âşıkpaşazâde’de Türkmen tabirinin kullanıldığı bağlamlara baktığımızda şunları
tespit ediyoruz: Osman Gazi’nin dedesi ve babası ile birlikte hareket edenler içinde
bulunan göçer Türkman ve Tatarlar9, Yıldırım Bayezid’ın Malatya’yı kendilerinden
aldığı Türkman10, Timur vartası sırasından Memluk sultanına ihanet eden Türkman11, II. Murad devrinde Amasya-Tokat yöresinde eşkıyalık eden ve Yörgüç Paşa’nın katliama uğrattığı Kızıl Koca oğlanlarının Türkmanları12, II. Murad’ın kızını
oğlu Sultan Mehmed için istediği Dulkadır oğlu Süleyman Beğ13, Otlukbeli’den kaçan Uzun Hasan’ın adamları ve ona yetişmekte güçlük çeken Karamanlılar.14 Görüldüğü üzere yazar, Türkmen kelimesini başlangıçta Osmanlıların ataları ile birlikte
gelenler için kullanırken daha sonra Anadolu’daki çeşitli Türk beyliklerinin hükümdarları ve adamları için kullanmıştır.
2-Neşrî’nin Kitâb-ı Cihan-nümâ’sında Türkmen
Erken dönem Osmanlı kronikleri içinde önemli bir mevki işgal eden Neşrî’de, Türklük algısının niteliklerini gösteren ilgi çekici bir anlatım mevcuttur. Bilindiği gibi
Neşrî II. Bayezid devri ulemasından bir zattır; bu bakımdan Âşıkpaşazâde gibi gazidervişler zümresine mensup bir başka tarihçide veya bir gazavât-nâme yazarında
olağan karşılayabileceğimiz Türklükle ilgili vurgunun onun eserinde de bulunmasının daha önemli olduğunu düşünüyoruz. Esasen onun Türk ve Türkmen kelimelerini kullandığı vakaların büyük kısmı, ana kaynaklarından birini teşkil eden15 Âşıkpaşazâde ile ortaktır; mamafih onun Türk kavramı, tarihinin daha eski devirleri kapsamasının da etkisiyle daha kapsayıcı bir mahiyet arz etmektedir. Oğuz Han’ın evladının ve nesebinin zikredildiği girişte şunları ifade eder: (Neşrî, 1995: 8-9):
Nuh’tan itibaren (Yasef, Bulcas, onun iki oğlu Türk ve Moğol) Oğuz Han, oğulları ve
24 Oğuz boyunun şeceresi verilir. Sonra şöyle denilir:
“Ve bu cemi’-i etrâk-i müvehhidîn ki el’an Bilâd-ı Türkistân’da ve Mâverâünnehir’de ve Horasan’da ve Fars’da ve Irak’da ve Azerbeycan’da ve Diyarbekir’de ve
Ermeniyye’de ve Rum’da ve Şam’da ve Mısır’da ve Mağrib’de sâkin olurlar, ebnâ-i
Oğuz’un bu yigirmi dört evlâdınun zürriyetindendür ve dahi Oğuz’la Bilâd-ı Türkistan’a kaçan ebnâ-i a’mamınun neslindendür.”16
Bu metinden 24 Oğuz boyu mensuplarının Müslüman Türkler olduğu ve Neşrî zamanında Türkistan ve Maveraünnehir’den Mısır ve Mağrib’e uzanan coğrafyada
sakin oldukları anlaşılmaktadır. Buradan rahatlıkla anlaşılıyor ki, Neşrî kendi devrinde Müslüman Türklerin aynı kökten gelen büyük bir camia teşkil ettiğinin şuurundadır. Eserde, Oğuzlara düşman olan Uygur, Kayıklı [Kanglı], Kıpçak, Karluk,
Aynı yer.
A.g.e,, s.142. Burası aslında Memlûklara tâbi idi ama Bayezıd buraların Kadı Burhaneddin’e
ait yerler olduğunu ileri sürüyordu. İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. I, Ankara 1972, s. 300.
11 A.g.e, s. 143.
12 A.g.e., s. 167-169.
13 A.g.e., s. 188.
14 A.g.e., s. 224.
15 Neşrî’nin kimliği, evrensel tarihi, Osmanlı tarihinin kaynakları hakkında ayrıntılı bir tartışma
için bkz. V.L. Ménage, Neshri’s History of the Ottomans-The Sources and Development of the Text,
London 1964.
16Mehmed Neşrî, Kitâb-ı Cihan-nümâ-Neşrî Tarihi, Yay. F.Reşit Unat-M. Altay Köymen, c. I,
Ankara 1995, 3. Bs., s. 13.
9
10
379
MEHMET ÖZ
Kalaç, Ağaçeri, Ayferi kabilelerinin doğu ve kuzey beldelerine kaçtığı ve bunların
yaşadığı yere Moğolistan dendiği de eklenir.
Osmanlıların kökenleri konusunu anlatırken Gazneli Mahmud’un Selçukoğullarını
yüz bin kadar “etrâkle” [Türklerle] Horasan’a geçirdiğini belirten Neşrî, Osmanlıların atalarından “Âl-i Selçuk’a müntesib olan etrâkden [Türklerden] Gök Alp Han
evlâdından tavarlı rızklu bir taife” olarak bahseder.17 Ertuğrul’un babası Süleyman
Şah’ın Caber Kalesi altındaki mezarına “Mezâr-ı Türk” dendiği, yanındaki
“etrâk”den bir tâifenin orada yurt tuttukları, Caber Kalesinin “el’an” yani Neşrî
zamanında “ol etrâkün neslinden” kimselerin hâkim olduğu, o Türklerin bir kısmının ayrılarak Berriyye’ye gittiği, “şimdi anlara Şam Türkman’ı” dendiği, kiminin de
Rûm’a geldiği ve “Rûm’da olan göçer evler anlarun neslinden” idiğü, bu “Etrâk”ten
bazılarının Süleyman Şah oğullarına uyup Rum’a vardıkları anlatılır18. Kısacası onlar
Selçuklularla birlikte gelen Türklerden bir grup idi ve Süleyman Şah öldükten sonra
oğullarına uyanların Rum’a yani Anadolu’ya geldiğini, Berriye’ye giden bir kısmının
ise daha sonra Şam Türkmenleri olarak adlandırıldığını anlıyoruz.
Osman Gazi’nin etrafındaki topluluğu, çevredeki gayrimüslimlerin “Türkler” olarak
adlandırdığı Neşrî ve diğer tarihlerde açıkça belirtilir. Mesela, Edebâli’nin rüyasını
tabir etmesinden sonra Osman Gazi, Kulaca Hisar’ı yakıp “kâfirini kırdı. Sabah olıcak, ol ilün kâfirleri cem’ olub Karaca-Hisar tekvur’ına adem gönderüb eytdiler: “bu
Türkler ki gelüb bunda tavattun itdiler”.19
Eserinin başında Türkmen kelimesini kapsayıcı anlamıyla kullanan Neşrî, ki ona
göre, Türkler Müslüman olunca onlara “Türki-i iman” denildi. Türkman kelimesi
bundan gelir20. Osmanlı tarihiyle ilgili olayları anlatırken belirli Türkmen beyleri ve
topluluklarından bahsederken bu kelimeyi kullanır. Mesela, Karaman oğullarının
“Tatar ve Türkman ve Varsak ve Turgud ve Bayburd”u topladıkları anlatılır.21 Yıldırım Bayezid’ın Anadolu’daki faaliyeti anlatılırken,22 “Bayezid Han Malatya’yı
Türkmen elinden Divrik’i Kürd’den aldı, bunlar kadim padişahlar değüllerdi.” diye
yazar. Çelebi Mehmed’in Tokat yöresinde İnal oğlu adlı bir derebeyine karşı mücadelesinde İnal oğlu ve adamları Türkmen olarak geçer.23 Yine Artık Ova’daki Köpek
oğlu da “bir bed-fi’il harami Türkmân” olarak anılır.24 Çelebi Mehmed’in askerleri
“Rum serverleri”dir.25 II. Murad devrinde Amasya ve Tokat yöresindeki Kızılkoca
oğulları olarak anılan Türkmenlerin durumu ve Yörgüç Paşa’nın bunları katletmesi
ayrıntılı olarak anlatılır.26 Aynı sultan, kızını istediği Dülkadir oğlu Süleyman
Bey’den “bir hoş Türkmen”27 olarak bahseder.
Neşrî, c. I, s. 57.
Neşrî, c. I, s. 61.
19 Neşrî, c. I, s. 85.
20 Neşrî, c. I, s. 17.
21 Neşrî, c. I, s. 219.
22 Neşrî, c. I, s. 341.
23 Neşrî, c. I, s. 389-395.
24 Neşrî, c. I, s. 401.
25 Neşrî, c. I, s. 435-437.
26 Neşrî, c. II, s. 593, 595, 599
27 Neşrî, c. II, s. 675.
17
18
380
İLK OSMANLI KRONİKLERİNDE OĞUZ-TÜRKMEN İMGESİ
Özetle Neşrî, Türk ve Türkmen kelimesini değişik bağlamlarda kullanmıştır. Bu
meyanda Türk çok daha kapsayıcı bir tanım olarak Türkmen ise konar-göçer hayat
tarzının yaygın olduğu Oğuzları anlatmak üzere kullanılmıştır. Neşrî’de etnik bir
bilincin daha ötesinde, modern milliyet anlayışı ile tam olarak örtüşüp örtüşmemesi
bir yana, putperestinden Müslüman olanlarına, konar-göçerinden yerleşiğine kadar,
kapsayıcı ve içerici bir Türklük kavramının ve şuurunun bulunduğu anlaşılmaktadır.
3-Kemalpaşazâde’nin Tevârih-i Âl-i Osman’ında Türkmen28
Osmanlı devlet adamlarından Şeyhülislam İbn Kemal’in (Kemalpaşazâde’nin) eserinde Türk ve Türkmen kelimeleri aşağı yukarı önceki eserlerdeki anlam ve çağrışımlarıyla ve genellikle nötr bir anlatımla ama bazen açık veya zımnî takdirkâr ifadelerle
de kullanılmaya devam etmiştir. Şerafettin Turan, İbn Kemal’in özellikle Müslüman
Türk devletlerinin devamlılığının bilincinde olan ve Anadolu’da vatan tutan Türklüğü esas alan bir Türklük şuurunun varlığı kanaatindedir.29
İbn Kemal’in başlangıç dönemlerinde, tıpkı kaynaklarını teşkil eden yazarlar gibi,
Osmanlıları Türk ve Türkmen olarak tavsif ettiği,30 bilahare Akkoyunlular ve Dülkadirliler için Türkmân tabirini kullandığı anlaşılmaktadır. Şimdi buna dair örnekleri
göstermeye çalışacağız. Mesela, Orhan Gazi’nin hizmetinde kızıl börk giyip akın ve
gaza faaliyetinde bulunanların Türk ve Türkmen kabilelerinden geldiği belirtilir:31
“Çün kabail-i Türk ve Türkmândan hayl-ı sultan-ı âleme hayli âdem karışub
dergâh-ı saltanat-penâhda cân ü dilden hidmete mâil olub âstân-ı saadet-âşiyanda
kulluk kemerin kuşandı durdu kızıl börkle ki ol zamanda dahi akın yolunda yelenlerin şahrâh-ı gazada varub gelenlerin şiar-ı hâssıydı.”
Selçuklu Devleti’nin kurucusu Selçuk Bey’in kim olduğu anlatılırken Kınık boyundan Türklerin komutanı olduğu, Afrasyab soyundan geldiği zikredilir ve “temiz
olmayan [Etrâk] Türkler”in kalplerinin ona meylettiği de ifade edilir:32
“Selçuk ki Afrasyâb’ın soyundandır, (…) Kınık boyundan olan Türklerin sâlârıdır
etbâ ve eşya çokluğunda Oğuz arasında mükerrem ve muhterem olmuşdu, kulûb-ı
Etrâk-i bî-pâk anın kabulüne maildi, rüzgarında olan kâmkârların namdarıydı.”
Kemalpaşazâde de diğer yazarlar gibi Türkmen/Türkmân kelimesini özellikle Dülkadirliler gibi Türk beylikleri ve Akkoyunlular hakkında kullanır. Alaüddevle
Beğ’den “Zü’l-kadr Türkmânının sâlârı” olarak bahseder (İbn-i Kemal, 1997:
15b/35)33. Karaman bölgesi halkı Türk ve Türkmendir. II. Bayezid’ın Larende yakınında verdiği ziyaret vesilesiyle, o kadar çok yemek dağıtıldı ki “ol yerün Türk ü
Burada yararlanılan ciltler için bkz. İbn-i Kemal, Tevârih-i Âl-i Osman, I. Defter, yay. Şerafettin
Turan, Ankara 1970; II. Defter, Yay. Şerafettin Turan, Ankara 1983; VII. Defter, yay. Ş. Turan,
Ankara 1957; VIII. Defter, haz. Ahmet Uğur, Ankara 1997; X. Defter, yay. Şefaettin Severcan,
Ankara 1996.
29 İbn Kemal, VII. Defter, s. LV.
30 I. Defter, s. 38-39.
31 II. Defter, s. 54
32 II. Defter, s. 71.
33 Ayrıca bkz. İbn Kemal VIII. Defter, 35b/82 (Dülkadirli ülkesi hakkında “Diyâr-ı Türkmân”),
Memlukların (Çerkes) “kişver-i Türkmâne” (yani Türkmen=Dülkadirli ülkesine) hücum” etmesi v. 36a/83; (Türkman”=Dülkadirli, “Rumîler” Osmanlılar anlamında, v. 39a-b, 51b,
(Türkman ikliminin=Dülkadirli ülkesinin ahalisi) 73a./163, v. 117a/259 (“Zülkadirlü
Türkmânı”); X. Defteri, s. 60, 144 (Dülkadirliler), 349 (Bozoklu isyancı Türkmenler).
28
381
MEHMET ÖZ
Türkmanı taşımadan üşendi”.34 Türkmân kelimesi Akkoyunluları tavsif etmek için
de kullanılır. Mesela, Uzun Hasan’ın torunu Mirza Ahmed’den “Türkmân beglerinün arasında fezayil-i nefsiyye vü hasâyil-i kudsiyyesiyle serâmeddi.” şeklinde bahsedilir.35
Sonuç Yerine
15. yüzyıldan 16. yüzyıla uzanan diğer Osmanlı eserlerinde de Osmanlıların Oğuz
geleneği, Türkmenlik kavramı çeşitli bağlamlarda karşımıza çıkar. Mesela, Ahmedî’nin İskendernâme’sindeki Dâstân ve Tevârih-i Mülûk-ı Âl-i Osman’ından sonra
yine büyük bir eser içinde ve manzum olarak yazılan Enverî’nin (ö. 1465’ten sonra)
Düstûrnâme adlı eserinin Osmanlı tarihi kısmı bu vadide günümüze ulaşan ikinci
kaynaktır.36 İlk kısmı genel İslam tarihine, ikinci kısmı Aydınoğulları tarihine, üçüncü kısmı ise Osmanlı tarihine aittir. Osmanlıları Oğuz Han’a bağlayan ve Oğuzların
ve Selçukluların tarihini de özetle nazma çeken şair, Ertuğrul’un babasını Gündüz
Alp olarak zikrettiği gibi Ertuğrul, Osman ve Orhan’ı “Beğ” olarak anar.37
Behçetü’t-Tevarih yazarının Karakoyunlu Cihanşah’a elçi olarak gittiğinde hükümdarın Oğuz tarihini getirtmesi, soy birliğinden dolayı Sultan Murad (II. Murad)’dan
ahiret kardeşim diye söz etmesi son derecede anlamlıdır. Bu eserde Sultan Murad’ın
Oğuz oğlu Gök Alp’e uzandığı yazılmaktadır.38
Fatih’in şehzadesi Cem Sultan’ın derlettiği Saltukname ve Câm-ı Cem-âyin adlı eserler de 15. Yüzyılda (yeniden) ortaya çıkan Oğuz geleneğini ve Türkmen arka planını
yansıtmak açısından kayda değerdir. Bayatlı Mahmud oğlu Hasan eserinde şöyle
der:
“…Osmanoğullarının soyu Oğuz’un büyük oğlu Gün Han’a ve onun boylarından Kayı
Han’a ulaştığı ve başkaca yüce silsilelerini, eldeki Oğuznâme’den kısaltarak yazıp vermemi istediler.”39
Bu kısa tebliğden, ilki 15. yüzyıl başlarına diğerleri aynı yüzyılın ortaları ve sonları
ile 16. yüzyıl başlarına ait çeşitli metinlerde Osmanlıların Oğuz Han soyundan geldikleri, Türkmen kökenlerini bildikleri ama zamanla Türkmenlikten çıktıkları için bu
kelimeyi hâkimiyetleri altındaki konar-göçer toplulukların yanı sıra onların bir vakitler egemenliği altında bulundukları Karakoyunlular, Dülkadirliler, Akkoyunlular
gibi Türk topluluk ve devletleri için kullandıkları anlaşılmaktadır. II. Murad, Cem
Sultan gibi hükümdar ve şehzadelerde çok daha açık olmak üzere, 15. Yüzyıl hükümdarlarının Oğuz geleneğini şuurlu bir siyaset unsuru olarak algıladığı da tespit
edilmektedir.
VIII. Defter, 35b/81)
VIII. Defter, 66b/148. Diğer örnekler için, VII. Defter, s. 191,194, 196 vs.; VIII. Defter,.67a-b
68a, 69a-b, 70a, 71a. (s.148-158 arası).
36 Fatih Devri Kaynaklarından Düstûrnâme-i Enverî-Osmanlı Tarihi Kısmı (1299-1466), haz. Necdet
Öztürk, İstanbul 2003.
37 A.g.e., s. 22.
38 Şükrullah, Behçetü’t-tevarih (Osmanlı Sultanları Tarihi kısmı), Osmanlı Tarihleri I, yay. Atsız,
s. 51.
39 Osmanlı Tarihleri I içinde (Câm-ı Cem-Âyin), s. 379.
34
35
382
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
O Ğ U Z L A R I N B A T I K O L U UZ ’ L A R V E
MACARİSTAN’LA OLAN İLİŞKİLERİ
M IH ÁLY DO BR OV ITS
Oğuzların Uz ismine ilk olarak X-XI. yy. Bizans kaynaklarında Uz(oi) Οὖζοι şeklinde
rastlanır.1 Bunlar Maveraünnehir Oğuzları'nın Batı tarafına göç etmiş gruplar
olmalıdır. Yirmi dört boydan oluşan Maveraünnehir Oğuz Yabğu Devleti VIII. yy.ın
ikinci yarısında meydana gelip büyük Kıpçak göçünün etkisi altında varlığını yitirip
yerini Selçuklu ve ve Türkmenlere bırakmıştır.2
Şimdiki konumuz bu topluluğun Müslüman olmayıp kuzeyden batı tarafına geçen
unsurları olacaktır.
1. Ad meselesi
Bizans kaynaklarında görünen Uz(oi) Οὖζοι şekli herhâlde yumuşak [Ğ] sesinin
Oğuz kelimesinin ortasından düşmesinin neticesi olarak meydana gelmiştir.
Sonundaki oi Yunanca bir çoğul ifadesi olan Rumca şekileri de buna delalet eder.
Kelimenin eğri vurgu ile yazılmış olması da uzun ünlüyle telaffuzunu gösterir.
Aynen bugünkü Macarca şekli de uzun ünlüyle oluz: úz [u:z].
Aynı zamanda Úz'ların boy teşkilatı hakkında hiçbir bilgiye sahip değiliz.
2. XI. yy.da Macaristan'ın siyasi durumu
XI. yy. Macar tarihinde kargaşalığın yoğun olduğu bir dönemdir. Hrıstiyanlığa geçiş
ile çeşitli dinastik meselelerle örülüdür. Hrıstiyan Macar devletini son olarak
konsolide eden hükümdar I. (Aziz) Vladislav (Macarca: Szent László, doğumu 1046,
hk. 1077-1095)’dur. Hakkında çeşitli kilise rivayetleri söylenen bu hükümdarın
yürüttüğü politakaların odak noktasını genç Macar Kırallığını içten ve dıştan
stabilize etmekle sülalenin iç ilişkilerini düzene getirmek idi. Bilindiği gibi XI. yy.
Hrıstiyan âleminin en karışık olduğu dönemlerden birisidir. Bir yandan 1054'te
1
2
Moravcsik: ByzTurc II., 229-229; Golden: Introduction, 205.
Sümer: Oğuzlar, 25-60; Agacanov, Oçerki, 122-162; Golden: Introduction, 207-211.
383
MIHÁLY DOBROVITS
meydana gelen Büyük Skizm (yani Bizansla Romanın arasındaki süregelen ayrılık)
öte yandan Papalık ve İmparatorluk arasındaki İnvestitür savaşları Macaristan'da
etkisini hissettirdi. Her iki imparatorluk ile sınırdaş olan Macaristan ikisiyle de iyi
geçinmeye çalışırdı. Aziz Vladislav Batı İmparatorluğunu desteklerken, kızını
(Priska, Piroska, veya Yunanca Azize Eirene) da Bizans imparatoru II. Iohannes
Komnenos (d. 1087, hk. 1118-1143) ile evlendirmiştir. Úz'ların Macar coğrafyasına
girmeleri işte tam bu döneme denk gelir.
3. Kerlés (Cserhalom) meydan muhaberesi
1068 yılında Macar müverrihlerine göre Peçenekler'den ibaret bir göçmen topluluğu
Macaristan'ın arazisine girip Transilvanya (Erdel) vilayetini talan etmişlerdir. Macar
güçleri bunlara Kerlés (bugün Chiarleş, Romanya) köyüne yakın bir yerde karşı
koyup onları tam bir hezimete uğratmıştır. Bu topluluğun başında bulunan Ozul
veya Oslu'nun isminden yola çıkarak, zaman ve mekan itibariyle Úz'ların olduğu
merhum hocalarımızdan Rásonyi tarafından saptanmıştır. Meydan muhaberesinin
yerine göre Úz'ların yerleşim merkezleri Moldayva'nın kuzey bölgeleri olabilirdi.
4. Aziz Vladislav rivayeti
Bu meydan muhaberesinde Macar ordularının resmî başkumandanı o zamanki
Macar kralı (ve Aziz Vladislav'ın yeğeni) Salamon (1063-1074) idi. Gerçek kumandan
ise, onun amcası Aziz Vladislav'tı. Aziz Vladislav'ın kilisevi yaşam (Vita,
menakibname)’sine göre muharebe esnasında (gelecekteki) kral düşmanlarından
birisi tarafından kaçırılan bir Macar güzelini görüp onu kurtarmağa çalışırken ona
yetişmeyeceğinin farkına varıp kıza 'bacım bunu kemerinden tutup indir' diye
buyurmuş ve bunlar olunca düşman savaşçısı ile güreşe kalkmiş. Kızın da yardımı
ile o adamı öldürmüş ve başını kızın kucağına eğerek istirahat etmiştir.
Hrıstiyan rivayetlerinin arasında bulunan bu efsanenin aslının şamanistik bir hikaye
(yani iyi – ak şamanla kötü – yani kara şamanın güreşmesi) ananesine dayandığı
hususunu değerli bilim adamlarımızdan Gyula László ve Vilmos Diószegi tarafından
çoktandır saptanmıştır. Dikkatimizi çekecek husus, böyle bir efsanenin Macar kralı
Azız Vladislav'ın Vita (Yaşam, biraz paralel olarak menakipnameleri de
anabiliriz)’sında yer almasıdır.
4. Úz'ların Macaristan'a yerleşmeleri
Úz'ların Macaristan'a yerleşmelerine dair elimizde yazılı kaynaklar olmadığı hâlde
Macaristan’daki varlıklarını yer adlarından öğrenmek mümkündür. Bunların en
önemlisi bugünkü Macaristan'ın kuzey doğusunda bulunan Ózd [o:zd] kentidir.
Bundan başka Transilvanya'da Uzon köyü ve Karpatlarda Uzon geçidi de
bulunmaktadır.
5. Sayıları
Macaristan ile temasta bulunan veya sonradan ülkeye yerleşen Úz'ların sayısı fazla
olamaz. Herhâlde Peçenekler ile karışan az sayılı bir toplum sözkonusudur.
6. Din
Şamanist, Hristiyan.
384
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
KARADENİZ’İN KUZEYİNDE OĞUZ-GUZ-UZLAR
M UAL LA U YDU YÜCE L
Siyasi Tarihleri
Türkistan coğrafyasından başlayan ve boyları göç etmek zorunda bırakan sosyal ve
siyasi baskılar, bazı Oğuz boylarının Hazar Denizi’nin kuzeyinden Karadeniz’in kuzeyine gelmelerine sebep olmuştur. Bu gelme Oğuzlara bölgede varlık gösteren Rus
milletinin kaynaklarında yer almalarını sağlamıştır. Karadeniz’in kuzeyinde esaslı bir
varlık gösteren Oğuzlar konusunda müracaat ettiğimiz yegâne kaynaklar Rus Yıllıkları
ile Rus kaynaklarıdır. Ayrıca Arap-Fars kaynakları ile çok azda olsa Bizans İmparatoru
Constantinos Porhyregennetos’un eserinde bilgiler bulunmaktadır.
Rus yıllıklarında Oğuzlar: Tork (торки; тюрки: Torki, Turki, Toruky: Türk, nâdiren
Torkmen1 : Türkmen şeklinde geçerlerken; Bizans kaynaklarında “Uz”, Arap kaynaklarında “Guz” adı altında anılmışlardır. Bu adlar altında verilen bu boy bilindiği üzere
Oğuz boylarının batı kısmını teşkil eden grubudur2. Ayrıca Rus Yıllıkları diğer Oğuz
boylarını – баяндыры (bayandır), кайы (гая: kayı), бечене (beçene), тувер (Tuver)
isimleri altında vermişlerdir. Biz konuyu genel olarak Uz tarihi açısından ele alıp bir
değerlendirmeye tabi tutmaya çalışacağız.
Uzlar, Karadeniz’in kuzeyine geldiklerinde önce burada önemli bir siyasi güç ortaya
koymaya çalışan Peçenekleri İdil ötesindeki yurtlarından çıkarmışlar, sonra da bu
bölgeyi işgal ederek (860-870’ler) batıya geçmişlerdir3. Bu sırada bu topraklarda siyasi
Sınırları boyunca yaşayan milletlerin hareketlerinden çok iyi haberdar olan Rus yıllıkları Uz
adını bir kere dahi olsun zikretmemişlerdir. Bu yüzyılda batı’ya doğru göç eden başka Türk
boylarından bahsetmemiş olmaları da göz önüne alınırsa Tork adıyla Uzları kastetmiş olmaları kuvvetle ihtimaldir. P.V.Golubovskiy, Peçenegi, Torki ve Polovtsı, Rus i Step Do Naşestviya
Tatar, Moskva 2011, s.40; Kossanyi Vela, “XI-XII.Asırlarda Uzlar ve Komanların Tarihine
Dâir”, Türk.terc., Hamit Koşay, Belleten, C.VIII, s. 29, 1944, s. 122.
2 Oğuzlar hakkında geniş bilgi için bkz. Faruk Sümer, Oğuzlar, TDAV Yay. İstanbul, 1992.
3 Golubovskiy, Peçenegi, s. 46; A. N. Kurat, IV-XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz’in Kuzeyindeki Türk
Devletleri ve Kavimleri Tarihi, Ankara 1972, s. 65; Kossanyi, Uzlar ve Komanların, s. 120.
1
385
MUALLA UYDU YÜCEL
üstünlüğü elinde tutan Hazar Devleti, Peçeneklere karşı Uzlar ile bir ittifak kurmuştur.
Bu ittifak başlangıçta isteneni vermişse de daha sonra Peçenek baskıları bu ittifakın
sonuçsuz kalmasını sağlamıştır.
Rus Yıllıkları Uzların, Karadeniz’in kuzeyindeki siyasi tarihleri hakkında bilgi verirlerken, Arap-Şark kaynakları ise coğrafyaları ile bazı kültürel özellikleri hakkında bilgi
vermektedirler. Bizans kaynaklarında ise Tuna’nın ötesindeki tarihleri hakkında bilgiler yer almaktadır. Konumuz olan Karadeniz’in kuzeyindeki tarihleri hakkında en
önemli kaynaklarımız olan Rus Yıllıklarının aktardıkları bilgileri aktarmaya çalışalım:
Yıllıkların verdikleri bilgilerden Oğuz-Uzların yani Torkların, Kiev Rusyasında görünmeleri 985 tarihinde olmuştur: Yıl 985: Vladimir (980-1014)4 dayısı Dobrın ile kayıklarla
(kayılara binerek) Bulgarlar üzerine gitti, Uzlar ise sahile atlarla geldiler ve Bulgarları yendiler”5.
Bundan tam 70 yıl sonra bu sefer Pereyaslavl topraklarında yaşamışlar ve Rusları rahatsız etmişlerdir zira yıllıklardaki “Yıl 1055: Vsevolod6 Uzların üzerine gitti ve onları
yendi7” ile “Yıl 1056: İzyaslav8 Kiev’de, Svyatoslav9 Çernigov’da, Vsevolod Pereyaslavl’de,
İgor10 Vladimir’de, Vyaçeslav11 Smolensk’de yaşadılar. Bu yılın kışında Vsevolod Uzlar üzerine
Voin’e (askerleriyle) gitti ve onları yendi”12 ifadelerinden bunu anlıyoruz.
1055-56 seferleri Uzların saldırılarını bertaraf edememiş ve 1060 yılında, Rus knezleri
aralarında anlaşıp tekrar onların üzerine gitmişlerdir. Bu hadise yıllıklarda şöyle anlatılmaktadır:
Vladimir (Vasiliy) Svyatoslaviç (980-1014), “Svyatoy: Aziz” diye lakâp almıştır. Svyatoslav
İgoreviç’in oğlu ve Kiev knezidir. Hristiyanlığı kabul eden ilk Rus knezidir.
5 Povesti Vremenıh Let, Haz. D.S.Lihaçeva-B.A.Romanova, Moskova-Leningrad 1950, s. 58; Letopis
po İpatskomu Spisku, Arheografiçeskoy Kommissii, Sank-Peterburg, 1871, s. 56; Troitskaya Letopis, Haz. M. D. Priselkov, Moskova-Leningrad, 1950, s. 96; Novogorodskaya Pervaya Letopis,
Starşego i Mladşego İzvodov, Komissionnıy Spisok Moskova-Leningrad, 1950. s. 132; Polnoe Sobranie Russkih Letopisi, Radzivilovskaya Letopis, T.XIII, Leningrad 1989, s. 41; Patriarş ili Nikonovskoyu Letopisyu, Polnoye Sobraniye Russkih Letopisey, Sank-Peterburg 1862, s. 42. Rus Yıllıkları için
bkz. Mualla Uydu Yücel, İlk Rus Yıllıklarına Göre Türkler, Ankara 2007.
6 Vsevolod Yaroslaviç (d.1030-ö.1093), Knez Yaroslav Vladimiroviç’in oğludur. 1054-1079 yıllarında Pereyaslavl; 1079-1093 yılları arasında da Kiev’de knezlik yapmıştır.
7 Nikonovskaya Letopis’ I, s. 91.
8 İzyaslav Yaroslaviç (d.1024-ö.1077), Knez Yaroslav Vladimiroviç’in en büyük oğludur ve vaftiz
ismi olan Dimitri adıyla ünlenmiştir. 1054-1077 yılları arasında Kiev’de knezlik yapmıştır.
9 Svyatoslav Yaroslaviç (d.1027-ö.1076), Knez Yaroslav Vladimiroviç’in üçüncü oğludur. 1054’te
babasından Çernigov knezliğini almıştır. 1054’ten 1076’ya kadar Çernigov knezliği yapmıştır.
10 İgor Yaroslaviç, Knez Yaroslav Vladimiroviç’in oğludur. Önce Vladimir-Volın’de daha sonra
da Smolensk’de knezlik yapmıştır.
11 Vyaçeslav Yaroslaviç (d.1036-ö.1057), Knez Yaroslav Vladimiroviç’in oğludur ve Smolensk’de
knezlik yapmıştır.
12 Povesti Vremennıh Let, s. 109; İpatiyevskaya Letopis’, s. 114; Letopis po Lavrentıyevskomu Spisku,
Arheografiçeskoy Kommissii, Sank-Peterburg, 1872, s. 158; Troitskaya Letopis, s. 141; Novogorodskaya Pervaya Letopis Komissionnıy Spisok, s.183; Radzivilovskaya Letopis’, s. 69.
4
386
KARADENİZ’İN KUZEYİNDE OĞUZ-GUZ-UZLAR
“Yıl 1060: Bu yıl İgor Yaroslaviç öldü. Yine aynı yıl İzyaslav, Svyatoslav, Vsevolod ve Vseslav13 kalabalık bir ordu toplayarak bazılarını atlarla (karadan) bazılarını kayıklarla (denizden)
Uzların üzerine sefere gönderdiler. Bunu duyan Uzlar korkarak geri dönüp kaçtılar. Sahilde
Tanrı’nın gazabına uğrayarak kimileri açlıktan, kimileri soğuktan kimileri de hastalıktan kırılıp
öldüler. Böylece Tanrı Hıristiyanları alçaklardan kurtardı”14.
Uzlar, 1060’tan itibaren güçlerini büyük oranda kaybetmişlerse de 1080 tarihinde yeniden Rus topraklarına hücum edecek kadar kendilerini toparlayabilmişlerdir. Yıllıklarımız bu tarihte Uzların yine Pereyaslavl’de göründüklerini ve Kiev knezi Vsevolod’un
o sırada Çernigov knezi olan Vladimir Monomah’ı onların üzerine gönderdiğini kaydetmektedirler: “Yıl 1080: Uzlar Rusya’da Pereyaslavl’de göründüler. Vsevolod onların üzerine oğlu Vladimiri15 gönderdi. Vladimir de giderek Uzları yendi”16.
Bir taraftan knezlik içerisinde birçok mesele ile uğraşan, diğer taraftan Kumanlar ile
mücadele etmek zorunda kalan Vladimir, yıllıklarımızın ifadesi ile Uzların bu topraklara yerleşmelerine müsaade etmiş ve onlardan askeri anlamda özellikle Kumanlara
karşı faydalanmak istemiştir. Uzlar da bu sırada kendilerine yerleşme alanı olarak
Torçesk şehrini seçmişlerdir (bkz. Resim 3.). Tarihler 1093’ü gösterdiğinde başta Valdimir olmak üzere diğer Rus knezleri Trepol civarında Kumanlarla karşılaşmışlar
ancak istenilen sonuç elde edilemediği gibi Kumanlar galip gelmişlerdir. Bu sırada
Kumanların bir kısmı Uzların yerleştiği Torçesk şehrine hücum etmişlerdir. Uzlar bu
hücuma şiddetle karşı koymuşlar ve dokuz haftanın sonunda Kumanları çekilmek
zorunda bırakmışlardır.
Bu hadise yıllıklarda şöyle anlatılmaktadır:
Yıl 1093: Bu yıl Svyatopolk17, Vladimir ve onun kardeşi Rostislav18 Polovetsler (Kumanlar) ile
Trepol civarındaki Stugna19 nehrinde karşılaştılar. Savaşta Kumanlar galip geldiler. Kumanların bir kısmı savaş sonunda Kiev bozkırlarını yağmalarlarken, diğer bir kısmı da Torçesk’e gitti.
Kumanların Torçesk’i muhasaraları sırasında Uzlar mukavemet ettiler ve şehirde şiddetli bir
çarpışma oldu. Düşmanlardan pek çok kişi oldu (düşmanlar çok kalabalıktı). Kumanlar şehri sıkıştırmaya başladıklarında ilk önce şehre giden suyu kestiler ve böylece de şehirdeki insanları susuzluktan ve açlıktan yorgun düşürdüler. Uzlar Svyatopolk’a elçiler göndererek şöyle dediler:
“Eğer yiyecek bir şeyler getirmezsen teslim olacağız”. Svyatopolk onlara istediklerini gönderdi
Vseslav Bryaçislaviç, Knez Bryaçislav İzyaslaviç’in oğludur. Novgorod, Piskov ve Polotsk’da
knezlik yapmıştır. Yıllıklarda ismi ilk defa 1044 yılı hâdiselerinde geçmektedir. 1101’de ölmüştür.
14 Povesti Vremennıh Let, s.109; İpatiyevskaya Letopis’, s.114; Lavrentiyevskaya Letopis’, s.159; Radzivilovskaya Letopis’, s. 70; Troitskaya Letopis ve Nikonovskaya Letopis’ I’deverilen bilgiler aynıdır
ama yıl 1059 olarak verilmiştir, s. 142; Nikonovskaya Letopis’ I, s. 91-92.
15 Vladimir Vasiliy Vsevolodoviç (d.1053-ö.1125), Knez Vsevolod Yaroslaviç’in oğludur. Monomach olarak ünlenmiştir. Rusya’nın Moğollar tarafından istilâsına kadar olan dönemin en
büyük knezi olarak kabul edilmiştir. 1113-1125 yılları arasında Kiev’de knezlik yapmıştır.
16 Povesti Vremennıh Let, s. 135; İpatiyevskaya Letopis’, s. 143; Lavrentiyevskaya Letopis’, s. 198;
Troitskaya Letopis’, s. 163; Radzivilovskaya Letopis’, s. 83; Voskresenskaya Letopis’, s. 3; Nikonovskaya Letopis’ I, s. 110.
17 Svyatopolk Mihail İzyaslaviç (d. 1050-ö.1113), Knez İzyaslav Yaroslaviç’in oğludur. 1078-1088
arası Novgorod’da; 1088-1093 arası Turov’da ve 1093-1113 arasında da Kiev’de knezlik yapmıştır.
18 Rostislav Vsevolodoviç, Knez Vsevolod Yaroslaviç’in oğlu ve Vladimir Monomah’ın kardeşidir. Pereyaslavl knezidir. 1093’te ölmüştür.
19 Dinyeper’in Kiev’in kuzeyine dökülen kollarından biridir.
13
387
MUALLA UYDU YÜCEL
ama onların o kadar askerin (Kuman askerinin) arasından geçerek şehre girmeleri mümkün olmadı. Kumanlar şehrin yanında 9 hafta kaldılar ve sonra 2’ye ayrıldılar. Bir kısmı şehrin civarında savaşmak için kalırken diğerleri de Kiev’e gittiler ve Kiev'le Vışgorad arasındaki bölgeye
hücum ettiler. Svyatopolk Jelan’a20 onları karşılamak için gitti. Karşılaştıklarında çarpışmaya
başladılar, savaş alevlendi. Bizim diğer kabilelerden olan askerlerimizin çoğu düşmanın hücumu
karşısında yaralanarak öldü. Burada ölenlerin sayısı Trepol’de ölenlerin sayısından daha fazlaydı. Svyatopolk Kiev’e 3. kez geldi. Kumanlar ise Torçesk’e geri döndüler. Bu felâket 23 Haziran’da oldu. Ertesi sabah yani 24 Haziran Aziz Çilekeş Boris ve Gleb günüydü. Şehirde büyük
bir üzüntü vardı. Bu bizim başımıza günâhlarmızdan, hatalarımızdan ve kanunsuz işlerle uğraşmamızdan dolayı geldi”21.
Bu olaylar anlatılırken dikkatimizi çeken Uzların yerleştikleri şehre kendi boy adlarını
verdikleridir zira Torçesk: Торческ şehri Торки (Türkler) kelimesinden gelmektedir.
Torçesk şehri o dönemde yani XI-XIII. yüzyıllarda oldukça büyük bir şehir olup, genişliği 90 hektardı, günümüzde Ukrayna topraklarında bulunan Ros Nehri yakınlarındaki
Şarki ile Olşanitsa arasında, Belaya Tserkvi’den yaklaşık 36 km doğuda konuşlanmıştır.
Bu şehirdeki kazılar RAN tarafından yapılmıştır22. Rus tarihçi Rıbakov, bu şehrin özellikle XII ve XIII. yüzyıllarda Kara-Kalpaklıların başkenti olduğunu söylemektedir23
(bkz. Resim 3, 4.).
Uzların siyasi tarihlerine geri dönecek olursak; 1096 yılında Kumanlar, İtlar ile Kitan
adlarındaki elçilerini göndermişler ve Pereyeslavl Knezi olan Vladimir ile barış yapmak istemişlerdir. Ancak, Kiev Knezi Svyatopolk’un bir adamı Valdimir’in yanına
gelerek onu Uzlarla barış yapmamaya hatta onları öldürmeye ikna etmiştir. Vladimir,
bu kişiyi Uzlar ile beraber sınıra gönderirken, kendisi İtlar ve Kitan’ı öldürtmüştür. Bu
olay yıllıklarda şöyle anlatılmaktadır:
“Yıl 1095: Kumanlardan İtlar ve Kıtan, kendi Kumanlarını yanlarına alarak Vladimir ile barışmaya geldiler. İtlar Pereyaslavl şehrine gelirken, Kıtan askerleriyle sınırda durdu. Vladimir
oğlu Svyatoslav’ı Kıtan’a rehine olarak verdi. İtlar ise şehirde en iyi askerleriyle beraber bulunuyordu. Bu sırada Kiev’de Svyatopolk’un yanından Slavyata adında bir boyar Vladimir’e geldi. Ratiborov’un24 drujinası knez Vladimir ile İtların ordusunu nasıl imha edeceklerini düşünmeye başladılar. Vladimir bunu yapmak istemedi ve şöyle dedi: “Bunu nasıl yaparım? onlara
söz verdim”. Bu cevap karşısında drujinası Vladimir’e şöyle dedi: “Knez! senin bunda günâhın
yok: onlarda daima sana söz verip yemin ediyorlar ama yine de Rus topraklarını yakıpyıkıyorlar ve durmadan Hıristiyan kanını döküyorlar”. Vladimir onları dinledi ve aynı gece
Slavyata’yı küçük bir drujina ve Uzlar’la beraber sınıra gönderdi. İlk önce Svyatoslav’ı kaçırdılar daha sonra Kıtan’ı öldürerek kılıçtan geçirdiler. Cumartesi günü akşam olduğunda İtlar o
geceyi Ratibor’un yakınındaki avluda Kıtan’a neler olduğunu bilmeden drujinası ile birlikte
uyuyarak geçirdi. Ertesi gün Pazardı ve sabahın ilk saatlerinde Ratibor kendi gençlerini silâhlandırarak savaşa hazırladı ve onlara evi yıkmalarını emretti. Vladimir, İtlar’a kendi gençlerin-
Kiev yakınlarında bulunan bir dağ.
Povesti Vremennıh Let, s. 144-145; Lavrentiyevskaya Letopis’, s.213-214; Troitskaya Letopis’, s.172173; Radzivilovskaya Letopis’, s. 87-88; Voskresenskaya Letopis’, s. 6-7: Bu yıllıkta hâdisenin 23
Haziran’da olduğu verilmektedir; Nikonovskaya Letopis’ I’de bu bilgiler 1094 yılına âit olarak
verilmiş ve hâdisenin 23 Haziran’da olduğu belirtilmiştir, s. 121.
22 Ovez Gundogdıyev, Turkmenskıy Sled v Drevnerusskoy Toponomike, www.turkmen.ru adresinden 06.06.2014 tarihinde alınmıştır.
23 B.A. Rıbakov, “Тоrçesk, Gorod-Çernıh Klobuko” Аrheologiçeskiye Otkrıtiya, Moskva 1966-1967,
s. 243-245.
24 Kiev boyarlarından biri.
20
21
388
KARADENİZ’İN KUZEYİNDE OĞUZ-GUZ-UZLAR
den Byandük’ü gönderdi. Byandük İtlar’a şöyle dedi: “Knez Vladimir seni şöyle diyerek yanına
çağırıyor: “Ayaklarınızı sıcak bir eve sokmak ve Ratibor’un yanında kahvaltı etmek için bana
geliniz”. İtlar da şöyle dedi: “Tamam geleceğim”. Onlar ocağın yanına geldiklerinde onların
üzerine kapıyı kitlediler ve damda bir delik açtılar. Ratibor’un oğlu Olbeg oku alıp attı ve ok İtlar’ın kalbine isabet etti. Drujinasını ise kılıçtan geçirdiler. İşte İtlar’ın ölümü böyle şerefsizce
oldu. Bu hâdise Peynir Haftası25 olan 24 Şubat’ta saat 1’de oldu. Svyatopolk ve Vladimir,
Oleg’e26 elçiler göndererek ona onlarla beraber Kumanlar üzerine gitmesini emrettiler. Oleg onlara gideceğine dâir söz verdi ve yola çıktı. Ancak onlarla aynı yoldan gitmedi. Svyatopolk ve
Vladimir sınıra gelerek sınırı aldılar ve oradaki hayvanları, atları, develeri ve insanları ele geçirip onları kendi topraklarına götürdüler. Svyatopolk ve Vladimir kötülere karşı arkalarından
gelmediği için Oleg’e kızdılar. Ona elçi göndererek şöyle dediler: “Sen Rus topraklarını yakıpyıkan kötülere karşı bizimle gelmediğin gibi birde elinde İtlar’ın oğlunu tutuyorsun. Onu ya
öldür ya da bize ver. O bizim topraklarımızın düşmanıdır”. Oleg onları dinlemedi ve böylece
aralarında husumet meydana geldi”27.
Bu olaydan bir yıl sonra, Uzları tekrar Kumanlarla birlikte hareket eder görüyoruz: “Yıl
(l096: Bu sırada Uzlar, Kumanlar ve Çiteeviçlerle28 geldiler. Biz onları karşılamak üzere Sula’ya
gittik”29.
Rus yıllıklarında Türkmen, Peçenek, Kuman ve Uzların hepsinin aynı boydan geldikleri 1096 tarihindeki kayıtta şu şekilde verilmektedir:
“Yıl 1096: Onlar doğu ile kuzey arasındaki Yetriv çölünden 4 boy halinde çıktılar: Torkmenler,
Peçenekler, Uzlar, Kumanlar. Mefodiy, Gedeon’un onları kılıçtan geçirmeden önce 8 boy oldukarını söylüyor. Gerçektende onlar 8 boy olarak çöle geldiler ama 4’ü kılıçtan geçirildiler. Diğerleri ise şöyle diyorlar: Amanoğulları, ama bu doğru değil: Moav oğulları - bunlar Amon’un
oğulları - Hvalisler- ki bunlar Bulgarlardır. Saratsinler ise İsmaillerden geliyorlar ve kendilerini
Sarin (Sar’ın oğulları) diye adlandırıyorlar. Bu da demektir ki: “Biz Sariniz”. Böylece Hvalisler
ve Bulgarlar Lot’un kızından geliyorlar, ama bu boylar temiz değildir çünkü o babasından hamile kaldı. İsmail’in çölden çıkarak gelen 12 oğlu vardı: Türkmenler, Peçenekler, Uzlar, Kumanlar.
Bu 8 boydan sonra yüzyılın sonunda Aleksandr Makedon (Tanrı Dağları) dağlarından pis (temiz olmayan) insanlar çıkarak dağıldılar”30.
Uzların, Rus knezlerinin (bkz. Resim 6) aralarındaki iç mücadelelerde taraf oldukları
yıllıkların 1097 yılına ait verdikleri bilgilerden anlaşılmaktadır. Bu bilgilere göre Kiev
knezi Svyatopolk, Çernigov knezi David ile beraber kardeşi Vasilko’nun kendi aralarında savaşmayacakları ve birbirlerinin knezliklerine göz dikmeyeceklerine dair verdikleri sözü çiğnediğini düşünerek gözlerine mil çekilmesini emretmiş ve bu emri
Kilise kitaplarında “Maslyânitsa (Maslinitsa) olarak adlandırılan “Peynir Haftası”, Hristiyanlığın oruç dönemlerinden biridir.
26 Oleg Svyatoslaviç, Knez Svyatoslav Yaroslaviç’in oğlu ve Çernigov knezidir. Yıllıklarda ismi
ilk defa 1075 yılı hâdiselerinde geçmektedir. 1115’te ölmüştür.
27 Povesti Vremennıh Let, s. 148-149; İpatiyevskaya Letopis’, s. 158-159; Lavrentiyevskaya Letopis’, s.
219-220; Troitskaya Letopis’, s.176; Radzivilovskaya Letopis’, s. 90-91; Voskresenskaya Letopis’, s. 8;
Nikonovskaya Letopis’ I, s. 123-124.
28 Kuman kabilelerinden biridir. Baskakov bu ismin anlamını şöyle açıklamaktadır: < Jeti ~ ceti“yedi” + oba “boy” > ceti oba: yedi boy, Bkz: A.N. Baskakov, Turkskaya Leksika v “Slove o Polku
İgoreve”, Moskva, l985, s. 91.
29 Povesti Vremennıh Let, s. 161; Lavrentiyevskaya Letopis’, s. 241.
30 Povesti Vremennıh Let, s. 150-151; İpatiyevskaya Letopis’, s. 161-163; Lavrentiyevskaya Letopis’, s.
223-225; Troitskaya Letopis’, s.17-18; Radzivilovskaya Letopis’, s. 92; Voskresenskaya Letopis’, s. 910; Nikonovskaya Letopis’ I, s. 125-127.
25
389
MUALLA UYDU YÜCEL
uygulamak üzere de Uzlar’dan Berendi adındaki Svyatopolk’un koyun çobanını göndermiştir31.
Yıllıklar yine 1097 olaylarını anlatırlarken Vasilko’nun gözlerine mil çekildikten sonra
içine düştüğü pişmanlığı anlatırlarken, Vasilko’nun böyle yapmasının sebebini şu
şekilde açıklamaktadırlar:
“Berendilerin, Peçeneklerin ve Uzların ona doğru geldiklerini haber aldığında kendi kendine:
Eğer Berendiler, Peçenekler ve Uzlar benim yanımda olurlarsa kardeşlerim Volodar ve Davıd’a
şöyle diyeceğini: “Bana küçük drujinanızı veriniz, kendiniz ise içiniz ve eğleniniz”. Ve şöyle düşündüğünü söylemektedir: Kışın Polyak topraklarına hücum edeceğim, yazın ise bu toprakları
ele geçirerek Rus topraklarının öcünü alacağım. Sonra Tuna Bulgarlarını alarak onları yanımda
oturtmak istedim. Daha sonra Polovetsler üzerine gitmek için Svyatopolk ve Vladimir’in iznini
istedim. Ya şöhret olacaktım ya da Rus toprakları için başımı verecektim. Gönlümde ne Svyatopolk ne de Davıd’e karşı bir düşünce olmadı. Tanrı’ya yemin ederim ki kardeşlerime karşı bir kötülük düşünmedim. Ancak ben kendimi çok övdüm ve bana Berendiler gelerek gönlümü hoş
edip, zekâmı beğendiklerini söylediler. Tanrı da beni cezalandırdı”32.
Bu sözler bize Rus knezlerinin aralarındaki itilafların çözümünde dayandıkları en
önemli unsurun Türk boyları olduğunu göstermektedir.
Bilindiği üzere 1103 tarihi Kuman-Rus mücadelesinde, Ruslar adına büyük bir zaferin
kazanıldığı yıldır. Ruslar sadece Kumanları yenmemişler, aynı zamanda hayvan, koyun, at, deve, pek çok eşya ve esir alarak, Uzların ve Peçeneklerin sınırlarını ele geçirmişlerdir33.
İki yıl sonra 1105’te Kuman Başbuğu Bonyak’ın Zarub’a gelerek Uzları ve Berendileri
yendiğini görüyoruz34.
Rus Yıllıklarının “Yıl 1116: Bu yıl Don yakınlarında Kumanlar, Uzlar ve Peçenekler ile iki
gün iki gece şiddetli savaşıldı. Sonra Uzlar ve Peçenekler Rusya’ya Vladimir’in yanına geldiler”35 kaydı bizi önce Kuman, Uz ve Peçenekler ile savaşıldığını, daha sonra da Uzların
ve Peçeneklerin kendi istekleri ile Rusya’ya geldikleri sonucuna çıkarmaktadır. Peki, bu
Uzları ve Peçenekleri, Rusya’ya daha doğrusu Kiev’e getiren sebep ne olmuştur? Bu
sorunun cevabı aynı olayı 1114 yılında anlatan Voskresenskaya Letopis’in verdiği bilgide
saklıdır : “Bu yıl Kumanlar, Uzlar ve Peçenekler’le Don yakınlarında savaşıldı. Uzlar ve Peçenekler iki gün iki gece Don yakınlarında kaldıktan sonra Vladimir’e gittiler”36. Bu kayıttan da
anlaşıldığı gibi Uzlar ve Peçenekler önce Kumanlarla beraber Ruslara karşı savaşmışlar
ve savaş galiba tam bir zaferle sonuçlanmamıştır. Bunun üzerine Don kıyılarında ne
yapacaklarına dair bir süre beklemişler ve sonunda kendilerine daha iyi imkânlar suPovesti Vremennıh Let, s. 171-173; İpatiyevskaya Letopis’, s. 167-171; Lavrentiyevskaya Letopis’, s.
242-252; Troitskaya Letopis’, s.184-188; Radzivilovskaya Letopis’, s.95-96; Voskresenskaya Letopis’, s.
12-14; Nikonovskaya Letopis’ I, s. 129-131.
32 Povesti Vremennıh Let, s. 174-176; İpatiyevskaya Letopis’, s. 173-174; Lavrentiyevskaya Letopis’, s.
252-257; Troitskaya Letopis’, s.189-190; Radzivilovskaya Letopis’, s. 97-98; Nikonovskaya Letopis’ I,
s. 131-133.
33 Povesti Vremennıh Let, s. 183-185; İpatiyevskaya Letopis’, s. 182-185; Lavrentiyevskaya Letopis’, s.
267-269; Troitskaya Letopis’, s. 198-200; Radzivilovskaya Letopis’, s. 100-101: Yıllıkta bu bilgilerle
beraber 5’te minyatür verilmiştir; Voskresenskaya Letopis’, s. 19-20; Nikonovskaya Letopis’ I, s.
138-139 (bkz. Resim 4).
34 İpatiyevskaya Letopis’, s. 186.
35 Povesti Vremennıh Let, s. 201; İpatiyevskaya Letopis’, s.204.
36 Voskresenskaya Letopis’, s. 23.
31
390
KARADENİZ’İN KUZEYİNDE OĞUZ-GUZ-UZLAR
nan Kiev knezinin yanına gelmişlerdir. Ancak geldiklerine dört yıl sonra pişman olmuşlar ve 1120 yılında Yaropolk’un37 üzerlerine gelmesini beklemeden Berendiler ile
beraber Rus topraklarından ayrılmışlar ve böylece Yıllıkçıların ifadeleri ile “mahvolmaktan” kurtulmuşlardır38.
Bir yıl sonra yani 1121’de Kiev’de kalmayı tercih eden Uzlar, Kiev knezi Vladimir’in
baskıları neticesinde Berendilerin uzaklaştırılmaları üzerine kendi istekleri ile Peçenekler ile beraber Kiev’i terk etmişlerdir. Ancak yıllıklar bu gitmeyi kaçmak olarak vermektedirler39.
1125 yılında Büyük Kiev Knezi Vladimir Monomah’ın ölmesi, Kumanları hareketlendirmiş ve süratle harekete geçerek Pereyeslavl kneziğine ait Baruç ve Borun adlı iki
dağa doğru gelerek buradaki Uzları almak ve bunu sebep yaparak Rus topraklarında
savaşmak istemişlerdir. Ancak hiçbir şey yapamamışlardır. Bu durumdan istifade
etmek isteyen Kiev’deki Uzlar ise şehri terkmişlerdir. Uz gücünden mahrum kalan
Yaropolk yine de Kumanlar karşısında başarılı olmuş ve onları yenmiştir40.
En önemli yıllıklarımızdan biri olan İpatyev Yıllığı’nda ise bu olaylar 1126 yılına ait
olarak şu şekilde anlatılmaktadır:
“Vladimir’in en büyük oğlu Mstislav babasının tahtına Kiev’de onun ölümünden sonra 20 Mayıs’da oturdu. Vladimir’in öldüğünü duyan Kumanlar derhal Baruç taraflarına gelerek ona şöyle dediler: “Onların Uzlarını alalım”. Bu haber Yaropolk’a ulaştığında o, insanları (Ruslar) ve
Uzları başka şehirlere götürmelerini emretti. Bir yerde oldukça çok toplanan ama sonuçta hiç bir
yere yerleşemeyen düşmanlar Yaropolk’u Pereyaslavl’de görünce Posul’e savaşmaya gittiler.
Knez Yaropolk kuvvetlerini toplayarak onların arkalarından kardeşinden veya babasından bir
yardım beklemeden sadece Tanrı’ya güvenerek gitti. Onların az olduğunu gören Pereyaslavlliler
geri dönerek karşılarında sıraya girdiler. Sadık, mümin ve iyi yetişmiş knez Yaropolk Tanrı’nın
ve babasının ismini anarak drujinasını cesaretli olmaya çağırdı. Her iki ordu karşılaşarak savaştılar. Sonunda kutsal haç ve Aziz Mihail’in gücüyle kötüleri yendiler. Onların bir kısmını nehirde boğdular, bir kısmın ise öldürdüler”41.
1127 yılında Kiev knezi olan Mstislav kardeşlerini Kriviçler’in üzerine 4 koldan göndermiş ve bu sefere Uzlarda iştirak etmişlerdir42. Ancak İpatyev yıllığında bu hadise
1128 yılı olaylarında anlatılmakta ve Kriviçlerin de Mstislav’ın hep birlikte yapacağı bir
sefere katılmak üzere çağrıldıkları şeklinde verilmektedir43.
Yıllıklarda 1151 yılı olayları anlatılırken, Çernigov ve Kiev knezlerinin birbirleri ile olan
mücadelelerine Kumanların da iştirak ettikleri, Dinyeper boyunca başarılı bir şekilde
Yaropolk Vladimiroviç (d.1082- ö.1138), Büyük Knez Vladimir Vsevolodoviç Monomach’ın
oğludur ve Kiev’de knezlik yapmıştır.
38 Lavrentiyevskaya Letopis’, s. 277; Troitskaya Letopis’, s. 207; Radzivilovskaya Letopis’, s.104; Voskresenskaya Letopis’de bu bilgiler 1121 yılına âit olarak verilmiştir, s. 25; Nikonovskaya Letopis’ I, s.
151.
39 İpatiyevskaya Letopis’, s. 205.
40 Lavrentiyevskaya Letopis’, s. 280-281; Troitskaya Letopis’, s. 209; Radzivilovskaya Letopis’, s. 105;
Voskresenskaya Letopis’, s. 26; Nikonovskaya Letopis’ I, s. 153-154.
41İpatiyevskaya Letopis’, s. 208.
42 Lavrentiyevskaya Letopis’, s. 282-283; Troitskaya Letopis’, s. 209-210; Radzivilovskaya Letopis’, s.106:
bu yıllıkta gün 14 Ağustos olarak verilmiştir; Nikonovskaya Letopis’ I’de verilen bilgiler aynıdır
ancak tarih 14 Ağustos olarak verilmiştir, s. 154-155.
43 İpatiyevskaya Letopis’, s. 210.
37
391
MUALLA UYDU YÜCEL
savaştıkları daha sonra bu mücadeleye Peçenek, Berendi, Uz ve Kara-Kalpaklıların da
katıldıkları anlatılmaktadır44.
1152 yılında Kiev Knezliğinin önemine son vererek Suzdal Knezliğinin önem kazanması için Yuri Dolgoruki’nin giriştiği mücadeleye Kumanlar yardım ederlerken, o
sırada Kiev knezi olan İzyaslav Mistislaviç’e, Kumanlara karşı, Peçenek, Berendi ve
Uzlar yardım etmişlerdir45. Yine aynı yıl Kiev Knezi İzyaslav Mstislaviç kardeşi Svyatopolk ve oğlu Mstislav ile Novgorod-Sversk’e Novgorod-Sversk knezi Svyatoslav
Olegoviç ile Yuri’nin oğlu Vasilko üzerine gitmiş, Vsevoloj yakınlarına geldiğinde de
oğlu Mstislav’ın yanına Kanev Peçeneklerin’den, Berendi, Uz, İjeslav ve Porşanlılar’dan oluşan bir grup asker vererek Kumanların üzerine göndermiştir. Tanrı oğlu
Mstislav’a yardım ederek Kumanları yenmesini sağlamıştır46.
Bu bilgilerden yola çıkarak, Rus knezlerinin aralarındaki mücadelelerde Kumanları
Suzdal ve Pereyeslavl knezlerine destek verirlerken görürken, Uzları Kiev knezlerine
destek verirlerken görüyoruz. Nitekim 1154 yılında Kiev knezi Rostislav ile Suzdal
knezi Yuri ve oğlu Gleb arasındaki mücadelede Kumanlar Gleb ve Yuri’nin tarafında
yer alırlarken, Uzlar, Kiev knezi Rostislav ile oğlu Svyatoslaviç’in yanında yer almışlardır. Ancak bu destek yine de Rostislav’ın Kumanlara yenilmesini engelleyememiştir47.
1154 yılında birlikte hareket etmeleri Uzların Rus knezliklerine saldırmalarına mani
olamamıştır zira bu saldırılara son vermek isteyen knez Vsevolod, Uzların üzerine
giderek onları yenmiştir48.
1159 yılında yine iç mücadelelerde Uzlar, Belgorod kuşatması sırasında Berendiler ile
beraber Kiev knezinin yanında yer almışlardır49.
Aynı yıl İzyaslav Davıdoviç, Rus knezleri ve çok sayıda Kuman ile Kiev’e Rostislav
Mstislaviç’in üzerine gitmiştir. Knez Rostislav Mstislaviç onların çok kalabalık olduklarını görünce hiç bir yerden yardım gelmeyeceğini de bildiğinden Kiev’den kaçmaya
karar vermiştir. Ancak askerleri onu kalmaya ikna etmişlerse de neticede İzyaslav
Davıdoviç’e yenilerek Kiev’den kaçmasını engelleyememişlerdir. Askerleriyle Belgorod’a giderek şehri kuşatıp almıştır. Daha sonra yardım etmeleri için kendisine yakın
gördüğü knezlere elçiler göndermiştir ki bu olaylar sırasında pek çok Rus knezinin
yanısıra Berendiler, Kovuylar, Dalmatlar, Uzlar, Peçenekler ve Kara-kalpaklılar da
yardıma gelmişlerdir. Sonunda zaferi göğüsleyen taraf, İzyaslav Davıdoviç’in öldürülmesi ile Rostislav Mstislaviç olmuştur50.
İpatiyevskaya Letopis’, s. 293-299; Voskresenskaya Letopis’, s. 50-51.Lavrentiyevskaya Letopis’, s. 313319; Troitskaya Letopis’, s.231-232; Radzivilovskaya Letopis’, s. 121-123; Voskresenskaya Letopis’, s.
55; Nikonovskaya Letopis’s. 186-190.
45 Lavrentiyevskaya Letopis’, s. 320-322; Troitskaya Letopis’, s. 235-236; Radzivilovskaya Letopis’, s.
124-125.
46 Nikonovskaya Letopis’ , s. 196.
47İpatiyevskaya Letopis’, s. 325; Troitskaya Letopis’, s.237-238; Voskresenskaya Letopis’, s. 61. Lavrentiyevskaya Letopis’, s. 324-326; Radzivilovskaya Letopis’, s. 126-127; Nikonovskaya Letopis’ I’, s. 200201.
48 Voskresenskaya Letopis’, s. 333.
49 İpatiyevskaya Letopis’, s. 341-344; Voskresenskaya Letopis’, s. 68-70.
50 Nikonovskaya Letopis’, s. 218-220.
44
392
KARADENİZ’İN KUZEYİNDE OĞUZ-GUZ-UZLAR
Polotsk knezi Rogvolod, 1160 yılında o sırada Kiev’de bulunan Rostislav Gleboviç’in
üzerine gitmiş, bunun üzerine Rostislav, Kiev’den Rogvolod’a karşı Jiroslav Najiroviç’i
600 Uz ile göndermiştir. Ancak onlar büyük bir sıkıntı yaşayarak açlıktan ölmüşlerdir51.
Yine bu yıl İzyaslav, Svyatoslav, Vsevolod ve Vseslav kuvvetlerini birleştirerek kalabalık bir orduyla hem karadan hem denizden Uzların üzerine gitmişlerdir. Onların üzerlerine geldiğini duyan Uzlar kaçmışlardır ancak çoğu kaçarken mahvolmuştur. Yıllık
yazarlarına göre böylece Tanrı öfkesini ve adaletini göstererek bu şekilde Hıristiyanları
kötülerden korumuştur52.
1161 yılında Rostislav, o sırada Novgorod-Seversk knezi olan Svyatoslav Vsevolodoviç’e elçiler göndererek: “Bana Kiev’in güzelliğini görmeleri için Oleg’in çocukları ile Berendileri ve Uzları gönder” demiştir ki53 bu sözler aslında Kiev’e yapacağı seferde Berendi ve
Uz gücünden faydalanmak istediğini göstermektedir.
Aynı yıl Smolensk knezi Rostislav Mstislaviç ile Kiev knezi İzyaslav Davıdoviç arasında yaşanan Büyük Knezliğe ve Kiev’e sahip olma mücadelesinde İzyaslav’ın yanında
yer alan Kumanların kaçması ile Rostislav’ın yanındakiler ve özellikle de Uzların baskıları İzyavlav’ın hayatına son verilmesini sağlamıştır54.
Yine 1169 yılı olaylarında Belgorod knezi Mstislav Rostislaviç’e, babasının ölümünden
sonra yani 1169’da kardeşleri ve Kievliler elçiler göndererek Kiev’de tahta geçmesini
istemişlerdir. Bu arada Kara-Kalpaklılar da kendi elçilerini göndererek aynı istekte
bulunmuşlardır. Bu sırada yine Berendiler, Peçenekler, Uzlar ve Kara-Kalpaklıların
hepsi gelerek ona katılmışlardır55.
Ancak 1171’te Andrey Bogolubskiy’in oğlu olan Mstislav Andreyeviç, Kiev’e sahip
olmak istemiş ve Kiev’deki tahtın sahibi Mstislav İzyaslaviç’e karşı başarılı bir sefer
yapmıştır. Bu sırada yıllıkçıların sözlerine kulak verecek olursak, Kiev’de bulunan
Mstislav, şehre kapanmış, daha sonra şehirden çıkmış ve şavaş çok şiddetli olmuştur.
Ancak Mstislav şehirde çok yorgun ve bitkin düşmesine rağmen, Uzlar ve Berendiler
şehrin yakınlarında ve Mstislav’ın önünde yalandan 3 gün boyunca durarak hiçbir şey
yapmamışlar ve böylece Tanrı Mstislav Andreyeviç’e ve kardeşlerine yardım ederek
onların Kiev’i almalarını sağlamıştır56.
Bu yılın kışında Kumanlar, Kiev taraflarına gelmişler ve Kiev’in dışındaki pek çok
köyü alarak, insan, at, hayvan sürüsü, eşya ve esir ele geçirip topraklarına dönmüşlerdir. Bunun üzerine Kiev knezi Gleb, bu sırada kardeşleri olan Vladimir knezleri Mihalko ile Vsevolod’u Kumanların arkasından göndermiştir. Mihalko, onların yaptıklarını
duyunca onları Tanrı’nın ellerine teslim etmek istediği için arkalarından Berendiler,
İpatiyevskaya Letopis’, s. 345; Voskresenskaya Letopis’de bu bilgiler 1159 yılına âit olarak verilmiştir, s. 71.
52 Voskresenskaya Letopis’, s. 333.
53 İpatiyevskaya Letopis’, s. 351; Voskresenskaya Letopis’de bu bilgiler 1160 yılına âit olarak verilmiştir, s. 73.
54 İpatiyevskaya Letopis’, s. 352-353; Voskresenskaya Letopis’de bu bilgiler 1160 yılına âit olarak
verilmiştir, s. 74; İpatiyevskaya Letopis’, s. 354; Voskresenskaya Letopis’te bu bilgiler 1160 yılına
âit olarak verilmiştir, s. 74-75.
55 İpatiyevskaya Letopis’, s. 364-366; Voskresenskaya Letopis’, s. 80-81.
56 İpatiyevskaya Letopis’, s. 372; Voskresenskaya Letopis’de bu bilgiler 1169 yılına âit olarak verilmiştir, s. 84.
51
393
MUALLA UYDU YÜCEL
Uzlar ve voyvodası Volodislav ile beraber süratle gitmiş ve yetişebildiklerini öldürmüştür57.
1172 Yılında knez Mstislav, Somelenk knezi Davıd üzerine yapacağı seferde yardımlarını sağlamak üzere kalabalık bir orduyla Berendilerin ve Uzların yanına giderek onlarla kuvvetlerini birleştirmiştir. Ancak daha sonra ne oldu ise yıllıkçılara göre Berendiler
ve Uzlar onlara yalan söylemişler ve Vışgorad’a doğru gitmişlerdir. Bunlar son derece
hızlı atlarla gelerek şehirde savaşmışlardır58.
Yıllıklarda Uzlar hakkında 1172’den 1190 yılına kadar herhangi bir kayda rastlamıyoruz. Bu yılın yani 1190 yılının ilkbaharında Svyatoslav’ın Uzların başbuğu Kuntuvdı
(Gün Tovdı, Gündoğdu) üzerine gitmesi gerekmiş ve o da dünürü Rurik’i onun üzerine göndermek istemiştir. Yıllıkçıların ifadelerine göre Svyatoslav’ın Gündoğdu üzerine
gitmemesinin sebebi kendisinin daha cesaretli olduğu için Rusya’ya gerekli olmasını
düşünmesinden kaynaklanmıştır. Böyle düşünen Svyatoslav dünürü Rurik’i alaya
getirtmiş ve orada bırakmıştır. Rurik ise bu utanç karşısında sabredemeyerek Kuman
başbuğu Togliy’in yanına gitmiştir. Kumanlar buna çok sevinmişler ve onun Svyatoslav’dan intikam alma isteğini kendi idealleri için uygun bularak birlikte hareket etme
kararı almışlardır. Ayrıca Gündoğdu ile beraber hareket ederek sık sık Ruslara karşı
atlı olarak savaşmaya başlamışlardır. Bu hücumların yapıldığı sonbahar aylarında
Svyatoslav Dinyeper’in dışına kardeşleriyle duma (meclis, kurultay) yapmaya gittiği
için Kiev’de bulunmamıştır. Rurik’in kendisi ise Drevlyan Knezliğinin topraklarında
bulunan Vruçiy Şehrine gitmiş, oğlu Rostislav’ı Torçesk’e göndermiştir. Bu sırada
Rurik kendisine utanç getiren Svyatoslav’a karşı Gündoğdu’nun Rusya’ya savaşmaya
gittiğini öğrenmiştir59.
Yıllıkların verdiği bilgileri değerlendirdiğimizde Uzların başbuğu olan Gündoğdu’nun,
Kiev knezinin itimadını kazandığını ve bu yüzden de Svyatoslav’ın onu 6000 Uz atlısı
ile tek başına Kumanların üzerine gönderdiğini anlıyoruz. Ancak bir süre sonra Kiev
knezi Svyatoslav bu başbuğu bir ihbar üzerine tutuklatmıştır. Bunun sebebi belli değildir. Bunu duyan Rostislav’ın oğlu Rurik, Kiev knezine müracaat ederek Rusya için çok
faydalı olan Gündoğdu’nun serbest bırakılmasını rica etmiştir. Svyatoslav’da onu yemin ettirdikten sonra serbest bırakmıştır; fakat bu muameleye çok üzülen Gündoğdu,
Kumanlara iltica etmiş ve Kumanlar’la beraber sık sık Ruslar üzerine akınlar yaparak
Rus sınırlarını daimi bir tehlike altında bulundurmuştur. Svyatoslav ve Rurik sınırlarını korumak için ya yazı ve kışı oralarda geçirmişler ya da oğullarını oralarda bırakmışlardır. Bu sıkıntılı durum knez Rurik sayesinde atlatılmıştır. Çünkü O, Gündoğdu’yu
Kuman topraklarından yine Rus tarafına çekmeyi başarmıştır60.
Yıllıklarda, Uzlara ait en son kayıt 1193 yılına aittir. Bu kayıta göre bu yılın kışında
Kumanlar, Kiev knezliği içinde yer alan Uberej boyunca savaşarak Uzları yakalamışlardır61. Bu bilgiden o sıralar Uzların, Kiev civarında bulunduklarını anlıyoruz.
Lavrentiyevskaya Letopis’, s. 344-345; Troitskaya Letopis’, s. 250; Radzivilovskaya Letopis’, s. 135136; Voskresenskaya Letopis’, s. 87; İpatiyevskaya Letopis ’ s. 384.
58 İpatiyevskaya Letopis’, s. 375-376.
59 İpatiyevskaya Letopis’, s. 450.
60 D.A. Rasovski, Eski Rus Tarihinde Kara-Kalpakların Rolü, Türk. terc., H. Orkin, Ülkü, C.X, S. 57,
1937, s. 252.
61 İpatiyevskaya Letopis’, s. 455-456.
57
394
KARADENİZ’İN KUZEYİNDE OĞUZ-GUZ-UZLAR
Rus yıllıklarındaki siyasi tarihlerini değerlendirdiğimizde diğer Türk boyları gibi askeri
yönleri ile temayüz ettiklerini ve bu yüzden iç mücadelelerde tercih edildiklerini görüyoruz. Rus Yıllıklarındaki Uzların tarihi bu tarihten itibaren; Rus Yıllıklarının görünüşlerinden dolayı Kara-Kalpaklılar diye adlandırdıkları Peçenek, Berendi, Uz ve Kuman
bakiyelerinin oluşturduğu boy birliğinin tarihleri ile birlikte verilmektedir.
Konuyu bağlarken ayrıca şahsi olarak knezliklere hizmet eden ve çeşitli mevkilere
yükselen Uz büyüklerinden birkaç örnek vermeye çalışalım:
Büyük Knez Svyatopolk II’nin Snovid İzeçeviç’in, “Ovçüh” (Ovçar)- “Torçin, Berendi
adlı” atlıları vardı.
Volın knezi David İgoreviç’in Turyak adlı beyleri;
Çernigov knezleri David ve Oleg Svyatoslaviç’in Torçinleri, en yakın askeri kıtası olan
drujinasından daha fazla kendisine yakındı ve Uvetiçev’deki kurultaylara knezleriyle
beraber katılmışlardır62.
Güney Rus bozkırlarında Uzlara ait yer adları bakımından en zengin knezliğimiz olan
Pereyasval Knezliğinde bu knezlik toprakları içerisinde ilerideki yüzyıllarda özellikle
de 17. yüzyılda “Çoban toprakları” olarak adlandırılan Oğuz-Türkmenler ortaya çıkmışlar ve bunlar 19. yüzyılda dağılarak bütün Rusya’ya at yetiştirmişlerdir.
Yerleşim Alanları
Uzlar çeşitli sebeplerle Türkistan sahasından göç etmek mecburiyetinde kalınca önce
Hazar Denizi’nin yukarısındaki Yayık ve İdil nehirleri arasındaki bölgelere gelmişlerdir. Nitekim gerek Arap gerekse Bizans kaynaklarında (ki bu kaynaklardan en önemlisi
bilindiği üzere Bizans İmparatoru Constaninos Porfirogennetos’un De Administrando
İmperio adlı eseridir), Yayık Nehrinin ötesinde Türkistan sahasında yaşadıkları, daha
sonra Peçenekleri iterek, Yayık ile İdil arasındaki bölgeyi işgal ettikleri belirtilmektedir63.
Türk boylarının birbirleri ardınca Güney Rus bozkırlarına gelmeleri, Rus tarihçi Golubovskiy tarafından, Güney Rus kavimlerinin deniz kenarındaki ülkelerinden çıkarılmak sureti ile kültürel gelişmelerinin durdurulduğu ve böylece bütün Rusya’nın kaderinin çok fazla değiştirildiği şeklinde yorumlanmaktadır64.
Ana kaynaklarımız olan Rus yıllıklarının verdikleri bilgilerin ışığında Uzların, Karadeniz’in kuzeyindeki yerleşim alanlarını şu şekilde verebiliriz:
X. asırda Rusların Don ve İdil arasındaki bölgeler hakkındaki bilgileri Svyatoslav ve
ondan öncekilerin doğu’ya yapmış oldukları seferler sayesinde oldukça dikkat çekici
bir seviyede olmuştur. Rus Yıllıklarında Don civarındaki bozkırlarda Peçenek ve Uz
varlığından bahsedilmektedir. Nitekim Aziz Vladimir 985 yılında İdil Bulgarları üzerine gittiği seferde Uzlardan faydalanmıştır65.
Uzlar, 1034 yılından itibaren Rus sınırlarına doğru yaklaşmışlar ve Dinyeper Nehrinin
doğusundaki bozkırları işgal etmişlerdir. Bu arada 1055 yılında ilk defa Kumanların
karşısına Pereyaslavl Knezliğinin topraklarında çıkmışlardır. Kumanlar, Rus topraklaD.A. Rasovskiy, “Peçenegi, Torki ve Berendi Ha Rus i Ugrii”, Senınarıum Kondakovıanum VI,
Prag, 1933, s. 61.
63 Constantıne Porphyrogenıtus, De Administrando İmperio, Ed. Gy Moravcik-R.H.J. Henkins,
Washington 1967, s. 161.
64 Golubovskiy, a.g.e., s. 32.
65 Golubovskiy, a.g.e., s. 41.
62
395
MUALLA UYDU YÜCEL
rına karşı başarılı saldırılarda bulunabilmeleri için bütün kuvvetleri ile bu topraklara
doğru hareket etmeleri gerektiğini bildikleri için karşılarına çıkan Uzları, Güney Rusya
bozkırlarından çıkarmaları gerektiğinin farkına varmışlardır. Bu arada Kumanlar, artık
İdil ile Don nehirleri arasındaki havzada yerleşimlerini sağlamlaştırmayı başlamışlardır. Kumanlar tarafından yerlerinden kovulan Uzlar, artık daha büyük bir güçle Peçenekler ve Ruslar üzerine saldırmak zorunda kalmışlardır. İşte Peçeneklerin Tuna Nehrine ve onun ötesine doğru yerleşmeleri bu dönemde başlamıştır.
Bizans İmparatoru Constantinos, eserinde bu dönemle ilgili son derece önemli olan şu
tespiti yapmaktadır: “Peçenekler 1036’da kendi topraklarından ayrılmak zorunda kaldıkları
zaman, aralarından bazıları kendi istekleri ile ya da karşılıklı anlaşmalar neticesinde orada kaldılar ve Uzlar olarak adlandırılanlar ile orada yaşamaya başladılar ve halen de onların arasında
yaşamaktadırlar”. Bu tespit bize Peçenek ve Uzların dostça ve ortaklaşa bir hayat tarzı
anlayışı ile birlikte yaşadıklarını göstermektedir66.
1060 senesinde, Rus knezlerinin yeniden atlarla ve Dinyeper üzerinden kayıklarla
Uzlar üzerine hareket etmeleri üzerine nihai bir yenilgiye maruz kalan bu boy da Peçeneklerin ardından güneybatı yönüne gitmiştir67 (bkz. Resim 8).
Bu sırada Tuna’nın ötesine geçmiş olan Uzlar, Mirmidonların knezi tarafından idaresi
altındaki şehirlerin yakınlarına yerleştirilmişlerdir. Böylece Uzlar Tuna’nın ötesinde
Güney Rus bozkırlarında yaşamaya başlamışlardır. Ayrıca onları o dönemde bu Rus
şehirlerinden çıkaracak bir knezin bulunmamasıda burada yerleşmelerinde etkili olmuştur68.
1060’tan itibaren, bozkırın Dinyeper Nehrinden İdil Nehrine kadar uzanan, doğu kısmının tamamı Kumanların hâkimiyetine geçmiştir. Sadece Uzlar’dan kalan ufak bir
nüfus ile Peçeneklerin önemsiz miktardaki bakiyeleri, bir müddet daha Don’un sağ
yakasında hayatlarını sürdürmüşlerdir. Bu arada Uzlar, 1064 senesinde Tuna Nehri
kıyılarında belirerek nehri aşmışlardır. Ancak eski düşmanları Peçenekler ve salgın
hastalık, zaten zayıf düşmüş ve yenilmiş olan bu boya son darbeyi vurmuş ve tüketmiştir. Kalanların bir kısmı Bizans tabiyetine geçmiş, diğer kısmı da yeniden Rus sınırlarına yerleşmeye çalışmışlardır. Ancak bunlar da 1080 senesinde Vladimir Vsevolodoviç Monomah (1053-1125) tarafından yenilgiye uğratılınca bağımsızlıklarını kaybetmişler ve takip eden zamanlarda Rusya sınırlarında yerleşik askeri koruma gücünü oluşturmuşlardır.
Rus Yıllıklarından takip edebildiğimiz kadarı ile XII. yüzyılın başlarından itibaren
Peçenekler ile Uzlar birlikte anılmaktadırlar zira 1121 hadisesinde Peçenekler ve Uzlar
birlikte Ros Nehri boylarına yerleşerek kaynaşmışlardır. Yine Uzların, XII. yüzyılın ilk
çeyreğinde Don boyunda yaşadıklarını bu nehrin kıyılarında Kumanlar ile giriştikleri
mücadeleden anlıyoruz69.
Rusya’daki ilk Uz yerleşimi hakkındaki bilgi 1080 yılına aittir: “6588’in yazında, Pereyaslav’ın Uzları Rusya’ya geldi, Vsevolod ise onlara oğlu Vladimir’i gönderdi, Vladimir ise geldi,
Uzları yendi”70. Burada Pereyaslav’ın knezliğinde yaşayan Uzların isyanından ve oğlu
Golubovskiy, a.g.e., s. 41.
İpatyevskaya Letopis’ s. 114.
68 Golubovskiy, a.g.e., s. 43, 45.
69 İpatyevskaya Letopis, s. ; Golubovskiy, a.g.e., s. 41.
70İpatyevskaya Letopis, s. 204.
66
67
396
KARADENİZ’İN KUZEYİNDE OĞUZ-GUZ-UZLAR
olan Büyük Kiev knezinin isyanı bastırmasından bahsedilmektedir. Bu Uzların Dinyeper’in sağ kıyısında Kiev Knezliği’nde yerleştiklerine dair ilk kayıttır.
Pereyeslavl Knezliğinin güney sınırlarında bulunan ve ilk defa 1084 yılı hadiseleri
anlatılırken bahsedilen “Torçesk Şehri” Rus göçebelerin yaşadıkları bir yer olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine XI. yüzyılın sonlarına doğru (1097’ye doğru) Uzlar ilk kez
Galiçya Knezliği’nde zikredilmektedirler71. Bozkırdan kaçışlar oldukça Ruslar bu kaçanları sınır boylarına yerleştirip şehirler kurdurmuşlardır.
Don’un ardındaki bozkırlara ve Dinyeper’e doğru Uzların yayılmaları onların Dinyeper dolaylarındaki Peçeneklere baskı kurarak batıya püskürtmelerinden kaynaklanmıştır. Bu sebeple 1036 yılında Peçenekler Dinyeper’in sol kıyısını kaybetmişlerdir.72 Bundan sonra doğudan gelen ve Güney Rus bozkırlarının yeni efendileri (ki bu oldukça
kısa sürmüştü) Uzlar olmuştur. Peçeneklere aralıksız hücum etmişler ve topraklarını
ele geçirmişlerdir. Ancak Uzların Güney Rusya bozkırlarındaki (tam olarak da Dinyeper kıyıları) hâkimiyetleri çokta fazla sürmemiş, bu süre sonra Ruslarla sınırdaş ve
komşu olmuşlardır. Ne varki bu komşuluk kısa bir süre sonra bölgedeki üstünlüklerini
yitirmelerine sebep olmuştur.
D. Rasovskiy, Peçenek, Uz ve Berendilerin Rusya ve Macaristan’daki yer adlarındaki
varlıklarını aradığı makalesinde Rusya’daki en eski Uz yerleşim alanını Rostov-Suzdal
bölgesi olarak vermektedir. Yine o, Rostov-Suzdal’daki Uz yerleşiminin izlerinin Eski
Uzlara ve Torçinlere ait olduğunu ve Suzdaldakiler değerlendirildiğinde ayrı ayrı Uz
boylarının ortaya çıktığını ve bunlara dair ilk kayıtların Kiev Ruslarının henüz onlarla
sınırdaş olmadığı 1015 yılına ait olduğunu belirtmektedir73.
Uzların yerleştikleri diğer bir bölge ise Galiç ve Kiev Knezliği’nin toprakları olmuştur.
Uzlar bu bölgede üstün bir hâkimiyet kurduklarından Peçeneklerin hepsi uzaklara
Tuna’ya gitmemiş önemli bir kısmı Karadeniz kıyılarında kalarak önce Uzların ardından da Kumanların hâkimiyetinde yaşamışlardır74.
Rasovskiy makalesinde Güney Rusya’daki Uz yerleşimlerini şu şekilde açıklamaktadır:
Uz yerleşimlerine batıdan başlarsak; Galiçya’da diğer Türk boyları ile Uzların yerleşim
yerlelerine rastlamaktayız. Yine Peremıslya bölgesinde yirminci yüzyıla kadar Uz
köyleri vardır; Güneydoğuda, Dinyester’in üst taraflarında Szambor’dan batıya doğru
10 kilometre uzaklıkta Torçinoviçi köyü vardır. Karpatlar’dan Dinyester ovasına doğru
çıkışta eğer Verets geçitlerinden geçiliyorsa bu Uz yerleşimi muhakkak Macaristan’dan
gelen bu yolları korumak için konumlanmıştır75.
Vladimir ve Lutsk arasındaki yolun yarısının yakınlarındaki Torçev şehrinde Volın
Knezliği’nin merkezi bulunuyordu, yıllıklarda 1231 yılından itibaren görülmektedir.
Daha doğuya doğru gidildiğinde artık Kiev Knezliğinin sınırına varılıyordu. Dorogobuj’dan birkaç kilometre güneybatıya gidildiğinde yine Uz köyleri görülürdü ki
günümüzde burası Torçin mahallidir.
İpatyevskaya Letopis, s. 226.
Rasovskiy, a.g.e., s. 8.
73 Rasovskiy, a.g.e., s. 11.
74 De Administrando Imperio, bölüm 37, bu hadiseden bahsetmektedir. Buna göre bu Peçenekler
kendi evlerinde kalmış ve Uzlar arasında yaşamışlardır.
75 Rasovskiy, a.g.e., s. 51.
71
72
397
MUALLA UYDU YÜCEL
Kiev Knezliğinin yanı başından batıdan doğuya geçen yollarda eski Korçesk (şimdiki
Korets) bölgesinde ve eski Novogradvolın ilçesinde Torçitsa köylerine rastlanmaktadır.
Daha batıda ise Kiev bölgesinde Radomışlsk ilçesinde Torçin köyü; burada ise Uşi’nin
bir kolu olan Torçanka (Turçanka) ırmağı vardır.
Muhtemelen Bug (Aksu) nehrinin kolu olan Snivod ırmağında Uz yerleşimleri vardı.
Hmelnik şehrinden 15 verst kuzeye gidildiğinde, Podol guberniyasındaki Litin ilçesinde yirminci yüzyılda Torçin yerleşiminin olduğunu biliyoruz76.
Daha güneyde, Bug’un sağ kolu olan Şpakovka nehrinde, Bratslav’dan (Podol guberniyası) batıya 18 verst gidildiğinde- ki Gruşevskiy burayı Galiçya’daki Poniz ve Kiev
mülkü arasındaki sınırın yakınlarında varsaymaktadır- bugün de var olan Uz köyleri
vardır; kayıtlar önceleri Uz yerleşimlerinin Kiev Knezliğinin güneybatısında olduğunu
ortaya koymaktadır. Burada Peçeneklerle beraber yaşayan Uzlar vardı: 1084 yılında
burada ilk kez “Torçeski Gorod: Torçesk Şehri” zikredilmektedir. Ancak Kuman baskısının en üst düzeye çıktığı XI. yüzyılın kargaşalı 90’lı yıllarında bu sınır yeniden silinmiş; 1093 yılında Torçesk ortaya çıkmıştır ki bu şehrin sakinleri de esir edilmişlerdir.
Bunlar 1095 yılında Yurev şehrine yerleşerek Kiev Knezliğinin idaresi altında yaşamışlardır.
XII. yüzyılın başlarından Ros Nehrinin ötesinde, Uzların izlerini Torça nehri, Tikiça
ırmağı, Torçesk tepeleri (Bogatır ve Litvink arasında)’nde görüyoruz. Peçenek, Uz ve
Berendi bakiyelerini Kara-Kalpaklılar adı ile anan Rus Yıllıkları onların XII. yüzyılın
başlarından itibaren Ros Nehrinin güney sınırlarına konuşlandıklarını, Kiev Knezliğindeki Kara-Kalpaklıların merkezlerinin, XII. yüzyılın ortalarından XIII. yüzyılın ortalarına kadar Ros Nehrinin sol akımlarında yer aldığını ve bu Ros Nehrinde Porusye’deki
Kara-Kalpaklıların merkezi ve kalesi olan Torçesk Şehrinin geçtiğini görüyoruz. Burada yaşayan Türklerden kalan izler Ros Nehrinin bir kolu olan Torç ırmağında, Torçitsa
köyünde, Torçev kırsalında, Rosava’nın sol akımında, Ros Nehrine dökülen Kagarlık
ırmağında, bu ırmakta yer alan Karapışi köyünde, Ros üzerindeki Teptievk ve bir dizi
yerde görülmektedir77.
Torçesk, Porusye’deki Kara-Kalpaklıların baş kalesi olmasına rağmen sadece savaş
zamanı bir Kara-Kalpaklı şehri görüntüsü vermiş, barış zamanı ise doğal olarak bir Rus
şehri olmuştur. Nitekim Kara-Kalpaklılar burada sürekli kalmamışlar ve buranın daimi
sakinleri Rus knezlikleri ya da onların valileri olmuştur78.
Eğer Torçesk daimi olarak knezlerin ya da valilerinin yönetiminde olarak görülürse,
bunu diğerleri için, mesela daha küçük olan ve daima Kara-Kalpaklı hanları ya da
Rasovskiy, a.g.e., s. 52.
Rasovskiy, a.g.e., s. 53.
78 1174 yılında Torçesk’te Knez Mihail Yureviç, 1188’de Roman Mstislaviç, 1190’da Rostislav
Ryurikoviç XIII. yüzyılın başında 1207’lerde Mstislav Udalıy görünmektedir; Torçesk, Udalıy’ın çocuklarının yurt tuttuğu yerdedir; knezliklerin valileri hakkında bahis 1162 yılında
görünmektedir. Biz bir defa bile buranın herhangi bir Karakalpaklı hanı tarafından yönetildiği duruma rastlamıyoruz. Gerçekten de yıllıklarda Gündoğdu’nun hadisesinde geçtiği gibi
“Torçesk knezleri” (Торцькимъ князем) demektedir, fakat bu sadece Uz kabilelerine aidiyetini ortaya koymaktadır. Bu yıl Gündoğu yıllıklarda adlandırdığı gibi Torçesk’te Knez Rostislav Ryurikoviç oturuyordu. Nihayetinde Gündoğdu’ya ülkenin şehirlerinden biri verildiğinde, “роуское земле деля”, bu Dernov olmaktadır. Torçesk muhtemelen idaresi sonradan Kara-Kalpaklılara bırakılan çok önemli bir mevkiydi. Rasovkiy, a.g.e., s. 56, dpt. 363.
76
77
398
KARADENİZ’İN KUZEYİNDE OĞUZ-GUZ-UZLAR
Kara-Kalpaklı aristokrat uruğları tarafından yönetildiği şeklinde değerlendirilen Porusye için de söylemek mümkün olabilir. Dernov şehrinin 1192 yılında Uz hanı Gündoğdu’ya bırakıldığı yönünde doğrudan kayıt vardır79.
Dinyeper’in sol tarafında yer alan Pereyaslav Knezliğinde Uz yerleşimlerine dair birçok
kayıt bulunmaktadır. Pereyaslav’ın biraz güneyinde, setin iç tarafında, knezliğin merkezinden güneye doğru geniş bir düzlükte, şimdiye dek gelen iki köy vardır: Küçük ve
Büyük Karatul (kara- Türkçedeki “kara”dır, tul- başlık; böylece Kara-Kalpaklı?) muhtemelen Kara-Kalpaklılardan kalmadır80. Bu surette Uzlar ilk defa 1055 yılında Rusya’nın dağlık bölgelerinde, Volinya’da görülmektedirler. Buraya sonraları Kumanlar
gelmişlerdir. Bu bilgileri Pereyaslav Knezliğinin tarihini çalışan V. Lyaskoronskiy’de
bulabiliyoruz. Ona göre ilk Uz yerleşimi Uzlar bozkırdan knezliğin sınırlarından içeri
girdiklerinde burada ortaya çıkmıştır. Yazara göre Uz yerleşimleri Volinya ve Zarub
arasında, herhangi bir yerden daha tehlikeli olan Sula, Supoy ve Trubej’in aşağı taraflarında ortaya çıkmış ve Kumanlar buraya XI. yüzyılın ikinci yarısında saldırmışlardır81.
Lyaskoronskiy, yine Uzların Romna ırmağının üst akımlarında, Osetr ve Uday’daki su
akımının ayrıldığı yerde, Pereyaslav sınırının bir diğer zayıf yerinde, Pereyaslav ve
Kiev’e giden yolda yerleşmiş olduklarını belirtmektedir82.
Uz yerleşimlerinden biri de Novgorod-Seversk Knezliğinin Starodub ilçesinde bugüne
kadar varlığını sürdüren Torkin köyüdür83. Yine Uzlara ait kalabalık bir topluluk Ryazan Knezliği’nde görülmektedir. Burada sayılan Rus şehirleri arasında sadece bir Torçesk şehri Voskresen yıllığında geçmektedir84.
Suzdal-Rostov topraklarında ise Uzların yaşamadığı buradaki yer adlarından anlaşılmaktadır.
Rus topraklarında Uzların yaşadıkları sahaları üç kısma ayırabiliriz:
İlki- Klyazma ve İstra’nın üst taraflarında, Moskova ve Dmitrov arasındaki yolun ortalarında, bu yoldan biraz daha batıya kayıldığında varılacak yerde kadim devirlerden
beri Türk yerleşimlerinin izine rastlanmaktadır85.
İkinci kısım- ilk yerden kuzeydoğuya doğru, Pleşçeyev Gölü havzasında, Pereyaslavl
Zalesskagıy’dan güneydoğuya doğru 15 kilometre gidildiğinde görülen bataklık yakınlarında şimdiki yerleşimler açıkça Türk adı taşımaktadırlar: Abaşevo, Bakşeyevo, Balakirevo, İtlar.
Nihayetinde üçüncü kesim- daha doğuda Yuryev, Polskagıy ve Suzdal bölgesindedir.
Nerla ırmağı (Klyazma’nın kolu) yakınlarında, Suzdal’dan kuzeydoğuya doğru 15 km
gidildiğinde şimdi de var olan Torçino köyü, Suldal’dan 15 km kuzeybatıya gidildiğinde ise İrmiz nehrinde Torki kırsalı (1462) görülmektedir. Aktarılan yer adlarının arkeo“А Коунтоувдея остави оу себе и да емоу городъ на Рси Дверень Роуское земле деля”
İpatyevskaya Letopis’s. 453.
80 Rasovskiy, a.g.e., s. 59.
81 V. Lyaskoronskiy, İstoriya Pereyaslavskoy Zemli c Drevneyşih Vremeni do PalaviniXIII Stoletiya,
Kiev1897, s. 192, 193; Aynı yazarın, K Voprosu o Pereyaslavskih Torkah”, JMHP, 1905, No:
IV, s. 286-288.
82 Lyaskoronskiy, İstoriya, s. 193-194, 299.
83 Rasovskiy, a.g.e., s. 59.
84Voskresenskaya Letopis’, s. 178.
85 M. K. Lyubavskiy, Obrazovaniye Osnovnoy Gosudarstvennoy Territorii Velikorusskoy Narosnosti,
Leningrad 1929, s. 15, 63-65.
79
399
MUALLA UYDU YÜCEL
lojik verilerle uyuşması oldukça dikkat çekicidir. Yurev dağında ve Yurev şehrinde
ortaya çıkarılan Yurev mezarları da Rasovskiy’e göre Berendilere ya da Uzlara aittir86.
Uzlar, Don boylarında da şehirler kurmuşlardır. Bu şehirlerden en önemlisi Saksın
şehri olmuştur ki bu Aşağı İdil bölgesinde yer almaktadır. Burada ortaçağ kaynaklarına
bakacak olursak Uzların kırk boyu kendi başbuğlarının idaresinde yaşamışlardır.
Kiev Knezliği döneminde bütün Rus knezliklerinde Uz adını taşıyan ve 19. Yüzyıla
kadar varlıklarını devam ettiren şehirlerden bazıları şunlardır:
1) Galiç Knezliği: Drevni Torki (eski Türkler), Torki (Türkler), Trçinoviçi;
2) Kiev Knezliği: Ros’un kollarından Torç Nehri, eski Torçitsı, Torçin, Torkov, Torçanka
nehri, Torça (Tikiç’in kolu), Torçesk tepeleri, Torç yolu, Torçesk surları.
3) Pereyaslavl knezliği: Büyük-Küçük Karatul;
4) Novgorod-Seversk Knezliği: Torkin Yerleşimi;
5) Suzdal-Rostov Knezliği: Eski Torkino, Torki;
6) Ryazan Knezliği; Toçesk;
7) Çernigov Knezliğinde Vsevoloj, Unenej, Bohmaç, Belaveja, Baruç şehirlerinde yerleşerek yaşamışlardır.
Günümüz Ukrayna ve Rusya topraklarında Uzlara ait bazı yer adları hâlâ muhafaza
edilmektedir. Mesela: Troyanovka ve Torçin şehirleri ki Volın bölgesinde bulunmaktadır. Yine Rusya’da Sankt-Peterburg şehrinde Torkoviç ilçesi bulunmaktadır. Rusya ve
Ukrayna’da pek çok yer adı 18-19. yüzyıla kadar Oğuz-Uz boylarının isimlerini taşımıştır. Tanınmış Rus ilim adamı N.Ya. Aristov 1877 yılında Harkov’dan 165 verst
uzaklıkta bulunan Tor şehri üzerinde çalışmıştır. O, şehrin hemen yanında bulunan
Torkskiye Gölü ile Tor ve Torets adlı iki nehirden bahsetmektedir. Burada Uzlara ait
bir Torks şehirciğinin olduğunu ve 17.yy’da bu şehrin Tor adı ile bir Slavyan şehri
haline geldiğini belirtmektedir87.
İslam kaynakları Uzların Karadeniz’in kuzeyindeki yerleşim alanlarının kesin sınırları
çizilmeyerek genel bilgiler vermişlerdir:
İbn Fadlan bu konuda müraccat ettiğimiz en önemli kaynağımızdır. Eserinde Yayık ile
İdil arasında yaşayan Oğuzlar hakkında bilgi vermektedir88.
X. asır Arap kaynaklarından Mesudî ise onların Hazar Denizinden ayrılan Don Nehrinin sağ tarafında bulunduklarını söylemektedir89.
Avfi, Oğuzların Karadeniz sahillerinde yaşayan Peçenek ülkesine gelerek burada yaşamaya başladıklarını aktarmaktadır90.
Yazarı bilinmeyen ve X. asırda kaleme alınan Hudûdü’l-Âlem adlı eserde Guz ülkesi
hakkında şu bilgiler verilmektedir: “Doğusu Guz Çölü ve Maveraünnehir şehrleri, güneyi
aynı çölün bazı kısımları ve Hazar Denizi, batısı ve kuzeyi İtil Nehri’dir”91.
Rasovskiy, a.g.e., s.60-61.
Gundogduyev, Turkmenskıy Sled, www.Turkmenistan.ru adresinden 2014 tarihinde alınmıştır.
88 R. Şeşen, İbn Fazlan Seyahatnamesi, Bedir Yayınları, İstanbul l975.
89 Mesudî, Murûc ez-Zeheb, Çev. A.Batur, Selenge Yayınları, İstanbul 2004, s. 78.
90 Avfî’den naklen, Ramazan Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Türk
Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara l985, s. 91.
91 V. Minorsky, Hudûdü’l-Âlem Mine’l-Meşrik İle’l-Magrip, Çev: Abdullah Duman-Murat Ağarı,
Kitabevi Yayınları, İstanbul 2008, s. 55.
86
87
400
KARADENİZ’İN KUZEYİNDE OĞUZ-GUZ-UZLAR
Yakut El-Hamavî, Hazar Denizi hakkında bilgi verirken: “batısında Kafkas Dağlarından
el-Serir sınırına kadar el-Lan, Hazar ülkeleri ve Oğuz çölünün bir kısmı ve kuzeyinde de Oğuz
çölleri vardır” demektedir92.
İstahrî’de Hazar Deniz’in etrafını çizerken, “batısında Erran, Serir sınırları, Hazar ülkeleri
ve Oğuz çölünün bir kısmı, kuzeyinde Siyahkuh (Mangışlak) tarafındaki Oğuz ülkesi çölü,
güneyinde Gilan ve Deylemistan vardır” diyerek bu bilgiyi tekrarlamaktadır93.
XIV. yy.da Suriyeli tarihçi Ebu’l Fida yazdığı coğrafya kitabında Guzların, Hazar, Karluk ve Bulgarların ülkeleri arasında yerleşmiş olduklarını belirtmektedir94. Yine o,
Rusların doğuda Guzlarla sınırdaş olduklarını söylemektedir95.
El-Bekri ise Kıpçak ülkesi ile Guzların ülkesini ayrıştırmakta ama kesin bir coğrafya
çizememektedir96.
Görüldüğü üzere yukarıda da ifade ettiğimiz gibi İslam kaynaklarında 10. ve 11. yüzyıllarda Guzların, Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlardaki yerleşim alanları detaylı bir
şekilde yer almamaktadır.
Bizans İmparatoru Constantinos’un eseri çalışmamız açısından tek Bizans kaynağı
olma özelliğini taşımaktadır. Diğer Bizans kaynakları Tuna’nın ötesine geçen Uzlar
hakkında bilgi vermektedirler. Constantinos’da bu konuda bize sadece kendi zamanında Uzların Yayık’ın ötesinde oturduklarını söyleyerek detaylı bilgi vermemektedir.
Ayrıca o, Peçeneklerin kendilerini Uzlardan ayırt etmek için milli kıyafeletlerini giymeye devam ettiklerini de söylemektedir.
Sonuç
Uzların siyasi tarihlerine baktığımızda; Rusların Uzlar üzerine 1055-56, 1060, 1093,
1096, 1103, 1154 ve 1190 yıllarında; Kumanların ise 1105 ve 1151 yıllarında seferler
düzenlediklerini görüyoruz. Yine Kuman ve Uzların 1105, 1114, 1116, 1120, 1121, 1125,
1127 tarihlerinde Ruslara karşı birlikte hareket ettiklerini; Rus-Uz ittifakının yani Rus
knezlerinin aralarındaki iç mücadelelerde Uzların 1097 1127, 1151, 1152, 1154, 1159,
1160, 1169, 1171, 1172 yıllarına ait olaylarda Ruslara destek verdiklerini; 1060, 1093,
1096, 1127, 1151, 1152, 1154, 1159,1160, 1169, 1171, 1172, 1190 yıllarında da Rusların
gerek Kumanlara karşı gerekse kendi aralarındaki mücadelelerde Uzların yardımına
müracaat ettiklerine şahit oluyoruz. Kısacası Uzlar, Kiev Knezliği döneminde özellikle
Güney Rus bozkırlarında esaslı bir siyasi güce sahip olmuşlardır. X-XI yüzyıllarda Kiev
Rusyasının savunma düzeni içerisinde yer alarak hem yerleşmişler hem de Rus sınırlarını korumuşlardır. Bu arada Ruslar, Uzların güçlü oldukları dönemlerde onlardan
kaçanları alıp kendi sınır bölgelerine ya da önemli stratejik bölgelere yerleştirmeyi de
ihmal etmemişlerdir.
Yakut el-Hamavî’den naklen, Şeşen, a.g.e., s. 133.
İstahrî’den naklen, Şeşen, a.g.e., s. 155.
94 Golubovskiy, a.g.e., s. 45-46.
95 Golubovskiy, a.g.e., s. 46.
96 Golubovskiy, a.g.e., s. 46.
92
93
401
MUALLA UYDU YÜCEL
EKLER: Resimler
Resim 1. Karadeniz’in kuzeyi
Resim 2. Kiev Knezliği
Resim 3. Torçesk şehri
402
KARADENİZ’İN KUZEYİNDE OĞUZ-GUZ-UZLAR
Resim 4. Radzivilovskaya Letopis’de Yer Alan bir Minyatür97
Resim 5. Kuman Arabaları
Resim 6. Rus Knezlikleri
97
www.radzivilovskaya Letopis.ru adresinden 20.06.2014 tarihinde alınmıştır.
403
MUALLA UYDU YÜCEL
Resim 7.
Resim 8. Dinyeper Nehri
404
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
ÇAÇ’TAKİ OĞUZ ŞEHİRLERİ
M UN İRE HA TA MOV A
Kangüi saltanatının varisi olan Çaç hükümdarlığına dair çalışmaların sayısının son
yıllarda oldukça arttığı göze çarpmaktadır1. Ancak araştırmalarda Çaç’ın tarihî hududu bütünüyle ele alınmadığından Çaç ile ilgili tarihî vakalar yanlı olarak yorumlanmaktadır2. Oysa Çinli seyyahlar Hsüan Tsang (630), Du-Huan ve Soğd elçisi Fatufarn’ın kayıtlarına dayanarak Çaç’ın kuzeyde Talas ve merkezî Tarband (ya da Turarband) olan Farb vilayetlerini içerdiği hem de bu dönemde küçük hükümdarlıklara
bölünmediği, aksine, birkaç vilayetten oluşan muayyen bir hükümdarlık olduğu
ortadadır3. Bu konuda özellikle İbn Hevkel’in şu gibi bilgileri önemlidir: “Maveraünnehir’de büyük belde ve geniş vilayetler vardır. ... Barab (Farab) ve İsficab hem de et-Teraz
(Taraz) ve İlak’a kadar [yerlere] gelince, o hâlde onların tümü eş-Şaş’a [taalluktur]”4. Demek
ki yazılı kaynaklarda aslında yegâne Çaç hükümdarlığı ve onun muhtevasındaki
Farab, İsficab, Talas ve İlak gibi vilayetler ve onların merkezleri sayılan şehirlere dair
bilgiler kaydedilmiştir. Bunlara bakarak, Çaç hükümdarlığına şimdiki Güney KazaRtveladze, E. V. (2006). İstoriya i Numizmatika Çaça (Vtoraya Polovina III – Seredina VIII v. n.e.).
Taşkent; Babayarov, G. B. (2007). Drevnetyurkskie Monetı Çaçskogo Oazisa (VI-VIII vv. n.e.). Taşkent; Alimova, D. A. (2009). Taşkent Tarihi (Kadimgi davrlardan bugungaça). İstoriya Taşkenta (c
Drevneyşih Vremen do Naşey Dney). Taşkent; İshakov, M., Kamoliddin Ş. ve Babayarov, G.
(2009). Titulatura Doislamskih Praviteley Çaça. Taşkent; Ziyaev, A. (2009). Taşkent. Ç 1. Drevnost i
Srednevekov’ye. Taşkent; Filanoviç, M. İ. (2010). Drevnaya i Srednevekovaya İstorii Taşkenta v Arheologiçeskih İstoçnikah. Taşkent; Boboyörov, Ğ. (2010). Çoç Tarihidan Lavhalar (İlk Orta Asrlar).
Taşkent; Buryakov, Y. F. (2011). Kanka i Şahruhiya. Drenie Goroda Çaça i İlaka na Velikom Şelkovom Puti. Taşkent; Problemı Drevney i Srenevekovoy İstorii Çaça. (2013). Ş. Kamoliddin (Red.). Saarbrucken.
2 Örneğin, birçok ilmî yayında Çaç hükümdarlığından ayrı İlak, İsficab, Kangü Tarban ya da Otrar
/ Farab gibi bağımsız hükümdarlıklarının bulunduğu görüşünün yaygın olduğu göze çarpar.
3 Hatamova, M. M. (2014). İlk Orta Asrlarda Çoç Hukmdorlarligining Hududi (Sayeh va
Elçilarning Hotiralari Asosida). O’zbekiston tarixi, № 2. Тaşkent, 12-23.
4 Kamoliddin, Ş. S. O Severnıh Granitsah… 60 s.
1
405
MUNİRE HATAMOVA
kistan’ın Çimkent ve Taraz vilayetleri hem de Özbekistan’daki Taşkent vilayetinin
dâhil olduğunu söylemek mümkündür.
Bilindiği gibi, Erken Orta çağlarda Çaç vahası ziraat ve hayvancılığa müsait steplerin
kesiştiği noktada yer almaktaydı. Nitekim bu topraklarda milattan önceki bin yılın
son asırlarında ve miladî bin yıllığın ilk çeyreğinde hüküm süren Kangüi devleti
çemberinde Soğd, Türk ve Tohar dilli etnosların beraberce kaynaşarak yarattıkları
kendine has bir kültür harmanı oluşturmuş olup, bu durum onların bakiyeleri olan
yer adları, maddi eşyalar, sanat eserleri vb.lerde kendi tesbitini bulmaktadır. Özellikle, MS 6.-8. yüzyıllarda Çaç vahası dâhil olmak üzere Sırderya’nın orta havzalarından Yedisu’ya kadar uzanan topraklarda onlarca irili ufaklı şehirler bulunmakta
olup, bu iskân yerleri ahalisinin esas çoğunluğunu Soğdlu ve Türk asıllı toplumlar
oluşturmaktaydı5. Bunu o dönemin Çin, Eski Türk ve Bizans kaynaklarındaki bilgiler
ve buradaki Türk ve Soğd asıllı veya Türk-Soğd esaslı yer adları tasdik eder6.
Burada ayrıca vurgulamak gerekir ki Türk ve Soğd toplumlarının çok taraflı ilişkilerini sadece Köktürk Kağanlığı dönemine bağlamak doğru değildir. Her iki toplumun
arasındaki derin ilişkilerin kökü daha eski dönemlere dayandığını özellikle arkeolojik malzemeler tasdik etmektedir. Nitekim Çaç vahasında çok eskilerden hayvancılıkla uğraşan kabileler de yaşamış olup, onların Tunç çağından itibaren çiftçilikle uğraşmaya başladıkları bilinir. Hatta bazı bilginler Çaç ve Fergane bölgelerinin en eski
yerlilerinin Türkler olduklarını vurgulamaktadırlar7. Bizce, vaha ahalisinin etnik
muhtevasında Türk katmanlarının daha ağırlıklı olması da Köktürk kağanlarının Çaç
bölgesinde kendi hanedanını (Teginler sülalesi) kurmalarında bir faktör olmuştur8.
Çünkü her şeyden önce Çaç vahasının en eski adı ve bölgeden akan Sırderya nehri
adı da son yıllardaki araştırmalara göre Eski Türkçe bir temele dayanmaktadır9. İşbu
görüşe ek olarak birçok arkeolojik kazı sonucunda elde edilen malzemeleri destekleyici olarak ortaya koyabiliriz. Örneğin, Taşkent vahasının en eski şehir harabelerinin
başında gelen Kanka-tepe şehir kalıntısından miladi 5. yüzyıla ait Tanrı tasviri çizilmiş levha, Eski Türk yazısında “Çaç” toponimi aks olunan seramik parça, Bekabad
Bernştam, A. N. (1952). Tyurki i Srednaya Aziya b Opisanii Hoy Çao (726). VDİ № 1. Мoskva,
s. 194; Lubo-Lusnikenko, E.İ. (2002). Svedeniya Kitayskih Pis’mennıh İstoçnikov o Suyabe
(Gorodişe Ak-Beşim). Suyab. Ak-Beşim. S-Petersburg., ss. 115-116.
6 Baytanaev, B. A. (2003). Drevney İspidjab. Srednevekovıe Goroda Yujnogo Kazahstana na Velikom
Şelkovom Puti. İzdanie Vtore Pererabotannoe i Dopolnennoe. Şımkent-Almatı. ss. 38-40.
7 Malikov, A. M. (2000). Tyurki na Sredney Sırdar’ye. O’zbekiston moddiy madaniyati tarixi
(ИМКУ), vıp. 31. Samarkand, ss. 162-163.
8 605 yılında Batı Köktürk Şegüi tarafından öldürülen yerli hükümdar Nie’nin adı İnel biçiminde yeniden kurulur ve Eski Türkçe İnal veya İnel unvanıyla özdeşleştirilir. Eğer, bu bir gerçekse, bölgede Köktürk Kağanlığı döneminde kurulan Türk asıllı Teginler (605-750) ve Tudunlar (640-750) hanedanları ortaya çıkmadan önce de Çaç hükümdarları Türk asıllı oldukları veya onların arasında Türkçe isim ve unvanlar yayılmış olduğu anlaşılacaktır (Zuyev, Y. A.
(2002). Rannie Tyurki: Oçerki İstorii i İdeologii. Almatı. s. 94).
9 Maksudov, F. ve Babayarov, G. (2009). K Etimologii Toponima Çaç. Stolitse Uzbekistana Taşkentu 2200 let. Trudı Mejdunarodnoy Nauçnoy Konferentsii. Taşkent. ss. 199-205.
5
406
ÇAÇ’TAKİ OĞUZ ŞEHİRLERİ
(Taşkent vilayeti) vb. yerlerden bulunan Eski Türk yazılı eşyalar10, Toy-tepe ve Angren tümen (ilçe)lerinde bulunan Eski Türk taş heykelleri (balbal), Eski Türklere özgü
defin ve antropolojil malzemeler buna ispat niteliğindedir.
Çaç ve ona yakın bölgelerde Oğuz Türklerinin bulunduklarına dair bilgiler yazılı
kaynaklarda M 10.-12. yüzyıllara ait olup, özellikle, bu konuda Mesudî, İbn Fadlan
(10. yy.) İdrisî ve Merverudî (12. yy.) gibi Arap ve Fars coğrafyacılarının kayıtları
önemlidir. Ancak, ondan daha önceki dönemler, özellikle, M 6.-8. yüzyıllarda bölgede Oğuzların yerleşimi, göç yönleri ve şehirlerine dair bilgiler eksiktir. Gene de, yukarıda Çin kaynaklarından aktardığımız bilgilere göre, bu dönemde Talas nehrinin
batısı ile Sırderya’nın orta havzalarında Kang-chü’nün kuzeyinde birkaç Tele (Tegreg) kabile ittifakına mensup boylar yer almakta olup11, onlardan birkaçı daha sonradan Oğuz boyları olarak görülmektedir. Demek ki Çaç bölgesine has kültürün gelişiminde Oğuz Türklerinin payı gözardı edilemez.
Eğer Sırderya havzalarında bulunan eski şehir kalıntılarına dikkat edilirse, onların
oluşumu yerleşik Kang iskân yerlerinin temelinde ortaya çıktığı anlaşılacaktır. Özellikle, Soğdluların etkisi altında oluşan doğru dörtgen planlı şehirlerin esas olarak Çaç
vahasının Sırderya’ya yakın batı kısmında daha çok geliştiği görülür. Bu gibi şehirlerin herhangi bir köşesinde dörtgen biçimindeki erk (yönetim merkezi) yer almakta
olup, şehir ve erk surları hendeklerle çevrilidir12.
Bununla beraber, Orta Asya kadim şehirleri kültürünün gelişiminde Eski Türklerin
de güçlü bir etkisi bulunmakta olup, özellikle, Çaç, Fergane, Ustruşane ve Toharistan
gibi vahalarda yerleşik hayat sürdüren Türklerin iskân yerleri örnek teşkil eder13.
Nitekim Çaç vahasında bulunan şehirlerin esas kısmını düzenli olmayan planlarla
yapılmış şehirler oluşturur. İşbu şehirler tepelikler relyef (toprak özellikleri ve coğrafi şartlar) durumundan yola çıkılarak, inşa edilmiş ve onların erki (yönetim merkezi)
genelde yuvarlak ya da oval bir biçimde idi14. Uzmanlar bu gibi iskân yerlerinin Sakaların, daha doğrusu Aşağı Sırderya havzalarındaki iskân yerlerinin yapım tarzına
benzerlik taşıdığını vurgularlar15. Arkeologlar yuvarlak biçimli erkleri mezkûr gele-
Vasil’yev, D. D. (1976). Pamyatniki Tyurkskoy Runiçeskoy Pis’mennosti Aziatskogo Areala.
ST № 1. Baku. s. 80; Buryakov, Y. F. (2002). K İstorii Rannesrednevekovogo Çaça. O’zbekiston
tarixi. № 3. Тaşkent. s. 11.
11 Hojaev, A. ve Hojaev, K. (2001). Kadimgi Manbalarda Halkimiz Otmişi. Taşkent. ss. 16‚ 30-31;
Taşağıl, A. (2004). Çin Kaynaklarına Göre Eski Türk Boyları. Ankara. ss. 45‚ 131.
12 Buryakov, Y. F. (2003). Paleoekologiçeskie i Etniçeskie Protsessı v Kontaktnıh Zonah Sredney
Azii s Drevnosti i Srednevekov’ye (na primere Basseyna Yaksarta). International Journal of Asian Studies, vol. 8, Seoul – Tashkent, s. 79.
13 Baypakov, K. M. (2002). Vzaimodeystvie Zemledel’çeskih i Koçevıh Kul’tur v Ramkah Stepnoy Tsivilizatsii Kazahstana. Tsivilizatsii Tsentral’noy Evrazii: Zemledel’tsı i Skotovodı. Samarkand. s. 9.
14 Buryakov, Y. F. (2003). Paleoekologiçeskie i Etniçeskie Protsessı… s. 79.
15 Tolstov, S. P. (1962). Po Drevnim Del’tam Oksa i Yaksarta. Moskva. s. 192.
10
407
MUNİRE HATAMOVA
neğin gelişimiyle bağlarlar, yani Sırderya’nın orta ve aşağı havzalarındaki maddî
kültürün biri biriyleriyle benzerlik teşkil ettiklerine dikkat etmişlerdir16.
Yeri gelmişken, birçok araştırmacı arasında “Kadim dönemlerden hayvancılıkla uğraşan
Türklerde şehir kültürü bulunduğu söz konusu bile edilemez” görüşünün ağırlık kazandığı
üzerine duralım17. Bu gibi görüşlerin temelinde “yabani ve göçebe Türkler”, “onlar
kendi tarihine sahip değillerdi” gibi önyargılardan kaynaklanan eski Avrupamerkezcilik farazî (görüş) yatmaktadır. İşbu farazîye taraftarları kendileri için Çin yıllıklarında Eski Türklere dair kaydedilen «Onlar çadır ve keçe evlerde yaşarlar, ot ve suya bakarak bir yerden diğerine göç ederler» anlamındaki geleneksel “kalıp”ı destek olarak
alarak, bu konuda daha derin incelemeler sürdürülmesine engel olmuşlardır.
Ancak, son yıllarda sürdürülen birçok araştırma bu gibi görüşlerin tam olarak bir
temele dayanmadığını göstermektedir. Çünkü hemen hemen her toplumun uzun
asırlar zarfında hem yerleşik, hem de göçebe veya yarı göçebe olarak yaşadığı bilim
dünyasında kendi tesbitini bulmuştur. Çeşitli yazılı ve maddi kaynaklardaki bilgilerden yola çıkılırsa Türk dilli toplulukların da bundan müstesna olmadığı aydınlık
kazanır18. Özellikle, toponomi araştırmalarına göre, İslam öncesi dönemlerde Çaç
vahası Türk dilli toplumun bulunduğu büyük merkezlerden biri olmuştur. Örneğin,
tanınmış Doğu dilleri bilimcisi Prof. Şemsiddin Kamaliddin Çaç ve İlak vilayetlerinde 30’a yakın Türkçe asıllı yer adını sıralamıştır. Ona göre, Eski Türkçe yer adlarının
esas çoğunluğu M 9.-10. yüzyıllara ait yazılı kaynaklarda kaydedilmesine rağmen,
onların birçoğu daha önceki dönemlerde, özellikle, Köktürk Kağanlığı döneminde
ortaya çıkmıştır19. Türkolog Doç.Dr. Gaybullah Babayar’a göre ise Çaç bölgesinin
bazı Eski Türk asıllı toponimleri Köktürk Kağanlığı döneminden daha önceki dönemlere dayanır20. Çünkü aynı araştırmacıya göre, Çaç bölgesinin Türkçe yer adlarından birkaçı M 6.-7. yüzyıllara ait yazılı kaynaklarda görülmüş olup, onların mazisi
daha erken dönemlere ulaşır. Nitekim herhangi bir coğrafi ad onun yazılı kaynaklarda ilk kaydedildiği dönemden başlayarak değil, belki de yüzyıllar önce ortaya çıkmış
olabileceği pek olasıklıdır21.
Gerçekten de, Çaç bölgesinin Türkçe asıllı yer adları M 11. yüzyılın ortalarından değil, belki daha önceki dönemlerde görülmeye başladığı görülür. Örneğin, birer hü-
Buryakov, Y. F. (1982). Genezis i Etapı Razvitiya Gorodskoy Kul’turı Taşkentskogo Oazisa. Taşkent.
s. 113.
17 Hazanov, A. M. (2005). Koçevniki i Goroda v evraziyskom Stepnom Regione i Sosednih Stranah. Urbanizatsiya i Nomadizm v Tsentral’noy Azii: İstorii i Problemı. Materialı Mej-y Konferentsii.
Almatı. s. 324; Haeshi T. (2005). The role of sedentary people in the nomadic states: from the
Hiongnu empire to the Uigur qaghanate. Urbanizatsiya i Nomadizm v Tsentral’noy Azii: İstorii i
Problemı. Materialı Mej-y Konferentsii. Almatı. s. 224.
18 Kamoliddin, Ş. S. (2005). O Gradostroitel’noy Kul’ture u Drevnih Tyurok. Urbanizatsiya i Nomadizm v Tsentral’noy Azii: İstorii i Problemı. Materialı Mej-y Konferentsii. Almatı. ss. 354-373;
Kamoliddin, Ş. S. (2007). Kul’tura Osedlıh Tyurkov Sredney Azii. Taşkent. //
http://www.eurasica.ru/articles/uzbeks
19 Kamoliddin, Ş. S. (2006). Drevnetyurkskaya Toponimiya Sredney Azii. Taşkent: Şark. ss. 81-84.
20 Boboyörov, Ğ. (2010). Çoç Tarihidan Lavhalar (İlk Orta Asrlar). Taşkent. s. 107.
21 Karaev, S. K. (1985). Drevnetyurkskie Toponimı Sredney Azii. ST № 6. Baku. ss. 23-35.
16
408
ÇAÇ’TAKİ OĞUZ ŞEHİRLERİ
kümdarlık, vaha ve bölge adı olan Çaç terimi son araştırmalara göre, milattan önceki
bin yıllığın son çeyreğinde Proto-Türkçe bir temelde ortaya çıktığının birçok delillerle kendi tespitini bulması burada Türk asıllı topluluklar nüfusunun ne kadar önem
taşıdığını gösterir. Bunların dışında Çaç hükümdarlığı muhtevasındaki hemen hemen tüm vilayetler ve onların yönetim merkezlerinin adları da Türkçe esasta açıklanır. Mesela, İlak vilayeti Eski Türkçe İla gidronomi veya “yayla” anlamını taşıyan
Eski Türkçe aylak ya da yaylak sözcüklerinden geliştiği ileri sürülür22. Talas ve Sayram
/ Saryam (Soğd. İsficab) vilayetlerinin adı da Eski Türkçe gidronimlerden oluşmuştur.
Bilindiği gibi, diğer bölgelerde görülmek üzere, Orta Asya’da da menşei Eski Türkçeye dayanan toponimlerin esas çoğunluğu daha çok büyük nehirler ve göl adlarında
korunmuştur23. Örneğin, bölgedeki büyük nehirlerden biri olan Sırderya’nın eski
adlarından24 biri Eski İran dillerinde “saf, asıl merverit” anlamındaki Yaksart adı Orta
Çağ kaynaklarında Yahşart veya Haşart şeklinde biraz bozulmuş bir biçimde kaydedilmiştir25. Eski Türk yazıtlarında ise işbu “Merverit-nehir” anlamında Yençü-Ögüz
tarzında geçer26. İlginç tarafı, Yençü-Ögüz’ün Çince kelimesi kelimesine çevirisi
Chen-chü-he biçiminde, yani Eski Türkçeye yakın bir şekilde sunulmuştur. Bununla
beraber, onun Çinceye çevirilmiş Yao-sha biçiminde görülmüş olup, onun kökü Eski
İranca Yaksart’a kadar gider27.
Kâşgarlı Mahmud’un Dîvânu Lugâti’t-Türk adlı eserinde şu gibi önemli bir bilgi geçer:
“Öküz – Ceyhun ve Fırat gibi nehirlere verilen bir addır. İşbu terim tek olarak
kullanıldığı vakit Oğuzlar’a göre Benaket nehri anlaşılır; çünkü, şehirleri
onun yakasındadır. Onların göçebeleri de işbu nehirin iki kenarından yerleşmiştir. Türk ülkesindeki bir kaç sular, nehirler “öküz” adı ile adlandırılır.
Onun sınırında olan bir şehire de işbu ad verilir. “İki Öküz” denilir. İşbu şehir “İla” ile “Yafinç” nehirleri (sehrası) arasında bulunmuştur”28.
Buryakov, Y. F. (2002). K İstorii Rannesrednevekovogo Çaça. O’zbekiston tarixi. № 3. Тaşkent.
s. 14; Boboyörov, Ğ. B. (2003). İlk Orta Asrlarda Çoç Vohasida Turkiy Toponimlar. Özbekiston
Urbanistik Madaniyati. Halkaro İlmiy Konferentsiya Materiallari. Taşkent. s. 112.
23 Murzaev, E. M. (1976). O Proishojdenii Geografiçeskih Nazvaniy. ST № 2. s. 40; Gulieva, L. G.
(1976). Tyurkskaya Gidronimiya Kubani. ST № 2. s. 50.
24 Sırderya nehrinin yazılı kaynaklarda görülen adlarına dair bk. Klyaştornıy, S. G. (1953). Yaksart – Sır-Dar’ya. Sovetskaya Etnografiya. № 3. Мoskva. ss. 189-190; Livşits, V. A. (2003). Drevnee Nazvanie Sırdar’yi. VDİ № 1. ss. 3-10; Moldabayeva D. (2005). “Sır Derya” Havzasının
Türk Tarihindeki Yeri ve Önemi. Bilig. Güz/2005, Sayı 35. Ahmet Yesevi Universitesi
Mutevelli Heyet Başkanlığı. ss. 1-16.
25 Hudud al-‘Alam. The regions of the world... – s. 323.
26 Klyaştornıy, S. G. (1953). Yaksart – Sır-Dar’ya. Sovetskaya Etnografiya. № 3. Мoskva. ss. 189190.
27 Chavannes E. Documents sur les... ss. 140-141; Ekrem E. Hsüan-Tsang Seyahetnamesi’ne göre... –
ss. 126-127.
28 Divanü Lūgat-it Türk Tercümesi. (1985). Cilt I-IV. Çev. B. Atalay, Ankara: TDK yayınları: 521524. Cilt II. – s. 59; Koşğariy Mahmud (1960). Turkiy Sözler Devani (Devanu-Luğat it-Turk). Terc.
ve Neşr. S. M. Muttalibov. 1. C. – Тaşkent: Fan. s. 91; Mahmūd al-Kāšγarī. (1984). Compendium
of The Turkic Dialects (Dīwān Luγāt at-Turk). Edited and translated with introduction and indices by R. Dankoff in collaboration with J. Kelly. Part I. Harvard University,– s. 103.
22
409
MUNİRE HATAMOVA
Eserin başka bir sayfasında aynı müellif “Cincü / İncü – Oğuzca merverit demektir”
anlamını taşıyan bilgileri sunmuştur29.
Demek ki yukarıda sunduğumuz bilgiler Oğuzların Sırderya nehrinin sadece aşağı
havzalarında değil, belki de orta havzalarında da Köktürk Kağanlığı döneminde bile
yaşadıklarını tasdik eder. Çünkü Orta Asya’ya Makedonyalı İskender gelmeden önce
Yunan kaynaklarında Oksus tarzında görülen Amuderya nehrinin işbu eski adı Eski
Türkçe Öküz ile bağlantılı olduğu bir gerçek gibi gözükmektedir30.
Bununla beraber, Türk toplulukları dilinde mevcut olan terimler de onların yaşam
tarzı, meşgulatı ve kültürüne dair geniş bilgileri içeren önemli malzemelerden sayılır.
Örneğin, Eski Türkçede iyi bilinen şehir anlamındaki balïq teriminden başka Doğu
Avrupa Türkleri arasında kerman ve Batı Sibirya Türkleri için özgü olan tura ve
toy/ton terimleri de pek yaygın idi31. Bunun gibi, Erken Orta Çağlarda “şehir”, “köy”
anlamlarını taşıyan Soğdça -keθ/-kath topoformantı bölgede bulunan yer adları için
Soğd ve Türk dilli ahali arasında hemen hemen aynı derecede kullanılmıştır32. Araplar istilasından sonra -keθ/-kath topoformantı kaybolarak, pek çok yer adları -каnδ/kent ile yer değiştirdiği ahalinin topluca Türkleşmesiyle bağlantılıdır33. Nitekim Çaç’a
dair kadim ve orta çağlara ait çeşitli kaynaklarda onun Taşkend/Taşkent – “Тaş şehir”
anlamını veren adı hatırlatan bilgiler görülür34. O yüzden de 11. yüzyıla gelince
Kâşgarlı Mahmud -каnδ terimini Türkçe “şehir” anlamını veren bir sözcük olarak
açıklamıştır35.
Bununla beraber, “Divan”da çoğunluk Türk toplulukları -каnδ terimi altında “şehir”i
kastetmişlerse, sadece Oğuzlar mezkûr terimi “köy”e nispetle kullandıklarına dair
önemli bilgi görülür36. Nitekim -kaθ/-kat ile biten yer adları Çaç ile İlak’ta en çok miktarı, yani 30 adedi oluşturur. Çaç muhtevasındaki İsficab vilayetinde ise 3 adet -kaθ
Koşğariy Mahmud (1960). Turkiy Sözler Devani (Devanu-Luğat it-Turk). 3. C. – s. 37.
Koşğariy Mahmud (1960). Turkiy Sözler Devani (Devanu-Luğat it-Turk). 1. C. – ss. 91, 411, 469;
Koşğariy Mahmud (1960). Turkiy Sözler Devani (Devanu-Luğat it-Turk). 3. C. – ss. 166, 260;
Murzaev, E. M. (1974). Oçerki Toponomiki. Moskova. s. 195; Murzaev, E. M. (1984). Slovar’ Narodnıh Geografiçeskih Terminov. Moskova. ss. 405, 576; Hasanov, H. (1969). İstorikoToponomiçeskaya Shema Sredney Azii. Toponomika Vostoka. İssledovanii i Materialı. Moskova:
Nauka. s. 157; Karaev, S. K. (1991). Toponimiya Uzbekistana (Sotsiolingviçeskiy Aspekt). Taşkent:
Fan, s. 38.
31 Drevnetyurkskiy Slovar’. (1969). Leningrad, ss. 80, 587; Clauson G. (1972). Etymological dictionary
of pre-Thirteenth century Turkish. Oxford, ss. 335-336; Sravnitel’no-İstoriçeskaya Grammatika
Tyurkskih Yazıkov. Leksika. (2001). 4. cilt Мoskva, ss. 485, 487; Sravnitel’no-İstoriçeskaya Grammatika Tyurkskih Yazıkov. Pratyurkskiy Yazık Osnova. (2006). 6. cilt. Moskva. ss.443-450.
32 Lur’ye, P. B. İstoriko-Lingvistiçeskiy Analiz. ss. 88.
33 Hromov, A. L. (1974). O Strukturnıh Osobennostyah İranskoy Toponimii Maverannahra v
Period IX-XIII vv. Vostoçnaya Filologiya. Vıp. III. Duşanbe. s. 9; Lur’ye, P. B. İstorikoLingvistiçeskiy Analiz. ss. 110.
34 Muhammad ibn Musa al-Horazmiy. (1983). Мatematika, Astronomiya, Geografiya. Taşkent. ss.
268-269; Abu Rayhan Biruni. (1973). İndiya. İzbrannıe Proizvedeniya. 2. Cilt. Taşkent. s. 471;
Mahmud Koşğariy. (1963). Devanu Luğatit-turk. 1. cilt. Taşkent. s. 414.
35 Mahmud Koşğariy. (1963). Devanu Luğatit-turk. 3. cilt. Taşkent. s. 164.
36 Mahmud Koşğariy. (1963). Devanu Luğatit-turk. 3. cilt. Taşkent. 1963.
29
30
410
ÇAÇ’TAKİ OĞUZ ŞEHİRLERİ
ve 1 adet -kand ile biten toponimler görülür37. Kâşgarlı Mahmud “Oğuzlar’da kendi
şehirlerinden başka bir yere çıkmayanlar, savaşmayanlar «jatuq» denilir” diye aydınlık
kazandırır38. İlginç bir karşılaştırma, bugünlerde bile Taşkent bölgesinin yerel ahalisi
arasında tembel, çalışmayı sevmeyen insanlara “yatak keseli tekken” (“yatak hastası
dolaşmış”) tabiri kullanılır. Demek, bunu da Çaç hükümdarlığında yaşayan Türk
toplulukları arasında Oğuzları üstün rolleriyle açıklayabiliriz.
Genel olarak baktığımızda yazılı kaynaklarda Oğuzların bir grubu Sırderya’nın orta
havzalarındaki Karatağ (eski Karaçuk) dağı etekleri, Keles bozkırı, Arıs, Ahangeran,
Çırçık nehirleri vadilerinde yaşadıklarına dair bilgiler görülür. Nitekim Arap müerrihleri Sabran, Sütkent, Kencideh, Biskent gibi şehirlerin Oğuzlar’a ait olduğunu kaydetmişlerdir. “Nüzhet el-Muştak” eserinde yazıldığına göre, “Dehlan kaleye benzer şehir,
onun kendi yöneticisi bulunur, epey askere sahip. Vakti vaktiyle Şaş vilayetine bağlı Taraz
yerlerine saldırıda bulunur”39. İstehrî’nin eserinde ise “İşbu nehir [Çaç, yani Sırderya]
Sabran’ın sınırından geçer. Burada Guzlar’ın evleri bulunur”40 şeklinde bilgi kaydedilir.
Mukaddesî ise şimdiki Türkistan şehrinden batıda bulunan Sabran şehrini 7 kat duvarla sarılan büyük bir kale olarak tasvir eder41. Buna benzer, İstehrî’nin yazdıklarına
göre, Oğuz Türkleri’nin Sütkent şehri Maveraünnehir sınırında bulunur42.
Oğuzlar Farab ve Kencdeh (Kencide)43 vilayetleri arasında da yaşamışlardır. Arkeolojik kazılar burada 10. yüzyılda göçebe ve yarı yerleşik Türkler’in yaşadıklarını tasdik eder. Buradan Karluk – Oğuz boylarına özgü eşyaların bulunması da bölgede
diğer Türk topluluklarıyla beraber Oğuzların yaşadıklarını tespit eder44.
Oğuzlar Çaç ve Çaç ve İsficab vilayetleri arasındaki topraklarda da istikamet etmişlerdir. İbn Hevkel’e göre, “Şaş nehrinin kıyısında Biskent şehrinde45İslam’ı kabul eden
Oğuz Türkleri ve Karluk kabileleri toplanır”46. İstehrî de “Biskent şehri ahalisi çeşitli insanlardan müteşekil olup, Müslüman olan ve tümü itikat için mücadele eden Guz, Karluk ve
başkalardan ibaret”47 olduklarını yazmıştır. Bunun gibi, İstehr, Binket’ten İsficab ve
Taraz’a götüren yolu tarif ederken, Keles’te Enferan rıbatı ve Dih-i Guz namlı iskân
yerini kaydeder.
Eski Türklerle ilişkili olarak, Çaç bölgesinde unvanlardan oluşan yer adları çoğunluğu oluşturmuştur. Örneğin, Sogdolog P.B. Lurje’nin araştırmalarına göre, Çaç’ta hem
Türkçe, hem de Soğdça esaslı unvanlardan yapılan şehir adları diğer hudutlara naza-
Lur’ye, P. B. İstoriko-Lingvistiçeskiy Analiz. ss. 105.
Mahmud Koşğariy. (1963). Devanu Luğatit-turk. 3. cilt. Taşkent. s. 22.
39 Materialı po İstorii Turkmen i Turkmenii. (1938). C. 1. Moskva-Leningrad. s. 222.
40 Agadjanov, S. G. (1969). Oçerki İstorii Oguzov i Turkmen Sredney Azii IX-XIII vv. Aşkabat. s. 74.
41 Materialı po İstorii Turkmen i Turkmenii. (1938). C. 1. Moskva-Leningrad.
42 Agadjanov, S. G. (1969). a.g.e. s. 74.
43 Kencdeh – Arıs nehrinin orta havzasında, merkez şehri şimdiki Cuvan-tepe harabesine denk
gelen eski Subaniket şehridir.
44 Agadjanov, S. G. (1969). a.g.e., s. 75.
45 Biskent şimdiki Taşkent vilayetindeki Pıskent tümeni (ilçesi) adında iz bırakmıştır.
46 Materialı po İstorii Turkmen i Turkmenii. (1938). C. 1. Moskva-Leningrad.
47 Agadjanov, S. G. (1969). a.g.e., s. 76.
37
38
411
MUNİRE HATAMOVA
ran çoğunluğu oluşturur48. Buna Taşkent vahasındaki birbirinden o kadar uzak olmayan Cabguket (Ak-ata) ve Hatunket (Tugay-tepe) şehirleri örnek teşkil eder49.
Kaldı ki, bölgenin baş şehirlerinden biri olan Tunket şehri de Eski Türkçe ton/tun
“baş, ilk” anlamındaki terim, daha doğrusu epitet (sıfat)la ilişkilendirilir50, “vilayet
yöneticisi, hükümdarı” anlamındaki yine bir Türkçe unvan olan Tutuk sözcüğünden
Tukkaθ / Tutukkaθ şehrinin adı ortaya çıktığı görüşü hâkimdir51.
Burada dikkati çeken husus, şehir adlarının bu tarzda adlandırılması geleneği diğer
topluluklarda, özellikle, Orta Asya’nın gayri Türk topluluklarında fazla görülmez.
Çaç bölgesinde Türkçe unvanlarla bağlantılı toponimlerin sıkça görülmesi olayını
Sogdolog P.B. Lurje Yedisu ve Çaç topraklarındaki şehir ve saire iskân yerlerinin
yapımı ve bu tarzda adlandırılmasına Soğd tüccarları tarafından bilinçli olarak teşebbüs yaptıklarını ileri sürer52. Bizce mezkûr bölgelerde sadece Soğdlular değil, belki de Türk toplulukları da şehir ve diğer iskân yerlerini inşa etmişler ve onlardan
birkaçını kendi yöneticilerinin unvanlarıyla adlandırmışlardır. Bu görüşü adı geçen
bölgelerin yer adlarının büyük bir kısmını Türkçe veya Türk-Soğd karışımı toponimler oluşturması da tasdik eder. Örneğin, bu döneme ait Yengikent, Sayram, Otrar/Turarband, Sütkent, Karaçuk, Suğnak, Talas, Atlah, Bing-yul/Ming-bulak, Cabguket,
Hatunket, İlak, Sablık, Arpalığ, Barsket, Abrlığ, Nemudlığ, Almalık vb. Türkçe asıllı şehir
ve köy adları bunu teyit eder53.
Sonuç olarak, Oğuzların yarı göçebe ve hayvancılıkla uğraşan kısmı ilkbahar, yaz ve
güz aylarını yaylalarda geçirerek, kışın kışlık menzillerine gelip yaşadıkları anlaşılmaktadır. Mezkûr yazlık ve kışlık karargâhlar Sırderya’nın her iki kıyısında yerleşmiş bulunuyordu.
Bu dönemde Oğuzların yerleşik hayata geçmesi iki yönde gelişmiştir. Onların bir
kısmı Taşkent vahalardaki şehir ve kasabalar nüfusu arasında erimeye başlamışlarsa
da, ikinci bir kısımı oluşturan topluluğu bölgenin bozkır ve yaylalarında kendi köylerini inşa etmişlerdi. Bozkırda yerleşen Oğuzlar kendi savunma inşaatlarına sahip
olarak kendi bölgelerini olası saldırılardan savunmaya özen gösteriyorlardı. Daha
muhkem yapılara sahip ve alınması zor olan kaleler ise Oğuz yöneticilerinin karargâhı görevini yapmakla beraber hazine ve gıdaların korunduğu yerler olarak bilinirdir. Diğer şehir ve kasabalar ise zanaatın, çiftçilik ve ticaret merkezleri olarak ün
kazanmıştı.
Lur’ye, P. B. İstoriko-Lingvistiçeskiy Analiz. ss. 206.
Bartold V. (1963). s. 230; Buryakov, Y. F. İstoriçeskaya Topografiya…; Boboyörov, Ğ. B. (2003).
İlk Orta Asrlarda Çoç Vohasida Turkiy Toponimlar. Özbekiston Urbanistik Madaniyati. Halkaro
İlmiy Konferentsiya Materiallari. Taşkent. s. 113; Lur’ye, P. B. İstoriko-Lingvistiçeskiy Analiz…
50 Umarov, E. (2002). Etyudı po Drevnetyurkskoy Onomastike. Orta Asiye Arheologiyası, Tarihi va
Madaniyati. Halkora İlmiy Konferentsiya Ma’ruzalari Tezislari. Taşkent. s. 114; Boboyörov, Ğ. B.
Ğarbiy Turk Hokonligi Davlatçiligi Tuzumi… s. 186.
51 Lur’ye, P. B. İstoriko-Lingvistiçeskiy Analiz. ss. 100, 206-207.
52 Lur’ye, P. B. İstoriko-Lingvistiçeskiy Analiz. s. 208.
53 Baytanaev, B. (2003). Drevniy İspidjab. Şımkent-Almatı. ss. 38-40; Kamoliddin, Ş. S. (2006). Drevnetyurskaya Toponimiya v Sredney Azii. Taşkent. s. 80; Boboyörov, Ğ. (2010). Çoç Tarihidan
Lavhalar (İlk Orta Asrlar). Taşkent. ss. 77, 92-108.
48
49
412
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
DAMGA (TAMGA) KAVRAMI BAĞLAMINDA,
OĞUZ DAMGALARI MI, TÜRK DAMGALARI MI?
M US TAFA A KS O Y
Damgalar, geniş anlamda bir dilin alfabeleri, sosyal grupların tarihî mirası ve soyut
anlatılardır. Bu sebeple damgalar, sosyo-kültürel araştırmalarda başvurulması gereken
öncelikli vesikalardır. Çünkü damgalar bir nesneyi ya da nesneleri ifade etmenin
ötesinde, daha çok insanla ilgili soyut dünyayı ifade eder. Damga kavramı Türk-Moğol
halkları tarafından kullanılmakta olup, damgaların nasıl oluştuğu konusunda kesin bir
hüküm yoktur. Ancak genel olarak, kayalardaki işaretlerin, resimlerin zamanla
damgalara dönüştüğü genel kabul görmektedir.
Damga kavramı Orhun Abideleri ve diğer taşların üzerine yazılan metinlerde
“tamgaçı” yani “mühürdar”1; “tamyaçi” yani “damgacı, damga vuran, mühürdar”;
“tamyala” yani “damgalamak”2 şeklinde görülüyor. Taşlara yazılan metinlerden başka
Oğuz Kağan Destanı’nda da bu kavram “Men senlerge boldum kagan, alalıng ya tagı
kalkan, tamga bizge bolsun buyan” şeklinde kullanılmıştır. Yazılı ifadenin yüzlerce yıllık
sözlü geçmişini ve Türk tarihini esas aldığımızda damga kavramının tarihî derinliği
ortaya çıkmaktadır.
Rusçadaki yabancı kelimelerin etimolojisinin yapıldığı bir sözlükte “damga”
kelimesinin Türkçe olduğu belirtilerek “birinci manası, Moğol boy toplumunda, boya ait
olan (mesela, hayvan) veya boy mensupları tarafından yapılan (mesela seramik, halı gibi) eşyalar
üzerine vurulan özel mülkiyet işaretidir ki, sonradan aile ve şahıslara ait işaret haline gelmiştir.
İkinci manası ise, 13-15 yy.larda Rusya’da, gümrüğe giren eşya üzerine vurulan özel damga
karşılığı alınan gümrük vergisidir”3 denmiştir.
Drevnetyurkskiy Slovar adlı eserde ise kadim Türkler, “damga / tamga”yı, özel mülkiyet
işaretinden başka, ayrıca bir şeyin üzerine basılan işaret, iz koymaya yarayan alet;
Tekin, T. (1988). Orhon Yazıtları. Ankara. s. 166.
Orkun, H. N. a. g. e. s. 586.
3 Yazarı yok. ( 1988). Slovar İnostrannıh Slov. Russkiy Yazık. Moskva. s. 497.
1
2
413
MUSTAFA AKSOY
mühür ve böyle bir aletle konulmuş belirti, işaret, yazı; nişan anlamlarında
kullanmıştır4 ifadesi yazılmıştı. Tuva Türkçesinde de “damga” ve “şekil” farklı
kelimelerle ifade edilir. Örneğin “tanma”, “mühür, damga, kaşe”; “demdek” ise “nişan,
işaret, sembol, simge, not, numara”5 anlamında kullanılmaktadır.
1916’da Kazan’da yayımlanan bir eserde de okuma yazma bilmeyen Başkurt ve diğer
Türk halklarının sahip oldukları damgaları imza yerine kullandıkları belirtilmektedir6.
Diğer yandan Kül Tigin kitabesinde, Turfan’da bulunan Uygurca metinlerde, Dîvânü
Lugâti’t-Türk’te7, Kutadgu Bilig8’de damga/ tamga’nın mühür, damga şeklinde
kullanıldığına dair açık ifadeler mevcuttur. Söz konusu eserlerde kaydedildiğine göre
“damga-tamga”dan tamγačï (tamğaçı, damgacı), tamγala (tamğala, damgala), tamγa
ur (tamğa ur, damga vur) gibi terimler9 de türemiştir. Moğolların da damgayı mühür
ve özel mülkiyet işareti anlamında kullandığını şu ifadelerden anlıyoruz: “Şunu
kaydetmeliyiz ki hayvanlar üzerindeki mülkiyet hususî bir nişan damga (tamga) ile işaretlenirdi;
bu damga, bir kabilenin bütün azaları için aynı idi”10.
Damgalar hakkında Sümer de “Oğuz boylarına ait damgaların Anadolu’da hayvanlara
vurulduktan başka halı, kilim motifi olarak kullanıldığını, aşı boyası ile evlerin duvarlarına
Yazarı yok. (1969). Drevnetyurkskiy Slovar. Leningrad. s. 530.
Monguş, D. A. (2005). Tuvaca-Türkçe Sözlük, s. 200, 63.
6 Akçokraklı, O. (1983). Kırım’da Tatar Tamgaları. İstanbul. s. 175.
7 “tamga: Hakanın ve başkalarının damgası. tamgalığ: Hakanlar ibriklerini, kendilerine özger olan
sofralarını mühürlerler; bunlarda bir kişiye yetecek kadar yiyecek ve içecek vardır; sonraları,
Hakandan başkası kullanmasın diye üzerine damga vurulmuş; böylelikle tamgalığ kelimesi her
türlü ibrik ve sofra için ad olmuştur.” “tamgalığ: Hakandan başka kimsenin üzerinde yemek
yememesi için damga vurulmaya hazırlanmış sofra…”. Kâşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it-Türk,
Cilt I, s. 424, 527. Aynı eser Cilt IV, sayfa 567’de ise tamga için “damga, hakanın ve başkalarının
damgası” ifadesi kullanılmıştır.
8 Vezirlık angar bérdi tamğa ayağ tuğı kövrügi birle bérdi kuyağ. (Ona vezirlik, unvan ve mühür
ile tuğ, davul ve zırh verildi.) Ayağ bérdi tamğa at üstem kedüt ağırladı aşru tükel boldı kut.
(Ona unvan, mühür, at, koşum ve hil’at verdi; çok itibar gösterdi; o ikbalin son derecesine vasıl
oldu.) // Atım ersig erse bolur ok yaçı köni erse kılkı bolur tamğacı. (İyi nişancı ve cesur ise, o
okçu ve yaycı olur; doğru tabiatlı ise, mühürdar olur.) Yukarıdaki bilgilerin Türkiye Türkçesi Cilt
II, asılları ise Cilt I’den alınmıştır: Yusuf Has Hâcib. (1979). Kutadgu Bilig, Ankara, Cilt I. s. 121,
193, 408.; Yusuf Has Hâcib. (1985). Kutadgu Bilig, Ankara, Cilt II. s. 86, 135, 293.
9 Turfan’da bulunan Uygurca metinlerde tamya (Tamγa-tamğa); mühür, damga, baskı, iz (beg
tamγasï elgiŋdä (Beyin, idarecinin damgası (mührü) kendi elinde.) ve büyüleyici işaret (ötrü etüz
küzätgü tamγa tutmïš kergäk tamγasï (Bundan sonra bedeni koruyan işaret yapmak gerekir.)
manasında kullanılmıştır. Kutadgu Bilig’de ise şu örneklere rastlanır: väzirliq aŋar berdi tamγa
ajaγ (Tamga vererek vezirlik görevine getirdi), Tamγa ur (damgala, damgalamak, mühür
lemek), keräk… özi bekläsä qoδsa tamγa urup (Onun kendisinin muhafaza etmesi ve
mühürlemesi /damgalaması gerekir), Tamγačï (tamğacı, tamgayı muhafaza eden kimse), köni
bolsa gïlgï bolur tamγačï (Eğer o hakkaniyetli olursa, tamganın da muhafızı olacaktır.) Ayrıca
damga; nišan (nişan), tamγa (tamga) şeklinde de geçmektedir. Kâşgarlı Mahmud’dan da şu
örnekleri vere biliriz: Tamγala (tamğala, mühür basmak), ol bitig tamγaladï (O, mektubu/yazıyı
mühürledi/tamgaladı.) Kültegin Kitabesi’nde ise şu ifade buna örnektir: türgäš qaγanda magarač
tamγačï oγuz bilgä tamγačï ketli (Türgiş kağanından Makraç ve Oğuz Bilge tamgalarını
muhafaza eden kimse geldi.), (Drevnetyurkskiy Slovar, s. 530.)
10 Vladimirtsov, B. Y. (1987). Moğolların İçtimaî Teşkilatı (Çev. A. İnan). Ankara. s. 91.
4
5
414
DAMGA (TAMGA) KAVRAMI BAĞLAMINDA, OĞUZ DAMGALARI MI, TÜRK DAMGALARI MI?
resmedildiğini, kap kacağa ve nazar değmemesi, uğur getirmesi için bazı giyim eşyasına
nakşedildiğini ve hatta mezar taşlarına çizildiğini biliyoruz”11 der. 19. yüzyılda yaptığı saha
araştırmalarıyla tanınan Türkolog Radloff da Altay’da yaşayan “muhtelif soylar atlarını
tanıyabilmek için, bunların arka butlarına vurulan mülkiyet işareti (tamga) kullanırlar. Ben bu
gibi 12 tamga gördüm”12 diyerek tarihten gelen bir geleneğe şahitlik yaptığını belirtir.
Altın Orda ve Rusya hakkında yapılan bir çalışmada “tamga” için “tüccarlardan alınan
bu gümrük vergisi, en fazla gelir getiren vergilerin başında gelmektedir… Bu vergi Rus
knezliklerinde Altın Orda’nın hâkimiyeti ile birlikte toplanmaya başlanmıştır… Kroniklerden
başka yarlıklarda da tamga vergisine rastlanmaktadır”13 denmiştir. Söz konusu vergi
“nitekim Altın Orda Devleti’nin hazinesine en fazla gelir getiren vergi, olmuştur”14 ifadesi
kullanılmıştır.
Emir Timur hakkında yapılan bir çalışmada da “tamga”; “merkezî hükümet makamları
arasında en önemlisi, hükümdara çok yakın olan mühürdardı. Timur döneminde bu makam
Farsça adıyla anılır, Türkçe’de geleneksel olarak kullanılan tamgaç adı ise gümrük vergisi
(tamga) toplayanlara verilir oldu”15 diye kullanılmıştır. Asya Türkleri hakkındaki bazı
sözlüklerde de damga kavramı şu anlamlarda kullanılmıştır: “Tamga”: “Damga,
mühür”; “Tamha”: “Damga, mühür”16. “Tamga”: “Damga, işaret, arma”17; “Tamgasal”:
“Damga vurmak, işaret koymak”18. “Tamga”: “Damga, mühür”; “Tamgalama:
Damgalamak, mühürlemek, iz bırakmak, imzalamak”19.
Damgalar konusundaki ilk geniş kapsamlı araştırmalar XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde
yapılmaya başlanmıştır. Örneğin Aristov, Orta Asya Türkleri; Castagne, Kırgız
Türkleri; Akçokraklı, Kırım Tatarları; Karpov ise Türkmenlerin damgaları hakkında
geniş kapsamlı çalışmalar yapmışlar. Türkiye’de ise bu konudaki ilk geniş kapsamlı
çalışma Yalgın tarafından yapmıştır20. Pazırık kurganındaki buluntulardan21 sonra
özellikle damgalar ve onların tarihî kaynakları konusunda Hint-Avrupa teorisi
bağlamında Sovyet ve Batı kaynaklı bazı eserlerin yazıldığı görülmektedir.
Sümer, F. (1972). Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri, Boy Teşkilâtı, Destanları. Ankara. ss. 206-207.
Radloff, W. (1956). Sibiraya’dan (Çev. A. Temir). Cilt I. İstanbul. s. 290.
13 Kamalov, K. (2009). Altın Orda ve Rusya. İstanbul. s. 164-165.
14 Kamalov, K. a. g. e. s. 286.
15 Manz, B. F. (2006). Timurlenk Bozkırların Son Göçebe Fatihi (Çev. Z. Bilgin). İstanbul. s. 230.
16 Topraklı, R., Vural, H., Karaatlı, R. (2000). Kıpçak Türkçesi Sözlüğü. Ankara. s. 260.
17 Tavkul, U. (2000). Karaçay-Malkar Türkçesi Sözlüğü. Ankara. s. 375.
18 Tavkul, U. a. g. e. s. 375.
19 Öner, M. (2009). Kazan-Tatar Türkçesi Sözlüğü. Ankara. s. 263.
20 Aristov, N. A. (2014). Türk Halklarının Etnik Yapısı (Çev. D. A. Batur). İstanbul. s. 263; Castagne, J.
(1921). Les Tamgas des Kirghizes (Kazaks). Revue du Monde Musulman, Volume XLII, Octobre.;
Akçokraklı, O. a. g. e.; Kuzeyev, R. G. (2005). İtil-Ural Türkleri (Çev. A. Acaloğlu). İstanbul. s. 82.;
Yalgın, A. R. (1943). Anadolu’da Türk Damgaları: Uludağ'dan Toroslar'a. Bursa.
21 Pazırık kurganları 1929 yılında Rus arkeologları S. I. Rudenko ile M. P. Gryaznov tarafından
Altaylarda, bulunmuştur. Rudenko 1947-1949 yıllarında dört kurgan daha açınca Pazırık
kurganı buluntuları dünyanın ilgisini çekmeye başlamıştır. Bu kurganlarda üzerlerinde damga
olan, at cesedi, mumyalanmış insan, halı, çeşitli at koşum takımları ile çok sayıda araç ve gerek
bulunmuştur.
11
12
415
MUSTAFA AKSOY
Orhun alfabesinin Türk damgalarından türemiş olduğuna dair teori ise ilk defa olarak
Aristov tarafından ifade edilmiştir. Teori sahibi Aristov olmasına rağmen, onun
ifadesine göre kadim Türklerin kitabelerde kullandığı harfler ile damgalar arasındaki
ilişkiye ilk defa “Spassky, (Inscriptiones Sibiricae, 1820) Yenisey ve Altaylardaki
kitabelerde kullanılan işaretlerin günümüzde dahi Sibiryalı göçebelerin kullandıkları
tamga ve mühürlerle benzerliğine işaret etmiştir”22.
Aristov, ise konu hakkında yapmış olduğu bir araştırmada “Orhun alfabesindeki 38
işretten 29’u günümüzde boylarda kullanılan tamgalara benzemekte veya şekil
itibariyle yakınlık arz etmektedir”23 der. Türk damgaları ile ilk Türk alfabesi arasındaki
ilişkiyi ifade eden Kuzeyev de Türk damgalarında görülen istikrarlılık ve devamlılık
“etnogenetik”, “etnos” ve “komşu etnoslar” hakkında karşılaştırmalı araştırmaların
yapılmasına imkân verir24 diyerek, Türk damgalarının kültür tarihi araştırmalarındaki
yerine işaret eder. Diğer yandan Kuzeyev, “Amanjolov’un tamgaları birer ideogram
veya logogram olarak ele alma yönündeki önerisi ilgi çekmektedir”25 diyerek
Başkurtlardaki aile damgalarından çok sayıda örnekler vererek bu damgalar dikkatlice
incelendiğinde birçoğunun ilk Türk alfabesinde26 de olduğu görülmektedir der.
Türkiye’de yapılan bir araştırmada da bir çoğu Orhun ve Yenisey yazıtlarında
kullanılan damgalardan yirmi bir tanesinin Ahlat mezar taşlarında kullanıldığı tespit
edilmiştir27. Türkiye’de kadim Türk alfabesiyle kaya resimleriyle olan ilişkiye H. N.
Orkun, ilk baskısı 1941’de yapılan eserinde Türk yazısının “fikir belirten işaret”
(ideogram, ideografik) anlamına gelen kaya resimlerinden oluştuğunu Y. D.
Polivanov’a atfen belirtir28. E. Esin de “bilhassa ki M.Ö. IV. yüzyıllarından sanılan Esik
mezarında, gümüş bir kap içinde, Kök-Türk harflerinin arkaik şekli olduğu sanılan harfler ile
yazılmış ve Kazak âlimlerine göre, iki harfi yalnız Türkçede olan bir yazı bulundu. Bu çok
önemli buluş, Kök-Türk yazısının Milâddan önce, belki Aristov, Orkun ile Kisilev’in sandıkları
gibi, damgalardan gelişerek teşekkül ettiğini gösterir”29 der.
Günümüzde de bu tür damgalar bazı aileler tarafından hâlâ kullanılmaktadır. Mesela
Tavkul’un, Kafkasya aile damgaları, Kuzeyev’in, Başkurt aile damgaları, Makarov’un,
Tatar aile damgaları, Trofimov’un Çuvaş aile damgaları hakkındaki eserlerinde çok
sayıda aile damgası örneği belirtilmiştir. Salihov tarafından derlenen ve yayına
hazırlanan Başkurt Şecereleri adlı eserde ise yirminci yüzyılın başlarında Sokolov
Aristov, N. A. a. g. e., s. 273.
Aristov, N. A. a. g. e. s. 263.
24 Kuzeyev, R. G. a. g. e. s. 81-82.
25 Kuzeyev, R. G. a. g. e. s. 83.
26 Orhun alfabesi kavramıyla Moğolistan’da buluna bazı taş abidelerdeki yazı akla gelmektedir. Bu
yazılar devrin şartlarını göre çok ileri seviyede olup, Türk alfabesiyle yazılmış, Türk tarih
felsefesinin örneklerinin görüldüğü ve hitabet sanatının çok ileri seviyede kullanıldığı belki de
ilk eserlerdir. O nedenle Orhun alfabesi yerine daha kuşatıcı, yani Orhun alfabesinden önceyi de
ifade etmesi nedeniyle biz “ilk Türk alfabesi” kavramını tercih ediyoruz.
27 Gülensoy, T. (1993). Ahlat’ta Türk Damgaları, Anadolu’da Türk Mührü (Hazırlayan: İ.
Nalbantoğlu). Ankara. s. 61-63.
28 Orkun, H. N. (1987). Eski Türk Yazıtları. Ankara. s. 16.
29 Esin, E. (1978). İslâmiyetten Önceki Türk Kültür Tarihine ve İslâma Giriş (Türk Kültürü El-Kitabı, II.
Cilt I/b’den Ayrı Basım). İstanbul. s. 23.
22
23
416
DAMGA (TAMGA) KAVRAMI BAĞLAMINDA, OĞUZ DAMGALARI MI, TÜRK DAMGALARI MI?
tarafından Başkurtistan’ın Kügersin ilçesindeki aile damgaları hakkında bazı örnekler
vardır30. Temmuz 2014’de yayımlanan eserimizde31 de Türk dünyasında kullanılan
aile damgalarından çok sayıda örnek mevcuttur.
Damga bir özel işaret olmanın yanında ailelerin soy adı olarak da kullanıldığını
“Kokand’a tabi olan Çong-Bağış (büyük sığın) kabilesi, Kaşgar’ın batısında göçebe olarak yaşar.
Bana bildirilen soy adları şunlardır: Askalı, Taro, Maçak, Üş-Tamga, Kandabaş, Koş-Tamga,
Kuan-Duan (Tora soyuna Teleüt’lerin arasında da çok rastlanılır). Üş-Tamga ve Koş Tamga hiç
şüphesiz Özbek soylarıdır”32 diyerek Radloff haber verir.
Aristov ise damgaların temelde dinî kaynaklı olduğunu “çok muhtemeldir ki, boy
tamgaları başlangıçta boyun tanrıları veya koruyucu ruhlarının şekillerinden ibaretti ve daha
sonraları kazınmasını ve hayvana vurulmasını kolaylaştıracak basit geometrik şekiller, halinde
boyun mülkiyet işaretleri haline dönüşmüştür”33 der. Diğer yandan Türk kültür
coğrafyasındaki çok sık görülen yüksek dağlardaki damgaların dinî bir tarafının
olduğunu Altaylardaki Teleütlerin dini hayatından bahseden Potapov, şamanların
dağın zirvesine kendi özel “tamga”ları ile işaret koyduklarını belirtir34.
Radloff, Altaylarda tespit ettiği damga geleneğinin Kao-çılar yani Kanglılar’da35 da
olduğunu “Kao-çe’ler ehlî hayvanlara birer mülkiyet damgası vururlar; sahrada bir hayvan
yabancı bir halka karışırsa, onu hiç kimse kendi mülküne geçiremez”36 diyerek işret eder.
Damga kavramının Kanglılar tarafından kullanıldığını ifade eden bir Çin belgesinde de
şunlar yazılıdır: Kao-ch’e lerde
“Evlenme sırasında at ve öküz verilmesinin büyük önemi vardır. Anlaştıktan sonra
dünürlük kurulur. Damadın akrabaları atları sürerek getirirler ve kızın akrabalarının her
biri istedikleri atı kendileri tutup alırlar. Atların sahipleri çevrilen yerin dışına çıkarak
ellerini şaklatırlar ve atları ürkütürlerdi. Atlardan düşmeyenler, bindikleri atları alırlar.
Düşenler ise yeniden at seçer. Dünürler atları seçtikten sonra düğün töreni sona ererdi.
Tahıl yetiştirmezler, şarap yapmazlardı. Düğün günü damat ve geline kımız ile
kurutulmuş et verilir… Uzun gün boyu et yiyip, kımız içerler... Ertesi günü gelinlik kız
kendi babasına varıp, damadın akrabaları atlara dönerek kızın evine sürüp getirirler.
Gelinin akrabaları da onların içinden atları seçip alırlar. Kızın ana-babası ve kardeşleri ve
yakın akrabaları hiçbir şey demezler. Dul kadınlarla evlenmeyi münasip görürler.
Öylelerine saygı gösterirler. Dışarıda yürüyüş sırasında yabancı adamla karşılaştığında
onu hiç kimsenin almadığına bakarak hayvanlarına damga basarlar”37.
Tavkul, U. (2009). Kafkasya Gerçeği. İstanbul. s. 485-508.; Trofimov, A. (1977). Ornament
Çubaşskoy Narodnoy Bışivki. Çeboksarı.; Makarov, G. (2009). Iruk (Uruk) Tamgası, Baş Kazığı,
Daş Bilgi ve Tarihi Hatır Kokularımız, Turan Dergisi, Sayı 7. s. 112-116.; Salihov, A. (2009).
Başkurt Şecereleri. Ankara. s.116.
31 Aksoy, M. (2014). Tarihin Sessiz Dili Damgalar, İstanbul.
32 Radloff, W.(1956). Sibirya’dan (Çeviren: A. Temur). Cilt I*. İstanbul. s. 233.
33 Aristov, N. A. a. g. e. s. 27.
34 Potapov, L. P. (2012). Altay Şamanizmi (Çeviren: M. Ergun). Konya. s. 177.
35 Kanglıların tarih sahnesinde görüldüğü IV. yüzyıldan başlayarak Moğolistan’dan Türkiye’ye
kadar olan tarihî kültürel yapıları ve Türkiye’deki yerleşim yerleri hakkında sahasında yapılmış
ilk ve tek eser için bk. Osman Yorulmaz, Geçmişten Günümüze Kanglı Türkleri. İstanbul. 2012.
36 Radloff, W. a. g. e. s. 128.
37 Taşağıl, A. (2004 ). Çin Kaynaklarına Göre Eski Türk Boyları. Ankara. s. 39.
30
417
MUSTAFA AKSOY
Yukarıdaki Çin metninde evlenmeyle ilgili başlık (kalın) olarak oğlan tarafının kız
tarafına verdiği atları seçenlerin onları özel mülkiyetlerine geçirmek için damga
kullandığını belirtmektedir. Ögel ise
“Türk sınırları dikilen yazıtlarla adetâ mühürlenirdi. Eski Türk devletlerince sınır, çok
büyük bir önem taşırdı. Eski Türkler’e göre sınır, bir ‘yaka’, yani devletin bir kıyısı gibi idi.
Ele geçirilen bir yerin hemen sınırlarını tesbit etmek, yani “yakalatmak”, kağanların en
önemli bir işi olarak belirlenmişti. Sınıra ayrıca kazıklar da çakılırdı. Bunlara da “Çit”
deniyordu. Kağanın veya Türk devletinin damga veya nişanlarının vurulduğu sınır taşları
da vardı ki, Türkler buna, ‘belgü’ derlerdi”38
diyerek damga kavramının bir başka anlamına ve devletle ilişkisine işaret eder. Bu
nedenle Türk tarihin önemli bir kültür unsuru olan etnografya eserlerindeki damgaları
tarihî bağlam içinde değerlendirip incelemek gerekir. Konunun öneminden dolayı,
yani damgalar ile Türklerin hayat tarzı ve boy yapısı arasındaki yakın ilişkiye
dikkatimizi çeken Aristov, “dolayısıyla göçebe hayat tarzını ve boy yapısını muhafaza
eden Türk kabilelerine ait bol miktarda tamganın toplanıp incelenmesi, boy ve
kabilelerin etnik yapısının tespitinde önemli bir vazife görecektir”39 ifadesini
kullanmıştır.
Aristov ve Kuzeyev’in görüşlerinin aksine Türkiye’deki tarihçiler genelde bu eserleri
adeta görmezden gelerek tarih yazıcılığı yapmışlar, yani tarih yazmışlardır. Oysa
özellikle sosyo-kültürel tarih yazıcılığının en önemli kaynaklarının başında etnografya
eserleri gelir. Bu eserler sosyal grupların tarihî geleneğinden kaynaklanarak, geleneksel
olarak kuşaktan kuşağa aktarılan, tarihî vesikalardır. Dolayısıyla bir sosyal grubun
veya milletin tarihi yazılırken ilk önce başvurulması gereken vesikalar olarak ilgilileri
beklemektedirler.
Nasıl ki biyolojide DNA’lar yolu ile bir veraset varsa, sosyo-kültürel hayatın DNA’ları
da damgalardır ve bunlar bizim ile hep vardır. Bunları en sade şekliyle sosyal bir
grubun inşa ettiği etnografik eserlerde görmek mümkündür. Halkın kullandığı bu
damgalar, adeta sosyal grupların tarihini taşıyan şifreleri niteliğindedir ve günlük
hayatta konuşulan dilden bağımsızdırlar. Bu dil, damgalara dayalı ayrı bir anlatım dili
ve ayrı bir iletişim aracıdır.
Fotoğraflarda da görüldüğü gibi Türklerin kullandığı damgalar Kaşgarlı’nın (10081105) belirttiği gibi 22, Reşided-din (1247-1318) ile Yazıcı-oğlu’nun (XV. yüzyıl) ifade
ettiği gibi 24 olmayıp yüzlerce hatta binlercedir. Ancak onların belirttiği damgalar
belki bir süre ifade edilen Oğuz boylarının ortak damgası ya da bayraklarında
kullanılan damgalar olabilir. Fakat her üç isminde kullandığı damgalara dikkat edilirse
aralarında büyük farklılıkların olduğu görülecektir. Ayrıca Kaşgarlı, Reşided-din ile
Yazıcıoğlu’nun ifade ettiği damgaları sadece bir boylara özgü açıklarsak o zaman halıkilimlerde kullanılan damgaların ortaklığını, koç-koyun tarzındaki mezar taşları ile
insan üslubundaki mezar taşlarının ortaklığını nasıl açıklarız?
Boy damgalarını sadece Oğuz Türkleriyle açıklamak, diğer Türklerin varlığını yok
saymak anlamına gelir ki böyle bir yaklaşım, Türk tarihinin neredeyse yarısını inkâr
38
39
Ögel, B. (1988). Türk Kültürünün Gelişme Çağları. İstanbul. s. 114.
Aristov, N. A. a. g. e., s. 28.
418
DAMGA (TAMGA) KAVRAMI BAĞLAMINDA, OĞUZ DAMGALARI MI, TÜRK DAMGALARI MI?
demektir. Fotoğraflarda da görüldüğü gibi Kumrat Han’ın40 mezarı ve üzerinde Volga
Bulgarları yazılı giysideki damga Türkiye’de Kayı Boyu damgası olarak bilinmektedir.
Damgalarla ilgili fotoğraflara bakılırsa bu konuda birden çok benzer örnekler
görülecektir. 14 ülkede, Türk kültür coğrafyasında yaptığımız bir araştırmada ise daha
geniş bilgi ve belgeye ulaşmak mümkündür41. Dolayısıyla Kazak, Kırgız, Kıpçak, Tatar,
Bulgar, Saha, Uygur ve benzeri Türk gruplarının kullandığı boy damgaları ile halı,
kilim, mezar, para, binaların dış cepheleri, at koşumları gibi eşitli etnografya
eserlerindeki damgaları sadece Oğuz Boylarını temel alarak açıklamak, Türk tarihi
parçalamak ve bir kısmını yok saymak anlamına gelir.
Ayrıca damgalar, özel mülkiyet ve imza anlamında da kullanıldığı için neredeyse her
ailenin bir damgasının varlığı söz konusudur. Bu konuda Kanglı Türklerinin
düğünlerde oğlan tarafının “başlık-kalıng” için kız tarafına atlarını sürdüklerini, kız
tarafındaki insanların da yakaladıkları atlara damgalarını vurarak onları özel
mülkiyetlerine geçirdiğinden yukarıda bahsetmiştik. Aristov ise “Sır-derya civarındaki
Kırgızlar arasında yaygın olan ve başlangıçta Buhara emirlerinden birinin talebi
üzerine hazırlan 92 Özbek boyu listesinde ’92 kardeş zenginleşince, sürülerinin bir
birbirine karışmaya başladığı, bunun üzerine kardeşlerin aralarında istişare ederek
sığırların kime ait olduğunu belirlemek için 92 tamga kazıdıkları’ anlatılmaktadır” 42
der. Bu ifadelerle Özbek Türklerin damga geleneğinden örnek veren Aristov, Kırgız ve
Kazak Türklerinin damga geleneğinden de şöyle bahseder: “… Köl-tigin, Orhon ve
Yenisey kitabelerinde kullanılan Türk alfabesindeki işaretlerin çoğunun günümüzde
Kırgız-Kazaklarda da kullanılan boy tamgalarını teşkil etmesi, Türk tamgalarının daha
da eski tarihli olduğunu göstermektedir”43.
Türkiye’de damgalar üzerine çalışan araştırmacılar, Türklerin tarihî kültür
coğrafyalarına yönelmek yerine, yaşadıkları ve araştırma yaptıkları coğrafyanın tutsağı
olarak, adeta “her şeyin kaynağı coğrafyadır” varsayımını bir gerçeklik olarak kabul
etmişlerdir. Yani her hangi bir köyde, bir şehirde buldukları damgaların tarihi süreci ile
kültür coğrafyasını dikkate almadan, araştırma yaptıkları coğrafi mekâna göre
açıklamaktalar. Yani tek bir araştırma sahasında elde etikleri bilgiler ve yörede verilen
isimlerle, damgaları adlandırarak anlamlandırmaktadırlar. Diğer yandan Oğuz
Boyları’ndan olmayan Türklerin, damga kullandıklarını veya kullanabilecekleri hesaba
katılmamaktadır. Bundan dolayı Türk damgalarını Oğuz merkezli ve araştırma
yaptıkları yerlerdeki damga veya şekil isimlerinin Türk kültür coğrafyasının her
yerinde aynı anlam ve isimle kullanıldıklarını kabul ederek genellemeler
yapılmaktadır. Fakat bu makalede kullanılan fotoğrafların da anlattığı gibi durum hiç
de zannedildiği gibi değildir.
Kültür araştırmalarında geleneksel kültür unsurlarının en başta incelenmesi gerekir.
Çünkü bir kültürün en otantik yapısı buralarda görülür ve buralarda gizlidir. Bu
“Oğur Boyu” bazı kaynaklara göre “Bulgar Boyu”ndan olan Kubrat Han (584 - 638), 635’de
Volga ve Dinyeper ırmakları arasında ilk Bulgar devletini kurmuştur. Tarihî Bulgar şehri ise
Tataristan sınırları içinde olup Volga ırmağının kenarındadır.
41 Aksoy, M. a. g. e.
42 Aristov, N. A. a. g. e., s. 263.
43 Aristov, N. A. a. g. e., s. 264.
40
419
MUSTAFA AKSOY
nedenle halı-kilim, mezar/mezar taşı, bazı arkeolojik ve etnografik kültür unsurlarının
üzerlerindeki damgaların hiçbir ideolojik arka planı olmayan, önemli bir kısmı okuma
yazma bilmeyen insanların, hatta farklı dilleri konuşan ve çok büyük coğrafî farklılığa
rağmen aynı damgaları kullanmaları kültür araştırmacılarına önemli mesajlar
vermektedir. Bu mesajı okumak ve anlamak için damgaların ortaya çıktığı Altaylar ile
Moğolistan coğrafyasının damgalar ve kültür dünyasına girilmesi gerekir. Bu
yapılmadan özellikle Türkiye’deki halı-kilimlerdeki damgaları, koç-koyun heykeli
şeklindeki mezar taşlarını veya at başlı mezar taşlarını ya da insan üslubundaki mezar
taşlarını yani balbalları anlamak mümkün değildir.
Sonuç olarak, Türkler, zaman zaman dillerini, alfabelerini, dinlerini, fizikî
coğrafyalarını, devletlerini değiştirmişler, ancak damgalarını değiştirmemişlerdir.
Fakat tarihî süreç içinde zamanla damgalarına yeni ilaveler yapmışlardır. Mesela yeni
aileler veya oymaklar meydana geldikçe, yeni damgalar da kullanılmaya başlanmıştır.
Bu nedenle Türk tarihi ile sosyal coğrafyasını, damgaları takip ederek öğrenmek ve
yazmak mümkündür.
EKLER: Fotoğraflar
Fotoğraf
1.
Kâşgarlı’ya
göre
Oğuz
Boylarının
damgaları. Kaynak:
Faruk
Sümer,
Oğuzlar,
Ankara,
1972.
420
DAMGA (TAMGA) KAVRAMI BAĞLAMINDA, OĞUZ DAMGALARI MI, TÜRK DAMGALARI MI?
Fotoğraf 2. Reşididdün’e göre Oğuz Boylarının damgaları. Kaynak: Faruk Sümer,
Oğuzlar, Ankara, 1972.
421
MUSTAFA AKSOY
Fotoğraf 3. Yazıoğlu’na göre Oğuz Boylarının damgaları. Kaynak: Faruk Sümer,
Oğuzlar, Ankara, 1972.
422
DAMGA (TAMGA) KAVRAMI BAĞLAMINDA, OĞUZ DAMGALARI MI, TÜRK DAMGALARI MI?
Fotoğraf 4. Doğu Altaylarda kaya resmi. Kaynak: E.
Nowogrodova, Alt e Kunts der Mongolie, Leipzig, 1980.
Fotoğraf 5. Kazakistan'da tarihi damgalar paleotik çağ. Kaynak: K. İbrayeva,
Kazahskiy Ornament, Almatı, 1994.
423
MUSTAFA AKSOY
Fotoğraf 6. Kubrat’ın mezarı
(584 - 638) Poltava-Ukrayna.
Kaynak: İnternet ortamındaki
dosyalar.
Fotoğraf 7. Kubrat'ın mührü. Kaynak: İnternet
ortamındaki dosyalar.
Fotoğraf 8. Bulgaristan-Varna'da M. S. VIII. yüzyıldan kalma Türkiye’de
Kayı damgası olarak bilinen damga. Mustafa Aksoy arşivi.
424
DAMGA (TAMGA) KAVRAMI BAĞLAMINDA, OĞUZ DAMGALARI MI, TÜRK DAMGALARI MI?
Fotoğraf 9. Kuzey Bulgaristan'da tarihî damgalar. Kaynak: Yavor Shopov, “Oldest
Written Records and Migration of Bulgarians”, Avantgarde Research of
Ancient Bulgarians, v.1, 2007.
425
MUSTAFA AKSOY
Fotoğraf 10. Sovyetler Bilirliği zamanında Doğu Sibirya’da yapılan araştırmalarda
Türkler arasında tespit edilen damgalar. Kaynak: S. İvanov, Ornament
Narodov Sibiri Kak İstoriçeskiy İstoçnik, Moskva/Leningrad, 1963.
Fotoğraf 11. Çuvaşistan kameramanlarından Oleg Tsyplenkov (ortadaki) iki
arkadaşıyla beraber. Arkadaşlarından birinin giysisindeki damgalar ve
Volga Bulgarları yazısı. Mustafa Aksoy arşivi.
426
DAMGA (TAMGA) KAVRAMI BAĞLAMINDA, OĞUZ DAMGALARI MI, TÜRK DAMGALARI MI?
Fotoğraf 12. Çuvaş damgaları.
Kaynak: F. V. İskenderov, Abzuka
Çuvaşskih Ornamentov i Emblem,
Ulyanovsk, 2005.
Fotoğraf 13. Kırım’da aile damgaları.
Kaynak: Osman Akçokraklı, Kırım’da
Tatar Tamgaları, İstanbul, 1983 (İlk basımı
Kırım-Akmescit, 1926).
Fotoğraf 14. Başkurt, aile
damgaları. Kaynak: R.
G. Kuzeyev, İtil-Ural
Türkleri (Çev. A.
Acaloğlu), İstanbul,
2005.
427
MUSTAFA AKSOY
Fotoğraf 15, 16, 17, 18. Kazak damgaları. Kaynak: İsmet; Keñesbayev, Kazak Tiliniñ
Frazeologiyalık Sözdigi, Kazak SSR’niñ “Ğılım” Baspası, Almatı,1977.
428
DAMGA (TAMGA) KAVRAMI BAĞLAMINDA, OĞUZ DAMGALARI MI, TÜRK DAMGALARI MI?
Fotoğraf 19. Tataristan'da aile damgaları. Kaynak: G. Makarov, “Iruk
(Uruk) Tamgası, Baş Kazığı, Daş Bilgi ve Tarihi Hatır
Kokularımız”, Turan Dergisi, Sayı 7, 2009.
Fotoğraf 20. Başkurdistan’da ormandaki ağaçlara suni kovuklar yaparak
arıların oralarda bal yapmasını sağlayarak bal elde eden insanların ağaçlar
üzerindeki damgalarından örnekler. Mustafa Aksoy arşivinden.
429
MUSTAFA AKSOY
Fotoğraf 21. Başkurdistan’da bir ağaçtaki aile damgası ve suni kovan.
Mustafa Aksoy arşivinden.
430
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
YÜREĞİRLER
M US TAFA A LK AN
Oğuzlara bağlı Yüreğir boyunun adı, Kâşgarlı’da “Yüreğir” imlasıyla geçmiş, hayvanlarına vurdukları damganın şekli üç ok ve bir yay olarak gösterilmiştir. Bu boyun adını
Kâşgarlı’dan alan Reşidüddin ve Yazıcıoğlu, Oğuz boyları listelerinde “Üreğir” imlasıyla Üçok boyları arasında vermişlerdir. Osmanlı tahrir defterlerinde, Kaşgarlı’nın
kullanımı olan “Yüreğir” adının dışında “Yürâgir” veya “Ürâgir” imlasıyla kaydedilmiştir. Bugün Türkiye’nin pek çok yerinde yer adı olarak r-l değişmesiyle “Yüregil”
veya “Üregil” imlasıyla kullanılmaktadır (Sümer, 1999, s. 344). Yüreğir adının manasını Reşidüddin “daima iyi iş yapan ve in‘amda bulunan” olarak, Yazıcıoğlu da, Reşidüddin’den alarak, devrin ifadesiyle “hemîşe eyülük ve ihsan edici” olarak vermiştir. Reşidüddin ve Yazıcıoğlu’na göre Yüreğirler, Oğuzların Üçok kolunun Dağhan nesline
bağlı bir boyun adıdır. Bu boyun ongunu “üçkuş”, ülüşü “sol omça” [ucayla adlu],
damgası ise üç ok ve bir yaydır (Togan, 1972, s. 52).
Yüreğirlerin, diğer Oğuz boylarında da olduğu gibi, bütün Türkiye’ye dağılmış oldukları görülmektedir. Oğuzlar-Türkmenler konusunun en önemli araştırmacısı Faruk
Sümer’e göre Oğuzların büyük kısmı ilk Anadolu fetihlerine katılmayıp Sir-derya kıyısındaki eski yurtlarında kalmıştır. Sir-derya kıyısında kalanların ahfadı olan Oğuzlar, XII. asrın ikinci yarısında Selçuklu Sultanı Sencer’i yenip esir almışlar ve bir süre
Horasan’a hâkim olmuşlardır. Bu Horasan Oğuzları, Moğol baskısıyla, XIII. asrın başında Anadolu’nun doğusuna gelmişlerdi. Bunların büyük çoğunluğu da, Anadolu içlerine doğru ilerleyemeyip Kuzey Suriye taraflarına gitmişlerdi. Anadolu’da Moğol
baskısının zayıflamasından sonra Sir-derya Oğuzlarının ahfadı -destandaki teşkilât yapısına uygun olarak- iki kol halinde kuzey ve güney istikametinde Anadolu içlerine
doğru ilerlemişlerdir. Kuzeye doğru ilerleyenler, Bozoklu kabilelerdir ki, XIV. yüzyılın
başlarında Dulkadırlı Beyliğini kurmuşlardır. Bunlardan daha kuzeye doğru ilerleyen
bir kol kendi adlarını verdikleri Bozok bölgesine yerleşmişlerdir.
Güney istikametinde ilerleyenlerin büyük çoğunluğu Üç-oklu denilen Türkmen gruplar olup bunlar Memluk desteğinde Adana, Sis (Kozan), Misis (Yarpuz) ve Tarsus’u
431
MUSTAFA ALKAN
fethederek Çukurova’ya hâkim olmuşlardır. İskenderun körfezinden İçel’e kadar uzanan bölgeye Üç-oklu Türkmen gruplar iskân edilmiş, bunların başlarında da, Yüreğirler bulunuyordu ki, merkezi Adana olan Ramazanoğlu Beyliğini bu Oğuz boyu kurmuştur (Sümer, 1952-53, s. 330).
Âşık Paşazâde, Sultan II. Bâyezid zamanındaki Osmanlı- Memlûk savaşları müâsebetiyle, o zaman Mısır hâkimiyetindeki Çukurova’yı, Memlûklerin Türkmenlerin elinden nasıl gasbettiklerini şöyle rivayet etmektedir:
“Ânı beyân eder kim, bu Adana, Tarsus ve Misis ve Gülek ve Alnakşın kimlerindi ve
kimler fethetti ve Mısırlu bunlara neyledi?
Osman Gazi’nin dedesi Süleyman Şah Gazi Rum’a gelüp Caber kal‘asının önünde ne
oldu, işittin. Kim göçer evler etrafa dağıldılar. Üç-ok’un oğlu [Yüreğir] ve Kosun Varsak ve Kara İsa ve Özer ve Gündüz ve Kuştemir ve bu altı kişi göçleriyle geldiler, Çukurova’ya geldiler. Yüreğir baş oldu bunlara, geldiler. Misis’i aldılar ve Tarsus’u dahi
aldılar ve bu şehirlerin kâfiri Ermeni idi, bunlardan ahidle aldılar. Yüreğir öldü, oğlu
Ramazan kaldı. Ramazan, Kosun’a Eserkef’i kışla verdi. Ve Gülek’de Bereme’deki Tekfurbeli’ni yaylak verdi. Kara İsa’ya Midilli’yi kışla verdi. Ve Gülek’de Tekfur Belini
ve Alnakşî yaylak verdi. Ve Kuştemir’e Tarsus’u kışla verdi ve Bulgar dağın yayla
verdi. [Özer’e Payas'ı, İskenderun'u kışla, Çün [Çon] Dağı'nı yaylak verdi] Ve Gündüz’e Sis’i kışla verdi, Sis dağını yaylak verdi. Ve Ramazan kendi Adana’yı taht
edindi. Ve bu bakî kalan beyler buna tâbi oldular. Yaylaların yayladılar ve kışlaların
dahi kışladılar. Nice yıllar yaylaların. Kosun Varsk’ı ve Gülek kal‘asın kendüye taptırdı
(tâbi kıldı), kâfirlerini içinden çıkarmadı. Kara İsâ Alnakşı taptırdılar. Kal‘adan Ramazan Misis’i taptırdı, kâfirin kal‘adan çıkarmadı. Ramazan öldü, oğlu İbrahim kaldı ve
bir nice oğlu bile. Elhâsıl bu mezkûr beyler öldüler, her biri birini tuttular ve her biri
baş çekti oturdu, başlı başına beylik etti. Tâ Mısır’da Sultan Şeyh sultan olunca. O kim
sultan [oldu], Özer (kitapta Üzeyr)’in bir oğlu kardaşlarinden kaçtı, Haleb’e vardı. Mısır sultanına haber gönderdiler kim, Özer oğlu Dâvud aydur kim; “sultanım himmet
etsin, Özer ilini sultanıma alıvereyim” der deyu. Sultan, Haleb beyine emretti. Azîm
leşker cem’ ettiler, Davud’la vardılar, Özer vilâyetini fethettiler, Dâvud’a verdiler.
Özer ili Mısırlı elinde oldu. Vilâyet-i Özer’i bir nice bölük ettiler, subaşılık, Özer oğullarının bakisine bahş ettiler. Andan sonra Gündüz oğluna il veriler. Gündüz, oğlanlarından kaçtı, Mısır’a vardı. Ayas kal‘asın Mısır’a verdiler. Mısırlı içine kul kodu. Andan sonra Ramazanlu’ya il verdiler. Ramazanlu’dan İbrahim Bey kaçtı Mısır’a vardı.
Mısırlu ana leşker verdi. Geldi Adana’ya, kardaşlarını koğdu. Mısırlu kal‘asına kul
kodu. Kuştemir oğlu Sis’i Mısırlıya verdi. Mısır dahi evvelki bey oğlanların tiz tiz azlettiler ve birbirine beylik verdi rüşvetlen. Bu sebebten beyleri yoksul oldu. Âhir, Gülek’i kula verdiler” (Âşıkpaşazâde, 1332, ss. 225-226; Sümer, 1952, s. 331; Sümer,
1963, ss. 33-35).
Faruk Sümer, Âşık Paşazâde temel kaynaklı olarak, daha sonra Neşrî ve ondan naklen
Hoca Sadeddin, Solak-zâde ve Müneccimbaşı’nın bu rivayetini arşiv kayıtlarıyla doğrulamaktadır (Sümer, 1952-53, s. 332). Ramazan Bey’in adına tarihlerde ilk defa 1353
(H. 754) yılında rastlanılmıştır. Bu tarihte Memlûk valisi Beyboğa’nın isyanında,
Memlûklere karşı, Beyboğa ile Dulkadır beyi Alâüddin Karaca’nın birlikte hareket et-
432
YÜREĞİRLER
mesi üzerine, Memluk Sultanı Salih, Karaca Bey’i azlederek Dulkadır Türkmen beyliğini, Üç-oklu Türkmen beylerinden Ramazan Bey’e vermiştir. Arap kaynaklarında [Kitab-üs Sülûk ve En-Nücûm- üz-Zâhire] Ramazan Bey, “Ramazan üt- Türkmanî elÜçokî” olarak zikredilmiştir (Uzunçarşılı, 1984, s. 177). Adana, Tarsus, Sis (Kozan),
Misis (Yakapınar), Ayas (Yumurtalık), Payas ve havalisinden oluşan Çukurova’nın
fethi Memlûk ordusu destekli olarak, Ramazan Bey ve oğlu Sârımüddin İbrahim Bey
zamanlarında gerçekleşmiştir. İbrahim Bey, Adana Merkez olmak üzere Memlûklere
bağlı Ramazanoğulları beyliğini kurmuştur (Uzunçarşılı, 1984, s. 177). Yüreğirli Ramazan ailesi, Adana merkez ve onun güneyinde kalan halen Yüreğir adıyla bilinen
araziyi kendilerine ayırmış, Çukurova’nın diğer bölgelerini kendilerine bağlı Üç-oklu
Özer, Kara İsa, Kuştemir ve Kosun gibi kabile reislerine vermiştir. Buna göre Payas’ın
(İskenderun’un) yukarı kısmını Özer’e; Misis (Yakapınar) Gündüz’e; Misis ile bugünkü Osmaniye arasındaki ve tarihen Kınık olarak bilinen bölge Kınık aşiretine,
Adana’nın kuzey kısmı ile Sis’in güneyindeki bölgeyi Kara İsa’ya; Tarsus’un Kuzey ve
doğu tarafları Kuştemir’e; Tarsus’un kuzey kısmını da Kosun’a; Tarsus’tan Bulgar dağına kadar uzanan toprakları da Ulaş Bey’e vermiştir. Bu taksimatın izlerini Osmanlı
arşiv kayıtları doğrulamaktadır. Faruk Sümer’e göre, Çukurova
“Adana bölgesi başında Yüreğir Beyinin bulunduğu Üç-oklu Türkmen asilzâdeleri tarafından bir taksimata uğramıştı. Her beyin hissesine düşen arazi, onun yurdu sayılmıştır. Beyler bu yurtlarında kabileleri, halkları ile birlikte ikamet ederek arazilerinin
dağlık kısımlarını yaylak, düz ve münhad yerlerini de kışlak olarak ittihaz etmişlerdir.
Ramazanlı ilinin birinci derecedeki bu büyük asilzâdesinden sonra ikinci ve hatta
üçüncü derecede olan beyler geliyordu ki, bunların mühim bir kısmı, birincilerin yakın
akrabaları idiler. Ramazan ilini meydana getiren ve Oğuzlar’da olduğu gibi boy adını
taşıyan teşekküller, oymaklara (tâife) ve bunlar da daha küçük şubelere (cemaât) ayrılmıştır. Bu oymakların başında asıl boy beylerinin akrabaları, bunun şubeleri olan ve
Osmanlı devrinde cemâat tesmiye edilen teşekküllerin başında kethüdalar vardı. Gerek
bu oymakların ve gerek ona tâbi olan cemâatların ancak müşterek yaylak ve kışlak topraklara sahib oldukları görülm[üştür]”.
Sümer, Ramazan ulusunun bu teşekkülünü tarihteki “feodal Oğuz cemiyetinin, tam
ve güzel bir örneği olarak nitelemektedir (Sümer, 1952-53, s. 332). Yukarıda tasvir edilen Üç-oklu Türkmenlere (Ramazan ulusuna) bağlı olarak Çukurova’ya yerleşen kabileler, Kuştemirlü, Karaisalu, Hacılu, Dündarlu gibi kendilerini idare etmiş beylerinin
adlarıyla anılmış oldukları gibi, bu beylerin yurtları Kosun, Ulaş, Karaisalu, Hacılı,
Dündarlu, Bulgarlu gibi yer ismi olarak veya Yüreğir, Kınık ve Bulgarlu gibi kabilelerinin adlarıyla anılmışlardır (Sümer, 1952- 53, s. 333). Arap kaynaklarından Kitab usSulûk’da, Memlûklere tâbi olarak Ramazanoğlu Beyliğinin kurucusu olan Sârımüddin
İbrahim Bey’in 1383 yılında (H. 783) Memlûklere karşı ayaklanması üzerine,
Memlûklerin Haleb naibi Emîr Yelboğa’nın İbrahim Bey üzerine yürüyüşü sırasında,
Emir Yelboğa’nın ordusunun Ceyhan’ı geçip Sis’e doğru giderken Yüreğirlerden bir
zümreyle karşılaştığını, Yüreğirleri yenerek, onlardan çok ganimet elde ettiğini,
Memlûk ordusunun, “kesif ormanlarla örtülü dağlık ve sarp bir arazi olan” Saruçam
mıntıkasında yeniden karşılaşarak Yüreğirlere karşı ağır bir mağlubiyet yaşadıklarını
yazmaktadırlar (Sümer, 1952-53: 333). Adana’da Yüreğir adı, bir nâhiye [Nahiye-i Yüreğir der Livâ-i Adana] idarî birimi olarak, imparatorluğun sonuna kadar sürmüştür
433
MUSTAFA ALKAN
(TD. 969, ss. 4 96; TD. 254, ss. 12, 56; TKA. TD. 114, vr. 23b). Yüreğir nâhiyesi,
Adana’nın güneyinde Seyhan ve Ceyhan nehirleri arasında olup Akdeniz’e kadar uzanan coğrafî bölgeyi kapsamaktadır. XVI. asırda burada yerleşim yeri olmayıp mezraalar ve mezraaları ekmekte olan cemaatler kayıtlıdır (Kurt, 1992, ss. 38-39). Adana dışında Yüreğir adıyla, Trabzon sancağına bağlı Kürtün kazası dâhilinde bir mıntıka
nâhiye olarak kayıtlıdır. Trabzon bölgesinin fethi ve iskânı sırasında oldukça önemli
bir Yüreğirli kitlesi bu gölgeye yerleştirilmiş olmalıdır (Sümer, 1952-53, s. 334). Yüreğirli oymak adına, Dulkadırlı ulusu ile Halep Türkmenleri arasında rastlanılmıştır (Sümer, 1999, ss. 345-346). Yüreğir (veya Üreğir) yer adı olarak; Adana ve Trabzon sancaklarında birer nâhiye, Ayıntab, Karesi, Kayseri, Kangırı ve Kütahya sancaklarında birer köy, Amasya, Bozok, Canik, Karahisar-ı Sahib, Menteşe, Sultanönü ve Teke sancaklarında ikişer köy, Karahisar-ı Şarkî ve Sivas’ta üçer köy, Ankara ve Hamid sancaklarında dörder köy, Kastamonu sancağında altı köy, Bozok, Divriği ve Malatya sancaklarında birer ekinlik, Teke sancağında da iki ekinlik bulunmaktadır. XVI. asır tahrirlerinde
Yüreğir (veya Üreğir) imlasıyla yazılı 44 yer adı tespit edilmiştir. Bu yer adlarından
38 köyde toplam 1381 vergi nüfusunun kayıtlı olduğu görülmüştür (Sümer, 1999, s.
422). XVI. asırda tespit edilen söz konusu bu kırk dört yer adı, günümüze doğru azalarak gelmiş, nihayet dokuza düştüğü tespit edilmiştir. “Osmanlı’dan Günümüze Yer
Adları” adlı bir inceleme yapan Mübahat S. Kütükoğlu’nun da kaynaklarından (Kütükoğlu, 2012, ss. 149-154) birisini teşkil eden “Köylerimiz” adlı 1933, 1946, 1968 ve 1981
yıllarında yayınlanan çalışmalardan hareketle, 1981 yılına Türkiye’de Yüreğir adı
“Üreğil” imlasıyla Ankara- Beypazarı’na tâbi Uruş bucağına, Bursa- Orhangazi’ye ve
Sivas- Hafik’e bağlı birer köy adı, “Yüreğil” imlasıyla da Afyon- Dazkırı ve Emirdağ
kazalarına, Balıkesir- Sındırgı’ya, Burdur- Bucak’ın Kızılkaya bucağına, Denizli- Acıpayam ilçesi ile Kayseri- Güneşli bucağına bağlı birer köy adı [9 birim] ulaşmıştır (Köylerimiz, 1982, ss. 544, 598). Köylerimiz adlı çalışmanın 1933 yılı yayınında Sivas’ın Şarkışla kazasına bağlı Yüreğil-i Kebir ve Yüreğir-i Sağir köyleri kayıtlıdır (Köylerimiz,
1933, ss. 796-97). İçişleri Bakanlığı tarafından yayınlanan “Köylerimiz” adlı kitaplarda
geçen “Üreğil” veya “Yüreğil” adlı köylerin, internetin arama motorlarından “Google”
vasıtasıyla 18.06.2014 tarihinde yaptığımız araştırmada söz konusu köylerin gönünüze
ulaştığı görülmüştür. XVI. asırda, 1519-1521 yıllarında tutulan ilk tahrirlerden itibaren
oluşturulan bir idarî birim olarak Yüreğir nahiyesi, daha çok cemaatlerin yerleştiği
(Kurt, 2005, ss. XLVI). bir idarî birim olarak XIX. asrın ikinci yarısına kadar (C.ML,
484/19764; BCA. Fon: 30.11.1.0/ 319.22.6, sayı: 3460; Alkan, 2005, ss. 253-66) coğrafî bir
yer adı (ova) olarak varlığını korumuştur (BCA, 30.11.1.0/ 319.22.6, sayı: 3460). Yüreğir, 1986 yılında [05.06.1986 tarih ve 3306 sayılı kanunla] ilçe olmuş, hâlen Adana’nın
merkez ilçesi olarak adını ve idarî varlığını sürdürmektedir (www.yuregir.gov.tr/idariyapi.htm).
Tahrir defterlerine göre XVI. asrın sonlarında Anadolu’da rastlanan Yüreğirli söz konusu 44 yer isminin izahı şöyle olmalıdır. Yüreğirler, Moğol akınları devrinde, Moğolların baskısıyla Anadolu’nun doğusuna gelip, buradan Selçuklu tahkimatındaki Anadolu içlerine doğru ilerleyemeyip, Kuzey Suriye taraflarına gitmişlerdi. Anadolu üzerinden Moğol baskısının kalkmasından sonra Kuzey Suriye’den Maraş, Elbistan ve
Malatya istikametine doğru yayılmışlardır. Dulkadırlı sahasından Ramazanlu Üçoklarının Adana ve çevresine gidişleri açıktır (Sümer, 1999, ss. 194-196). Çukurova hav-
434
YÜREĞİRLER
zasından da bazı Yüreğir gruplarının Teke ve Menteşe sancaklarına gitmiş olabileceklerini kabul etmek gerekir. Nitekim Anadolu Selçuklu Devleti’nin Emîr-i Sevâhili Menteşe Bey ve ona bağlı bazı Türkmen grupların, geldikleri bölge ile ilgili iddialardan
birisinin İskenderun, Adana ve Antalya havzası olduğu kabul edilmektedir (Wittek,
1986, ss. 29-32) ki, Yüreğir nüfusunun en kalabalık gruplarından birisi Menteşe sancağında kayıtlıdır (TD. 47, ss. 15, 279-280). Halep, Maraş ve Malatya sancaklarında olan
bazı Yüreğirlerin, yaylakları mesabesindeki Kayseri, Sivas, Karahisar-ı Şarkî ve Bozok
sancaklarına doğru yayılışları anlaşılır bir durumdur. Trabzon sancağındaki Yüreğirlerin, bölgenin fethi sırasında iskân edilişleri yukarıda belirtilmişti (TD. 288, ss. 604605). Ankara, Kastamonu, Karahisar-ı Sahip Sultanönü ve Kütahya sancaklarındaki
Yüreğirli izlerini ise, Faruk Sümer’in Babaî ayaklanması ve Kösedağ Savaşı sürecinde
Oğuz boy teşkilâtının dağılmış olduğu görüşünden hareketle (Sümer, 1999, ss. 221228), ana kütleden kopanların uzantıları olarak bakmak gerekir. Hakeza Karaman,
Germiyan, Saruhan ve Osmanlı Türkmen aşiretlerinin batı Anadolu’ya geçişlerinin bu
süreçte olduğu bilinmektedir.
Sonuç olarak, Osmanlı Devleti, merkeziyetçi siyaseti gereği konar- göçer bir hayat yaşayan ve il veya ulus adı verilen Oğuz-Türkmen gruplarını boy, aşiret, cemaat, oymak,
mahalle, oba şeklinde bir idarî yapılanmaya tâbi tutmuştur. Her boyun başında bir
boy beyinin (bey), her aşiretin başında bir aşiret beyinin (mir-i aşiret), daha alt grupların başında da kethüda denilen görevlilerin bulunduğu bilinmektedir. Bu teşkilatlanma, konar- göçer grupların, zamanla kendi grup görevlilerinin adıyla anılmaya
başlaması, tahrir defterlerine bu görevli isimleriyle kaydedilmesi dolayısıyla, Oğuz
boylarının adları unutulmuştur. Yüreğirlerin, Oğuzların en kalabalık boylarından biri
olduğu kitabî kaynaklara yansımasına rağmen, Dulkadırlı, Halep, Maraş, Şam, Taşköprü, Teke gibi bazı Türkmen (veya Yörük) gruplar arasında ancak “Topraklı, Dursunlu, Orhanlu, Sakallu, Yalıca Şeyh oğulları, Ali Kocalı, Yamanlu, Kayurlu ve Başı karalı”
(Sümer, 1952-53, s. 334) gibi sınırlı sayıda alt grupları tespit edilebilmiştir. Bu cümleden olarak Oğuz boylarının Anadolu’daki yerleşim yerlerini, nüfus hareketlerini, sosyal ve ekonomik hayatlarını bütün açıklığıyla takip etme imkânı yoktur denilebilir.
Yusuf Halaçoğlu’nun Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650), (TTK, Ankara 2011) adlı belgelerin sistematik neşri niteliğindeki altı ciltlik çalışmasında aşiretler, cemaatler ve oymaklar 24 Oğuz boyuna bağlanmıştır. Oysa çalışmada temel kaynak olarak kullanılan tahrir defterleri, aşiret, cemaat ve oymakların -binde bir istisnahangi Oğuz boyuna mensup olduklarını vermemektedir. O halde buradaki problem,
izaha muhtaçtır. Bununla birlikte çalışmanın sonuna konulan haritaya göre Yüreğirler,
Türkiye’de Adana, Tarsus, Niğde ve Maraş havzasına çok yoğun olarak, diğer bölgelere de daha seyrek olarak yerleştikleri şeklinde gösterilmiştir. Osmanlı arşiv vesikalarında, “Yüreğir aşireti” ile ilgili bir iki istisna dışında belge yoktur. Arşivlerde daha
çok Adana’nın “Yüreğir nahiyesi” ile ilgili idari ve mâli kayıtlar yer almaktadır (katalog.devletarsivleri.gov.tr). Bu durum, Oğuz boyları üzerine monografik çalışma yapmanın hala ne derece zor bir iş olduğunu göstermektedir.
435
MUSTAFA ALKAN
KAYNAKÇA
Arşiv Kaynakları
Başbakanlı Osmanlı Arşivi Tahrir Defterleri (TD.)
TD. 969 (1525)
TD. 47 (II. Bayezid devri).
TD. 254 (1547).
TD. 288 (1553-54).
Müstakil Belge
C.ML [29.B.1260], 484/ 19764.
Tapu - Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyûd-ı Kadime Arşivi
TKA. TD. 114 (1572).
Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi
BCA. [21.5.1966], Fon: 30.11.1.0/ 319.22.6, Sayı: 3460.
BCA. [21.5.1966], Fon: 30.11.1.0/ 319.22.6, Sayı: 3460.
Araştırma ve İncelemeler
Alkan, M. (2005). “Adana’nın İdarî Yapısı”, EKEV Akademi Dergisi, Sayı: 24.
Âşıkpaşazâde, (1332). Âşık Paşazâde Tarihi, İstanbul, Matbaa-i Âmire,
Kurt, Y. (1992). XVI. Yüzyılda Adana Tarihi, Hacettepe Üniversitesi, Ankara, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi.
Kurt, Y. (2005). Çukurova Tarihinin Kaynakları, III [1572 Tarihli Adana Sancağı Mufassal
Tahrir Defteri], TTK, Ankara.
Kütükoğlu, M. S. (2012), “Osmanlı’dan Günümüze Yer Adları”, Belleten, LXXVI, Sayı:
275.
Sümer, F. (999). Oğuzlar (Türkmenler), İstanbul, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı.
Sümer, F. (1952-53). “Bayındır, Peçenek ve Yüreğirler”, Ankara Üniversitesi Dil ve TarihCoğrafya Fakültesi Dergisi, X-XI, Sayı: 1-4.
Sümer, F. (1963). “Çukurova Tarihine Dair Araştırmalar”, Tarih Araştırmaları Dergisi,
c. 1, Sayı: 1.
Togan, A. Z. V. (1972). Oğuz Destanı -Reşideddin Oğuznâmesi, Tercüme ve Tahlili, İstanbul, Ahmet Sait Matbaası.
Uzunçarşılı, İ. H. (1984). Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devleri, (3. Baskı)
Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Wittek, P. (1986). Menteşe Beyliği, (Türkçeye Çeviren: O. Ş. Gökyay), Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Köylerimiz, (1982). Ankara, İçişleri Bakanlığı Yayını.
Köylerimiz, (1933). İstanbul, İstanbul Matbaacılık ve Neşriyat.
www.yuregir.gov.tr/idariyapi.htm (18.06.2014).
http://katalog.devletarsivleri.gov.tr/osmanli/arsiv.aspx (20.6.2014)
436
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
DEVLET DİLİNİN OĞUZCALAŞMASI VE OSMANLI TÜRKÇESİ
SÖZDİZİMİNDE YENİ GRAMER ŞEKİLLERİ
M US TAFA K O Ç
Kuruluş’ta Dil
Osmanlı Devlet diline ait ilk metinler, Feridun Bey’in (ö. 1583) Şevval 982’de (1574)
III. Murad’a takdim ettiği Münşeâtü’s-Selâtîn’inde yer alır. Osman Bey’den III. Murad’a kadarki Osmanlı hükümdarlarının karşılıklı dış ve iç yazışmalarını ihtiva eden
bu eserde yer alan ilk Osmanlı sultanlarına ait mektuplardan Türkçe olanlar yazıldığı
dönemin dil hususiyetlerinden uzaklaşmış, 16. yy.ın ikinci yarısında Feridun Bey’in
ustası olduğu klasik Osmanlı nesriyle yeniden şekillenmiştir. Farsça olanlarsa vakalar kronolojisi, şahıslarda zaman zaman görülen tutatsızlıklar sebebiyle bu erken
döneme ait mektuplar kuşkuyla karşılanmıştır.
İlk defa bu hususa dikkat çeken Fredrich von Kraelitz mektupların mevsukiyetini
şüpheli hâle getirmek hususunda daha temkinli bir üslup kullanmakla beraber dilin
güncelleştirildiğini ileri sürerek tartışmaları başlatır.1 Mükrimin Halil bu ilk mektuplardan mühim bir kısmının Harzemşah Tekiş’in (ö. 1200) münşisi Bahaeddin Muhammed b. Müeyyed’in (eserin daha 662/1263 tarihli Nuruosmaniye nüshasında
mevcuttur) yer ve şahıs adları değiştirilmek suretiyle ilk devir inşası olarak sunulduğunu kaydetmiştir. Arada bazı incelemeler istisna tutulursa Beldicenau-Steinherr’in
bu konudaki son çalışmaları bu resmî yazışmaların ilmî tenkitleri açısından mühimdir.2
Şüphesiz bu mektuplar tarihçiler için bütün bunlara rağmen bir anlam ifade etmektedir. Devlet ve dil ilişkisi çerçevesinde ise bize iki şey söyler: İlki mektupların hangi
dillerde kaleme alındıkları ve nihayet dildeki değişim.
1
2
Fredrich von Kraelitz, “İlk Osmanlı Padişahlarının İsdar Etmiş Oldukları Bazı Beratlar”,
TOEM, V/28, İstanbul, 1332, 242-250.
Irene Beldiceanu-Steinherr, Recherches Sur Les Actes Des regnes Des Sultans Osman, Orkhan
et Murad I, Societas Academica Dacoromana, Acta Historica, t. VII, Munich, 1967, s. 59.
437
MUSTAFA KOÇ
Erken Dönem Metinlerinin Güncellenmesi
Yazıda manayı bir perde geriye çeken ve onu seyredilesi bir mevkiye yükselten
hüsn-i hat ve istif, mimarîde mekânı külliyeye, mescidi camiye, meskeni zarif ve
estetik planda kompleks yapılar manzumesine dönüştüren taş, musikide makamlar,
hususî üslup ve tavırlarla kıvamını bulan söz ve ses, tabiatı iktizası nesirde, devlet
dilinde de karşılık bulacaktı.
Herhâlde Osmanlı nesrinin miras olarak devraldığı malzemeyi nasıl farklı bir niteliğe
dönüştürdüğü sorusunu sormak, dönüştürmenin esaslarını tesbit etmek hem meseleyi karşılaştırmalı olarak göstermeyi mümkün kılacak hem de bu dili inşa sürecinde
Osmanlı zihninin işleyişini, yine dili inşa sürecinde o zihni var eden enstrümanları
kavramamıza yardımcı olacaktır. Vakıa göçebelerin şehirleşmesi, şehirlilerin dil
zümreleri teşekkül edecek seviyede ayrışması, katmanların beslendiği haricî ve dahilî tesir sahalarının ya da tesir seviyelerinin farklılaşması, beylik ve devlet-i aliyye
arasında ilerleme ve devlet-i aliyyede ifadesini bulan diğer sanat şubelerindeki giriftleşme neticesi 14. asrın 16. asrın gelişmiş zevkine göre dilde ve edebiyat yeniden
şekillendirme ihtiyacını hissettirdi.
14. yy.da beylerin ve saray muhitinin dil zevki Anadolu Türkmenlerinin dil zevkiyle
müşterek iken kaleme alınan metinlerin dili, 15. yy.dan itibaren Anadolu Türklerinin
dil zevkinden ayrılan saray ve çevresinin dil zevki, bu zümreye sunulan eserlerin
yapısını ve vokabülerini umumî muhittten kademe kademe uzaklaştırır. Anadolu’da
14. yy.ın cemiyet hayatı ve onun zevki, henüz üzerinden bir asır geçmişken aldığı
yeni şekil ve incelme ile edebî metinlere ve bilhassa nesre akseder. 14. yy.dan 15.
yy.ın ortalarına gelindiğinde beş ayrı Kabusname tercümesi biraz da değişen zevk
iledir. II. Murad’ın yeniden Mercimek Ahmed’e tercüme ettirdiği Kabusname, 18.
yüzyılın ilk yarısının dekoratif nesrini seven estetikle artık uyuşmuyordu.
Nazmizade Hüseyin Murtaza’nın (ö. 1721) yeniden tercümesi, “Destûr-ı cihân-ârâ
Vezîr Hasan Paşa hazretlerinin nüsha-i mezkûre manzûr-ı ayn-ı dakîkat-şinâsları olup
Türkî-i kadîm olmakla bu zamânda müstamel ve meşhûr olan Türkîye çendân çesbân
olmayıp dil-pesend ve fâide-mend olmamakla tekrâr tashîh ve tenkîh olunup zebân-ı ehl-i
zamâneye mutâbık ve fehm-i hâs u âmma muvâfık Türkî ile tecdîd olunur ise…”
“Türkî-i kadîm”, “müstamel ve meşhûr olan Türkî”, “zebân-ı ehl-i zamâne”, “fehm-i
hâs u âmma muvâfık Türkî” bütün bu kavramlar mütemadiyen içerik değiştiriyor,
kalemin sahibine, muhite göre farklı anlamlar ifade ediyordu. Biz bunları henüz açık
olarak bilmiyoruz.
Âişe radiyallahu anhâ eydür: “Bir gice Resûl hazreti benüm hücreme geldi. Ben
döşek bırakmışdum. Diledim ki yatam.” (İhlas Tefsiri, 4b) İhlas tefsîri (14. yy.)
Hattâ vâlide-i afîfe, zevce-i Fahr-i kâinât anamız Hz. Âişe (r.a.) buyurur: ‘Bir seb
ol mâh-ı burc-ı ahadiyyet ve şems-i sirâc-ı samediyyet Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bende-hâneye ve pertev salduğı kâşâneye kadem bastı, kadrüm kemânın izzet arşında asdı. Ve ben câriyeleri firâş hâzır etmişdüm. Bir mikdâr istirâhat ve nevme
girmekliğe niyyet berkitmişdüm.’ (Kenz-i İhlâs, 9b) Kenz-i İhlâs (16. yy.)
Yâ Âişe, yatmagıl tâ dört işi işlemeyince…
Yâ Âişe, çün kim nevm etmek murâdundur ve hâb-ı gaflet fikr-i nihâdundur,
benden sana vasiyyet: Dört nesneyi işlemeyince gaflet etme’ dedi.
Yumuşak huylu atın çiftesi pek olur: Esb-i nermin çiftesi ser-tîz olur; Özrü kabahatinden büyük: İtizârı hadd-i cirminden azîm; Sora sora Kabe bulunur: Adem is438
DEVLET DİLİNİN OĞUZCALAŞMASI
tifsâr edince Kabe’ye vâsıl olur; Sağır için iki kere kamet olmaz: Asamm için mükerrer kamet olmaz; Meyveli ağacı taşlarlar: Atarlar taşı elbette dıraht-ı mîve-dâr
üzere; Yağmurdan nem kapmak: Ebrden nem kapar ekser zurefâ. (Hıfzî, Süleymaniye, Tercüman, 484, 18. yy)
Münşeat’a dönerken dil içi çeviriden bahsetmek yerinde olur:
“Tercüme” eski lügatlerde “bir kelâmı lisân-ı âherle tefsir etmek” şeklinde açıklanır.
Değişen dil karşısında eski dilin mahsullerini yeni dilin imkânlarıyla yeniden inşa
etmek, bugün daha çok “dil içi çeviri” dediğimiz terimle karşılanan zaman zaman
tatbik edilen bir usuldür. Bu ameliye, aynı dilin farklı lehçelerinden yapılan tercümeleri için de söz konusudur. Yazıcıoğlu’nun Muhammediyye’sini Yusuf’un tercümesi,
15. yy.da Muhammed b. Balı’nın Kitâb-ı Güzîde tercümesi, Fenâî-i Şîrâzî’nin (ö. 1519)
Ali Şîr Nevâyî’nin Tevârîh-i Mülûk tercümesi, Niğdeli Muhibbî’nin 1537’de Lutfî’den
Gül ü Nevrûz’u çevirisi3 bu usule verilebilecek örneklerdir.
Türkçe Yapılışlı Gramere Müdahale
Şüphesiz nesrin dili hitap edilen zümreye göre şekilleniyordu. Edirne sarayıyla başlayan ve İstanbul saraylarında gelişen Enderun sistemi, fevkalade musanna ve hususî gramer şekillerini vücuda getirmek için müsait bir zemindi. Bu zemin kademe
kademe saray dışına taşarak özel bir Türkçenin şekillenmesine, daha iddialı bir tezle
saray Oğuzcasının oluşmasına imkân verdi.
Osmanlı nesrini bilhassa Arapça ve Farsça vokabüler etrafından mütalaa etmek meseleyi ele alınan muhit ister akademik olsun ister olmasın umumî bir usûl olarak hâlâ
caridir. Son yıllarda Rumca, Ermenice gibi dillerin tesirlerini ele alan çalışmalar ve bu
dillerin tesir sahası henüz Arapça ve Farsçayı merkeze alan ve Tanzimattan beri
Osmanlı Türkçesi için klişe hâline gelen “Elsine-i selâseden müteşekkil bir lisan”
olduğu faraziyesini büsbütün değiştirmemiştir. Herhâlde bu faraziye daha ziyade
Osmanlı Divan Nesrini merkeze alan bir değerlendirmeydi. Birkaç çalışma dışında
hâlâ referans değeri taşıyan Osmanlıca lügatların madde başlarını Arapça ve Farsça
kelimelere hasretmeleri bu kaziyenin bilinçaltına işlediğinin tipik örneğidir.
17. yüzyılda Arap tarihçi Hasan-ı Bûrînî, kendisine hat öğrettiği İskender-i Rûmî’den
bahsederken, onun kudretli bir Osmanlı kâtibi oluşunu üç dile hâkimiyetinde bulur
ve şöyle devam eder: “Onun mahareti; kitabet sanatında Türkçe, Arapça ve Farsçaya tam
olarak vukufundan kaynaklanır. Şimdi Türkçe inşada kabul gören, metnin bu üç dille süslenmesi, bunun yanı sıra kâmil bir zekâ ve tam bir içtihad” Terâcimü’l-A’yân I, 77-84:
kaydı Osmanlı divan dilinin tarif dilini anlatır.
Türk dili tarihi çalışmalarında öteden beri ileri sürülen bir iddia da Türkçenin diğer
dillerle temasının yalnızca kelime düzeyinde sınırlı kaldığı, söz dizimine halel getirecek bir devşirmenin oluşmadığıdır. Bu hükmü ileri sürerken herhâlde morfoloji ve
sentaks ayrımında, Arapça ve Farsça tamlamalar morfoloji hesabına yazılmış olmalı.
Yukarıdaki hükmün artık gözden geçirilmesi gerekir. Türkçe söz diziminin ana yapısında aslî unsurların daima sonda bulunduğu yargısı, Türkçenin diğer dillerle hiç
temas kurmamış olduğu hayalî bir devreye ait olabilir. Daha Uygurlar döneminde
3
Sadık Yazar, Anadolu Sahası Klâsik Türk Edebiyatında Tercüme ve Şerh Geleneği, Doktora tezi,
İstanbul, 2011, s. 249-261..
439
MUSTAFA KOÇ
ki’li yapılarla kurulan basit ve birleşik cümle düzeyinde dizilişlerde, yüklem ve ana
cümle, Hint-Avrupa dillerinin diziliş istikametindedir. Farsçanın tesir sahasıyla
Türkçede bu tip cümleler bilhassa eski nesrimizde tabii bir yapı hüviyetinde yer alır.
Mertol Tulum’un ki’li birleşik cümleler üzerine yaptığı çalışma bu husus için kâfidir.4
Burada ki’li yapı dışında Osmanlı sahasında ortaya çıkan diğer bir gramatikal yapıdan bahsedeceğim. Ki’li birleşik cümleler konuşma diline kadar yayılırken, bu yapı
münhasıran yazı diline mahsustur:
Divan Dilinde Yaygın Bir Cümle Tipi
Bu yapılarda Farsça sıfat-fiil grubunun yüklemi olan sıfat-fiil, kendisinin isim tamlaması kalıbındaki nesnesi ya da dolaylı tümlecinin tamlananıyla Farsça isim tamlaması kalıbında birleşir. Tamlayanlar da, sıfat-fiilden sonra gelerek sıfat-fiillerle Farsça
isim tamlaması ilişkisine girer. Söz diziminindeki bu dağılma, kısaca sıfat-fiilin isim
tamlamasının arasına girerek her iki unsurla terkip kurmasından ibarettir.
Râyet-i cihâdı efrâz et-:
Râyet-efrâz-ı cihâd ol-: Râyet (tamlanan) + efrâz (sıfat-fiil)-ı cihâd (tamlayan) ol-.
Lenger-endâz-ı huzûr u râhat ol-: Lenger(tamlanan) + endâz(sıfat-fiil)-ı huzûr u
râhat (tamlayan) ol-.
Bu tarz yapı tamamen tekniktir. Bir Türkçe isim tamlamasını Farsça yapılışlı bir tamlamaya dönüştürerek işe başlayalım. Tamlamamız “ilm ve irfân fetvâsı” olsun. Farsça tamlama şekli “fetvâ-yı ilm ü irfân” olacaktır.
İkinci aşamada bu Farsça “fetvâ-yı ilm ü irfân”ı “yaz-“mak için “yaz-“ fiilinin Farsçası “nüvîs et-” fiiline bağlayalım: (Fetvâ-yı ilm ü irfânı) nüvîs etÜçüncü aşamada Farsça isim tamlamasını tamlananı “fetvâ”yı yüklem olan “nüvîs
et-” ile Farsça partisip grubu (vasf-ı terkîbî) yapalım, bunu yaparken “et-“ yardımcı
fiil “ol-“ şeklinde değişir: “fetvâ-nüvîs ol-”
Son aşamada bu partisip grubu, açığa çıkan Farsça terkipteki tamlayan “ilm ü irfân”
ile isim tamlaması ilişkisine girecek: “Fetvâ-nüvîs-i ilm ü irfân ol-”
Başlangıçta biraz karışık olan bu ameliye biraz temrinle basitleşir. İşte bu ve buna
mümasil birkaç gramerle bu hususî nesir inşa edilir:
(Fezâyil mihrâbına) nişîn et-: (Mihrâb-ı fezâyile) nişîn et-: (Mihrâb-nişîn-i) fezâyil
ol (Fürkat zehr-âbesini) nûş et-: (Zehr-âbe-i fürkatı) nûş et-: (Zehr-âbe-nûş)-ı fürkat
ol (Huzûr ve râhat lengerini) endâz et-: (Lenger-i huzûr u râhatı) endâz et-: (Lengerendâz)-ı huzûr u râhat ol (Kelâm güherini) fürûş et-: (Güher-i kelâmı) fürûş et-: (Güher-fürûş)-ı kelâm ol (Niyâz cebînini) sây et-: (Cebîn-i niyâzı) sây et-: (Cebîn-sây)-ı niyâz ol (Vusûl kademini) nih et-: (Kadem-i vusûlü) nih et-: (Kadem-nih)-i vusûl ol (Sâlifü’l-beyân yârân encümeninin mesnedini) ârây et-*: (Mesned-i encümen-i
yârân-ı sâlifü’l-beyânı) ârây et-*: (Mesned-ârây)-ı encümen-i yârân-ı sâlifü’l-beyân
ol4
Mertol Tulum, Ma’arif-name, Metin ve Ki’li Birleşik Cümleler Üzerine Bir İnceleme, Basılmamış
doçentlik tezi, İstanbul, 1978.
440
DEVLET DİLİNİN OĞUZCALAŞMASI
(Şükrân terennümünü) rîz et-: (Terennüm-i şükrânı) rîz et-: (Terennüm-rîz)-i
şükrân ol (Şevk silsilesini) cünbân et-: (Silsile-i şevki) cünbân et-: (Silsile-cünbân)-ı şevk olİşte bu değişime uygun olarak Eski Anadolu Türkçesi devresi dil karakterine sahip
olması gereken ilk resmî evrak, klasik dilin şekillendiği 16. asrın zevk kisvesine bürünerek ortaya çıkar.
Kuruluşa Dönersek,
Münşeat bizi şu fikirleri verir:
Orhan dönemi karşılıklı dış yazışmalar (Altınordu, Karamanoğuları, Germiyanoğulları, Celayir): Farsça,
Orhan dönemi karşılıklı iç yazışmalar (Orhan ile oğlu Süleyman arasında): Türkçe,
Murad dönemi karşılıklı dış yazışmalar (Celayir, Karamanoğulları, Altınordu,
İsfendiyaroğulları, Hamidoğulları): Farsça. Karamanoğlu Ali Bey’e yazılan bir
mektup istisna olarak Türkçedir,
Murad dönemi karşılıklı dış yazışmalar (Oğlu Bayezid, İnce Balaban, Anadolu
kadısı vs.): Türkçe
Yıldırım Bayezid devrinde dış yazışmaların dili Memluklulara (Arapça) hariç olarak tamamı Farsça, iç yazışmalar Türkçe.
Anadolu’da Osmanlı ve Diğer Beyliklerin Türkçe ve Diğer Diller Karşısındaki
Vaziyetleri
Selçuklu döneminde devlet dili olan Farsça, Selçuklu Devleti dağıldıktan sonra aynı
coğrafyada vücut bulan Oğuz beyliklerinde ağırlıkla devam etti. Karamanoğlu
Mehmed Bey’in 14 Zilhicce 675/ 19 Mayıs 1277 tarihindeki teşebbüsü ki o da Alâeddin Siyavuş’un Selçuklu sultanı ilanıyla beraber yapılmıştır, Selçuklu devrine ait bir
hamledir ve ne yazık ki akamete uğramıştır: "Şimden girü hîç kimesne kapuda ve
dîvânda ve mecâlis ve seyrânda Türkî dilden gayri dil söylemeyeler.” Dikkat edelim,
yazı dili değil, konuşma! Vakıa bu cümlenin ardından gelen cümle gerçeğin acı resmini gösterir: “Birkaç gün anlarun işi bu tarîk üzere temşiyet buldı!” Aynı yıl Karamanoğlu Mehmed’in öldürülmesi bu teşebbüsün terakki ümidini de büsbütün
bitirdi. Vakıayı Yazıcıoğlu’nun dinleyelim:
“Karamanoglı Muhammed Bey çün vezîr oldı, buyurdı ki defterleri dahi Türkçe
yazalar. Ol zamânda bu Arabî hurûf ile Türkçe yazmak âdet olmamışdı. Her yazıcı
kendü karîhasından bir dürlü defter ve tafsîl yazdılar. Cümle idecekleri vaktin başaramadılar, zîrâ Türkînün zabtı kolay değildir ve rukûmu yoktur, nâçâr girü Pârsî
şerh ve Arabî rukûm yazdılar.”5
1256-1474 yılları arasında hüküm süren Karamanoğullarının resmî dili Farsça oldu.
Karamanoğullarından Alaeddin Bey’in Yârcânî’ye yazdırdığı Karamannâme Farsçadır. Uzunçarşılı’nın yayınladığı Karamanoğullarına ait vakfiyeler de Arapçadır.
5
Yazıcızâde Ali, Tevârîh-i Al-i Selçuk (Selçuklu Tarihi), haz. Abdullah Bakır, İstanbul, 2009, s. 832.
441
MUSTAFA KOÇ
Herhâlde II. Murad’a Karamanoğlu İbrahim’in verdiği Türkçe sevgendname bir
istisnadır.6
1300-1429 arası ömür süren Germiyanoğulları’ndan geriye Münşeat’ta kayıtlı tamamı
Farsça birkaç mektup kaldı. Bütün tarihi dört beyin idaresinde geçen bu beyliğe ait
kitabeler ve II. Yakup Bey’in 1414 tarihli Taş Vakfiyesi dışındaki vakfiyeler Arapçadır. Bu beyliğe ait de bir tahrir defterine malik değiliz. Süleyman Şah’ın nişancılığını
ve defterdarlığını da yapmış olan Şeyhoğlu Mustafa da devlet metinlerinin lisanına
dair bir malumat vermiyor. Muhtemelen reayaya ait tapu ve vakıf kayıtlarının bir
kısmının dili Türkçeydi. Vakıa bünyesinde vazife alan Türkçenin mühim şahsiyetleri
Şeyhî, Ahmedî, Şeyhoğlu Mustafa’yı çıkaran bu büyük beylik Oğuzcanın devlet dili
hâline gelişinde Osmanlı lehine bir katkı sağlamak itibariyle ehemmiyeti şüphesizdir.
Tekrar Osmanlı,
Osmanlı kuruluş devresine ait metinlerde Oğuz Türkçesinin kullanılması ve bunun
devlet bürokrasisine taşınmasında, tavır olarak Selçuklu dil-kültür sistemine büsbütün bir reddiye görülmez. Arapça ve Farsçaya karşı açık bir tavır koymadan, devletin
kuruluşundaki müdara, istimalet usulü bir cihetle ve sühûletle dilde de gerçekleştirilir. Bu nokta en erken metinlerin dilinde görülebilir:
723/Eylül 1323 tarihli Asporça Hatun vakfiyesi (Türkçe)
724/Mart 1324 tarihli Mekece vakfiyesi (Farsça)
733/29 Kasım 1332 tarihli Orhan’ın oğlu Süleyman’a verdiği berat (Türkçe)
733/Eylül 1333 tarihli Osman Gazi’nin oğlu Alaeddin Bey’in vakfiyesi (Arapça)
749/Temmuz 1348 tarihli Zaim Ferzende’ye verilen temlikname (Türkçe)
Bunlardan bilhassa 1324 tarihli Mekece vakfiyesi kuruluşa ait işaret ettiğim diğer
belgelerle Arapçanın devlet bürokrasinde Türkçe karşısında hep ama daima belli bir
mikyasta kullanılacağını işaret eder. Devletin kültürce beslendiği ana kaynakların
dilleri meşruiyetçe hiç tartışılmayacaktır, ama esas iradenin Türkçe olduğu kuvvetli
bir şekilde vurgulanacaktır. Selçuklu bürokrasi dilinin Farsça oluşu, Farsçanın Türkçe karşısında şuurlu bir tercih mi olduğu, yoksa İslam sonrası kurulan Türk devletlerinde (Gazneli, Selçuklu) bürokrasinin Fars kökenlilerden teşekkülünden mi kaynaklandığı sorusunun cevabı önemlidir. Şüphesiz Osmanlılar, Fars kökenli bürokratlardan kendini kurtarmakta bilhassa Karamanoğullarından daha muvaffak oluşu
itibariyle devlet dilinin Türkçeleşmesi temin edilmiştir yargısı göz ardı edilemez,
nitekim Emevîler Rumcadan ancak Rum bürokratları tasfiye ettiklerinde Arapçaya
geçebilmişti.
Devlet Bürokrasisi ve Oğuzca
Osmanlı bürokrosisinde bilhassa bütün malî işlerin tanzimi, tereke kayıtlarından her
türlü verginin kaydına dair bir yığın malzemenin ve siyakatın bu defterlerde işleniş
biçimine ait hurde malumatı, devair-i resmiyyeye çırak olarak dâhil olan memurun
zaman içinde mektepsiz ve metinsiz bu dairelerde usta-çırak münasebeti içinde öğ-
6
Bazı müellif ve mütercimler aynı eseri bey bey dolaşarak takdim etmiştir. Hatiboğlu’nun
Ferahnâme ‘yi 1426’da II. Murâd’a, bir yıl sonra Karamanoğlu İbrâhîm Bey’e, 1434’te Candaroğullarından İsfendiyar b. Bâyezîd’e sunması gibi. Bkz. Sadık Yazar, Anadolu Sahası Klâsik
Türk Edebiyatında Tercüme ve Şerh Geleneği, Doktora tezi, İstanbul, 2011, s. 121.
442
DEVLET DİLİNİN OĞUZCALAŞMASI
rendiği kabul edilir. Bürokrasi dili bir tür hatta gördüğümüz meşk usulü ve birtakım
inşa metinlerinden temin edilen bilgilere mi dayanıyordu?
Bu sualin cevabı sualin içindedir denilebilir. Osmanlı arşivinin yukarıda bazılarının
ismini zikrettiğim kuruluş devresine ait ve daha ziyade yeniden istinsahlarından ait
belgeler istisna edilirse malzemeler yekûnu II. Bayezid döneminden itibaren tutulan
vesikalarla başlangıç yapar.
İşte bu devlet bürokrasisi dil ve imla ilişkisini şekillendiren ana unsurdur. İmlayı
esaslı kurallar manzumesine dayandıran yazılı bir referans metni olmadan kendi
istikametini arayan Eski Anadolu Türkçesindeki imla farklılıkları, artık gelişen ve
eğitimli devlet bürokrasisinde standart ve tek imlada istikametini bulmada fevkalade
başarılıdır. Arapça ve Farsça kökenli kelimelerinin orijinal imlalarına itina gösteren
bu mekanizma, herhâlde imlası sabit Arapça ve Farsça karşısında Türkçe kelimelerin
imlasında belirli bir seviyede tutarlılığı aradı. Konuşma dilinden ayrı şartlar içinde
gelişen yazı dili, yazının imlasında da aynı istikamette ama bir yazılı kılavuzdan
mahrum olmakla beraber sessiz bir anlaşmaya tabi oldu. Bu sistem imparatorluğun
her şeye bir nizam getirmekteki tabiatının tabii neticesidir. Devlet kalemlerinde istihdam edilen memurların hat sanatındaki maharetleri Müstakimzade’nin Tuhfe-i
Hattâtîn’inde açıkça görülür. Hatsa şüphesiz bir nizamdır.
Oğuzcanın kalıplaşması hususunda burada bir not düşülelim. Osmanlı yazı ve konuşma ayrışması üzerinde son yarım asırdır başlatılan yerli çalışmalar manzumesi
Osmanlı mirasını görmezden gelir. Oysa 19. yy.da eski imla ile hesaplaşma ve söyleyişi tespit yolunda ilk ve kapsamlı çalışma yapılmıştır. Feraizcizade, Türkçenin aslî
özelliklerinden olan ses uyumlarını göstermeyen eski imlayı ve bu imla karşısında
konuşma dilinin vaziyetini karşılaştırmalı olarak tespit eder.7
“Osmanlı Devlet Dili” temsiliyet itibariyle divan-ı hümayun ve divan-ı hümayuna
doğrudan bağlı bürokrasi dilidir. İşte bu merkez ve merkeze bağlı teşkilatların etrafında döndüğü dilde, diğer bütün müesseselerin içinde diller arası nispetlerden bahsedebilirken, münhasıran Türkçeden söz edebiliriz. Devletin ana omurgası bütünüyle Türkçe vaz edilmiştir. Bu omurga hiyerarşiler silsilesinde mühimmelere istinat
eder.
Osmanlı divan kararlarının toplandığı ve en eskileri Kanunî dönemine tarihlenen
mühimmeler, divanın ve divandan çıkan kararların yer aldığı bu defterler pratik bir
gaye güdüldüğü için yüksek inşa nesrinden büsbütün ayrı, anlaşılır bir dile maliktir.
Osmanlı Devleti’nin 250-300 arasında bir yekuna baliğ olan bu mühimme defterleri
bütün idarî, kazaî ve malî bürokrasinin dilini de tayin eder.
Diğer bir devlet arşivi olan ve mühimmeleri ikmal eden devlet mahkemelerinin kayıtları (şeriye sicilleri) şeriat dilinin öteden beri Arapça olmasına karşın, 16. yy. sonlarından itibaren zaman zaman Arapça kullanılmakla birlikte Türkçeleşmesi, devlet
dilinin geç de olsa dilce en mutaassıp devlet kurumunun içtimai bünye karşısında,
7
Feraizcizade Mehmed Şakir, Persenk, Persenk Açıklaması, haz. Mustafa Koç, İstanbul, 2007, s. 2239.
443
MUSTAFA KOÇ
eski geleneğini değiştirerek Türkçenin lehine değişmesi dikkat çekicidir. Zaman
zaman şeriye sicilleri arasında Rumca kayıtların bulunduğunu da ilave edelim.8
Türkçe: 237; Arapça: 381 (1689-1746 tarihleri arasına ait Şeriye Sicilleri)9
Türkçe: 186; Arapça: 39 (1828-1848 tarihleri arasına ait Şeriye Sicilleri)10
Türkçe: 174; Arapça: 68 (1859-1860 tarihleri arasına ait Şeriye Sicilleri)11
Türkçe: 220; Arapça: 27 (1598-1903 tarihleri arasına ait Şeriye Sicilleri)12
Türkçe: 137; Arapça: 57 (1866-1867)13
Türkçe: 188; Arapça: 4 (1889-1893)14
Türkçe: 341; Arapça: 183 (1725-1748)15
Osmanlı hukukunun fetva mecmuaları umumiyetle Zeyd ve Amr arasında hikâyeleşen on binlerce meselenin mecmuundan müteşekkildir. Hayatın her veçhesi için
kronikler kadar, mühimme defterleri kadar zengin bir malzeme bulunur bu metinlerde. Bütün hayat dil etrafında döner, kültür dil ile inkişaf eder, modern zamanların
ana sosyoloji metinleri cemiyeti var eden dille iftitah tekbirini alır, ama dili Türkçe de
olsa bu fetva mecmualarında Türkçenin kendisi müzakere edilmez. Yalnız, görebildiklerim içinde, bir fetvada buldum, “adım atmak” birleşik fiilinin sesi ve imlası
meselesi.
Mes’ele: Zeyd: “ ”آﯾﺎﻏﻢ آدم آدﻣﺎزyazmalı olup vech-i mezbûr üzerine dâlla yazdıkta, Amr: “Tâ ile “ ”آﯾﺎﻏﻢ آدم آﺗﻤﺎزyazmzâd olsun!” dese, mezkûr kula ıtk vâki
olur mu?
el-Cevâb: Dâlla yazmak esahtır, Türkî ibârâtta isti’mâledir. Egerçi dâl bir
mikdâr şedîd isti’mâl olunur, ammâ tâ’dan dâl’a akrebdir.16
Devletin dili Oğuz Türkçesi olurken dilleri kutsiyet hiyerarşisine tabi tutan Osmanlı
münevverleri bu hiyerarşinin en altında tuttukları Türkçeyi neden kullanım sahasında en başa çekti. Bu paradoks yazmalar devrinden kalan eserlerin Türkiye kütüphanelerinde lisanca nisbetlerinde devam eder. Soy silsilesini Oğuz’a dayandıran Osmanlı, bütün edebiyatında kahramanların ismini İran’da arar, dinî referanslarını
Arapçada bulur, ama dilini Türkçede kaim kılar! Herhâlde cevabı, her şeyin dağıldığı
yerde dağılmayan, dağılmaması geren merkezî sabitenin Türkçe olduğu; bütün unsurlar merkezi terk edebilirken dağılmayacak esas nüvenin Türk milleti olduğu hakikatiydi ve bu hakikat defalarca ispat edildi.
Fethi Gedikli, “Osmanlı Hukuk Tarihi Olarak Şer’iyye Sicilleri”, Türkiye Araştırmaları Literatür
Dergisi Türk Hukuk Tarihi, c. 3, sayı 5, s. 187, İstanbul, 2005.
9 248 Nolu Mardin Şeriye Sicili Belge Özetleri ve Mardin, haz. Ahmet Kankal, İbrahim Özcosar,
Hüseyin H. Güneş, Veysel Gürhan, İstanbul, 2007.
10 242 Nolu Mardin Şeriye Sicili Belge Özetleri ve Mardin, haz. İbrahim Özcoşar, Hüseyin H. Güneş,
Fasih Dinç, İstanbul, 2006.
11 235 Nolu Mardin Şeriye Sicili Belge Özetleri ve Mardin, haz. İbrahim Özcoşar, Hüseyin H. Güneş,
Fasih Dinç, İstanbul, 2007.
12 195 Nolu Mardin Şeriye Sicili
13 193 Nolu Mardin Şeriye Sicili
14 183 Nolu Mardin Şeriye Sicili
15 252 Nolu Mardin Şeriye Sicili
16 Mehmet Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislâm Ebussuud Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı,
İstanbul, 1983, s. 183.
8
444
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
ARAP KAYNAKLARINDA DOKUZ-OĞUZLAR
NA GİHAN DO ĞAN
Ortaçağ İslâm yazını, sadece İslâm coğrafyası ve toplulukları hakkında değil, aynı
zamanda Müslümanlarla ekonomik, kültürel ve siyasî ilişkileri olan ya da İslâm fetih
hareketlerinden etkilenen bölgelerin gerek İslâm öncesi gerekse İslâm sonrası dönemdeki dinî, kültürel ve siyasî durumları hakkında bilgi veren farklı türde çalışmalar
ihtiva eder. Bu coğrafyalardan biri de, Türk topluluklarının meskûn oldukları yerlerdir.
Ne var ki Dokuz-Oğuzlar (Arap kaynaklarında: ﺗﻐﺰﻏﺰ/ ﺗﻐﺮﻏﺮ/ )طﻐﺰﻏﺰsöz konusu olduğunda, İslâm yazınını oluşturan kaynak türlerinden önemli bir kısmı, araştırmacılara
neredeyse hiçbir şey söylemez. Türk tarihi araştırmalarındaki en önemli kaynak gruplarından birini oluşturan Müslüman coğrafyacılara ait çalışmalar, bu boşluğu bir ölçüde doldurmaktadır. Ancak burada da Dokuz-Oğuzlar ile ilgili genellikle kısa ve dağınık bilgiler bulunur; üstelik sık sık başvurulan iktibas yapma pratiğinden dolayı mükerrer kayıtlarla karşılaşılmaktadır.
İslâm coğrafyacıları, sınırdaş olmadıkları Dokuz-Oğuzlar hakkında verdikleri bilgilerin
bir kısmını, onlarla ticarî ilişkileri olan tüccarlara borçlu olmalıdırlar. Çin ile ticaret
yapan tüccarların da, Türk dünyasının bu en doğu ucu hakkında bilgi akışı sağladıkları
tahmin edilebilir. Zira İbn Hurdazbih, tüccarların karada izledikleri iki rotayı tarif
ederken, bu iki rotadan kuzeyde olanının batıda Endülüs’te başlayıp Slav ülkelerinin
arkasındaki Rum topraklarından geçtiğini, oradan bir Hazar şehri olan Hamlic’e varıldığını, sonra Cürcan denizinde seyahat edildiğini ve sırasıyla Belh, Maveünnehir ve
Dokuz-Oğuz ülkesi üzerinden Çin’e ulaşıldığını söyler (1889, ss. 154-155).
Dokuz-Oğuzların meskûn oldukları bölgenin Müslüman ziyaretçileri, tüccarlardan
ibaret değildi. Samanoğulları’nın Çin’e elçi olarak gönderdiği Ebû Dülef’in, 941-943
yılları arasında gerçekleştirdiği seyahate dair tuttuğu notlar arasında Dokuz-Oğuzlarla
ilgili kısa bir bölüm de bulunmaktaydı. Daha uzun ve daha ayrıntılı bir başka gezi
raporu, Ebû Dülef’ten çok önce, kaleme alındı. Coğrafya kitaplarının Dokuz-Oğuzlar
hakkında söylediklerinin büyük bölümü, 821 tarihinde Dokuz-Oğuz ülkesine gittiği
söylenen (Minorsky, 1948, s. 303) ve siyasî bir misyonu olduğu anlaşılan Temîm b.
Bahr’ın yazdığı bu rapora dayanıyordu. Temîm’in kim olduğu ve Dokuz-Oğuz ülkesini
445
NAGİHAN DOĞAN
neden ziyaret ettiği bilinmemektedir ve bu konuda sadece bazı varsayımlar ileri sürebilir. Onun Abbâsi halifesi el-Me’mûn (813-833) tarafından görevlendirilen bir elçi olma
ihtimalinden söz etmek hiç de tuhaf değildir. Erken Abbâsi döneminde el-Me’mûn
dışında hiçbir halife ihtidayı teşvik politikası ile anılmaz. el-Me’mûn’un seleflerinden
farklı olarak ehli küfrü İslâm dinini kabul etmeye davet ettiğini söyleyen bazı rivayetler
vardır. Bu rivayetlerden birinde el-Me’mûn’un, Soğd, Uşrusana ve Fergana halklarıyla
savaşırken onları sadece itaat etmeye değil, aynı zamanda İslâm dinine girmeye davet
eden mektuplar kaleme aldığı söylenir (Belâzurî, 1992, s. 473). Aynı kaynakta, elMe’mûn’un Horasan’a elçiler göndererek, bu bölge halkından isteyenleri divan defterlerine kaydettirdiği, onlara maaş bağladığı ve böylece İslâm’ın yayılmasını teşvik ettiği
yazılıdır (Belâzurî, 1992, s. 474). İbn Nedîm, el-Me’mûn’un, “İslâm ve Tevhit Konusunda
Bulgar Kralının Sorularına Cevaplar” adını taşıyan bir kitabının olduğunu ifade eder
(2002, ss. 185-186). el-Me’mûn’un İslâm’ın yayılışını bir devlet politikası hâline getirdiğine işaret eden bu rivayetler ve Minorsky’in seyahat tarihi olarak gösterdiği 821 yılı,
Temîm’in İslâm dinini tanıtma maksadıyla halife tarafından Dokuz-Oğuz ülkesine
gönderilen bir elçi olabileceğini düşündürür.
Temîm’in, coğrafya kitaplarında alıntı ya da atıf şeklinde geçen raporunun içeriği hakkında kısaca şu bilgiler verilebilir: Dokuz-Oğuzların başkenti, demirden on iki kapısı
olan büyük bir şehirdir. Şehrin etrafında birbirine bitişik mamur yerleşim yerleri bulunur. Başkentin nüfusu kalabalık, çarşıları pek çoktur. Halkın büyük bölümü zındıktır;
yani Maniheizm dinine bağlıdır. Dokuz-Oğuz hükümdarının sarayının üstünde beş
fersah öteden görülebilen, altından bir çadır bulunur. (Temîm oraya vardığında) hükümdar başkente yakın bir yerde askeri bir karargâhta bulunmaktadır. Hükümdarın
çadırının etrafındaki askerlerin sayısı, on iki bin civarındadır. Onun on yedi kumandanı olup, her birinin yanında binlerce asker görev yapmaktadır (İbn Hurdâzbih, 1889, s.
31; İbnü’l-Fakîh, 1996, ss. 635-636; Kudâme b. Ca‘fer, 2001, s. 191; Yâkut el-Hamevî,
2001, s. 137).
Arap kaynakları, Dokuz-Oğuzlardan bahsederken, doğal olarak ya 840 yılından önceki
Uygurları, yani Orhun Uygur devletini ya da 840 yılından sonraki Uygurları, yani
Turfan ve Kansu Uygurlarını kastetmektedirler. Buna rağmen söz konusu kaynaklar,
Dokuz-Oğuz ve Uygur isimlerini neredeyse hiç bir arada kullanmamışlardır. Bekrî’nin
Kitâbü’l-Mesâlik ve’l-Memâlik isimli eseri bir istisna oluşturur. Bekrî burada “DokuzOğuzların hükümdarı, Uygur-han’dır” derken, bilerek ya da bilmeyerek konfederasyonu
bir araya getiren boylar arasında Uygurların liderlik pozisyonuna işaret etmiştir (1992,
s. 261). Öte yandan Dokuz-Oğuzların birden fazla ya da dokuz boy ya da kabileden
oluştuğu bilgisi de aynı şekilde neredeyse hiç telaffuz edilmemiştir.1 Dolayısıyla müelliflerimiz, Dokuz-Oğuzların bir kabileler birliği ya da konfederasyonu olduğunun pek
farkında değil gibi görünmektedirler. Onların çalışmalarında, Türk kavimlerinden biri
olmaları dışında Dokuz-Oğuzların kim oldukları hakkında genel bir belirsizliğin hâkim
olduğu söylenebilir. Üstelik bazı müellifler Dokuz-Oğuzların kimliklerine dair oldukça
muğlak ve hiçbir açıklama eklenmeyen ifadeler kullanmışlardır. Örneğin Kalkaşendî
(1984, s. 35) ve İbn Haldûn (2000, c. IV, s. 583) Dokuz-Oğuzların Tatar olduklarını,
Hudûdü’l-‘Âlem’in yazarı (1993, s. 94) ise Tatarların, Dokuz-Oğuzların bir cinsi oldukla1
Köprülü Kütüphanesi nr. 1623’teki yazma, bir istisna oluşturur. Yazmanın Türklerle ilgili
bölümü, Ramazan Şeşen tarafından tercüme edilmiştir: (2001, s. 91).
446
ARAP KAYNAKLARINDA DOKUZ-OĞUZLAR
rını yazmıştır. Burada yazarların, etnik bir birliktelikten mi yoksa siyasî bir birliktelikten mi söz ettikleri belli değildir. Bu nedenle, Dokuz-Oğuzları Tatarlarla ilişkilendiren
bu ifadelere, fazla bir anlam yüklenememektedir. Aynı şey Mervezî’nin DokuzOğuzları Uygurlardan ayrı bir topluluk olarak gösterdiği ifadeleri için de geçerlidir.
Mervezî, Guzlar yani Oğuzların on iki kabileye ayrıldıklarını, bunlardan bir kısmına
Dokuz-Oğuz, bir kısmına Uygur ve bir kısmına da Üç-Guz dendiğini söylemiştir (1993,
s. 29). Bu oldukça kafa karıştırıcı bir ifade gibi gözükür. Ancak aynı çalışmanın bir
başka yerinde (1993, s. 29) Uygurların Çinlilerden farklı olarak Türklerle karıştıklarını
ve onlarla ilişkileri olduğunu söylediği için, Mervezî’nin Uygurlar hakkında pek de
sağlıklı bilgiye sahip olmadığı şüphesi ortaya çıkar. Öte yandan bazı coğrafyacıların
Dokuz-Oğuzların meskûn oldukları bölgeyi Çin ülkesinden -ya da Çin’i Dokuz-Oğuz
ülkesinden- saydıkları görülür (İbn Havkal, 1939, s. 9). Burada siyasî değil, coğrafî bir
tanımlama söz konusudur. İbn Nedîm, bu hususun altını şöyle çizmiştir (2002, s. 540):
“Çin’in Dokuz-Oğuz’dan olduğu iddia edilir; çünkü Dokuz-Oğuz ülkesi Çin’e bitişiktir/komşudur.”
Arap kaynaklarındaki Dokuz-Oğuzlarla ilgili kayıtlar, onların Müslümanlarla olan
ilişkilerine dair uzun açıklamalar yapmaya elverişli değilse de, bu konuda birkaç hususun altı çizilebilir. İbnü’l-Fakîh, Ebû’l-Fazl el-Başgırdî ( )اﻟﻮاﺷﺠﺮديisimli bir râviye dayandırdığı bir haberde, Dokuz-Oğuz hükümdarının Çin hükümdarı ile birlikte iki defa
Abbâsi halifesi el-Mehdi (775-785) ya da Hârûn er-Reşîd (786-809) zamanında İslâm
diyarına sefer düzenlediğini, Semerkant valisinin ona karşı uzun süre savaştığını ve
sonunda zafer kazanarak düşman ordusundan çok sayıda ganimet ve esir ele geçirdiğini söyler (1996, s. 639). Ne var ki, kroniklerde el-Mehdî ya da Hârûn er-Reşîd döneminde Müslümanlarla Dokuz-Oğuz ve Çin ordusu arasında böyle bir savaşın olduğuna dair herhangi bir bilgi yer almamaktadır. İbnü’l-Fakîh burada, Ramazan Şeşen’in
(2001, s. 196) belirttiği gibi, Talas savaşından bahsediyor olabilir. Ancak bu ihtimal,
Talas savaşında Dokuz-Oğuzların Çin ordusu ile birlikte savaşıp savaşmadığı sorusunu gündeme getirir ki, elimizde bununla ilgili herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bu
durumda, haberin kaynağı olan Ebû’l-Fazl el-Başgırdî’nin, Talas savaşından bahsediyor olmakla birlikte, bu konuda sağlıklı bilgiye sahip olmadığı, savaşın el-Mehdi ya da
Hârûn er-Reşîd döneminde olduğunu söyleyerek hatalı bir tarih tespiti yaptığı söylenebilir.
Bir başka bir kayıtta, Abbâsi halifesi el-Mehdi’nin, çeşitli hükümdarlara elçiler göndererek onları itaati altına girmeye davet ettiği ve bu hükümdarların çoğunun elMehdi’nin itaat davetine olumlu cevap verdiği söylenir. Haberi veren Ya‘kûbî, elMehdi’nin itaat çağrısında bulunduğu hükümdarlar arasında, Çin, Tibet ve Hind hükümdarları ile birlikte Dokuz-Oğuz hükümdarını da (Hâkân) sayar (1993, c. II, s. 341).
Davet, ölüm tarihi 785 olan el-Mehdi tarafından yapıldığına göre, burada adı geçen
Dokuz-Oğuz hükümdarı, Orhun’daki Uygur hükümdarı olmalıdır. Haberdeki önemli
ayrıntılardan biri, el-Mehdi’nin itaat çağrısında bulunduğu hükümdarlar arasında
Türk ve Karluk hükümdarlarının da zikredilmeleridir. Ya‘kûbî, Türk hükümdarından
Tarhân, Karluk hükümdarından ise Yabgu ( )ﺟﯿﻐﻮﯾﮫolarak söz eder. Hâkân unvanı,
Tarhân ve Yabgu unvanlarının üstünde yer aldığına (Minorsky, 1948, s. 301) göre,
kendisinden Hâkân olarak söz edilen Dokuz-Oğuz hükümdarının, dönemin en güçlü
Türk hükümdarı olduğu, Müslümanların da onu bu şekilde gördükleri sonucu çıkar ki,
bu husus Arap kaynaklarında, Dokuz-Oğuzların en güçlü Türk kavmi olduğu ifadesiy447
NAGİHAN DOĞAN
le dile getirilmiştir. Örneğin Himyerî (1975, s. 504) Türkler içindeki en güçlü kavmin
Dokuz-Oğuzlar olduğunu şu sözlerle ifade eder: “Onlardan hakanların hakanı, sair Türk
meliklerini hâkimiyeti altında topladı ve bu Türk melikleri ona boyun eğdiler.” Bekrî de, Dokuz-Oğuzlardan en cesur ve güçlü Türk kavmi olarak söz eder (1992, s. 261). İbnü’lFakîh ise bu algıyı, “Dokuz-Oğuzlar, Türklerin Arapları’dır” sözüyle dile getirir (1996, s.
634).
Bekrî, Himyerî ve İbnü’l-Fakîh’in Dokuz-Oğuzların güç ve saygınlığından söz ederken,
840’tan öncesine mi yoksa sonrasına mı işaret ettikleri belirsizdir. Himyerî, DokuzOğuz hükümdarlarından birinin, diğer Türk meliklerini hâkimiyeti altına aldığını
söylerken uzak bir geçmişten bahsediyor gibidir. Çünkü sonra gelen cümlede, efsanevi
Türk hakanı Alp er Tunga ya da Arap-Fars literatüründeki adıyla Afrasyab/Firâsyâb’ı,
bir diğer güçlü ve muzaffer Dokuz-Oğuz hükümdarı örneği olarak verir. Yâkût elHamevî de (ö. 1229) Dokuz-Oğuzları en cesur kavim, hükümdarını da en büyük Türk
hükümdarı olarak tanıtırken geçmiş zaman kipi kullanır ve yaşadığı dönemde
Kûşân’da (Kuçâ) yaşayan Dokuz-Oğuzların durumlarının ne olduğunu bilmediğini
ekler (2001, s. 144). Dokuz-Oğuzları en güçlü Türk kavmi olarak tanıtan yazarlardan
sadece Mes‘ûdî’nin hangi dönemden söz ettiği bellidir. Mes‘ûdî, Murûcu’z-Zeheb’de,
Dokuz-Oğuz hükümdarının güç ve prestijini şu sözlerle ifade eder (t.y., c. I, s. 109):
“Çin hükümdarlarından sonra Kûşân şehrinin sahibi Türk hükümdarı gelir. Bu Dokuz-Oğuz hükümdarıdır. O, yırtıcıların ve atların hükümdarı olarak isimlendirilir. Çünkü dünyanın hükümdarları arasında adamları daha cesur ve yiğit olan, kan dökmede yırtıcılara daha çok benzeyen ve
atı daha çok olan yoktur. … Türklerin, farklı toplulukları idare eden ve ona tâbi olamayan pek çok
hükümdarı ve çeşitli cinsleri vardır. Ama bunlar içinden hiçbiri onun mülküyle boy ölçüşemez.”
Mes‘ûdî burada muhtemelen Turfan Uygurlarından söz etmektedir. Zira aynı kitabın
başka bir yerinde şöyle demektedir (t.y., c. I, s. 90): “Kûşân şehri sakinleri DokuzOğuzlardandır. Zamanımızda -yani 332 yılında- Türk kavimleri arasında onlardan daha yiğit,
daha cesaretli, sultası daha zapt edici yoktur”. Hicri 332 yılı 943 (veya 944) yılına tekabül
ettiğine göre Mes‘ûdî bu sözlerle Turfan Uygurlarını methetmiş olmakta ya da 840
yılındaki çöküşün, Tokuz-Oğuzların Türk kavimleri içindeki durumunu zayıflatmadığını belirtmektedir.
el-Mehdi’nin Dokuz-Oğuz hükümdarına yaptığı itaat davetiyle ilgili habere geri dönelim. Minorsky, zındıklara kovuşturma politikasıyla tanınan el-Mehdi’nin, kısa bir süre
önce Maniheizmi kabul etikleri için Uygurlara böyle bir itaat çağrısında bulunmuş
olma ihtimalinden söz eder (1948, s. 301). Ne var ki, el-Mehdi’nin sırf Maniheist oldukları için Dokuz-Oğuzlara itaat çağrısında bulunmuş olma olasılığı oldukça zayıftır. Her
şeyden önce el-Mehdi’nin daveti, İslâm dinine davet çağrısı olmayıp siyasî bir mahiyet
arz eder. Daha da önemlisi, Abbâsi hilafetinde yabancı hükümdarlara itaat ve hatta
İslâm dinine girme çağrısı yaygın bir uygulama olarak gözükmemektedir. İhtidayı
teşvik ile anılan çok az halife örneği vardır ve el-Mehdi bu halifelerden biri olmamıştır.
Gayrimüslim toplulukları İslâm dinine davet etme uygulaması erken Abbasi döneminde nadiren –sadece el-Me’mûn döneminde- gerçekleşen bir uygulama olarak karşımıza çıkar. Siyasî itaat çağrısına gelince; buna daimi savaş halinin olduğu sınır komşuları için başvurulmuş olabilir. Ancak Çin ya da Orhun Uygur Devleti söz konusu
olduğunda bir halifenin, uzak ve sınırdaş olunmayan bir bölge için gerçekten de böyle
itaat çağrısında bulunmuş olma ihtimali kuvvetli değildir. Bu haberin ya da başka bir
versiyonunun Taberî tarafından kaydedilmediğini de not etmek gerekir.
448
ARAP KAYNAKLARINDA DOKUZ-OĞUZLAR
Ya‘kûbî tarafından kaydedilen diğer bir habere göre, Hârûn er-Reşîd döneminde (786809), Semerkant’ta ayaklanan Râfi‘ b. el-Leys’in, halifenin ordusuyla savaşırken yardım
almayı ümit ettiği topluluklardan biri de Dokuz-Oğuzlar olmuştur (c. II, s. 386).
Ya‘kûbî, Râfi‘in beklediği yardımın gelip gelmediğini söylemez; ama Dokuz-Oğuzlar,
İslâm beldeleriyle sınır komşusu olmamalarına rağmen pekâlâ İslâm’ın doğuya doğru
yayılan siyasî hâkimiyetinden endişe duyan diğer Türk toplulukları gibi, Abbâsi hilafetini ilgilendiren bu ve buna benzer olaylara karışmış olabilirler. Nitekim Taberî, 205/821
yılında Nişâbûr’da çıkan Abdurrahman en-Nişabûrî el-Mütetavvi‘ isyanında, DokuzOğuzların bölgeye (Uşrûsana) gelerek isyancılara yardımcı olduklarını ima eder (t.y., s.
1795). İbn Haldûn tarafından kaydedilen başka bir habere göreyse, Abbâsi halifesi elMüktefî (902-908) zamanında Tokuz-Oğuz bölgesindeki Oğuzlar, Maveraünnehir’e
gelmiş ve Müslüman olmuşlardır. İbn Haldûn göç nedenini belirtmez; ama burada da
başlangıçtaki amaç, Müslümanlarla savaşmak ya da Abbâsi hükümetini hedef alan bir
siyasî harekete iştirak etmek olabilir. İbn Haldûn devam eden satırlarda bunun daha
açık bir örneğini verir. Buna göre, Abbâsi hilafetine karşı ayaklanan el-Mukanna (ö.
783) Tokuz-Oğuzlardan yardım istemiş, ona intisap eden Tokuz-Oğuz askerleri sonradan isyancılardan ayrılarak İslâm dinine girmişlerdir (2000, c. IV, s. 82). Mervezî, Uygur hükümdarlarının İslâm ülkelerinin uzağında bulunmalarına rağmen kendilerini
güvende hissetmediklerini, Müslümanlardan korunmak için birtakım tedbirler aldıklarını söylemiştir (1993, s. 19). Mervezî burada, yaşadığı dönemdeki Kansu Uygurlarını
kastetmektedir. Ancak bu endişenin çok uzun süredir devam ettiğini tahmin etmek zor
değildir.
Dokuz-Oğuzların, Abbâsi halifesi el-Me’mûn (813-833) ve bilhassa halefi el-Mu‘tasım
(833-842) döneminden itibaren büyüyen Türk köle ticaretinden, coğrafi uzaklık nedeniyle etkilenmedikleri tahmin edilebilir. Ancak Abbâsiler’in yarı-bağımsız Mısır valisi
Ahmed b. Tûlûn’un (ö. 884), Buhara ve Horasan valisi Nûh b. Esed’in mevlası olup
daha sonra efendisi tarafından halife el-Me’mûn’a hediye edilen bir Dokuz-Oğuz Türkünün oğlu olduğu söylenir (1929, c. II, s. 1,3). Muhtemelen Abbâsilere hizmet eden
başka Dokuz-Oğuz Türkleri de olmuştur. Ahmed b. Tûlûn gibi Dokuz-Oğuz kökenli
gulamların varlığı, bu kişilerin ya da atalarının çeşitli nedenlerle İslâm beldelerine ya
da buralara sınır komşusu olan bölgelere göç etmeleri ile izah edilebilir. Bu, özellikle
Orhun Uygur devletinin yıkıldığı, konfederasyonu oluşturan boyların bir kısmının
batıya doğru göç etmeye başladığı 840 yılı sonrası için geçerlidir. Diğer bir ihtimal,
İbnü’l-Fakîh’in Ebû’l-Fazl el-Başgırdî’ye dayandırarak verdiği haberden çıkarılabilir.
Bu haberde, Müslümanlara yenilen Dokuz-Oğuz ordusunun geride çok sayıda esir
bıraktığından ve bu esirlerin çocuklarının hâlen Semerkant’ta olduğundan söz edilir
(1996, s. 639). Daha evvel belirtildiği gibi, başta Taberî tarihi olmak üzere diğer kaynaklarda Dokuz-Oğuzlar ile Müslümanlar arasında böyle bir savaşın olduğuna dair herhangi bir kayıt olmadığından bu habere ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Ancak pekâlâ
Talas savaşında Çin ordusunda ya da Müslümanlarla ittifak kuran Türkler arasında
Dokuz-Oğuz Türkleri de yer almış, bunlar savaştan sonra yaşamlarını İslâm beldelerinde devam ettirmiş olabilirler. el-Me’mûn’un Nûh b. Esed’i 204/819 yılında Semerkant valisi tayin ettiği (1948, s. 287) düşünüldüğünde İbnü’l-Fakîh’in verdiği haber
daha da anlam taşır. Mervezî’nin de, bu konuyla ilişkilendirilebilecek bazı şeyler yazdığını not etmek gerekir. Buna göre, İslâm’ın ortaya çıkışından sonra Çin krallığı, Maveraünnehir’in kontrolünü Müslümanlara bırakıp bölgeden çekilmek zorunda kaldı449
NAGİHAN DOĞAN
ğında, geride küçük bir grup Semerkant’ta kalmıştır (1993, s. 18). Ebû’l-Fazl elBaşgirdî’nin sözünü ettiği, Müslümanlara esir düşüp Semerkant’ta kalan DokuzOğuzların, Mervezî’nin bahsettiği grup içinde yer aldığını söylemek gayet makuldür.
Daha önce Endülüs’ten Çin’e uzanan ticaret rotasında seyahat eden Müslüman tüccarların, Dokuz-Oğuzlarla ticarî ya da kültürel ilişkiler geliştirmiş olabileceklerinden bahsedilmişti. Ancak Dokuz-Oğuzlarla yapılan ticarete dair fazla bilgi yoktur. Birkaç kayıtta Dokuz-Oğuz ülkesinden, Dokuz-Oğuz miski ya da Kalkaşendî’nin (1987, c. II, s. 129)
tabiriyle Dokuzguzî adı verilen bir misk türünün getirildiği söylenir (Ya‘kûbî, 2001, s.
189). Dokuz-Oğuz ülkesinden getirilen bir diğer ticari ürün, çeşitli hayvan türlerine ait
kürkler olmuştur (Hudûdü’l-‘Âlem, 1993, s. 62).
Arap kaynaklarının Dokuz-Oğuzlarla ilgili en sık dile getirdikleri hususlardan biri,
onların zındık, yani Maniheist olduklarıdır. Bu husus, büyük ölçüde Temîm b. Bahr’ın
Dokuz-Oğuzların başkentinde halkın çoğunun Maniheist olduğunu söylediği raporuna
dayanır. Temîm’in Dokuz-Oğuz’ları 840’dan önce ziyaret ettiği düşünülürse, Orhun’daki Uygur Devleti yıkılmadan önce, Maniheizmin en azından başkentte hâkim
din olduğu söylenebilir. Uygur yönetimi 763 yılında Maniheizmi resmi din ilan ettiğine
göre, Minorsky’nin Temîm’in Dokuz-Oğuz ülkesini ziyaret tarihi olarak verdiği 821
yılına kadar geçen süre, Maniheizmin bilhassa başkentte halk arasında da kabul görmesi için oldukça yeterli bir süredir. Temîm’in başka dinlerin varlığından söz etmemesi
anlamlıdır. Uygur Devleti’nin Maniheizmi resmi din ilan ettikten sonra, kendisine olan
askerî bağımlılığını fırsat bilerek Çin’e bu dinin kabul görmesi ve yayılması için uyguladığı baskı iyi bilinir. Dolayısıyla Uygur yönetiminin, en azından başkentte Maniheizm dışındaki dinlerin varlığını hoş karşılamamış olması gerekir. Merkezden uzak
bölgelerde Maniheizmin hâkimiyeti muhtemelen başkentte olduğundan daha zayıftı.
Ama Dokuz-Oğuz yönetimi, bu yeni dine ülke dışında yeni yayılma alanları açmaya
heves edecek kadar bağlıydı. Üstelik İbn Nedîm’e bakılırsa Dokuz-Oğuzlar, Abbâsilerin Horasan valilerinden birinin Maniheistleri kovuşturma ve yok etme tehdidine,
dindaşlarını koruma arzusuyla sert bir tepki göstermiş, Horasan valisi bu meydan
okuma karşısında Maniheistleri rahat bırakmaya mecbur kalmıştı (2002, s. 521).
Mes‘ûdî, Maniheizm konusunda Dokuz-Oğuzların Çin üzerindeki tesirinden söz eden
tek Müslüman müelliftir. Murûcu’z-Zeheb’de Temîm’in raporundan iktibas yapan yazarlardan farklı olarak, Türkler arasında Dokuz-Oğuzlardan başka Mani dinine inananın olmadığını söyler (t.y., c. I, s. 90). Bu sözlerle, Maniheizmin Uygurlar tarafından
resmi din kabul edildiği bilgisinden hareket ettiği açıktır. Mes‘ûdî, ilerleyen satırlarda,
Çin’in Maniheizm dinini Dokuz-Oğuzlar aracılığıyla tanıdıklarını dile getirir ve bir Çin
hükümdarının Maniheizmden dönmesi üzerine onunla Dokuz-Oğuz hükümdarı arasında savaş çıktığını, iki ülke arasındaki ilişkilerin ancak Çin hükümdarı Maniheizme
geri dönünce düzeldiğini ifade eder (t.y., c. I, ss. 93-94).
Câhız, tıpkı Mes‘ûdî gibi Temîm’in gözlemlerine atıfta bulunmadan Dokuz-Oğuzların
Mani dinine olan bağlılıklarından söz eder; ancak konuyu farklı bir bağlamda ele alır.
el-Evtân ve’l-Buldân adlı risalesinde Maniheizmi, Dokuz-Oğuzları siyasî olarak zayıflatan faktör olarak gösterir; benzer bir durumun Bizans için de geçerli olduğunu, Bizans’ı
güçsüz düşüren şeyin ise Hıristiyanlık olduğunu ifade eder (2000, c. IV, ss. 93-94).
Burada Câhız’ın Dokuz-Oğuzların zayıflamasından söz ederken, aslında Orhun Uygur
Devleti’nin yıkılışını kastettiği açıktır:
450
ARAP KAYNAKLARINDA DOKUZ-OĞUZLAR
“Rumlar Hıristiyanlığı kabul etmeden önce, Fars krallarından intikam alabiliyorlardı. Aralarındaki savaşlar, tarafların bir lehine bir aleyhine sonuçlanıyordu. Sonra onlar, öldürmeye, savaşa ve kısasa ( )اﻟﻘﻮد و اﻟﻘﺼﺎصyaklaşmamaya başlayınca, korkakların başına gelenler onların da başına geldi.
Öyle ki, zorla ve isteksiz olarak savaşmaya başladılar. Onların mizaçları, Hıristiyanlığı özümseyince ve (bu din) etlerinde ve kanlarında dolaşmaya başlayınca, Hıristiyanlık onlara karşı çıkar hale geldi. Böylece onlar, galibiyet sınırından çıkıp yenilmişler tarafına geçtiler. Türklerden DokuzOğuzların durumu da böyle oldu. Daha önceleri onlar, Türklerin kahramanları ve hâmileri idiler
ve sayıca kendilerinden iki kat fazla olan Karluklardan önce gelirlerdi. (Ama) zendeka’ya yaklaşınca –ki zendeka savaşta ( )اﻟﻜﻒve barışta Hıristiyanlıktan daha kötüdür- o şecaat azaldı ve gözüpeklik yok olup gitti.”
Câhız, savaşmayı ve öldürmeyi yasaklayan bir din olarak Maniheizmin, DokuzOğuzların savaşçılık ile ilgili meziyetlerini tahrip edip etmediği gibi makul bir soru
sormuştur. Ancak erken Abbâsi döneminde İslâm toplumunda Maniheizm ile ilgili
negatif algı dikkate alındığında, Câhız’ın Dokuz-Oğuzları siyasî olarak zayıflatan faktörün Maniheizm olduğu görüşü, oldukça subjektif gözükür. Câhız pasajda, İslâm
dininin o dönemdeki en büyük rakiplerinden ikisini hedef almaktadır. Erken Abbâsi
hilafetinde İslâm dışı dinler arasında Maniheizm, Müslümanlar tarafından zendeka
terimi ile özdeşleştirilmiştir. Maniheizmin İslâm’ın siyasal egemenliğini en az Hıristiyanlık kadar hedef aldığı düşünülmüş, Maniheistler eski İran imparatorluğunu canlandırmayı planlamakla suçlanmışlardır. Dolayısıyla Câhız, Dokuz-Oğuzların siyasî ve
askerî çöküşünü Maniheizm, Bizans’ın gerileyişini ise Hıristiyanlık ile ilişkilendirirken,
bir durum tespiti yapmaktan ziyade, bu rakip dinlere eleştiri getirmekte ve okuyucularına İslâm’ın din-siyaset birlikteliğini en iyi temsil eden din olduğunu hatırlatmaktadır.
İbn Nedîm Maniheizmin Dokuz-Oğuzlar arasında yayılışına giden sürece dair gayet
makul bir izah verir (2002, s. 521). Buna göre, Sâsâni hükümdarı Mani’yi öldürtüp
taraftarlarını kovuşturmaya başlayınca, güvenli bir yer arayışında olan Maniheistler,
doğuya doğru göç etmeye başlarlar. Arap-İslâm yönetimi tesis edildiğinde, Maniheistler için durum geçici olarak düzelir; ama nihayetinde İslâm dininin yayıldığı bir coğrafyada varlık gösteremeyeceklerini anlayan Maniheistlerin doğuya doğru güvenli yer
arayışı devam eder. Bilindiği gibi Uygur hükümdarı Moğ-yü (Bögü) Kağan, bir iç karışıklığa müdahale etmek için gittiği Çin topraklarından Soğdlu Maniheist rahiplerle
dönmüş ve sonrasında Maniheizmi kabul etmiştir. Dokuz-Oğuz hükümdarına eşlik
eden bu rahiplerin ya da atalarının, İbn Nedîm’in sözünü ettiği doğuya göç etmeye
mecbur bırakılmış Maniheistler oldukları düşünülebilir.
Temîm, raporunda Nûşecânü’l-A‘lâ isimli şehirden Dokuz-Oğuz hükümdarının şehrine üç aylık bir yolculuktan sonra ulaştığını söyledikten sonra “bu şehrin halkı arasında
ateşe tapan mecusiler ve zındıklar var” demiştir (İbn Hurdazbih, 1889, s. 31; İbnü’l-Fakîh,
1996, s. 635; Zebîdî, 1969, c. VI, s. 240). Burada Temîm’in sözünü ettiği şehrin,
Nûşecânü’l-A‘lâ mı, yoksa Dokuz-Oğuzların başkenti mi olduğu çok açık değildir.
Çünkü Temîm, Mecusilerle karşılaştığı şehrin adını vermek yerine “o şehir” ifadesini
kullanmıştır. Bir önceki cümlede, hem Nûşecânü’l-A‘lâ’dan hem de Dokuz-Oğuzların
başkentinden söz ettiği için, “o şehir” her ikisi de olabilir. Bununla birlikte, Temîm’in
mecusilerle karşılaştığı yer, Nûşecânü’l-A‘lâ olmalıdır. Çünkü ilerleyen satırlarda,
Temîm’in Dokuz-Oğuzların başkentinde halkın zındık olduğunu belirttiği yeni bir
cümle bulunur. Ne var ki, Temîm’in raporundan en erken alıntı yapan İbn Hurdazbih
ve İbnü’l-Fakîh’ten farklı olarak, daha sonraki nakilciler İdrisî ve Yâkut el-Hamevî,
Temîm’in söz konusu mecusilerle Dokuz-Oğuzların başkentinde karşılaştığı izlenimine
451
NAGİHAN DOĞAN
kapılmış, bu yüzden Dokuz-Oğuzların bağlı oldukları iki dinden birinin Mecusilik
olduğunu söylemişlerdir (İdrîsî, t.y., c. 1, s. 511; Yâkut el-Hamevî, 2001, s. 145).
Dokuz-Oğuzlar arasında başka dinlerin müntesiplerinin olduğundan söz eden kaynaklar, Temîm b. Bahr’ın raporuna güvenmek ve buna atıfta bulunmak yerine aldıkları
diğer duyumları aktarmışlardır. Örneğin Makdisî (t.y., c. IV, ss. 21-22) 966 yılında tamamladığı Kitâbu’l-Bed’ ve’t-Târîh isimli eserinde, Dokuz-Oğuzlar arasında Hıristiyanların ve Semenîlerin (yani Şamanistlerin) olduğuna yönelik bir duyum aldığından söz
eder. Altın çadır dışında (t.y., c. IV, s. 65) Temîm’in raporundaki hiçbir hususa değinmeyen, dolayısıyla Maniheizm konusuna girmeyen Makdisî’nin, Dokuz-Oğuzların
840’dan önceki durumlarını ele alıp almadığı belli değildir. Aynı şey Zeynü’l-Ahbâr’ın
yazarı Gerdîzî için de geçerlidir. Gerdîzî burada Dokuz-Oğuz Hâkân’ın maniheist
olduğunu, ancak ülkede Hıristiyanlar, dualistler ( )ﺛﻨﻮﯾﺔve Şamanistlerin de bulunduğunu belirtir (2006, s. 382); ne var ki Gerdîzî’nin de hangi dönemden söz ettiği açık değildir. 982’de yazımı biten Hudûdü’l-‘Âlem’de farklı bir durum söz konusudur. Kitabın
yazarı, bir Dokuz-Oğuz nahiyesi olan Beğ-Tigin’de Hıristiyanlar, Zerdüştler ve putperestlerin (muhtemelen Budistler) olduğunu söylenmiştir (1993, s. 95). Burada yazar,
Dokuz-Oğuzların başkentini Cinankes (Kao-ch’ang/Koço) ve Penckes (Biş-Balık)2 olarak gösterdiği için Turfan Uygurlarından bahsettiği anlaşılmaktadır. O hâlde 840 sonrasında Maniheizmin Dokuz-Oğuzlar arasında varlığını sürdürmekle birlikte uzun
süre başka dinlerle rekabet etmek durumunda kaldığı söylenebilir. (Kûşân şehri sakinleri olan) Dokuz-Oğuzların Maniheist olduğunu söyleyen yazarların (Bekrî, 1992, s.
261; Himyerî, 1975, s. 504) başka dinlerden bahsetmemeleri, sadece Temîm’in raporunu
esas alan erken kaynaklardan yararlanmış olduklarını akla getirir.
Öte yandan Mervezî, Yugurlar dediği Kansu Uyguları arasında Yahudilik hariç diğer
dinlerin bulunduğunu kaydeder (1993, s. 17). Bu, İslâm dininin de bölgeye ulaştığı
anlamına gelir. Mervezî 1056-1124 tarihleri arasında yaşadığına göre, burada 11. yüzyılın sonları 12. yüzyılın başlarını kastediyor olmalıdır. Aynı yazar 11. yüzyılın ilk yarısında Uygurların hâlâ İslâm dışı dinlerin müntesipleri olduklarını gösteren bir haber
verir. Buna göre Gazne Sultanı Mahmut, Hint ve Türk topraklarını fethettiğinde Yughur hükümdarları ondan korkarlar ve iyi ilişkiler tesis etmek için elçilerini devreye
sokarlar. Ne var ki Gazneli Mahmut, muhatapları İslâm dinini kabul etmedikçe bunun
mümkün olmadığını bildirir. Mervezî bu olayın 418/1027 yılında gerçekleştiğini söyler
(1993, ss. 19-21). Mervezî’nin sözlerinden Kansu Uygurları arasında Müslümanlaşmanın 11. yüzyılın ilk yarısından önce başlamadığı sonucu çıkar. Turfan Uygurlarına
gelince, Karahanlılara daha yakın bir coğrafi konumda oldukları için bu süreci daha
erken başlattıkları tahmin edilebilir.
10. yüzyılın ortalarına doğru Dokuz-Oğuz ülkesini ziyaret eden Ebû Dülef’in belirli bir
dinden söz etmemesi ilginçtir. Ebû Dülef sadece Dokuz-Oğuzların ibadetlerini güneşin
battığı tarafa yönelerek yaptıklarını söyler ki bu, hem Şamanizm hem de Maniheizmdeki güneşe dönerek ibadet etme pratiğini hatırlatır. Ancak Ebû Dülef, bir başka cümlede Dokuz-Oğuzların mabetlerinin olmadığını söyler (1975, s. 88);3 bu nedenle Ebû
Dülef’in sözünü ettiği inanç sisteminin Şamanizm olması daha muhtemeldir. Kaynaklarda Maniheizmin, Dokuz-Oğuzlar arasında Şamanizme ait dinî pratikleri tamamen
2
3
Cinankes ile Kao-ch’ang ve Penckes ile Biş-Balık’ın kastedildiği konusunda bk. İzgi,1979,s. 5-6.
Ebû Dülef’in raporunu okuduğu anlaşılan Kazvînî de aynı hususa temas eder: t.y., s. 582.
452
ARAP KAYNAKLARINDA DOKUZ-OĞUZLAR
ortadan kaldırmadığını gösteren işaretler vardır. Örneğin Mani dinine bağlı oldukları
söylenen Dokuz-Oğuzların dünyanın en yüksek dağı olarak tavsif edilen bir dağda dua
ettikleri, adak adayıp kurban kestikleri söylenir (Köprülü Küt. nr. 1623, 2001, s. 91). Öte
yandan Arap kaynakları, Dokuz-Oğuzların istedikleri zaman kar ve yağmur yağdırmalarını sağlayan bir taşa sahip olduklarını söylerler (İbnü’l-Fakîh, 1996, s. 639; Yâkut elHamevî, 2001, s. 137). Dokuz-Oğuzlardaki taş kültüne başka Arap yazarlar da değinmiştir. Kazvînî, Dokuz-Oğuzların kan taşı adı verilen, kanaması olan kişilerin boynuna
asıldığı takdirde kanamayı durdurmaya yarayan bir taşa sahip olduklarını yazmıştır
(t.y., s. 582). Kazvînî bu bilgiyi 941-943 yıllarında bölgeyi ziyaret eden Ebû Dülef’in
gözlemlerine dayandırmış olmalıdır. Zira kan taşından söz eden ilk kişi Ebû Dülef’tir
ve Kavzînî’nin Dokuz-Oğuzlar hakkında verdiği diğer bilgiler de Ebû Dülef’in raporuyla paralellik gösterir (bkz. Ebû Dülef, 1975, s. 88). Ebû Dülef ve onun nakilcisi Kazvînî, Şamanizmi akla getiren, Dokuz-Oğuzlar’a ait bir başka dinî pratikten daha söz
etmişlerdir. Buna göre onlar gökkuşağı ortaya çıktığında bayram tertip etmektedirler
(Ebû Dülef, 1975, s. 88; Kazvînî, t.y., s. 582). Ebû Reyhan el-Birunî de yaşadığı dönemde, yani 10. yüzyılın sonu 11. yüzyılın başlarında Şamanizmin kalıntılarının Hindistan
ve Çin ile birlikte Dokuz-Oğuz ülkesinde bulunduğunu söyler (2001, s. 199).
Arap kaynaklarında Dokuz-Oğuzların Çin ile olan ilişkilerine de değinilir. DokuzOğuzlarla Çin arasındaki ilişkilere dair uzun sayılabilecek bir izah, İdrisî tarafından
yapılmıştır. İdrisî, Çin’in Dokuz-Oğuzların ülkelerine verecekleri zarar ve düzenleyecekleri seferler konusunda, temkinli ve güçlü olmaya çalıştıklarını, Türklerin de onlardan çekindiklerini ve ülkelerine zarar vermekten imtina ettiklerini, öte yandan ticaret
bakımından iki ülkenin birbirine, bilhassa Çin’in Dokuz-Oğuzlara bağımlı olduğunu,
bundan dolayı Çin halkının onlarla iyi geçinmeye çalıştığını ifade eder (t.y., c.1, s. 519).
Bu sözler, Dokuz-Oğuzların Çin için oluşturduğu tehlikenin altını çizmesi bakımından,
840 yılından önceki duruma işaret ediyor gibidir. Temîm’in raporu, bu konuda iyi bir
referans oluşturur. Zira Temîm, ziyaret tarihinde Dokuz-Oğuz hükümdarının, Çin
hükümdarının damadı olduğunu ve bu hükümdarın ona her yıl yüz bin kılıç verdiğini
rapor etmiştir (İbnü’l-Fakîh, s. 637). İdrisî’nin iki ülkenin sulh içinde yaşamaya mecbur
oldukları iması, Temîm’in zikrettiği akrabalık bağının izahı sayılabilir. Ya‘kûbî de, Çin
ile Dokuz-Oğuzlar arasında sürekli savaş çıktığını, bu savaş halinin zaman zaman
yapılan anlaşmalar ve evlilik yoluyla kurulan akrabalık bağları nedeniyle ortadan
kalktığını söyler (c.1, s. 227). Anlaşılan o ki, Dokuz-Oğuzlar ve Çinliler, iyi geçinememelerine rağmen güvenlik endişesi ya da ekonomik nedenlerden dolayı zaman zaman
barış yapmaya mecbur kalıyorlardı. Hatta Orhun Uygur devleti, Çin sarayını tehdit
eden iç karışıklıklara müdahale etme konusunda tereddüt yaşamamıştı. Bu konu, Arap
kaynakları arasında sadece Mes‘ûdî tarafından kayda geçirilmiştir. Buna göre, DokuzOğuz hükümdarı, Çin hükümdarının yardım talebi üzerine Çin’de ortaya çıkan bir
isyanı bastırmak için oğlunu büyük bir orduyla Çin’e göndermiş ve Çin hükümdarını
isyancılardan kurtarmıştı (t.y., c. I, ss. 94-95). Mes‘udî burada yanlış bir tarih tespiti
yapmıştır. Bu olayın h. 264 (877) yılından sonra gerçekleştiğini söyler ki bu, Orhun
Uygur Devleti’nin yıkılışından sonraki bir tarihtir. Oysa Çin’de ortaya çıkan isyanlara
müdahale edenler, Orhun Uygurları olmuştur.
Arap kaynaklarının Dokuz-Oğuzlar hakkında söyledikleri bunlardan ibaret değildir.
Bu kaynaklardan, Dokuz-Oğuzların toplumsal yaşamları ve siyasî kültürlerini anlamamıza yardımcı olacak başka veriler toplanabilir. Bunlar genellikle teferruatlı olma453
NAGİHAN DOĞAN
yan çok kısa notlar şeklindedir. Ancak bu veriler ve bu tebliğde dile getirilen hususlar,
başka kaynak türleri ile birlikte değerlendirildiğinde, Tokuz-Oğuzların kimlikleri ve
tarihlerine dair anlamlı ve tutarlı bir anlatım sunmaya büyük katkı sağlayacaktır.
KAYNAKÇA
Bekrî. (1992). Kitâbu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik. A.V. Leeuwen & A. Ferre (Thk.). Kartaca: Dârü’l‘Arabiyye li’l-Kitâb.
el-Belâzurî. (1992). el-Buldân ve Futûhuha ve Ahkâmuha. Süheyl Zekkâr (Thk.). Beyrut: Dârü’lFikr.
Câhız. (2000). el-Evtân ve’l-Buldân. Muhammed Bâsil es-Sûd (Thk.). Resâ’ilü’l-Câhız (c.4, ss.79110). Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-‘İlmiyye.
Ebû Dülef. (1975). Ebû Dülef’in “Risâle”sinden Türk Ülkeleriyle İlgili Kısmın Tercümesi. Ramazan Şeşen (Haz.). Onuncu Asırda Türkistan’da bir İslâm Seyyahı İbn Fazlan Seyahatnamesi.
İstanbul: Bedir Yayınevi.
Gerdîzî. (2006). Zeynü’l-Ahbâr (‘Afâf es-Seyyid Zeydân, Arapçaya Çev.). Kahire: Meclîsü’l-A‘lâ
li’s-Sekâfe.
Himyerî. (1975). er-Ravzü’l-Mi‘târ fî Haberi’l-Aktâr. İhsân Abbâs (Thk.). Beyrut: Mektebetü Lübnan.
Hudûdü’l-‘Âlem. (1993). Hudūdu al-Ālam, The Regions of the World, A Persian Geography 372 H.982 A.D. (V. Minorsky, Çev.). Fuat Sezgin (ed.). Islamic Geography, 101.
İbn Haldûn. (2000). Târîhu İbni Haldûn, Halîl Şehâde & Süheyl Zekkâr (Haz.). Beyrut: Darü’lFikr.
İbn Havkal. (1939). Kitâbu Sûreti’l-Arz. (Brill baskısından tıpkı-basım). Beyrut: Darü Sâdır.
İbn Hurdâzbih. (1889). el-Mesâlik ve’l-Memâlik. M. J. de Goeje (Thk.). Leiden: Brill.
İbn Nedîm. (2002). el-Fihrist. Yûsuf Ali Tavîl (Thk). Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-‘İlmiyye.
İbn Teğriberdî. (1929). en-Nücûmü’z-Zâhire fî Mulûki Mısr ve’l-Kâhire. (Dârü’l-Kütüb baskısından
tıpkı-basım). Kahire: Vezâretü’s-Sekâfe ve’l-İrşâd.
İbnü’l- Fakîh. (1996). Kitâbu’l-Buldân. Yûsuf el-Hâvî (Thk.). Beyrut: ‘Âlemü’l-Kütüb.
İdrîsî. (t.y.). Nüzhetü’l-Müştâk fî İhtirâki’l-Âfâk, Mektebetü’s-Sekâfeti’d-Diniyye.
Kalkaşendî. (1984). Nihâyetü’l-Ereb fî Ma‘rifeti’l-Ensâbi’l-‘Arab. Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-‘İlmiyye.
_______________. (1987). Subhu’l-A‘şâ fî Sınâ‘ati’l-İnşâ. Muhammed Hüseyin Şemseddin (Thk.).
Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-‘İlmiyye.
Kazvînî. (t.y.). Âsârü’l-Bilâd ve’l-Ahbâru’l-‘İbâd. Beyrut: Dârü Sâdır.
Kudâme b. Ca‘fer. (2001). Kitâbu’l-Harâc’dan. İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri.
Ramazan Şeşen (Haz. ve Çev.). 2001: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Makdisî. (t.y.). Kitâbu’l-Bed’ ve’t-Târîh, Mektebetü’s-Sekâfeti’d-Dîniyye.
Mervezî (Sharaf al-Zamān Tāhir Mervezī). (1993). on China, the Turks and India, Arabic Text with
an English Translation and Commentary (V. Minorsky, Çev.), Fuat Sezgin (ed.). Islamic
Geography, 125.
Mes‘ûdî. (t.y.). Murûcu’z-Zeheb, thk. Yûsuf el-Bikâ‘î (Thk.). Beyrut: Dârü İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî.
Minorsky, V. (1948). Tamīm Ibn Baḥr’s Journey to the Uyghurs. Bulletin of the School od Oriental
and African Studies, 12 (2), 275-305.
Ya‘kûbî. (1993). Târîhu Ya‘kûbî. Abdülemîr Muhennâ (Thk.). Beyrut: Müessesetü’l-A‘lemî li’lMatbû‘ât.
Yâkût el-Hamevî. (2001). Mu‘cemü’l-Buldân’dan, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk
Ülkeleri. Ramazan Şeşen (Haz. ve Çev.). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Taberî. (t.y.). Târîhu Taberî (Târîhu’l-Ümem ve’l-Mulûk). Ebû Suheyb el-Kermî (Thk.). Beytü’lEfkâri’d-Düveliyye.
Zebîdî. (1969). Tâcü’l-‘Arûs min Cevâhiri’l-Kâmûs. Hüseyin Nassâr (Thk). Dârü’t-Türâsi’l-‘Arabî.
454
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
GAGAVUZ KÜLTÜRÜNDE OĞUZ UNSURLARI
N EV Z A T ÖZK AN
Giriş
Gagavuzlar Doğu Avrupa’da, başta Moldova’ya bağlı Gagavuz Yeri Özerk Bölgesi
olmak üzere Ukrayna’nın güneyindeki Odesa, İsmail ve Zarporoje’ye bağlı bazı köy
ve kasabalar ile Yunanistan, Bulgaristan, Romanya gibi diğer Balkan ülkelerinde
yaşamaktadır. Son dönemde yaşanan bazı göçlerle Türkistan ve Kuzey Kafkasya’da
da yeni Gagavuz yerleşim bölgeleri ortaya çıkmıştır.
14.-18. yüzyıllar arasında Osmanlı hâkimiyeti altında yaşayan Gagavuzlar, Eflak ve
Boğdan’ın elden çıkmasının ardından Rusların koruması altına girmiş ve 1770-1857
yılları arasında daha önce yaşadıkları Kuzeydoğu Bulgaristan’dan Bucak bölgesine
kitleler halinde göç etmiştir (Karanastas Radova, 2004, ss. 25-100)
Moldova’da yaşayan Gagavuzlar, 1812-1917 arasında Çarlık Rusyası’nın 1918-1947
yılları arasında Romanya’nın 1947-1991 yılları arasında Sovyetler Birliği’nin hâkimiyeti altında kalmış ve 1994 yılından itibaren de Moldova Cumhuriyeti’ne bağlı özerk
bölge haline gelmiştir. Bugün Gagavuz Yeri’nde Rusça, Moldavanca ve Gagavuz
Türkçesi resmi dil olarak kullanılmaktadır. Gagavuz Yeri’nin yüz ölçümü 1800
km2’dir. Başta Komrat, Çadır ve Vulkaneşt olmak üzere 30’un üstünde yerleşim
merkezi bulunmaktadır. 2011 itibariyle nüfusu 160 bindir. Nüfusun % 82’si Gagavuz,
% 7,8’i Moldavan, geri kalanı ise Rus, Bulgar ve Ukraynalıdır. Moldova’da Gagavuz
Yeri dışında başkent Kişinev’de 10 binin üstünde Gagavuz yaşamaktadır.
2001 nüfus sayımına göre Ukrayna’nın Odesa bölgesinde 32 bin, Rusya Federasyonu’nda ise 6 bin kadar Gagavuz yaşamaktadır (Menz, 2013, s. 150).
Gagavuzların önemli yerleşim bölgelerinden biri olan Bulgaristan’da 1990’larda
uygulanan kimlik değiştirme operasyonu ilk olarak Gagavuzlar üzerinde gerçekleştirilmiş ve aynı dönemde Gagavuzlar hakkında yayımlanan Gagauzite adlı kitapta, tüm
belgelerde Bulgar olarak kaydedildiği ifade edilen Gagavuzların Türkçe konuşan
Bulgarlar olduğuna dair bir fikir geliştirilmeye çalışılmıştır (Gradeşliev, 1993, ss. 1719). Hâlbuki geçmişte Gagavuzların Türklüğü konusunda fikir beyan eden çok sayı455
NEVZAT ÖZKAN
da Bulgar tarihçisi bulunmaktadır. Stefan Mladenov, L. Miletiç, Jreçek ve G. Balaşçev
gibi önemli Bulgar tarihçileri Gagavuzların Türklüğü konusunda görüş öne sürmüştür (Manof, 1939, ss. 10-18).
Bulgaristan’da yapılan 2001 yılı resmi nüfus sayımına göre ülkede 500 kadar Gagavuz yaşamaktadır (Menz, 2013, s. 151).
Gagavuzların Yunanistan’daki son durumu Bulgaristan’dakinden çok farklı değildir.
Gagavuzlarla amatör olarak ilgilenen ve bu konuda kitap yazan Hristos Kozaridis
Gagavuz adının 3.-4. Yüzyıllarda Dobruca’da yaşayan Kattauz, Krovuz veya Kroviz
kavimlerinin adlarıyla ilgilendirmekte ve özellikle Gagavuz adının Kattauz adından
getirmeye çalışmaktadır (Cin, 2010, s. 31). Hâlbuki Yunan tarihçilerinden Anastasios
İordanoglu ve Aleksis Savidis Gagavuzların Bizans döneminde Hıristiyanlığı kabul
eden Türkler olduğu görüşündedir (Cin, 2010, s. 30).
Yunanistan’da Gagauzi veya Gagavuzides olarak adlandırılan Gagavuzlar bugün Tselya, İgumençia, Karaferye, Selanik ve Kılkış’ta dağınık vaziyette yaşamaktadır (Cin,
2010, s. 21) .
Orestiada’nın ve Dimetoka’nın köylerinde ise bazı Gagavuz grupları günümüzde de
varlığını sürdürmektedir. Orestiada kazasının köylerinde bini aşkın aile olarak ortalama 5 bin nüfusa, Dimetoka kazasının köylerinde ise 50 aile halinde yaklaşık 250
nüfusa sahiptirler. Gümülcine’nin Amfia ve Nea Kalisti, Siroz’un Hrisihorafa, Yeni
Zihni, Selanik’in Langaza ve Kalohori köyleri ile Kılkıç ve Tselya’nın belli bölgelerine
yayılmış olan Gagavuzların nüfusu hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır (Cin,
2010, ss. 35-36).
1909-1910 yıllarında geçim sıkıntısı sebebiyle Gagavuzlardan küçük bir grup Orta
Asya’ya Aktyubinsk’e (Turgay bölgesi) göçmüş, 1925 yılında bunların bazıları Taşkent civarına yerleşmiştir. Bugün Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’da küçük
gruplar hâlinde varlıklarını sürdürmektedirler (Bigaev vd., 1983, ss. 183-195).
Gagavuz adı ve etnik yapısı ile ilgili görüşler:
Gagavuz etnik kimliğinin ortaya çıkışı üç ayrı tarihî sürece dayanmaktadır. İlk aşama
4.-5. yüzyıllarda Hunlarla başlayıp 7. yüzyılda Tuna Bulgarları, 8.-11. yüzyıllarda
Kuman, Peçenek ve Uzlarla devam eden Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlar’a geçen
Türklerle devam etmiştir. İkinci aşama 13. yüzyılda Selçuklu döneminde Keykâvus
ve Sarı Saltuk ile Dobruca’ya yerleşen Selçuklu Türklerinden kaynaklanmaktadır.
Üçüncü aşama ise 14. yüzyıl ortalarında başlayan ve 18. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’dan çekilmesine kadar devam eden dönemdir (Kowalski, 1949, ss.
477-500).
Gagavuzların Ortodoks Hıristiyanlığa geçişi birinci ve ikinci aşamaya, Oğuz esaslı
Gagavuz Türkçesi ise Selçuklu ve Osmanlı Türklerinden gelen ikinci ve üçüncü aşamaya dayanmaktadır.
1260’lı yıllarda Keykâvus ve Sarı Saltuk ile Balkanlar’a göçen Oğuz Türkleri, Bizans
İmparatoru VIII. Paleolog’un izniyle Kavarna merkezli özerk bir yapı kurmuşlardır
(Zajaczkowski, 1965, ss. 971-9712). Aynı bölgede yüzyıl sonra bu sefer de Kuman
asıllı Balık tarafından 1365’te bir devlet daha kurulur ve adını Balık’tan sonra tahta
çıkan Dobrotic’den alan Dobrotic Yurdu sonra Dobruca olarak anılır (İnalcık, 1965,
ss. 610-613). Selçuklu Türklerinin Balkanlar’da kurduğu bu özerk yapı gibi Yıldırım
Bayezid’in Osmanlı topraklarına kattığı Dobrotic eli de Gagavuzlar tarafından Gaga456
GAGAVUZ KÜLTÜRÜNDE OĞUZ UNSURLARI
vuz devleti olarak kabul edilir. Özellikle Balık’ın kurduğu devlet Uzi Eyalet olarak
adlandırılır (Tanasoglu, 2004, s. 106; Stamatoglu, 2002, ss. 180-198).
Gagavuzların ayrı bir etnik grup olarak kabul edilmesi yakın dönemlerde gerçekleşmiştir. Resmî belgelere kilise mensubiyetine göre Türkçe konuşan Bulgarlar olarak
kaydedilmişler, daha sonra da bulundukları ülkeye göre farklı mensubiyetler içinde
gösterilmişlerdir. Bulgarlar ile birlikte Yunanlılar ve Romenler de Gagavuzları etnik
olarak kendilerine mensup addetmek istemişlerdir.
Gagavuzlar, üzerinde çalışan ilk önemli bilim adamları olan Radlov ve Moşkov Gagavuzları Oğuz / Uz / Tork adlarıyla anılan Türklere dayandırmışlar ve Oğuz adını
Oğuz / Uz adıyla ilişkilendirmişlerdir. Gag bölümünü ise Gäk, Gök veya Gok kelimelerinden birinin değişmiş şekli olarak değerlendirmişler ve sıfat olarak kullanılmış
olma ihtimali üzerinde durmuşlar. Gagavuz adının Oğuz kavminin bir boyunu belirtmek için konulmuş olduğu sonucuna varmışlardır (Moşkov, 1904, s. XVIII).
Benzer şekilde Gagavuz adını Gök-uz olarak açıklayan Mladenov’un açıklamasını
gözden geçiren Bulgaristan Gagavuzlarından Atanas Manof; Gagavuzların Oğuz
esaslı bir Türk topluluğu olduklarını kabul etmekle birlikte Ga veya Gaga kelimesinin
Oğuz / Uz boylarından birine mensup bir kabile adı ifade ettiği görüşünü reddetmekte ve bu kelimenin bir unvan olduğunu iddia etmektedir. Bu unvanın Gagavuzlara
Karakalpakların Hıristiyan oldukları dönemlerin başlarında verildiğini, Rus steplerini bekledikleri için sınır bekçisi anlamında Kalauz namıyla anıldıklarını, Oğuzlardan
ve diğer Türklerden Hıristiyan olanların da daha sonra bu adla anıldıklarını söylemektedir (Manof, 1939, ss. 33-35). Manof gibi Gagavuz adıyla ilgili pek çok farklı
görüşü ele alıp değerlendiren Mihail Çakır (1934, s. 17) ve değişik vesilelerle Gagavuz adıyla ilgili görüş bildiren Müstecip Ülküsal (1987, s. 30), Abdullah Abbasoğlu
(1990, ss. 29-30) gibi yazarlar da Gagavuzların Oğuzlardan, Gagavuz adının da Oğuz
adından geldiğini kabul etmektedir.
Gagavuzları Oğuzların bir kolu olarak gören Dionis Tanasoglu da, Gagoğuz / Gagouz
şekillerinde kullandığı bu adın Hak Oğuz şeklinde iki ayrı kelimenin birleşmesinden
meydana geldiğini ifade etmekte ve Hak sözünün eski Oğuzlarda “hak, asıl, öz”
anlamlarında kullanıldığını öne sürerek kelimeyi asıl Oğuz şeklinde açıklamaktadır
(Tanaoglu, 2004, ss. 19-20).
Gagavuz adını Oğuzlarla ilişkilendirenlerden Zeki Velidi Togan kelimeyi Kaka Uz
veya Aga Uğuz şeklinde (Togan, 1946, s. 159), Vecihe Hatiboğlu Karağuz > Garaguz >
Gagauz şeklinde (Hatiboğlu, 1980, s. 51) değerlendirmektedir. Ahmet Bican Ercilasun
ise Gagavan adını öne sürmekte, bu adın Posof ve Ardahan’da Kıpçak-Oğuz asıllı
Meshet Türkleri için kullanıldığını belirterek Gagavuzların etnik kökeninde var olan
Oğuz Kıpçak karışımının bir ifadesi olarak Gaga-uz şeklinde ortaya çıkabileceğini
söylemektedir (Ercilasun, 1989, s. 31).
Seyyid Lokman’ın ve Yazıcıoğlu Ali’nin Oğuznâmelerinde görülen “Sarı Saltuk’un
ölümünden sonra onunla Balkanlar’a gelenlerin Hıristiyanlaştığı” bilgisine dayanan
Balaşçev ve Paul Wittek Gagavuz Türklerini Selçuklu Türklerine ve Gagavuz adını
Keykâvus’a dayandırmaktadır (Wittek, 1952, ss. 12-24). Bu görüşü daha sonraları
Halil İnalcık (1965, s. 610) ve Kemal H. Karpat’ın (1976, s. 172) da paylaştığı görülmektedir. Gagavuzların Keykâvus’un soyundan gelmiş olabileceklerini kabul etmesine rağmen Faruk Sümer Gagavuz adını açıklama konusunda Yaşar Nabi Nayır’ın
457
NEVZAT ÖZKAN
(1936, s. 87) öne sürdüğü Gök-Oğuz tezine dayanmaktadır (Sümer, 1991, s. 5). GökOğuz adını kabul edenlerden biri de Balkan Türkleri konusundaki görüş ve araştırmaları ile tanınan Ahmet Cebeci’dir (1985, ss. 209-221).
Gagavuz adıyla ilgili bir görüş belirtmeyen Agacanov, Gagavuzların 11. yüzyılda
Orta Asya’daki Oğuz Yabguluğu’nun çökmesi üzerine Karadeniz’in kuzeyinden
Doğu Avrupa’ya geçen Oğuzların torunları olduğunu düşünmektedir. Bu konuda,
yerleşik çiftçi olan Gagavuzların hayvancılık ile ilgili pek çok terimi kullanmalarını,
Gagavuz folklorunda Kurt / Canavar kültünün bulunmasını delil olarak göstermektedir (Ağacanov, 2002, ss. 234-238).
Bu görüşleri hayal mahsulü olarak gören L. A. Pokrovskaya ise S. Kuroglu’nun derlediği “ganga-kişi” adlı masalda geçen Ganga adıyla 10. yüzyılda Orta Asya’daki
Gorguz (bugünkü Balkaş) gölü kenarında yaşayan Kanga-guzları birleştirmekte ve
Kanga-guzların bugünkü Gagavuzların ataları olduğunu öne sürmektedir (Pokrovskaya, 1996, s. 60).
Doğu Avrupa Türklüğü üzerinde önemli çalışmalar yapan Rásony, Kumanca olarak
kabul ettiği Kemençe (kişi adı) / Kemençä (keman), Buçuk (kişi adı) / buçuk (yarım,
yarı), Sekel (topluluk adı) / Sekel “beyaz ayaklı at” söz ve terimlerinden hareketle
Gagavuzlarla Kumanlar arasında ilişki kurmaktadır (Rásony, 2006, ss. 217, 277, 372).
Aynı şekilde Doğu Avrupa’daki özel adları değerlendiren Stamatoglu da, Ukrayna’daki Uzin ve Çerno Guzı (Kara Guzlar) köy adlarını Oğuz bakiyesi olarak ele almaktadır. Valkaneş’te bulunan Uytuz ve Romanya’da bulunan Oytuz köyleri ile
Karpatlar’da bulunan Oytuz yer ve Oytuz nehir adlarının da Tatar Türkçesinde “dağlık” anlamına gelen Oyt ve Uz (< Oğuz) kelimelerinin birleşmesinden meydana geldiği düşünmektedir. Bu yer adları gibi Gagavuzlar arasında yaygın olan Guçu, Gutsi,
Guzun soyadlarının da Oğuz adının kalıntıları olduğunu ifade etmektedir (Stamatoglu, 2002, s. 268).
Dil:
Türk lehçe ve şivelerini tasnif eden araştırmacıların neredeyse tümü Gagavuz Türkçesini, Oğuz grubu Türk lehçelerinin batı kolunda değerlendirir. En yakın olduğu
yazı dili Türkiye Türkçesi, en çok benzeştiği ağız alanı ise Balkan Türk ağızlarıdır
(Özkan, 1996, ss. 36-39).
Türk dili kollarının en son tasniflerinden birini yapan Talat Tekin de Gagavuz Türkçesinin Oğuz grubu Türk lehçeleri içinde Türkiye Türkçesine en yakın olan Türk dili
kolu olduğuna işaret etmiştir (Tekin, 1988, ss. 163, 168).
Räsänen, Gagavuz Türkçesini Kuzey Doğu Bulgaristan ve Moldova’da kullanılan bir
Güneybatı (Oğuz) grubu Türk dili kolu olarak ifade etmiş, Baskakov ise Gagavuz Türkçesini Balkan Türk ağızları ile birlikte Oğuz-Bulgar bölümünün çağdaş kolları arasında değerlendirmiştir. Aynı bölümün tarihî kolları ise Peçenek ve Uz Türkçeleridir.
Baskakov’a göre Gagavuz Türkçesinin yayıldığı bütün bölgelerde Oğuz özellikleri
görülmekle birlikte alt tabakalarda Eski Bulgar, Uz ve Peçenek Türklerinin şive ve
ağızlarından yadigârlara da rastlanır (Arat, 1988, ss. 116-125). Kumanların ve güneyden Anadolu’ya oradan da Balkanlar’a geçen Osmanlı Türklerinin dil özellikleri,
Gagavuz Türkçesine sonradan karışmıştır. Aynı şekilde Gagavuz Türkçesinde görülen Arapça ve Farsça unsurlar da Balkan topraklarına yerleşen Selçuklu ve Osmanlı
Türkçelerinden geçmiştir.
458
GAGAVUZ KÜLTÜRÜNDE OĞUZ UNSURLARI
Böylece Baskakov Doğu Avrupa’daki Türk ağızlarını, Oğuz Türkçesine dayanan
Balkan Türkçesi ve Osmanlı Türkçesinden gelen Rumeli Türkçesi olarak ikiye ayırmıştır. Gagavuz Türkçesi, esası itibariyle Osmanlı öncesi Oğuz Türkçesine dayanmakla
birlikte zaman içinde Osmanlı Türkçesiyle de kaynaşmıştır (Dilâçar, 1964, ss. 120125).
Bu karışmanın temelinde Selçuklu Türklerinden başlayıp Osmanlı hâkimiyeti altında
geçen uzun yüz yılların payı bulunmaktadır (Baskakov, 1960, s. 132). Zeynalov da
Baskakov gibi, Gagavuzları 11.-12. yüzyıllarda Orta Asya’dan Bulgaristan’a gelip
yerleşen Oğuz Türklerine dayandırmaktadır. Bu sebeple dillerinin Oğuz esaslı bir alt
yapıya sahip olduğunu düşünmektedir. Ancak zaman içinde Gagavuz Türkçesi,
Doğu Avrupa coğrafyasına yayılmış bulunan Bulgar ve Kıpçak Türklerinin dillerinden ve daha sonraki dönemlerde Osmanlı Türkçesinden etkilenmiştir (Zeynalov,
1980, s. 154).
Gagavuz Türkçesini Balkan Türk ağızları içinde değerlendiren Mefküre Mollova,
Balkanlar‘da konuşulan Türk ağızlarının, önseste süreksiz tonsuz k ünsüzünün veya
g ünsüzünün tercih edilişine göre Ka ve Ga ağızları olmak üzere iki grupta toplamakta ve Gagavuz Türkçesini, Batı uç zonu ve Merkez zonu ile birlikte Osmanlı’dan önce
kuzeyden gelen Oğuzlara dayanan Balkanik veya Avrupa Oğuz ağızları grubu olarak
adlandırılan Ka grubu içinde görmektedir. Osmanlı dönemiyle başlayan Asyatik veya
Asya Oğuz ağızları grubu adı verilen Ga grubuna ise Anadolu ağızlarına yakın olan
Doğu Rodop zonu ağızlarını dâhil etmektedir (Mollova, 1999, ss. 167-176).
Bu tespitleriyle Mollova, tıpkı Baskakov ve Zeynalov gibi, Gagavuz Türkçesini Osmanlı öncesinde Balkanlar’a yerleşen Oğuzlara dayandırmaktadır.
Ancak Tadeusz Kowalski, Gagavuz Türkçesinin Varna bölgesinde kullanılan ağızlarının fazlasıyla Osmanlılaşarak Dobruca Gagavuz ağızlarından farklılaştığını düşünmekte ve sonradan devreye giren Osmanlı Türkçesi etkilerinin, bazı Gagavuz
Türkçesi ağızlarında eski Oğuz izlerini yok ettiğini savunmaktadır. Hatta 1929 yılında yaptığı ağız tespitlerine dayanarak Deliorman Türk ağzı ile Gagavuz ağızlarını
Tuna Türkçesi olarak birleştirmekte ve Tuna Türkçesini Osmanlı Türk diyalektlerinden biri olarak kabul etmektedir (Kowalski, 1949, ss. 481, 498-499).
Gerhard Doerfer de Kowalski gibi, Gagavuz Türkçesini Bulgaristan Türk ağızlarıyla
birlikte Tuna Türkçesine, Dobruca Tatar ve Nogaylarının ağızlarıyla Bosna’daki Türk
topluluklarının ağızlarını ise Balkan Türkçesine sokar (Doerfer, 1959, s. 262).
Köken itibariyle Osmanlı öncesi Oğuz Türkçesine uzanan Gagavuz Türkçesi, Osmanlı Türklerinin Balkanlar’a girdiği 14. yüzyıldan itibaren Edirne, Doğu Rumeli ve
Bursa’da konuşulan Türkçe üzerine bina edilen Eski Anadolu Türkçesi ile temasa
geçmiştir (Jorma, 2008, s. 84).
Anadolu kaynaklı Osmanlı Türkçesinin Gagavuz Türkçesine etkileri fonetik, morfolojik ve leksik düzeyde değerlendirilebilir.
Gagavuz Türkçesinde ekin, el gibi kelimelerde ilk hecede görülen kapalı e ve aaç,
aad gibi kelimelerde görülen uzun ünlüler, kapu, urmak gibi kelimelerin fonetik biçimi Eski Anadolu Türkçesinden izler taşımaktadır.
Önseste t->d- değişmesi: daa (< tag), dat (< tat), dakmaa (< takmak) gibi pek çok
kelimeye yansımıştır.
459
NEVZAT ÖZKAN
Önseste k->g- değişmesi: garga (< karga), gaygana (< kaygana), gevrek, gölge gibi
örneklerde görüldüğü üzere bu değişme pek çok Anadolu ağzından daha ileridedir.
Hâl ekleri görev değişikliği bakımından Eski Anadolu Türkçesinde görülen pek
çok özellik Gagavuz Türkçesinde bugün de devam etmektedir:
Gagavuz Türkçesi: ver onu bırayı.
Eski Anadolu Türkçesi: yalvara sen teŋriyi vb.
Eski Anadolu Türkçesinde görülen bile, bolay, değin, dek, kaçan gibi bazı edatlar ve
temel söz varlığı içinde yer alan alaşa, çılbır, düzünmek, karavul gibi bazı eskicil
sözler, Türkiye Türkçesinde kullanımdan düşmüş veya sınırlı alanlarda kalmış
olmasına rağmen bugün de Gagavuz Türkçesinde canlılığını korumaktadır (Özkan, 2013, ss. 369-393).
Sözlü kültür
Gagavuz Türkleri arasında ortak Türk kültürünün zenginliği olan Bozkurt / Canavar
gibi mitolojik varlıkları kutsallaştırma, Hıdırellez / Hederlez, Nevruz / Kırk Meçik gibi
takvime bağlı kutlamalar; Nasreddin Hoca / Nastradin fıkraları, Anadolu ve Balkanlar’la bağlantılı türküler gibi pek çok sözlü kültür bakiyesi çok canlı bir şekilde yaşamaktadır.
Gagavuzlarda masal veya destan olarak anlatılan sözlü kültür zenginliklerinde de
Oğuz Kağan Destanı başta olmak üzere pek çok tarihî-mitolojik anlatıyla ortaklıklar
görülür.
Oğuz Destanı’nın Dede Korkut boylarında yaşayan epizotları olarak değerlendirilen
Dengiboz ve Tepegöz, Gagavuz Türklerinde yaygın olarak anlatılmaktadır Anadolu’da
Bey Beyrek ve Akkavakkızı adıyla bilinen Dede Korkut Kitabı’ndaki Bamsı Beyrek
Hikâyesi, Gagavuz sözlü kültüründe Dengiboz olarak yaşamaktadır. Gagavuz sahasında tespit edilen üç farklı varyanttan görüldüğü kadarıyla Dengiboz, konu ve üslup bakımından Anadolu’da anlatılan varyantlara benzemektedir. Hatta Dengiboz
ile ilgili bazı olaylar Köroğlu’nun atı Kırat ile ilgili epizotlarla karışmıştır. Atın satın
alınması, yetiştirilmesi, konuşması, yol göstermesi, engel tanımaması, çok hızlı koşması gibi olaylar ortaktır. Bamsı Beyrek yerine konulan ancak adı zikredilmeyen
kahramanın uzağına düştüğü ve gelip geçenden haber sorduğu ili, bir varyantta Özi
ili, bir başka varyantta Uzi ili (Oğuz ili) olarak adlandırılmaktadır (Özkan, 2007, ss.
51-61). Uzi ili Gagavuz Türklerinin kurduğu Oğuz devletine işaret etmektedir.
Gagavuz sözlü kültüründe çok yaygın olan ve 11 ayrı varyantı derlenen Tepegöz
anlatmaları da Dede Korkut Kitabı’ndaki Basat Depegözi Öldürdügi Boy ile ortaktır.
Odysseia destanının 9. Bölümünde de görülen Tepegöz epizotu aslında çok geniş bir
alana yayılmış, pek çok kültürde görülen bir ortak motiftir. Ancak Gagavuz sözlü
kültüründe görülen Tepegöz varyantları Dede Korkut Kitabı’ndaki Tepegöz hikâyesine benzer. Özellikle gözün yeri, Tepegöz’ün kör edilmesi, mağaranın bir taşla kapatılması, Tepegöz’ü öldüren kahramanın koyun postu içinde kurtulması aynıdır. Ancak Basat, savaşçı bir kahraman olduğu hâlde Gagavuzlarda anlatılan Tepegöz rivayetlerinde Tepegöz’le savaşanlar sıradan insanlardır. Okul ders kitaplarına kadar
giren Tepegöz anlatmaları bu kitaplarda yeni kuşaklara Oğuz dedelerimizden kalan
ve mitolojik özelliği bulunan masallar olarak değerlendirilmektedir (Özkan, 2007, ss.
35-50).
460
GAGAVUZ KÜLTÜRÜNDE OĞUZ UNSURLARI
Türk kültür havzasından komşu kültürlere de geçen Köroğlu Destanı Gagavuzlar
arasında çok yaygın olarak bilinmektedir. 12 ayrı varyantı tespit edilmiştir. Bu anlatmalara göre Köroğlu Anadolu ve Balkanlar arasında yaşayan ve haksızlıklara
karşı duran, Kıratıyla özdeşleşmiş bir kahramandır. Köroğlu’nun babasının bir paşa
için bir at seçmesi ve seçtiği atın çok zayıf olmasından dolayı gözlerinin oydurulması, Kırat’ın karanlık bir yerde kırk gün boyunca kapatılarak beslenmesi, kırk gün
sonunda Köroğlu ile Kırat’ın, Paşa’nın düzenlediği bir yarışa katılarak birinci gelmesi, Köroğlu’nun köyünde tutunamayarak dağa çıkması, eşinden Hasan / Ak Asan /
Todurçu adlı bir oğlunun dünyaya gelmesi ve yetişkin bir genç olunca Köroğlu’nun
yanına gelmesi, Hasan’ın Benli Hatun / Menevşe adlı bir kadına âşık olup evlenmesi,
Köroğlu’nun Demiroolu / Demircioğlu, Zaari / Ayvaz, Mustafa, Kenan gibi yakın dostlarıyla hareket etmesi Anadolu sahasında da görülen motiflerdir. Bu epizotların tümü
Anadolu ve Azerbaycan sahasında yaygın olan Köroğlu varyantlarında yaygın olarak görülmektedir (Özkan, 2007, ss. 21-35).
Bugün de Gagavuz aileleri arasında Köroğlu ve Ayvaz soyadını taşıyanlar vardır
(Stamatoglu, 2002, s. 207).
Ganga-kişi masalı Oğuz Kağan Destanı’ndan önemli bazı motifler taşımaktadır. Masal
kahramanı Gan’ın adı, Gagavuz adıyla ilgilendirilmekle kalmaz, aynı zamanda Oğuz
Kağan’ın belirlediği Kang ve Kanglı adıyla da ilgilendirilir. Masalın ilk bölümünde atı
bir canavar olan Evrem-yılanı tarafından çalınan padişah, Gan’ı atını bulmak ve bu
canavarı öldürmek üzere görevlendirir. Üç aşamalı bir mücadeleden sonra Gan,
Evrem-yılanı’nı öldürür ve padişah adını Gan-kişi olarak verir. Buradaki ilk epizot
olan kayıp atın bulunması Reşideddin’in Farsça Oğuznamesi’nde Derbend halkıyla
savaşıp onları yenen Oğuz Kağan’ın daha önce kaçırılan Irak-kula ve Süt-ak adlarını
taşıyan atlarını bulmazlarsa ülkeyi terk etmeyeceğini anlatan epizota benzemektedir.
Bu motif Oğuz Kağan’ın bir canavarı aynı şekilde üç aşamada öldürmesi ve askerlerine başarılarına göre ad vermesi motiflerine uymaktadır. Ayrıca Gan-kişi’nin savaştığı yedi arşın boylu adam ile Oğuz Kağan’ın savaştığı Kıl Baraklar da ok işlemez
kılıç batmaz devasa varlıklar olmaları bakımından benzerler (Özkan, 2007, ss. 81-87).
Oğuz kimliğini sahiplenme
Gagavuz sözlü kültür zenginliklerinde geniş yer tutan Oğuzluk, günümüzde de
sahiplenilmekte ve sürdürülmeye çalışılmaktadır.
İlk Gagavuz romanı olan Uzun Kervan (1985) bir gencin yaşlı bir bilgeye sorduğu “Annatsana ba dädu, ihtiar kauşçu-pietçi, (Türkiye Türkçesine göre ozan veya âşık) bizim
halkımızın o derin geçmiş zamannarı için nelär aklında tutêrsın. Nändan biz çekleriz? Kimmiş bizim dedelerimiz? Nända nicä yaşamış onnar?” sorusuyla başlar. Yazarın Dede
Korkut rolünü biçtiği bilge kişi bu soruya cevap vermeye şöyle başlar: “-Ee, dostlarım,
bizim halkımızın kök-senseleleri eskidän, pek eskidän çıkacêklar. Ölä eskidän ani unudulêr
şansora da hiç inanamarsınız, ki ne çok aslı işlär olmuşlar, deycäz, iki bin yıldan zeedä geri o
çoktankı Türk-oguzlarda, angıları peyda olmuşlardı eski Altay’ın legendalı erlerindä ozamannar. Masal gibi gelecek, ama masal diyldir… “bir vakıtlar varmış… bir vakıtlar yokmuş…”
Bölä çekedilär sansın bizim masallar. E, bän dä bölä çekedeyim, ama aslı gibi işleri anadayım.” diyerek söze başlar (Tanasoglu, 1985, s. 14).
Aynı üslubu kullanan başka yazarlar da vardır. Ana Sözü gazetesinin eki olarak
çıkan Kırlangıç adlı çocuk dergisinin 2001 yılındaki bir sayısında Todur Zanet’in
kaleme aldığı Oguzlar –Dedelerimiz başlıklı hikâyede Ligor ve Gül isimli iki çocuk
461
NEVZAT ÖZKAN
Oglan adlı Gagavuz Türküsünü kemanıyla çalan dedelerini dinlerler. Türkünün
ardından Ligor “Dädu ba, annatsana neredän çekileriz biz, gagauzlar, ba?” diye bir soru
sorar. Dede, dedesinin dedesinden aktarılarak geldiğini söyleyerek Bozkurt Destanı’nı anlatır. Dişi bir kurttan doğan biri kız 12 çocuk büyür ve dağdan kırlara çıkarlar. Sonra da “Kurêrlar bir senselä da koyêrlar ona ad –OGUZ. Kendi bayraklarına da canavar kafasını altın şiritlän dikmişlär. Te ölä te!” Hikâyenin sonuna şu açıklama eklenir:
“Boşuna mı gagauzlar Canavar yortularını bakarkana bıçak, makaz, nacak hem başka kesän
tertipleri kullanmêêrlar . Bu diil mi acaba ondan, ani köklerimiz Oguz halkını kurtaran Canavardan çekilär (Zanet, 2001, ss. 6-7).
Güneşçik adlı çocuk dergisinde yer alan Gaygauz adlı çizgi romanda Sarı Saltuk,
Müslümanları ve Hıristiyanları birleştiren bir aziz, İzzeddin Keykâvus ise Balkanlar’da Oğuz devletini kuran bir kahraman olarak sunulur (Stamatoglu, 1997, ss. 8-10).
Gagavuz resmî tarih görüşünün iki önemli ismi olan Tanasoglu ve Stamatoglu Gagavuzların Oğuz kökeni konusunda ısrarcıdır.
Dionis Tanasoglu, Gagavuzların etnik olarak Peçenek, Kuman-Kıpçak ve Oğuz (Uz)
Türklerinin bir karşımı olarak görülmelerine, bu toplulukların her birinin 11.-13.
yüzyıllar arasında farklı zamanlarda Balkanlar’a geldiğini söyleyerek itiraz eder ve
Gagavuzların Oğuzların batı kolundan kaynaklandığını ifade eder (Tanasoglu, 2004,
ss. 17-18).
Stamatoglu da Gagavuz tarihini Göktürklerle başlatır ve Gagavuzların kendilerine
ait bir etnik grup oluşturmasını şöyle anlatır: 1261 yılında Balkanlara geçen İzzeddin
Keykavus (Gagavuz Türkçesi Gaygauz) merkezi Karabuna olan bir Oğuz Devleti
kurar. 1263 yılında Keykavus yönetimi Sarı Saltuk’a bırakarak Bizans’ın başkenti
Konstantiniye’ye gider. Niyeti giderek zayıflayan bu devleti içinden yıkmak ve Oğuz
Devleti’nin sınırlarını Karadeniz’e sahillerine ulaştırmaktır. Ancak bu niyeti anlaşılınca Trakya’da Aynos Kalesi’nde hapse atılır. 1267 yılında Nogay Han, kaleyi kuşatarak Keykavus’u kurtarır. Keykavus da adamlarından bir bölümünü yanına alarak
Kırım’a Berke Han’a sığınır. Sudak şehrine yerleşir ve bir müddet sonra orada ölür.
Yanında götürdüğü Oğuz kabileleri onun ölümünden sonra Gaygauz (Oğuz) Devleti’ne döner. Daha sonra da diğer bazı Oğuz gruplarıyla birlikte Anadolu’ya göçerler
(Stamatoglu, 2002, ss. 180-184).
Gazeteci ve şair Todur Zanet “Benim canavar yortularım” şiirinde Bozkurt destanını
şöyle işler:
Hodul hem serbest Canavar,
Sana baş iiltti Dedelär.
Sora geldi “ayılar”, “aslannar” –
Yabancı halklardan yabancı inançlar.
Seni sa ilktän unuttular,
Sora da heptän çaldılar.
Yabancı dinneri sokup fikirä,
Sana verilän kurban erinä,
Seni kendini yapêrlar kurban
Boz Kurdum, Boz Beyim, Boz Tanrım,Benim Canavar yortularım,
Benim serbest Canavarım... (T. Zanet. ”Akar yıldız”, Kişinöv- 2010).
462
GAGAVUZ KÜLTÜRÜNDE OĞUZ UNSURLARI
Bozkurt ve Oğuz vurgusu hayatın her alanında kendini göstermektedir. Gagavuzların ana dillerinde çıkardıkları Ana Sözü gazetesi 1990’lı yıllarda gazetenin adının
hemen altında yer alan “Ana Sözü ile Oğuzluk yaşasın!” sloganıyla çıkmıştır.
Özerkliğe giden yolda 22 Temmuz 1990 tarihinde kabul edilen Gagavuz Milli Bayrağı mavi zemin üzerine bir kurt başıdır. Yine aynı dönemde Gagavuz Yeri’nde kurulan bir bankanın adı Oguzbank’tır. Kongazcik’te kurulmuş bir futbol takiminin adı ise
Oguzsport’tur, takımın sloganı ise Oguzlar ileri! sözüdür.
Sonuç:
Gagavuz Türkleri Ortodoks Hıristiyanlık inancına mensup olmalarından dolayı aynı
inancı paylaşan Balkan toplulukları tarafından Türkçe konuşan Bulgar, Yunan veya
Romen olarak kabul edilmeye, Türklük dışında bazı kimliklere tâbi kılınmaya çalışılmıştır. Birkaç propaganda malzemesi amatör iddia bir yana bırakılırsa Gagavuzlar
üzerinde çalışan ciddi bilim adamları Gagavuzların Türklüğü ve özellikle Oğuz
Türklerinin Balkanlar’daki bir devamı oldukları görüşünü defalarca dile getirmişlerdir.
Gagavuz Türkçesi ses düzeni, söz varlığı ve biçim özellikleri bakımından Oğuz esaslı
yazı dilinin ve ağız alanlarının belli başlı tüm karakteristik özelliklerini günümüze
kadar getirmiş, sözdizimi bakımından ise başta Bulgarca ve Rusça olmak üzere bazı
Slav dillerinden etkilenmiştir.
Gagavuzlar, inanç ve kabulleri bakımından komşu kültürlerden etkilenmekle birlikte
gelenekleri ve sözlü kültür zenginlikleri bakımından Oğuz yadigârlarının en önde
gelen temsilcilerindendir. Günümüzde de bilim ve devlet adamlarından geniş halk
kesimlerine kadar her kesimde Oğuzluk ve Türklük tam bir bilinçle sahiplenilmekte
ve sürdürülmektedir.
KAYNAKÇA
Abdullahoğlu, A. (1990). Gagauz Türk Edebiyatı Üzerinde Bir Neçe Söz. Türkistan. S.
10, yıl: 3, 29-30.
Agacanov, S. G. (2002). Oğuzlar. çev. Ekber N. Necef – Ahmet Annaberdiyev, İstanbul: Selenge Yay.
Arat, R. R. (1987). Türk Şivelerinin Tasnifi. Makaleler I. Ankara: TKAE yay. 69-149.
Baskakov, N. A. (1960). Tyurskie Yazıki. Moskva: Akademiya Nauk SSSR.
Bigaev, R. L., Danilov, P. A., Umarov, M. U. (1983). Orta Asya’da Yaşayan Gagauzların Folklorları Üzerine. (çev. H. Güngör). Türk Dünyası Araştırmaları. S. 22,
Şubat, 183-195.
Cebeci, A. (1985). Gagauzların Tarihi Dili Folkloru Hakkında. Gazi Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Dergisi. C.I, S.1, 209-221.
Cıachır, M. (1934). Besarabiealâ Gagauzlarân Istorieasâ. Chişinäu.
Cin, T. (2010). Milletlerarası İlişkilerde Yunanlılaştırma Faaliyetlerine (Asimilasyona)
İlişkin İki Örnek: Kalaşlar ve Gagavuzlar. Karadeniz Araştırmaları. Bahar,
S.25, 11-25.
Dilâçar, A. (1964). Türk Diline Genel Bir Bakış. Ankara: TDK yay.
Doerfer, G. (1959). Das Gagausische. Philologiae Turcicae Fundamenta I. Wiesbaden,
260-271.
463
NEVZAT ÖZKAN
Ercilasun, A. B. (1989). Gagauzlardan Yeni Haberler. Türk Kültürü. C.XXVII, S.316,
Ağustos, 28-35.
Hatiboğlu, V. (1980). Türk Tarihinin Başlangıcı. A.Ü. DTCF Türkoloji Dergisi, C.8,
Ankara, 29-52.
İnalcık, H. (1965). Dobrudja. Encyclopedie İslam. C.II, Leiden, 610-613.
Karanastas Radova, O. K. (2004). Tuna Ötesi Göçmenleri ve Gagavuzlar -19. Yüzyıl Sonları 20. Yüzyıl Başları. çev. Mehman Musaoğlu, Ankara: TÜRKSAV Yay.
Karpat, K. H. (1976). Gagauzların Tarihi Menşei. I. Uluslararası Türk Folklor Bildirileri,
I. cilt, Genel Konular. Ankara: KB yay. 163-177.
Kowalski, T. (1949). Kuzey-Doğu Bulgaristan Türkleri ve Türk Dili. (çev. Ö.F. Akün)
İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Dergisi. C.3, S.3-4, 477-500.
Manof, A. (1939). Gagauzlar (Hıristiyan Türkler). çev. T. Acaroğlu, Ankara.
Moşkov, V. (1904). Tyurskih Plemen Nareçiya Bessarabskih Gagauzov Tekstı sobranı i
perevedenı. SPetersburg: İmperatorskoy Akademiy Nauk.
Menz, A. (2013). Tehlikedeki Türk Dilleri: Gagauzca Örneği. Tehlikedeki Türk Dilleri
Dergisi. Yaz, C.2, S.2, 145-156.
Mollova, M. (1999). Balkanlar‘daki Türk Ağızlarının Tasnifi. TDAYB 1996, Ankara:
TDK yay. 167-176.
Nayır, Y. N. (1936). Balkanlar ve Türklük, Ankara.
Özkan, N. (1996). Gagavuz Türkçesi Grameri. Ankara: TDK Yay.
Özkan, N. (2007), Gagavuz Destanları. Ankara: TDK Yay.
Özkan, N. (2013). Eski Anadolu Türkçesi ile Gagavuz Türkçesi Ortaklıkları Üzerine.
Uluslararası Eski Anadolu Türkçesi Araştırmaları Çalıştayı Bildirileri 1-2 Aralık
2010, haz. M. Özkan –E. Doğan, İstanbul, 369-393.
Pokrovskaya, L. A. (1996). Neredän “gagauz” adı geldi. Sabaa Yıldızı. S.1, 60.
Rásony, L. (2006). Doğu Avrupa’da Türklük. haz. Yusuf Gedikli, İstanbul: Selenge Yay.
Stamatoglu, G. (2002). Gagauzların Altın Kitabı (Gagauzların Tarihi hem Etnognenezi).
Komrat.
Stakatoglu, S. (1997). Gaygauz. Güneşçik uşaklara jurnal. S.3, 8-10.
Sümer, F. (1991). Gagauzların Aslı. Türk Dünyası Tarih Dergisi. S.53, Mayıs, 3-5.
Tanasoglu, D. (1985). Uzun Kervan. Kişinev.
Tanasoglu, D. (2004). Gagouzların İstoriası (En eski zamannardan buyanı) Üniversite
kursu. (Tarih). Kişinau.
Tekin, T. (1988). Türk Dil ve Diyalektlerinin Yeni Bir Tasnifi. Erdem. C.5, S.13, 141168.
Togan, Z. V. (1946). Umumî Türk Tarihine Giriş. İstanbul.
Ülküsal, M. (1987). Dobruca ve Türkler, Ankara: TKAE Yay.
Wittek, P. (1953). Les Gagauzes = Les Gens de Keykaus. Rocznik Orientalistyczny.
XVII, 1951-1952, 12-24.
Zanet, T. (2001) Oguzlar-Dedelerimiz. Kırlangıç, No. 1 (8), Orak ayı, (iyül), 6-7.
Zeynalov, F. (1980). Türkologiyanın Esasları. Baku.
464
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
KIRGIZ TÜRKÇESİ AĞIZLARINDA OĞUZCAYA
(TÜRKİYE TÜRKÇESİ) BENZER UNSURLAR
NUR DİN US EEV
Giriş
Türkolojide Türk lehçelerinin tasnifi coğrafik yönlere ve konumlarına, dil özelliklerine ve başlıca eski boy adlarına göre sınıflandırılmakta ve adlandırılmaktadır. Türk
lehçelerinin Oğuz grubu da adını eski Türk boylarından biri olan Oğuzlardan almakta ve içine Türkiye Türkçesini, Türkmenceyi, Azericeyi, Gagauzcayı ve Halaççayı
barındırmaktadır. Ancak Türk lehçeleri için yapılan bu sınıflandırmaları kesin ve net
çizgiler ile sınırlandırmak mümkün olmamaktadır. Çünkü Oğuzca özellik dediğimiz
dil özellikleri Kıpçak grubuna giren Türk lehçelerinde, özellikle ağzılarında bulunabilmektedir. Örneğin, DLT’de tegül olumsuzluk edatı Oğuzcaya ait bir unsur olarak
gösterilmekte, diğer Türk lehçelerinde tegülün yerine ermes edatının kullanıldığı
belirtilmektedir (Karahan, 2013, s. 234). Bunun yanında tegül olumsuzluk edatı Türk
lehçelerinin Kırgız-Kıpçak grubuna giren Kırgızcada tügül şeklinde olumsuzluk
anlamında geçmektedir: “eti tügül, tabagın tappay kaldı” (Etini değil, tabağını da
bulamadı) (Yudahin II, 1985, s. 277). Bu ise günümüzdeki Türk dilli halkların karmaşık boy yapısına sahip olduğundan, şimdiki Türk lehçelerinin de daha sonraki ağızların temelinde oluştuğundan kaynaklanmış olabilir. Biz bu bildiride Kırgız Türkçesinin edebi dilinde bulunmayıp ağızlarında geçen ve Oğuzcanın bir dalı olan Türkiye
Türkçesinde geçen kelimeleri ve ekleri ele aldık. Belirtilmesi gereken durum karşılaştırma yaparken sadece benzer kelimelere ve eklere odaklanmadan Oğuzca olduğunu
düşündüğümüz unsurlara dikkat etmeye çalıştık1. Örnek kelimelerin birçoğu lisans
1
Kırgız Türkçesi ağız çalışmalarında Kırgız Türkçesi Kuzey, Güney-Doğu ve Güney-Batı diye
üç ana ağıza ayrılmakta, sırasında bu ağızlar govor adı verilen küçük ağızlara ayrılmaktadır.
Kırgız Türkçesinin ağızları hakkında geniş bilgi almak için bk. Abduldaev, E. (1966). Kırgız
Govorloru. Frunze; Mukambaev, C. (2009) Kırgız Tilinin Dialektologiyalık Sözdügü. Bişkek; Yunusaliev, B, M. (1971). Kırgız Dialektologiyası. Frunze.
465
NURDİN USEEV
tezi olarak yaptırdığımız Hilmi Gülenay’ın ‘Kırgız Ağızlarında Oğuzca Unsurlar’
adlı tezinden alınmıştır.
1. Benzer Kelimeler
Kırgız Türkçesinin ağızlarında edebi dilde bulunmayan ancak Türkiye Türkçesinde
olan aşağıdaki gibi kelimeler geçmektedir. Bu kelimeleri de aşağıdaki gibi sınıflandırarak vermek mümkündür.
1.1. Hem anlam hem ses bakımından aynı olan kelimeler
Bu kelimeler Kırgız Türkçesi ağızlarında ve Türkiye Türkçesinde hem anlamı hem de
ses yapısı bakımından aynı olan kelimelerdir:
adaş – aynı isimi taşıyanların her birisi
KTA (Güney-Batı, Güney-Doğu ağz.): menin atım – Seyit, sizdin atıŋız da Seyit bolso
– adaş dep koyot (Benim adım Seyit, sizin adınız da Seyit ise adaş denir) (Mukambaev, 2009, s. 78).
TT: adları aynı olanlardan her biri (TS I, 1988, s. 15).
ağıl – koyun ve keçi sürülerinin gecelediği, çıt veya duvarla çevrili yer
KTA (Güney-Batı, Güney-Doğu ağz.): uydu agılga baylap koy (İneği ağıla bağlayıver)
(Mukambaev, 2009, s. 77).
TT: bir keçi kokusu sarmış ağıllarda çobanlarla arkadaş oldum (S. F. Abasıyanık) (TS
I, 1988, s. 21).
ağız – yüzde, avutlarla iki çene arasında, ses çıkarmaya, soluk alıp vermeye ve besinleri almaya yarayan boşluk
KTA (Güney-Doğu ağz.): ayak cügürügü – aşka, ağız cügürügü – başka (Ayağın ağrısı
aşa, ağzın ağrısı başadır) (Mukambaev, 2009, s. 77).
TT: küçük bir ağız (TS I, 1988, s. 24).
ana – çocuğu olan kadın, anne
KTA (Güney-Doğu ağz.): anadan kalgan torpoktoy basıp cüröt (Anadan kalmış dana
gibi geziyor) (Mukambaev, 2009, s. 112).
TT: devlet, .... ananın ve çocuklarının korunması ve aile planlamasının öğretimi ile
uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır (Anayas) (TS I, 1988, s.
65).
bak- – bakışı bir şey üzerine çevirmek, seyretmek
KTA (Güney-Batı, Güney-Doğu ağz.): kirip bak (İçeri girip bak) (Mukambaev, 2009, s.
184).
TT: baktım ama göremedim (TS I, 1988, s. 134).
bakır – kırmızı renkli kolay işlenen bir maden
KTA (Güney-Batı, Güney-Doğu ağz.): bar-bar etken ünü bar, bakırdan tayagı bar,
cügürsö cetpegen ayagı bar (Bar, bar diyen sesi var, bakırdan dayağı var, koşsa
ulaştırmayan ayağı var) (Mukambaev, 2009, s. 187).
TT: Sofranın üstünde, ortada büyük bir bakır sahan içinde, tarhana çorbası vardı (N.
Cumalı) (TS I, 1988, s. 133).
ben – birinci şahıs tekil zamiri
466
KIRGIZ TÜRKÇESİ AĞIZLARINDA OĞUZCAYA (TÜRKİYE TÜRKÇESİ) BENZER UNSURLAR
KTA (Güney-Batı ağz.): sen kegençe, ben kütüp turayın (Sen gelinceye kadar ben bekleyeyim) (Mukambaev, 2009, s. 228).
TT: Bütün sevgileri atıp içimden / Varlığımı yalnız ona verdim ben (A. K. Tecer) (TS
I, 1988, s. 168).
çakmak – çelik, taş ve tutuşacak maddeden yapılmış tutuşturma aleti
KTA (Güney-Batı ağz.): çakmaktı atka bergen (Çakmağı ata verdi) (Mukambaev, 2009,
s. 1015)
TT: örnek verilmemiş (TS I, 1988, s. 270).
delir- – delirmek, aklını yitirmek
KTA (Kuzey ağz.): emne ele delirip kaldıŋ (Niye deliriyorsun) (Mukambaev, 2009, s.
1248).
TT: İkramiye kazananların delirdiklerini işitiyordu (P. Safa) (TS I, 1988, s. 350).
ilk – ilk, zaman, sıra, yer ve önem açısından ötekilerden önce gelen, son karşıtı
KTA (Güney-Batı ağz.): biz ilk kaçan körüştük ede (Biz ilk ne zaman görüşmüştük)
(Mukambaev, 2009, s. 1276).
TT: İlk ders (TS I, 1988, s. 698).
kardaş – aynı ana babadan doğmuş veya ana babalarından bir aynı olan çocukların
birbirine göre adı, akraba
KTA (Güney-Doğu ağz.): al kişiler da bizge kardaş bolot (O kişiler de bize akraba olur)
(Mukambaev, 2009, s. 458).
TT: örnek verilmemiş (TS II, 1988, s. 797).
koşuk – nazım, koşma, şarkı
KTA (Güney-Batı ağz.): koşuk da bilem, metel de bilem (Şarkı da bilirim, atasözü de
bilirim) (Mukambaev, 2009, s. 526).
TT: örnek verilmemiş (TS II, 1988, s. 902).
kıyma – ince ince doğranmış et
KTA (Güney-Doğu ağz.): kıyma casap berdi (Kıyma yaptı) (Mukambaev, 2009, s. 588).
TT: örnek verilmemiş (TS II, 1988, s. 866).
sayın – saygı değer, muhterem, saygı belirtisi unvan
KTA (Kuzey ağz.): sayın sayın dep kol kuuşurat (Sayın, sayın diye eğiliyor) (Mukambaev, 2009, s. 775).
TT: örnek verilmemiş (TS II, 1988, s. 1269).
sonra – daha ileri bir zamanda, müteakiben
KTA (Güney-Batı ağz.): ölsöŋ soŋra kelmek cok (Öldükten sonra dönmek yoktur) (Mukambaev, 2009, s. 814).
TT: Hadi sen git yağmur bastırmadan, ben sonra gelirim (A. İlhan) (TS II, 1988, s.
1326).
tulum – bazı yiyecek ve içecekler için koruyucu kap olarak kullanılan, önü yarılmadan bütün olarak yüzülmüş hayvan derisi
467
NURDİN USEEV
KTA (Güney-Batı ağz.): eki karın, bir tulum may keliptir (İki karın, bir tulum yağ gelmiştir) (Mukambaev, 2009, s. 937).
TT: örnek verilmemiş (TS II, 1988, s. 1493).
1.2. Ses yapısı aynı, anlamı farklı kelimeler
Bu kelimeler Kırgız Türkçesi ağızlarında ve Türkiye Türkçesinde aynı ses yapısına
sahiptir. Ancak anlamlarında biraz farklılıklar bulunmaktadır.
erdem – Türkiye Türkçesinde ‘ahlakın övdüğü iyilikçilik, alçak gönüllülük, yiğitlik,
doğruluk gibi niteliklerin genel adı’ anlamına gelen bu kelime Kırgız Türkçesinin
Kuzey ağzında ‘para, değerli taş, eşya’ anlamında geçmektedir.
KTA (Kuzey ağz.): toonun başınan endik alıp kelse, erdem berem degen deyt (Dağ
başından boya getirirse erdem vereceğim demiş) (Mukambaev, 2009, s. 1173).
TT: O zaman çoluk çocuğa gösterebileceğimiz erdem örnekleri çoktu (H. Taner) (TS I,
1988, s. 461).
salak – Türkiye Türkçesinde ‘aptal görünüşlü, ahmak, bön, budala’ anlamına gelen
bu kelime Kırgız Türkçesinin Kuzey ağzında ‘boşu boşuna gezen, işi gücü yok, tembel’ anlamında geçmektedir.
KTA (Kuzey ağz.): biröönü karagan salak da (Birisinden yardım bekleyen tembeldir)
(Mukambaev, 2009, s. 778).
TT: örnek verilmemiş (TS II, 1988, s. 1248).
toz – Türkiye Türkçesinde ‘çok küçük ve hafif parçacıklara bölünmüş toprak, çok
küçük parçacıklara bölünmüş olan herhangi bir madde’ anlamına gelen bu kelime
Kırgız Türkçesinin Güney-Batı ağızında ‘kayın ağacının en küçük kabuğu, çok küçük
boncuk türü’ anlamında geçmektedir.
KTA (Güney-Batı ağz.): ak kayıŋdın tozuday, ak şumkar kuştun bozuday (Ak kayının
tozu gibi, ak hünkar kuşun bozu gibi); toz monçok dep catıp, ömürüŋ tozvosun (Toz
boncuk diye hayatın geçmesin) (Mukambaev, 2009, s. 912).
TT: Kömür tozu (TS II, 1988, s. 1488).
2. Kelimelerin Değerlendirilmesi
Yukarıda verilen kelimelerin bir kısmı Kırgız Türkçesinin edebi dilinde geçerken bir
kısmı da hiç geçmez. Bir başka deyişle ele alınan kelimeleri bu bakımdan tasnif etmek mümkündür. İkinci olarak bu kelimelerin hepsi Türkiye Türkçesinde geçmesine
rağmen tam anlamında Oğuzca değildir. Dolayısıyla söz konusu kelimeleri bu bakımdan da ele almak gerekmektedir.
2.1. Kırgız Türkçesinin Edebi Dilinde Olup Olmayışı Bakımından Kelimeler
Bildirimizde ele alınan ve Kırgız Türkçesinin ağızlarıyla Türkiye Türkçesine ortak
olan 19 kelimenin altısı Kırgız Türkçesinin edebi dilinde farklı ses yapısına ve anlama sahip olarak geçmektedir. Bu kelimeler şunlardır:
adaş – Kırgız Türkçesinin ağızlarında ve Türkiye Türkçesinde ‘aynı isimi taşıyanların
her birisi’ anlamında ve aynı ses yapısında geçen bu kelime Kırgız Türkçesinin edebi
dilinde ayaş, yani kelime ortası d sesi y sesine dönmüş bir şekilde ‘dost olan birilerinin biri-birine veya eşlerine dedikleri kelime’ anlamında geçmektedir: Altın aynek
468
KIRGIZ TÜRKÇESİ AĞIZLARINDA OĞUZCAYA (TÜRKİYE TÜRKÇESİ) BENZER UNSURLAR
nur cüzdü Akkan ayaş amanbı (Altın ayna nur yüzlü Akkan dost esen mi) (KTTS, 1969,
s. 74).
ağız – Kırgız Türkçesinin ağızlarında ve Türkiye Türkçesinde ‘yüzde, avutlarla iki
çene arasında, ses çıkarmaya, soluk alıp vermeye ve besinleri almaya yarayan boşluk’ anlamında, aynı ses yapısında geçen bu kelime Kırgız Türkçesinin edebi dilinde
de aynı anlamda, ancak ses yapısı bakımından farklılaşarak ooz şeklinde geçmektedir.
agıl – Kırgız Türkçesinin ağızlarında ve Türkiye Türkçesinde ‘koyun ve keçi sürülerinin gecelediği, çıt veya duvarla çevrili yer’ anlamında ve aynı ses yapısında geçen
bu kelime Kırgız Türkçesinin edebi dilinde ayıl, yani kelime ortası g sesi y sesine
dönmüş bir şekilde ‘köy, kasaba’ anlamında geçmektedir: Kolhozdun ayılı memirep,
Kün nuru göktön tögülgön (Kolhozun köyü sessizce, Güneş nuru gökten inmiştir) (KTTS,
1969, s. 32).
ana – Kırgız Türkçesinin ağızlarında ve Türkiye Türkçesinde ‘çocuğu olan kadın,
anne’ anlamında aynı ses yapısında geçen bu kelime Kırgız Türkçesinin edebi dilinde
de aynı anlamda, ancak ses yapısı bakımından farklılaşarak ene şeklinde geçmektedir.
bak- – Kırgız Türkçesinin ağızlarında ve Türkiye Türkçesinde ‘bakışı bir şey üzerine
çevirmek, seyretmek’ anlamında ve aynı ses yapısında geçen bu kelime Kırgız Türkçesinin edebi dilinde de aynı ses yapısında, ancak farklı anlamda, yani ‘beslemek,
çocuğa ya da hayvanlara bakmak’ anlamında geçmektedir: azdır köptür malıŋ bak
(Az çok hayvanlarına bak) (KTTS, 1969, s. 80).
ben – Kırgız Türkçesinin ağızlarında ve Türkiye Türkçesinde ‘ben’ anlamında, aynı
ses yapısında geçen bu kelime Kırgız Türkçesinin edebi dilinde de aynı anlamda,
ancak ses yapısı bakımından farklılaşarak men şeklinde geçmektedir.
Yukarıda verilen kelimelerden adaş, agıl, ağız ve ben kelimeleri Eski Türkçe ses
yapılarını ve anlamlarını korudukları için Oğuzcanın bir dalı olan Türkiye Türkçesine benzemektedir. G. Gülsevin ‘Doğudaki Kıpçak diyalektlerinde (Kazak, Karakalpak, Kırgız) görülen Oğuzca unsurların bir kısmı eski yazı dilinin devamı olan şekillerdi’ demektedir (Gülsevin, 2010, s. 73). Söz konusu kelimeleri böyle şekillerden
olarak değerlendirebiliriz.
2.2. Oğuzca Olup Olmayışı Bakımından Kelimeler
Bakır, çakmak, delir-, ilk, kardaş, koşuk, kıyma, sayın, soŋra, tulum, erdem, salak
ve toz kelimeleri Kırgız Türkçesinin edebi dilinde ve diğer ağızlarda bulunmayan
kelimelerdir. Bu bakımdan bu kelimeleri Oğuzca olarak değerlendirmek mümkündür. Ancak hangi özelliklerin Oğuzca olduğu tam olarak belirlenebilmiş değildir
(Gülsevin, 2010, s. 73). Dolayısıyla bu konu üzerinde durmak gerekir. Biz bu bildirmizde sadece bir fiil, bak- fiili üzerinde genişçe durmak istiyoruz. G. Gülsevin Oğuzca olmayan Türk lehçelerindeki Oğuzca unsurları ele aldığı çalışmalarında ‘seyretmek, bakmak’ anlamına gelen bak- fiilini Oğuzca bir özellik olarak değerlendirmektedir. Diğer Türk lehçelerinde bu anlam için kara- fiilinin kullanıldığını, bak- fiili de
söz konusu lehçelerde ‘beslemek, çocuğa ya da hayvanlara bakmak’ anlamında geçtiğini ifade etmektedir (Gülsevin, 2008, ss. 169-170; Gülsevin, 2010, s. 65). Bak- fiili
Kırgız Türkçesinin edebi dilinde ve diğer ağızlarında ‘beslemek, çocuğa ya da hay469
NURDİN USEEV
vanlara bakmak’ anlamında kullanılırken, Güney-Batı, Güney-Doğu ağızlarında
‘bakmak, seyretmek’ anlamında geçmektedir. Dolayısıyla G. Gülsevin’in tespitlerine
dayanarak bu fiili Oğuzca sayabiliriz.
Z. Korkmaz Eski Türkçedeki Oğuzca belirtileri ele aldığı bildirisinde kelime başındaki b sesinin korunmasını Oğuzca bir unsur olarak değerlendirmektedir (Korkmaz,
1972). Dolayısıyla Kırgız Türkçesinin Güney-Batı ağızında geçen ben tekil I. şahıs
zamirini bir Oğuzca unsur olarak ele alabiliriz.
3. Bazı Morfolojik Benzerlikler
Kırgız Türkçesinin ağızları üzerinde çalışan bilim adanmları Kırgız Türkçesinin
Güney-Batı ve Güney-Doğu ağızlarının morfolojik özellikleri olarak gösterilen özelliklerin önemlileri bunlardır:
1. Üçüncü şahıs çoğul fiil çekiminde edebi dilde –ş eki kullanılırken, Güney-Batı
ve Güney-Doğu ağızlarında –lar eki kullanılır: barattar, keldiler, bekittiler
(Mukambaev, 2009, s. 46).
2. Birinci ve ikinci şahıs zamirlerine (men, sen) +ga yönelme hali eki eklendiği
zaman bu zamirler edebi dilde maga, saga şeklinde değişirken, Güney-Batı ve
Güney-Doğu ağızlarında maŋa, saŋa şeklinde değişir (Abduldaev, 1966, s.
29).
3. Üçüncü şahıs iyelik ekinden sonra gelen yükleme hali eki edebi dilde +In, +Un
iken, Güney-Batı ve Güney-Doğu ağızlarında +nI, +nU dur: üy+ü+n =
üy+ü+nü, ata+sı+n = ata+sı+nı.
Yukarıda Kırgız Türkçesinin Güney-Batı ve Güney-Doğu ağızlarının edebi dilden
farklı morfolojik özellikleri olarak gösterilen dil unsurları Türkiye Türkçesine özgündür. Dolayısıyla bu özellikleri de dikkate almak gerekir.
KISALTMALAR
ağz – ağız
KTA- Kırgız Türkçesi ağızları
KTTS – Kırgız Tilinin Tüşündürmö Sözdügü
TT – Türkiye Türkçesi
TS – Türkçe Sözlük
KAYNAKÇA
Abduldaev, E. (1966). Kırgız Govorloru. Frunze.
Gülsevin, G. (2008). Çuvaşça ile Oğuzca Arasındaki Koştluklar. Prof. Dr. Ahmet Bican
Ercilasun Armağanı. Ankara. 162-179.
Gülsevin, G. (2010). Oğuzca Olmayan Türk Lehçelerindeki Oğuzca Unsurlar ve Bunlara
Teorik Bir Yaklaşım. Turkish Studies. 5/1, 57-76.
Karahan, A. (2013). Divanu Lugati’t-Türk’e Göre XI. Yüzyıl Türk Lehçe Bilgisi. Ankara: TDK
yay.
Korkmaz, Z. (1972). Eski Türkçedeki Oğuzca Belirtiler. Birinci Türk Dili Bilimsel Kurultayı.
1972, (Ankara 1975), 433-446
Kırgız Tilinin Tüşündürmö Sözdügü. (1969). Frunze.
Mukambaev, C. (2009). Kırgız Tilinin Dialektologiyalık Sözdügü. Bişkek.
Türkçe Sözlük I, (1988). Ankara: TDK.
Türkçe Sözlük II, (1988). Ankara: TDK.
Yudahin, K. K. (1985). Kırgızsko-Russkiy Slovar’. Cilt II. Frunze.
Yunusaliev, B, M. (1971). Kırgız Dialektologiyası. Frunze.
470
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
AYKIRI BİR METİN: KISAS-I ENBİYA
NUR E TTİ N DEM İR
E M İNE YILMAZ
Kısas-ı Enbiyā (Türk Dil Kurumu Nüshası)
Bildirinin konusu olan Kısas-ı Enbiyā metni, Saʿlebī’nin peygamber hikâyelerini anlattığı Arapça eserinin değişik tarihlerde yapılmış Türkçe çevirilerinin Anadolu sahasındaki en eskisi ve en geniş hacimlisidir.
Kısas-ı Enbiyā veya Kısasu’l-Enbiyā, peygamberlerin yaşamları ve dinî önderlerin mücadeleleri başta olmak üzere pek çok konuyu içeren eserlerin ortak adıdır. Bu edebiyatın kaynağı İslam öncesi Araplara kadar götürülebilir. Tevrat ve İncil’deki hikâyeler,
Medine’deki Yahudiler ve Hristiyan misyonerler aracılığıyla Araplar arasında yayılmış olmalıdır. İslamiyetle birlikte bu hikâyelere bütünüyle başka bir anlam yüklenmiştir. Hz. Muhammed’in yaşamından yansımalar, peygamber olarak kehanet yeteneği, kendi halkı tarafından reddedilişi ve kendi halkının yok olmasına neden olacak
cezalara ilişkin öngörüleri de bu hikâyelere eklenir. İslami bakış açısıyla, İslam öncesi
peygamberlerin yaşamları, Tanrıya ve onun elçilerine asi olanları kötü yazgılarına
karşı uyaran korkunç örneklerle doludur. Böylece Kısas-ı Enbiyā evrensel tarihin bir
parçası hâline gelir.
Bu eserlerde ayrıca, evrenin, insanın ve diğer canlıların yaratılışları; ayın, güneşin, yıldızların hareketleri; kokuların, bitkilerin, tarımın, mesleklerin vb. ortaya çıkışları gibi
dinsel veya din dışı pek çok konu aynı dinsel kökene götürülerek düşle gerçeğin iç içe
girmiş olduğu bir dille hikâye edilir. Literatürde, Kısāi kaynaklı peygamber öykülerinin daha fazla hayal gücüne dayalı ve bu nedenle güvenilmez oldukları, Saʿlebī kaynaklı olanların, Kuran ve hadisleri daha fazla kaynak gösterdikleri için daha güvenilir
oldukları bilgisi de yer alır. Bunlar, ünlü anlatıcılar tarafından biçimlendirilmiş hikâye
anlatıcılığının yaratıcı ürünleridir. Aynı zamanda, bir Müslümanın dini düşünce ve
duygularını anlamak için de çok elverişli kaynaklardır. Sözlü ve yazılı gelenek yoluyla
471
NURETTİN DEMİR / EMİNE YILMAZ
geniş halk kitlelerinin belleğinde yer eden, yüzyıllarca halkın anlatı ihtiyacını
karşılayan, dünyayı boynuzlarında taşıyan öküz, ayın insanların işlediği günahlardan
ötürü tutulması gibi bugün hâlâ yaygın biçimde karşımıza çıkan halk inanışlarına
kaynak olan bu hikâyelerin çeşitli dönemlerde farklı yazarlar tarafından Türkçeye
tekrar tekrar çevirileri yapılmıştır.
Kısas-ı Enbiyā’lar’da yer alan hikâyeler, tarih yazıcılığından ayrıldıkları zaman, öğretici karakterleri daha baskın bir hâle gelmiştir. Bunun ilk kez Saʿlebī tarafından gerçekleştirildiği düşünülmektedir (Nagel, 1986, s. 180).
Sözkonusu yazma, sadece Kısas-ı Enbiyā çevirilerinin değil Eski Anadolu Türkçesinin
de en geniş çaplı eski metinlerindendir. 14. yüzyılın başında yapılmış olan bu çeviri
954 sayfadır ancak çevireni bilinmemektedir. Bu biçimiyle tek nüshası Türk Dil Kurumunda bulunan yazma, dönemin dilini araştırmak için eşsiz bir hazine durumundadır. Çeviri, yakın bir tarihte, Türk Dil Kurumu tarafından inceleme, yazıçevrimi ve
sözlük olarak yayımlanmıştır (Yılmaz, Demir ve Küçük, 2013). Yayınla ilgili ayrıntılı
bir değerlendirme için Dankoff 2014’e bakılabilir. Ayrıca, çevirinin özgün sözvarlığı,
ses, biçim ve dizim açılarından değerlendirilerek üç ayrı makale hâlinde yayımlanmıştır (Yılmaz ve Demir, 2009, 2010, 2013). Bu makalelerde, çeviriye özgü ve Eski Anadolu
Türkçesinde daha önce tanıklanmamış kırk dokuz yeni sözcük incelenmiştir. Yazma,
dokuz bini aşkın sözvarlığıyla, tek başına Tarama Sözlüğü’nden daha zengindir.
Metin, biçimbilgisi açısından da zengin veriler sunar. Örneğin, sadece -CI/-ICI ekleriyle türetilmiş sözcükler açısından Tarama Sözlüğü ve Kısas-ı Enbiyā’nın Türk Dil Kurumu nüshasının karşılaştırıldığı bir çalışma N. Demir tarafından yapılmıştır (2005).
Stachowski’nin Tarama Sözlüğü ile ilgili verilerine dayanan Demir, bu sözlükte 13.-14.
yüzyıllara ait metinlerden taranmış -CI/-ICI ekli 92 sözcük bulunduğunu, buna karşılık
Kısas-ı Enbiyā’da bu sayının 161 olduğunu belirlemiştir. Bu sözcüklerin 59’una, Stachowski’nin konuyla ilgili titiz çalışmasında rastlanmaz (1996).
Kısas-ı Enbiyā’da Güç ve Dil
Çeviri sadece ses, biçim, sözdizimi, sözvarlığı gibi dilbilgisel bağlamlar açısından değil, dil incelemelerinin diğer alanları için de çok ilginç veriler sunar. Dilin işlevlerini
belirlerken göz önünde bulundurulması gereken etkenlerden biri de statüdür. Bu, kimin kiminle nasıl konuşacağını belirleyen önemli bir konudur. Statü farkının olduğu
iletişim ortamlarında dil, bundan doğrudan etkilenir. Bu ortamlarda, yazılı olmasa bile
sosyal açıdan kabul görmüş kurallar vardır.
Türkoloji araştırmalarında dilin iletişim yönü genellikle göz ardı edilir. Kısas-ı Enbiyā,
işlevsel dilbilgisi açısından da çok ilgi çekici bir metindir ve bu açıdan da incelenmelidir. Bu kısa bildiride sadece tanrı ile yapılan diyaloglardan bazı örnekler seçilmiştir.
Tanrı bu diyaloglarda, doğrudan veya dolaylı olarak, peygamberler başta olmak üzere
pek çok varlıkla konuşur. İşlevsel dil incelemeleri açısından gerçekten çok ilginç olan
bu diyaloglar arasından, Ay ve Gün-Tanrı, İbrāhīm-Tanrı, İblīs-Tanrı, Ādem-Tanrı,
Yaʿkūb-Tanrı, Eyüp-Tanrı örnekleri seçilmiştir:
Ay ve Gün-Tanrı
ay ve gün /…/ ikisi bile tañrıya sücūd ḳılalar ve eydeler:
472
AYKIRI BİR METİN: KISAS-I ENBİYA
iy bizüm tañrımuz biz saña ṭāʿat ḳılduġumuzı ve senüñ ḳulluġuña becid olduġumuzı
bilürsin ilāhī müşrikler bize ṭapduġıçun bizi ḳınamaġıl ve bilürsin kim müşrikler bize
dapmaġıçun ḳıġırmaduḳ ve senüñ ṭāʿatuña hīç kāhellik ḳılmaduḳ
pes tañrı taʿālā eyde gerçek söyledüñ ben gendü nefsüm üzere ḥükm ḳıldumdı kim
sizi āşikāre ḳılam ve girü neden yaratdumısa aña döndürem
ay ve gün eyde ilāhī bizi neden yaratduñ
tañrı taʿālā eyide sizi ʿarşum nūrından yaratdum girü ʿarşum nūrına varuñ
pes ayıla günden birer yıldırım ḳopa şöyle kim gözler nūrın gidermege yaḳın ola pes
varalar ʿarş nūrına ḳarışalar
ḳaçan tañrı taʿālā diledi kim Ādem peyġāmbarı yarada vaḥiy ḳıldı yire kim senden bir
ḫalḳ yaradurvan bir nicesi baña muṭīʿ ola bir nicesi ʿāṣī ola baña muṭīʿ olanı uçmaġa
givirem ve ʿāṣī olanı ṭamuya
İbrāhīm-Tanrı
İbrāhīm peyġāmbar ʿas dünlerden bir dün Ādem peyġāmbar işine tefekkür ḳıldı eyitdi
yā rabbi gendü elüñile yaratduñ ve ḳudretüñden aña cān ürdüñ ve ferişteler aña sücūd
ḳıldurduñ hīç ʿamelsüz uçmaḳı aña yir virdüñ bir yalıñuz yazuḳdan ötrü aña ʿāṣī diyü
ḳıġırduñ ve uçmaġuñdan çıḳarduñ
pes tañrı taʿālā vaḥiy ḳıldı kim yā İbrāhīm bilmez misin kim dost dost sözin sıduġı ḳatı
işdurur
İblīs-Tanrı
iblīs eyitdi yā rabbi beni uçmaḳdan çıḳarduñ Ādemden ötürü benüm aña gücüm yitmez meger senüñ sulṭānlıġuñıla
tañrı eyitdi var kim seni aña musallaṭ ḳıldum
iblīs eyitdi yā rabbi arturġıl
tañrı eyitdi anuñ ne döli olursa senüñ daḫı anuñ gibi dölüñ ola
yā rabbi arturġıl
tañrı eyitdi anlaruñ gögsi senüñ duraġuñ ola ve içlerinden yöriyesin nitekim ḳan
ṭamarda yörür eyitdi
yā rabbi arturġıl
tañrı eyitdi ve eclib ʿaleyhim biḫaylike ve racilike ve şārikhum fi’l-emvāli ve’l-evlādi
yaʿnī atluñ yayañıla yāruñ yardımıñla bulara aḳın eylegil oġlın ḳızın ve mālların ortaḳ
olġıl
Ādem-Tanrı
Ādem eyitdi yā rabbi iblīs benüm üstüme musallaṭ ḳılduñ ve ben andan ḳurtulumazın
illā senüñ ḳuvvatuñla
tañrı eyitdi yā Ādem senüñ hīç dölüñ olmaya illā bir ferişte müvekkel ḳılam kim anı
yavuz işden saḳlaya
eyitdi yā rabbi arturġıl
473
NURETTİN DEMİR / EMİNE YILMAZ
tañrı eyitdi bir müzdi on yazam belkim daḫı arturam bir yazuġı bir yazam belkim anı
daḫı yoyam
eyitdi yā rabbi arturġıl
tañrı eyitdi cümle yazuġı yarlıġayam kim ben ġafūr ve raḥīm tañrıvan /…/
eyitdi yā rabbi arturġıl
tañrı eyitdi yarlıġayam hīç ḳayırmayam
Ādem eyitdi yā rabbi baña yitdi
Yaʿkūb-Tanrı
Yaʿḳūb eyitdi yaʿnī ḳayġu çoḳluġından böyle oldum
pes tañrı taʿālā Yaʿḳūba vaḥiy ḳıldı kim benden ḫalḳa şikāyet mi ḳılursın
Yaʿḳūb eyitdi yā rabbi yañıldum ḫatā ḳıldum yarlıġaġıl
tañrı eyitdi yarlıġadum
Eyüp-Tanrı
Eyyūb ʿas bulardan yüzin döndürdi feryād isteyü ve zārī ḳılup tañrıya yüz dutdı pes
eyitdi
yā rabbi, ben ne nese çün yaratduñ çün beni kerāhiyyet görürdüñ keşkeyidi kim yaratmayadıñ /…/
iy kāşke ol işledügüm yazuġı bildüm kim sen andan ötürü ol kerīm yüzüñi benden
döndürdüñ
yā rabbi eger sen beni öldürseñ ve atalaruma ulaşdursañ ölüm baña yigregidi
ilāhī ġarīblerüñ odası ve miskīnlerüñ maḳāmı degül midüñ ve yetīmlerüñ atası
yoḫsullaruñ ḳulluḳcısı degül midüñ /…/
ilāhī ben bir ḫor ḳulvan eger eylük işledümise niʿmet senüñdür ve eger yavuzluḳ işledümise benüm cezām senüñ elüñdedür uş beni belā oḳına nişān ḳılduñ /…/ baña bir
belā geldi kim eger anı ṭaġlara musallaṭ ḳılsañ götüre miydi ve ben bu żaʿīflıġıla nite
götüreyin
ve nefsümile ḥüccetleşsem ümīẕ dutarıdum kim baña girü saġlıḳ virediñ velīkin beni
bıraḳduñ ve benden yükseldüñ ve sen beni görürsin ben görmezven ve sen işidürsin
ve ben işidümezven ne bir kez baña baḳduñ kim esirgedüñ ve ne baña yaḳın geldüñ
ve ne beni yaḳın iletdüñ kim suçum yoġın söyledüm ve nefsümile savaşdum
ḳaçan Eyyūb bunı söyledi bir bulut gelüp Eyyūba gölge eyledi yāranları sandı kim ol
ʿaẕāb bulıdıdur
ve nefsümile ḥüccetleşsem ümīẕ dutarıdum kim baña girü saġlıḳ virediñ velīkin beni
bıraḳduñ ve benden yükseldüñ ve sen beni görürsin ben görmezven ve sen işidürsin
ve ben işidümezven ne bir kez baña baḳduñ kim esirgedüñ ve ne baña yaḳın geldüñ
ve ne beni yaḳın iletdüñ kim suçum yoġın söyledüm ve nefsümile savaşdum
ḳaçan Eyyūb bunı söyledi bir bulut gelüp Eyyūba gölge eyledi yāranları sandı kim ol
ʿaẕāb bulıdıdur
pes bulıtdan ün geldi kim yā Eyyūb tañrı taʿālā saña eydür kim ḥāżır ol kim saña yaḳın
oldum ve saña
474
AYKIRI BİR METİN: KISAS-I ENBİYA
yaḳınlıġum hīç ırılmaz durġıl ʿöẕrüñi söylegil ve suçuñ yoġın digil ve nefsüñile savaşġıl ve ḳuşaġuñ berkidüp cabbārlıḳ maḳāmında durġıl kim benümile söyleşüp dartışmaġa benüm gibi cabbār gerek ve benümile dartışumaya illā ol gişi kim arslan
aġzına lavaşa ura ve sīmurġ aġzına gemi ura ve ejdehā aġzına uyan ura ve nūrı ölçüyile ölçe ve yili misḳālıla darta ve güneşi kīseye ḳoya ve dünki güni döndüre
yā Eyyūb nefsüñ seni bir iş üstine dutmış kim senüñ ḳuvvatuñıla ol iş ırılmaz
yā Eyyūb işbu żaʿīflıġıñıla benümile istezerilik ḳılmaḳ diledüñ mi yā daḫı bunca
ʿayubıla benümile dartışmaḳ mı diledüñ yā daḫı gendü ḫatāñıla benümile ḥuccatlaşmaḳ mı diledüñ
ay sen ol gün ḳandayıduñ kim yiri yaratdum ve bünyāẕı üzere ḳodum hīç bildüñ mi
kim anı ne endāzele ḳaderledüm
yā daḫı bilür misin kim işbu yirüñ bucaḳları ardında ne var
yā daḫı anuñ ḳırañların ne nese üzere ḳodum
ay işbu yir su senüñ ṭāʿatuñıla mı götürdi
yā ol suyı işbu yir senüñ ḥikmetüñile mi üretdi
yā Eyyūb ol gün ḳandayıduñ kim gögi havā üzere yükseltdüm senüñ ḥikmetüñ aña
irir mi kim aña nūr viresin
yā daḫı anuñ yılduzların yöridesin
yā daḫı dün gün senüñ buyruġıñıla muḫtelif ola
ay sen ol gün ḳandayıduñ kim deñizler daşdı ve ırmaḳlar gözlendi ol deñizler mevcin
ḥaddince senüñ ḳudretüñ mi dutdı
yā Eyyūb ol gün sen ḳandayıduñ kim gökden suyı dopraḳ üzere dökdüm ve ṭaġlar
başına degin çıḳardum hīç gücüñ yiter midi kim ol suyı girü yoḳaru getüredüñ
yā senüñ ḳudretüñ bulıtdan yaġmur indürür mi
ay bilür misin /../ yıldırımuñ yalıñı nedür
ay deñizüñ deriñligin ve havānuñ ıraḳlıġın bilür misin
yā daḫı ölüler cānı ḳanda saḳlanur bilür misin ve ḳar ve ṭolu ḫazīnesi ḳan[da]dur bilür
misin ve yil ḫazīnesi ve nūr yolı ve aġaçlar ne luġatıla söyler bilür misin ve bu neseneleri kilid nite dutar ve ʿaḳlı ādemiler içine kim sıġırur ve gözleri vü ḳulaḳları yarup
kim açar bilür misin /…/
ay senüñ ḥikmetüñden midür ol cānavarlar yavrılarına şefḳat ḳılduġı ḥattā kim taʿām
gendü ḳarnından çıḳarur ve yavrıların besiler
yā Eyyūb ol gün sen ḳandayıduñ kim ejdehāyı yaratdum kim anuñ rızḳın deñizdedür
ve durağı gökdedür ve anuñ iki gözinden od yanar ve burın delüginden yaşıl dütün
çıḳar ve iki ḳulaġından ḳavs-ı ḳuzaḫ gibi yalıñ çarpar şöyle kim havā içinde ḳasurġa
gibi ḳarnı içi yanar ve gevdesi yalıñlanur ve bilekleri ḳund ḳaya gibi ḳızarur ve dişlerin
çıḳartduġı gök gürler gibi ve gözlerinüñ baḳışı şimşek doḳur gibi çeriler anuñ ḳatından
geçer ve ol tekye urmışdur hīç kimseden ḳorḳmaz demür anuñ ḳatında ṣaman gibi
baḳır anuñ ḳatında iplik gibi hergiz oḳdan ḳorḳmaz ve ḳayalar doḳunursa duymaz
havā yüzinde yörür serçe uçar gibi ve neye uġrarısa helāk ḳılur
475
NURETTİN DEMİR / EMİNE YILMAZ
Kısas-ı Enbiyā kültür tarihi açısından da eşi bulunmaz bir hazinedir. Bugünü anlayabilmek için bu tür metinleri sadece dil metni veya dinî metin olarak değil mutlaka
kültür tarihi açısından da incelemek gerekir.
KAYNAKÇA
Dankoff, R. (2014). Serpent or paradise? Kısas-ı Enbiya as Translation. Yarmakan. Semih
Tezcan’a Armağan. AİBÜ SBE. yıl 13, sayı 13: 67-97.
Demir, N. (2005). -CI/-ICI Ekleriyle Türemiş Kelimelere Katkılar. Studia Turcologica
Cracoviensia 10, Turks and Non-Turks, Studies on the History of Linguistic and
Cultural Contacts. 75-85, Kraków: Jagiellonian University.
Nagel, T. (1986). Ḳıṣaṣ al-Anbiyā. The Encyclopaedia of Islâm. New Edition, Volume V:
180-181, Leiden, E. J. Brill.
Stachowski, S. (1996). Historisches Wörterbuch der Bildungen auf -CI/-ICI im OsmanischTürkischen. Kraków: Jagiellonian University Press.
Yılmaz, E. ve Demir, N. (2009). Kısas-ı Enbiya’dan Eski Anadolu Türkçesinin
Sözvarlığına Katkılar I. Festschrift to Commemorate the 80th Anniversary of Prof.
Dr. Talat Tekin’s Birth. Ed. E. Yılmaz, S. Eker ve N. Demir, International Journal of Central Asian Studies, Volume 13, Korea. 495-517.
Yılmaz, E. ve Demir, N. (2010). Kısas-ı Enbiya’dan Eski Anadolu Türkçesinin
Sözvarlığına Katkılar II. Studies on the Turkic World. Festschrift in Honour of Stanisław Stachowski. Edited by E. Mańczak-Wohlfeld and B. Podolak, Kraków.
215–226
Yılmaz, E. ve Demir, N. (2013). Kısas-ı Enbiya’dan Eski Anadolu Türkçesinin
Sözvarlığına Katkılar III. DTCF, Türkoloji Dergisi 19-1. 2012: 159-168
Yılmaz, E., Demir, D. ve Küçük, M. (2013). Kısas-ı Enbiya, Türk Dil Kurumu Nüshası,
İnceleme, Metin, Sözlük. Ankara: Türk Dil Kurumu.
476
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
YESİ ŞEHRİ VE OĞUZ KAĞAN BAĞLAMINDA
OĞUZLUK OLGUSU
ÖZKU L ÇOBANOĞLU
Bu çalışmanın konusunu günümüzde “Türkistan” adını taşıyan ve Hoca Ahmet Yesevî
adıyla özdeşleşen “Yesi” şehrinin, daha önceki tarihlerde adının Oğuz Kağan ile anılması bağlamında “tarihî gerçeklik” veya “mitolojik özelliklere” sahip “epik destan
kahramanı” paradigmaları doğrultusunda “Oğuz” veya “Oğuzluk” olgusunun tartışılması oluşturmaktadır. Bu bağlamda, Oğuz Kağan, mitolojik bir epik destan kahramanı mı? Yoksa o, tarihî bir kişilik midir? Bu sorulara kolayca, kesin ve tatmin edici bir
cevap verebilmek mümkün değildir. Mevcut verilere göre, Oğuz Kağan, Türk cihan
hakimiyeti fikrini ve gerçekleştirilmesini “Göktanrı’ya ödenmesi gereken bir borç”
olarak inanan ve bunu gerçekleştiren bir mümin ve alperen1, görevine tanrısal olarak
seçilen ve ömrünü bu ilahi misyon peşinde, tanrısal bir “kılavuz bozkurt”un (Çobanoğlu, 1997) yol göstericiliğinde harcayan bir başbuğdur. O, Türk üniversalizminin ve
bunu temsil eden cihan devletinin kurucusudur. Türk kültür tarihinde pek çok unsurun icat edeni yani bir mucittir. O, Oğuzların ilk “ata”sı veya bütün Oğuzların ceddi
âlâsıdır. Oğuzların sosyal, kültürel yapısının, devlet teşkilatı ve ordusunun kurucusudur. Dahası, İslâmiyet’in kabul edilmesinden sonra yazıya geçen sözlü kültür metinlerinde Oğuz yavaş yavaş karşımıza Allah’ın Oğuz’daki İslâm’ı tebliğ eden velisi hem de
öyle bir velisi ki, son iki yüzyılda pek çok kişinin düşündüğünce, muhtemelen “Allah’ın Türk’e gönderdiği nebisi” olarak tefsir edilecektir.
Türk kültür tarihinin en önemli kültü olan Oğuz Kağan kültü ve buna bağlı olarak
oluşup şekillenmiş olan “Oğuzluk” olgusu böylesine çok yönlü ve girift bir fenomenler
yumağı olarak kültürümüzü şekillendirmeye ve kendine has dinamikler doğrultusun1
Mehmet Kaplan’ın (1991) “alperen”liği bir tip olarak İslâm’a bağlayan yanlışı konuyla ilgili
yeterli araştırma yapmadan, literatür taramadan, ileri sürülen görüşlerle hesaplaşmadan, söz
konusu terim ve kavramların Türk kültür tarihindeki öneminden habersiz ve dikkatsiz, Sovyet yazma stiliyle çalakalem yazanlarca devam ettirilmekte olduğu (Bayat, 2013, s. 229) gibi
çalışmalarda açıkça görülmektedir. Konuyla, ilgili daha fazla bilgi tartışma için bk. (Aça, 2002,
ss. 150-164).
477
ÖZKUL ÇOBANOĞLU
da da şekillenmeye devam etmektedir. Hiç şüphesiz, söz konusu Oğuz Kağan kültü,
bir bütün olarak yukarıda sayılan sosyo-kültürel rollere sahip kahramanların tek, tek
tarihsel bir kişilik olarak hiçbiri değildir. Ama bu kültün bütününü oluşturan parçalar
olarak pek çok “Oğuz Kağan”ın, akıp dönüştüğü, iç içe geçerek bütünleştiği, kültüre
özel bir geleneksel kültürel kahraman kalıbının oluşturanı ve bu kalıbın oluşturduğu,
aynı anda pek çok dine tabi bozkırlı ve yerleşik Türk boylarını bir arada ve doğrultuda
tutabilme gücüne sahip bir dünya görüşünün, mitolojik ve epik özelliklere sahip olmasının yanı sıra mevcut boy-soy esaslı sistemin varlığıyla adeta tarihselleştirilen hatta
efsanelerle yerelleştirilen, artsüremli metinlerle kişilik ikizleşmelerine ve karakter parçalanmalarına da uğratıldığı görülen çok yönlü, çok kimlikli ve çoklu işlevsel özelliklere sahip kültüre özel bir kahramanın adıdır.
Oğuz ve ona bağlı olarak teşekkül eden “Oğuz Kültü”nün buraya kadar anahatlarıyla
da olsa sıraladığımız sosyo-kültürel özellikler dünyanın pek çok coğrafyasında ve
kültüründe bazı din ve tanrıların ortaya çıkmasına bile neden oldukları rahatlıkla görülebilir. Benzer bir hâlin ve iddianın Türk kültüründe olmamasının, eğer varsa da, en
azından günümüze kadar gelememesinin temel nedeni, muhtemelen bilinen en son
safhasını “Oğuznâmecilik” olarak adlandırılan sözlü kültür geleneğinin yazıya geçip,
donuklaşıp, ölen taşlaşan veya fosilleşen eski verilerinin günümüze ulaşmamasını
sağlayan her kuşağın “Oğuz’u anan, anlatan ozanının”2 yaşadığı dönemin sosyokültürel semantiğine göre güncelliğini yitiren unsurları elemesi, ortaya çıkan kültürel
yeni yönelimleri de, ona eklemesidir. Bu son derece önemli durumu ve işlevsel konumu, söz konusu “Oğuzlama”3 (Oğuznâmecilik) sözlü kültür geleneğinin4 tesadüfün
sevkiyle yazıya geçmiş birkaç örnek metninden hareketle açarak ortaya koymamız
daha anlaşılır olmak bakımından yararlı olacaktır.
Oğuz Kağan Destanı’nın “Uygur Varyantı” olarak bilinen metine baktığımızda, bilindiği gibi Oğuz Göktanrı’ya inanan samimi bir mümin ve bütün hayatını ona olan borcunu ödemek için harcamış bir alperendir. Eş olarak seçeceği kızları bile Göktanrı,
gökten gök rengi ışık içinde yeryüzüne indirip ona sunmaktadır. Reşideddin Fazlullah'ın Cami’üt-Tevarih’te naklettiği Oğuz Kağan Destanı’nda5 ise, Göktanrı dininden,
Yeri tam da burası olmamakla birlikte bugüne kadar kökeni ve etimolojisi konusunda çeşitli
tartışmalar yapılan “oz-an=ozan” sözcüğünün “oğuzu anan/anlatan” ibaresinin uğradığı
haplolojik değişikliklerle aldığı biçim olduğunu düşünüyoruz. Bu aynı zamanda “oz”u, yani
“boyu boy”layıp soyu “an”an, anlatan anlamını da içermektedir. Özellikle, İslâm öncesi tarihsel bağlamlarda Dede Korkut’un şahsında gördüğümüz “boy boylama soy soylama”nın eğlenceden daha çok “kültürleme” ve ideolojik olarak “oğuz-luğa” ki “yiğitlik” veya “alplık”
anlamında ritüeller de içeren eğitim ve oryantasyon törenleri olduğunu düşünüyoruz.
3 “Oğuzlama” terimini sadece çalıp, söyleyen anlatan veya meclis meclis okunmak için yazılan
kitabı okuyarak nakleden anlamında değil, özellikle belli bir yaşa gelmiş erkek çocukları
“oğuzluk ideoloji”si yönünde eğiterek, Oğuz alp ve andalık geleneklerine, bu geleneklere göre
kurulmuş kırk kişilik birliklere, “erginleme töreni ve giriş” (initiation) mahiyetindeki eğitime
yönelik anlatım ve icraları kast ediyoruz.
4 Sözlü kültür ve sözlü kültürde destancılık ve Türk kültür ekolojisinde işlev, yapı, ibda ve icra
bağlamlarıyla epik destan geleneği konusunda bkz. (Çobanoğlu, 1998, s. 2003a).
5 Reşideddin, bir yandan destan kahramanı Oğuz’u tarihselleştirip şecere vb. unsurlarla aklileştirmeye çalışırken diğer yandan da onun ”mitolojik” özelliklerini derinleştirerek sürdürmesi,
yaşadığı dönemdeki söz konusu algıların gücüyle ilişkili olmalıdır.
2
478
YESİ ŞEHRİ VE OĞUZ KAĞAN BAĞLAMINDA OĞUZLUK OLGUSU
İslâmiyet’i kabul eden bir yapıya dönüşen Türk toplumsal yapısı içinde, Oğuz da,
babası Karahan’a rağmen, İslâmiyet’e iman etmiş ve gizliden gizliye bu imanını tebliğ
eden eş olarak seçip evleneceği amcakızlarını bile İslâmiyet’i kabul edip etmelerine
göre belirleyen Müslüman bir Oğuz ile karşılaşırız. Oğuz anmaya, anlatmaya devam
eden ozanlar, toplumsal yapıya yön veren dünya görüşünü mayalayan din değişirken
onlar da, Oğuz Kağan’a dinini değiştirtmek suretiyle6 yeni sosyo-kültürel yapılanışa
uygun bir biçimde devam ettirecek şekilde bir yenileyişe tabi tutuyor, Oğuz Kağan
kültünü var eden kültürel mekanizmayı bozmadan yeni din doğrultusunda da işletmeye devam ediyorlardı.
Burada bu son derece doğal olan yapıyı ve yaşantıyı bozan tek şey “Oğuz Kağan Destanı’nın Uygur Varyantı diye bildiğimiz anlatmanın yazıya geçmesi ve yüzyıllarca
sonra da varlığını koruyarak bir şekilde ortaya çıkmasıdır. Eğer bu varyant olmasaydı,
muhtemelen İslâmiyet’i gizliden gizliye yaşayan Oğuz daha tarihsel bir karakter ve
kişiliğe bürünerek nerdeyse Satuk Buğra Han benzeri bir kültürel kahraman olarak
karşımıza çıkabilecekti, demek mümkündür.
Öte yandan Cengizlilerin hâkim olduğu bir zamanda ve sosyo-kültürel muhitte yazıya
geçen yeni Oğuz Kağan destanında, İslâm’ı bilmez, “kara dinli kâfir” benzetmesine
denk Karahan’ı bir bakıma Cengiz ve müteakip Cengizli hükümdarları gibi algılayış ve
yorumlayışın, Türk dünyasının nerdeyse tamamında Cengizoğullarına gösterilen sureta saygı çerçevesi içinde müstevli Moğolların tamamını müslümanlaştırmak yoluyla
Türkleştirerek “imha” veya “asimilasyon” sürecinde takip edilecek –ve edilen- stratejiyi anlatır gibidir.7 Bir başka ifadeyle, meşruiyetinin kaynağını İslâm’dan alan Karahanlı, Selçuklu, Harzemşahlar, Abbasiler ve benzeri devletlerden sonya “kâfir” veya “putperestlik”le suçlanabilir -suçlanan- bir devletin büyük kırgınlara yol açan zalimane güç
kullanımlarıyla mazlum ve yer yer ikinci sınıf insan muamelesine de uğrayan tebaası
konumuna düşen Müslüman Türkler açısından Reşideddin’in naklettiği “Müslüman
Oğuz” biraz da, sözünü ettiğimiz şartlar altında yaşayan Müslüman Türklerin geleceğe
yönelik temenni (wishfull thinking) ve hatta toplumsal bilinçaltını yönlendirmeleri gibi
okunabilir. Nitekim İslâmiyeti kabul eden Cengizoğullarının otoritelerinin meşruiyetinin kaynağının tartışılması şöyle dursun Cengiz Han yasası, vasiyeti, şeceresi ve töresi
nerdeyse “edile-i şerriye”nin 5. unsuru gibi Ulug Türkistan’da 20. yüzyıla kadar iş
görmüştür. Bu dönemde ve bu coğrafyada Oğuz ve Cengiz kültleri iç içe geçerek birbirine inkılap etmiştir, değişerek ve dönüşerek bir yenileniş süreci yaşanmıştır demek
yanlış olmayacaktır. Nitekim dün ve bugün Moğollar arasında yaşayan ve yaşatılan
“Cengiz”8 ve “cengizler”le, Türk dünyasının, Doğu ve Batı Türkistan ile Ural ve Deşti
6
7
8
Bu ozanlar tarafından şuurlu bir “kurgu”dan ziyade arz-talep ilişkisi içinde “oğuz kağan
kültü”ne bağlı mekanizmadan din değiştirmeye bağlı talepleri karşılamaya yönelen ozanların
şuuraltından kaynaklanan bir tabiri caizse “kolaj inşa” olduğunu düşünüyoruz. Kolaj inşa
terimiyle, mevcut bir kültürel sistematiğin sadece tematik olarak bir kısım unsurunun değiştirilmesi yoluyla kullanılmaya devam edilmesi olarak düşünüyoruz.
Bu örnek, yapı, işlev ve tema bakımlarından adeta Romalıların kadim Yunanı istila ettikten
sonra onun kültür ve medeniyetini özümsemelerini çağrıştırmaktadır.
Moğolistan’da Cengiz Han, (Çingiz Xan) adeta ölümsüz bir yarı tanrı konumundadır. Onun
ruhunun hâlâ Moğolları koruyabileceğine hatta “korumakta olduğuna” inanılır; Çingiz adını
başka bir sıradan faninin taşıyamayacağı ve bu adın altında ezilip perişan olacağına inanılır.
Bu nedenle Cengiz adı verilmesi sosyal ve kültürel olarak yasak veya tabudur. Buna karşılık
479
ÖZKUL ÇOBANOĞLU
Kıpçakta yaşatılan “Cengiz” ve “Cengizleri” aynı tarihsel kişilik ve kimlikten bahsedermiş gibi gözükse de, gerçekte din ve dünya görüşleriyle etnik kimliklerin tesirleriyle
oluşmuş bambaşka “Cengiz” ve “cengizler” vardır9. Türk boylarının
Bu bağlamda sorulması gereken soru acaba Oğuz Kağan’ın Türk kültür tarihi boyunca
meydana gelen din ve dünya görüşü değiştirme ve kırılmalarında yeniden dönüştürüldüğü tek örnek, yukarıda ele aldığımız mıdır? Kuvvetle muhtemelen değildir ama
meselâ Maniheizm’in veya Budizm’in kabul edilmesine bağlı olarak meydana gelen
değişme dönüşmelerin Oğuz Kağan kültüne dair yansımalarını içeren yazıya geçmiş
örneklerden mahrumuz. Bu nedenle de söz konusu dönemlerde ozanların zihinlerinde
ve dillerinde tedrici olarak inkılap edilen dönüştürülen bir bakıma inşa edilen diğer
“oğuz kağan”ları bilemiyoruz. Tarihsel kişilik olarak bilebilme imkân ve ihtimali olan
son Oğuz Kağan, Yesi şehrini kuran ve başkent olarak kullanandır.
Günümüzde, “Türkistan” adını taşıyan tarihî “Yesi10 şehri, şimdilerde, “Güney Kazakistan” olarak adlandırılan bölgenin ortasındaki “Karadağ” (karatau/karatav) silsilesinin Sır Derya’ya nerdeyse en yakın olduğu kısmın merkezinde kurulmuştur. Batı Türkistan coğrafyasında Karadağlar, Yedisu ve Doğu, Kuzey Doğu Türkistanlara geçişi
sağlayan tek geçit olan Cungarya kapısı yakınlarına kadar uzanan 420 km uzunluk ve
yer yer 60-70 km genişlikleriyle ve en yüksek zirvesi 2176 m olan “Bessaz” gibi yükseklikleriyle adeta doğal kaleler silsilesi mahiyetindedir. Karadağlar, Jambıl yöresinden,
Kızılorda’ya, Türkistan’a, Boralday’a uzanan bir silsile olarak Batı Türkistan’ın bozkır
kısmının adeta kalpgahını ve korunmaya yönelik özellikleriyle karargâhını oluşturur.
Buradan Maveraünnehr bölgesinin hemen her yönüne çok kolaylıkla saldırılabilir. Tam
tersine, Maveraünnehr bölgesinden gelecek her türlü saldırıya karşı Karadağ silsilesi
muhteşem bir sığınak ve korunaktır11. Bu nedenle de, Yesi veya Türkistan, kelimenin
tam anlamıyla “iki dünyanın eşiği”dir. Bu dünyaların birincisi, her şeyiyle nevi şahsına
münhasır (sui generis) bir coğrafya olan “bozkır”dır. İkincisi ise, bir nevi Ortaasya
Türk halklarının çok büyük bir çoğunluğunda Cengiz adı yeni doğan çocuklara yaygın olarak
verilen bir addır. Zannettiğimizin tam tersine, Moğollar bu durumdan hiç hoşnut değildirler.
Ad vermek konusunda gelenekleri nerdeyse birbirinin aynı olan iki ulusun Cengiz adı konusundaki bu birbirine tamamen farklı tutumları bile tarihsel bir kişilik olarak “Cengiz” ile Türk
ve Moğol uluslarının geleneksel kültürlerindeki “Cengiz” kavramsallaştırmasının ne kadar
farklı olduğunu son derece açık bir biçimde ortaya koyar niteliktedir.
9 Bu husus doğrudan doğruya bu konuya yönelik araştırmaların yapılmasını gerektirecek nitelik ve önemdedir.
10 “yesi” veya daha eski söylenişiyle “yassı” gibi formların temelinin “ıssı” veya “iyesi” sözcükleri olduğunu düşünüyoruz. Sahip ve sahipli olmak yani “iyesi” olması sahibinin kimliğine
göre bir yerin “tekin” olup olmamasını belirler. Kötü ruhların sahiplendiği “tekin olmayan”
yerler kadar iyi ruhların, “dede”, “ata”, “ana” veya ”eren”lerin ıssı, sahibi, (i)yesi olduğu tekin
ve “kutsal” mekânlar, Türkler hangi dine girerlerse girsinler vazgeçemedikleri “ziyaret” veya
“yatır”lar (shrines) olarak karşımıza çıkar. “İyesi” sözcüğü de, sözünü ettiğimiz nitelik ve ona
bağlı önem ve gizli-açık işlevleri dolayısıyla olsa gerek bütün Türk dil ve ağızlarında “eezi”
formuna varıncaya dek nerdeyse 30’dan fazla söyleniliş şekliyle tamı tamına aynı anlamda
yaşamaktadır.
11 Dede Kokut anlatılarında gördüğümüz “karşu yatan karadağ” bu dağlardır. Tanrı dağlarının
dik ve “uyanık”lığına kinaye görünüşleri ve yayılıp dizilişleri bakımından “yatmakta” oldukları ilk fark edilen özellikleridir. Coğrafyadan istifade edilmezse nasıl bir “yaratıcı yazarlığın”
ön plana çıktığı konusunda bkz. (Abdullah, 1997, ss. 48-49).
480
YESİ ŞEHRİ VE OĞUZ KAĞAN BAĞLAMINDA OĞUZLUK OLGUSU
Mezapotamyası olan, Maveraünnehr veya Seyhun ve Ceyhun arasındaki mümbit topraklarda yapılan tarıma bağlı olarak gerçekleşmiş olan yerleşik, ticaret, geleneksel sanat
ve zanaatları da içeren çiftlik, köy, ribat veya şehir hayatıdır.
Bu bağlamda, bozkır, Türk boylarının büyük bir kısmının nerdeyse Güney Sibirya
ormanlarında “toplayıcı-avcılık” yaparak geçindikleri dönemden sonra “avcıhayvancılık” yapmaya başladıkları dönemde, hayvancılığa çok daha elverişli olması
nedeniyle tercih etikleri bir coğrafya ve ona has bir hayat tarzıdır. Bilindiği gibi “göçerevli” veya kısmen eksik bir ifadeyle “göçebe” (nomad) olarak adlandırılan bu hayat
tarzı, keçi, koyun, at, deve gibi hayvanların evcilleştirilmesine bağlı olarak onların
peşinde, bakım ve beslenmesi temelinde oluşur. Yılı “kış” ve “yaz” olarak ikiye bölen
ve buna uygun olarak “yaylak” ve “kışlak” olarak adlandırılan geleneksel olarak belirlenmiş cari töre hukukuna göre boylar sülale ve aileler tarafından sahiplenilmiş
mekânlar arasında yaşanan bir hayat söz konusudur. Bu hayat tarzı ancak “barış”
varsa var olabilen, yaşanabilirliğe sahiptir. Bu nedenle de, bozkıra yönelen hayvancılıkla uğraşan boyların ilk idrak ettikleri gerçeklerden birisi boylar üstü, adeta federatif bir
yapının tesisi demek olan “devlet”in olmazsa olmazlığı ve boylar üstü yapıyı tesis
edecek olan referansların oluşturulmasıdır.
Bir başka ifadeyle, bozkırda barışı ve ona bağlı göçerevli hayatı kurabilmek için gereken devleti ve onun otoritesinin meşruiyetinin sağlanması olmazsa olmazdır. Tarihte
görüldüğü üzere meşru devlet otoritelerinin bile kısa sürede değişebildiği bozkırda,
meşru olmayan hiçbir otoritenin ilanihaye devam şansı bir ihtimal bile olmayacaktır.
Bilindiği gibi “kutsal kağanlık ideolojisi” (Yıldırım 1992) olarak da adlandırılan bozkırda göçerevli hayat süren boyları temsil ettiği dinî ve dünyevî değerlere bağlı olarak
etrafında toplayıp tabi kılan ve tanrısal kökenlere sahip bir hukukla,”töre” ile hükmeden, Göktanrı tarafından seçilip görevlendirilmiş “kut bulmuş” kağan kim olacaktır?
Bu soru bize otoritenin kaynağını verir?12 Bu soruya verilen ve tarihsel olarak kalıcı
olmuş cevapların başında, elleri ve ayakları kesilerek bozkıra ölmesi için bırakılmış
“son Türk” ile onu ölmekten kurtaran ve eşleşen “kök börü”nün çocukları olarak
“Asena/Açina/Aşina” hanedanı yer alır. Hunlar öncesinden başlayarak bozkırda kurulan ve devlete yönelen meşru otoritelerin kaynağı bu soydan olmak ve Göktanrı’dan
kut bulmaktır. Asena soyunun ve hanedanının teşekkülünde rol oynayan en az sekiz
köken miti Çinli kronikerlerce bize ulaştırılmıştır. Bu bilgi bize iktidara yönelen güçlerin otoritelerinin kaynağı konusunda yetersiz kaldıklarında veya mevcudu geçersiz
kılmaya yönelik “algı operasyonlarında” yeni köken mitleri meydana getirdiklerini
göstermektedir. Tanrısal ve kutsal olan “kök börü”nün çocuklarından Mete gibi kağanlar otoritelerini tesis etikleri bozkırda “çadırda” yaşayan at binen, yay çeken göçerevli
hayat tarzına mensup insanlardır. Etnik yapıdan ziyade toplumsal yapı veya hayat
tarzı Hun devleti başta olmak üzere bozkırlı kutsal kağanların otoritelerini tesis ettikleri insan temelidir. Büyük bir ihtimalle İskit veya Saka gibi bozkırda tesis edilen diğer
kağanlıklarda da yapı aynı olmalıdır. Güney Sibirya ormanlarıyla-Altay dağları arasında neşvünema bulan ve “kam” adı verilen idari, siyasi, dini veya ruhani liderlerin
oluşturup devam ettirdikleri “ocak”ların yanan ateşi veya odu, bir klan veya sülale
anlamında “odbaşı”nı (otbası=aile) yani “aile”sini temsil etmekte ve söz buna bağlı
12
“Otorite” ve “otoritenin meşruiyeti konusuna “kamlık” ve “kağanlık” kurumları arasındaki
çekişme için bkz. (Çobanoğlu, 2003b).
481
ÖZKUL ÇOBANOĞLU
olarak şekillenmektedir. Kağan ise, bir “kam”ın odbaşı (ailesi) için oluşturup temsil
ettiği otoriteyi devleti oluşturan bütün boy ve soyları içine alacak şekilde temsil etmekte ve adeta tartışmasız “en büyük kam” olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bozkırda yaşayan bütün göçerevlilerin kağanı olabilmek ve bunu sürdürebilmek
“merkezi bir devlet” olmaya bağlıdır. Ancak, yerleşik kültürün bakış açısıyla bakıldığı
zaman “merkezi devlet” ve “göçerevlilik” birçok yönden adeta birbirinin zıddı gibi iki
kavram olarak karşımıza çıkar. Bu nedenle “kağan”ın en büyük kam olarak kendisine
“kut” veren “Göktanrı”ya iletişimi, görüşmeyi tekeline alması söz konusu göçerevliler
üzerinde “merkezi bir devlet” ve otoritesi için olmazsa olmaz bir zorunluluktur. Bu
zorunluluk nedeniyle gökte yaşayan “Göktanrı”ya ulaşımda “göğün kapısı”nın yer
aldığı, “Ötüken Yış” devlet kurulacak yerdir. Ötükeni ele geçiren kağan, gerçekten “kut
bulmuş” yani meşru ve geçerli, bağ eğilip, diz vurularak tabi olunması dinen de gerekli
kağandır. Ötüken (geçilen/ulaşılan geçit) anlamları ve yukarıda işaret edilen algı ve
manevi inanç boyutlarının yanı sıra önünde büyük bir çölle Çin saldırılarına korunaklı,
Kuzeydoğu Türkistan’ın (günümüz Moğolistan’ın tarihsel adı olarak) suya ve birkaç
yüz bin atı besleyecek yeterli ota sahip en büyük ovası olmak gibi maddi kültürel temellere de sahiptir. Bu özelliğiyle, Ötüken biraz da, Altay’ların günümüzde “Cungar
geçidi” olarak bilen geçit dışında “doğu” ve “batı” olarak ikiye böldüğü Türkistan
coğrafyasının, doğu kanadı ve asıl saldırgan düşman Çin’in karşısında yer alması gibi
nedenlerle o günü Türk dünyasının kutsal mihveri ve kağanın bulunduğu kısımdır.
Ana-kısım, aynı zamanda “ög-öz” demektir. Ög=ana, öz=öz, kısım, çekirdek, asıl, içyapı, boylar, aşiretler gibi anlamlar taşımaktadır. Bu “ög-öz” aynı zamanda cihanşümul
Türk devletlerinin “iç” ve “dış il” anlayışlarının da en eski formlarından birisi olması
kuvvetle muhtemeldir. Kanaatimizce, “og-uz” sözcüğü “ög-uz=ög-öz” gibi bir seyir
takip ederek oluşmuş olmalıdır. Bozkıra çıkan ilk göçerevli hayata yönelmiş boy ve
soyların korunma amaçlı ilk “ordu” (orda) çekirdeğiyle birlikte “kara-kol”ları “taş=dış
il” olarak belirleme buna karşılık merkezi, “iç-il” anlamında, “ana-kısım” veya “oguz/ög-öz” olarak sistemleştirilmiş olmalıdır. Öte yandan, soy ve kültürce Türkleşenlere
karşılık baştan beri soy ve kültür olarak Türk olmakla eş anlamlı bir “ana-kısım” ya da
“ög-öz” veya “og-uz”lukta bu yapılanışın mündemiç anlamı olarak karşımıza çıkar ki,
Orhun yazıtlarında Oğuzların “budunum” ifadesi içinde yer alışlarının da esasen kaynağı budur.13 Yine yazıtlarda karşımıza çıkan “Dokuz Oğuz” ve benzeri adlandırmalar
esasen Asena soyundan gelmekle birlikte zaman içinde bu soya bağlı insanlar ve klanlar artıp çoğalınca doğrudan kağanın ailesinin, hatta devletin fiili yönetiminin bir parçası olmayabilen Türk devletinin çeşitli yörelerinde yaşayan boyların adlandırılmaları
olması söz konusu olmalıdır.
13
Nitekim Göktürk Devleti’nde “Oguzlar” Türk klanı gibi devletin asli unsurudurlar. Bu durum Uygur hanedanı döneminde de devam edecektir. Bu “ög-öz”lerin “og-uz”ların “iç el”den
yani Dede Korkut’taki “iç-oğuz” gibi olduklarını gösterir. Bu mantığa göre etimolojik olarak
bu boylardan çıkan bütün kağanlar aslında “og-uz/ög-uz kağan”dır. Dış oğuz gibi devletin
asli kurucusu olmayan boylar “ög-öz”den olmayanlar; özü kavrayan kabuk gibi dışta olanlarsa, “og-uz”un zıttı ve onu sarıp sarmalayan bir bakıma dışa karşı koruyan “kabuk/kapçık/kıpçak” gibi adlandırılmış olabilirler. Bunların Türkçe bilmeyen veya Türk soylu
bile olmayanlarıysa “tat-er”leri “tatar” olmalılar, diye düşünüyoruz. Oğuz sözünün kaynağı
ve anlamı konusundaki diğer görüşler için bkz. (Agacanov, 2004; Sümer, 1999).
482
YESİ ŞEHRİ VE OĞUZ KAĞAN BAĞLAMINDA OĞUZLUK OLGUSU
Bu anlayış ve izahın tersine, Sözlü kültür ve sözlü edebiyatın doğası hakkında Vico’dan bile çok daha az şey bilen günümüzün ya da yakın tarihimizin siyasi, idari hatta
iddialarına göre kültür tarihçileri (!) biraz da Homer’in Odessa ve İlyada’sıyla ilgili
batıda yapılagelen yanlışlardan ilham alarak –yanlışlarına meşruiyyet referansı olarak
kabul etmek suretiyle- yukarıda ana hatlarına işaret edilen “Oğuz Kağan kültü”ndeki
nerdeyse hemen her rivayeti adeta en önemli tarihsel kaynağa dönüştürerek tarihimizi
iyice içinden çıkılamaz hale dönüştürmüşler ve dönüştürmeye de devam etmektedirler. Meselâ, yukarıda işaret edilen Yazıtlarda yer alan “Dokuz Oğuz” ifadesi mevcut
çok nadir bir Türkçe kaynak olduğu için olsa gerek Batı Türkistan’da veya günümüz
Kazakistan’ında binlerce yıllık “Oğuz” varlığı söz konusu olduğunda bunu bile söz
konusu yazıtların “Dokuz Oğuz”una bağlayarak izah etmeler bu kabildendir.
Oysa Kazakistan’daki Oğuz şehirlerini kazan arkeolog Tolstoy (1947)14, eski Yunan
kaynaklarında yer alan Massegetlerin bir kolu olan ve MÖ V. yüzyılda yaşayan “Augasii”lerin “Oğuzlar” olduğunu ileri sürmektedir. Buna Oğuzlar yaklaşık 2500 yıldan beri
bu bölgede yaşamışlardır ve anavatanları da yine bu bölgedir. Aynı şekilde, yukarıda
ele aldığımız Cihanşümul Türk devletinin doğu kanadında oturan kağanların devleti
merkezileştirmede kullandıkları “kutsal mekan” veya göğün kapısının altında kurulan
“Ötüken”i ve dolayısıyla Göktanrıyla iletişimi elinde tutan, daha düzgün bir ifadeyle
kendisine Göktanrı tarafından kut verilerek kendisiyle olan iletişimi tekeline verdiği
kağan, hüküm sürdüğü topluluğun en büyük “kamı” hatta “kamlar kamı” demek
daha doğru olacak şekilde bir dinî otorite ve reis olarak da, kamlar üzerinde de otoritesini oturtuyor ve devleti bu yönüyle merkezileştiriyordu. Buna benzer bir yapılanışın
Batı Türkistan’da muhtemelen, Kuzey Doğu ve Doğu Türkistan’daki Hun devletinin
Çinliler tarafından yıkılışından sonra, Batı Türkistan’da yaşayan Hunlar daha belirgin
bir ifadeyle yukarıda işaret edilen Oğuzlar tarafından “Yesi” şehrinin kurulmasıyla
ortaya konulduğu görülmektedir. Bir başka ifadeyle, kadim Türk devletlerinin Doğu
kolunun üstünlüğünde Batı koluyla birlikte oluşturduğu ikili yapılanışın her ikisinde
de “Ötüken” gibi iki kutsal mekân vardır ve bu mekânlar kağanların otoritesinin manevi anlamda da merkezileşmesini sağlayıcı fonksiyonlara sahiptir. Doğu Türk devletinde “Ötüken” neyse Batı Türk devletinde de “Yesi” (Türkistan) odur. Batı Türk devletinin kutsal mekânı olan Yesi, iyesi sahibi anlamında Oğuz Kağan tarafından kurulduğuna inanılan bir şehirdir. Şehrin adının yesi veya iyesi, sahibi anlamıyla buradan
geldiğine daha önce işaret etmiş idik. Aynı şekilde pek çok Ortaçağ Arap, Fars ve Türk
kaynağı da Yesi ve Oğuz Kağan ilişkisine dair bilgileri tekrarlarlar. Yesi veya Türkistan
şehrinin çevresindeki günümüz toponomisi bile bu tür kabulleri destekler niteliktedir.
Mesela, Türkistan’a en yakın Karadağ zirvesi “Han Tahtı” adını taşımaktadır. Kazak
Hanlarının da başkenti oluşuyla acaba onlarla ilişkili bir adlandırma olabilir mi? Düşüncesini akla getirir. Ancak “Han tahtı” zirvesine bitişik zirvenin adının “Uguz” yani
“Oguz dağı” olması, açıkça Yesi şehrinin Oğuz Kağan ile sözünü ettiğimiz tarihsel ve
mitolojik yapılanışını ortaya koymaktadır. Aynı şekilde, Türkistan civarında günümüzde bile varlığını sürdüren “Şavuldur” (Çavuldur), “Bayandır” (Bayındır) veya
“Teke” gibi Oğuz boy adlarını taşıyan yerleşim yerleri ve bölgede yapılan arkeolojik
kazılarla gün ışığına çıkarılan pek çok kadim Oğuz şehirleri, Türklüğü tarih ve coğrafya dışına itme ön yargısı üzerine kurulan Pan Aryanik sözüm ona Aryan Teorisi argü14
Tolstoy’dan (1947) aktaran Emel Esin (1976).
483
ÖZKUL ÇOBANOĞLU
manlarını, Hindistan “Harapa şehri” safsata ve fiyaskosuna benzer bir şekilde (Çobanoğlu, 2010), Türkistan’da da daha şimdiden kullanılamaz hale getirmeye başladığı
görülmektedir.
Sonuç olarak, Oğuz Kağan ve Oğuzluk olgusunu, sözlü kültür ve edebiyat alanında
200 yıllık Halkbilimsel bilgiyi dikkate almadan anlamak ve çözmek mümkün değildir.
Mitleri, epik destanları ve efsaneleri tarihin kaynağı veya yardımcı kaynağı olarak
kullanmak isteyen tarihçilerin okumaları ve bilgilerini zenginleştirmeleri gereken ilk
disiplin Halkbilimidir. Bağımsız bir bilim olarak ortaya çıktığı günden günümüze
kuramsal ve yöntemsel mahiyeti bakımından gelişip değişerek birçok ülkede “kültür
bilim” veya “kültüroloji” adı verilmeye başlanılan Halkbilimi, kültürel, siyasi ve idari
tarihçilerin Vico’dan (2007) beri kullanmayı hayal ettikleri sözlü kaynakların doğası,
biyolojisi ve kimyası konusunda birinci elden bilgilenmelerini sağlayacak en önemli
bilimsel disiplindir. Bu bağlamda Oğuz Kağan kültü gibi Türk kültür tarihinin en
kompleks ve önemli sosyo-kültürel olgular bütüncesini hiçbir bilimsel disiplinin tek
başına izahları ve yorumlarıyla neden-sonuç ilişkisi içinde çözümlenemeyeceği gerçeğinin ve disiplinlerarası çalışmanın gereğinin bir kez daha altını çizerek dikkatlerinize
arz ederim.
KAYNAKÇA
Aça, M. (2002). Türk Destancılık Geleneğine Bütün Yaklaşabilme ve Alp Kavramı Üzerine Bazı
Yeni yaklaşım Denemeleri. İslâmiyet Öncesi Türk Destanları. İstanbul: Ötüken Yayınları, 150-164.
Agacanov, S.C. (2004). Oğuzlar. Çev. E.N. Necef. İstanbul: Selenge Yayınları.
Bayat, F. (2013). Oğuz Destan Dünyası. İstanbul: Ötüken Yayınları.
Çobanoğlu, Ö. (1997). Kılavuz Bozkurt Motifinin Tarihsel Bağlamlarda ve Günümüz AleviBektaşi Tarikatlerindeki Yapısal ve İşlevsel Sürekliliği Üzerine Tespitler. Kadri Eroğan:
Hacı Bektaş Veli Armağanı. Ankara: Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli
Araştırma Merkezi Yay. 165-173.
Çobanoğlu, Ö. (1998). Sözlü Kompozisyon Teorisi ve Günümüz Halkbilimi Çalışmalarındaki
Yeri. Folkloristik: Prof.Dr. Dursun Yıldırım Armağanı. Ed. M. Özaslan ve Ö. Çobanoğlu.
Ankara: TDV Matbaası. 138-170.
Çobanoğlu, Ö. (2003a). Türk Dünyası Epik Destan Geleneği. Ankara: Akçağ Yayınları.
Çobanoğlu, Ö. (2003b). Kağanlık ve Kamlık Kurumları Arasındaki Çekişmenin Türk Mitolojisine Yansıması Problematiğinde Yöntem Sorunları. Bilig: Türk Dünyası Sosyal Bilimler
Dergisi. S. 27, 19-49.
Çobanoğlu, Ö. (2010). Aryan Teorisi ve Turanın Teorisizliği Üzerine. II. Türk Dünyası Kültür
Sempozyumu (3-5 Mayıs 2010, Çeşme) Bildirileri. İzmir: E.Ü. Yayınları.
Esin, E. (1976). Fârâbî’yi Yetiştiren Kengeres Türk Muhitinin Kültür ve Sanatı. İslâm Tetkikleri
Enstitüsü Dergisi. S.4, 81-139.,
Kaplan, M. (1991). Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar: Tip Tahlilleri 3. İstanbul: Dergah Yayınları,
2. Baskı,
Sümer, F. (1999). Tarihleri-Boy Teşkilatı Destanları: Oğuzlar (Türkmenler). İstanbul: Türk Dünyası
Araştırmaları Vakfı Yayınları.
Tolstoy, S P. (1947). Goroda Guzov (Die Städte der Oghusen/Ghuzz). Sovetskaya Etnografiya. No
3, s. 56.
Vico, G. (2007). Yeni Bilim. Çev. S. Önal. Ankara: Doğu-Batı Yayınları.
Yıldırım, D. (1992). Köktürkler Çağında Tanrı mı, Tanrılar mı Vardı? Türk Bitigi. Ankara: Akçağ
Yayınları. 149-157.
484
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
GOZKANKALE VE GOZGANÇAY
(OĞUZKALE VE OĞUZÇAY)
RE CEPM UH AMM ET GE LDİ YEV
Elden dil, selden iz kalır (Atasözü)
Hepimiz her fırsatta ata vatanımızı ve doğduğumuz yerleri hatırlarız. Bu konuda
küçücük bir bilgi de işitsek dahi zevkle dinler ve sanki bahsi geçen hadiselerin
vadisine düşer gibi oluruz. Yurdumuzun herhangi bir yerindeki köye gitseniz mutlaka
orada şanlı Türkmen tarihine şahitlik etmiş kadim anıtların kalıntılarını bulursunuz.
“Gerçekten de Köpetdağın eteğinde araçla geçerken yüksekliği 1,5-2 metre olan taş
devrindeki tarım merkezi hükmünde olan kalıntılara veya tunç devrinden kalma
yüksekliği 10-20 metre olan tepelere, tarihî yerleşimlere ve kadim kervansaraylara,
hatta tunç ve Ahemi dönemlerinden kalan tarım alanlarıyla karşılaşmak
mümkündür” (Şişkin, 1977, s. 19).
Kadim Horasan ülkesinin Abıvert şehrinin güneybatısında yer alan Gozgankale köyü
civarında onlarca eski kaleden kalan yüksek tepeler, seher vakti Köpetdağın
bayırlıklarına çıkıp bakarsanız, geçmişin gurur verici tablosu olarak sergileniyor.
Oraya gezi amaçlı gittiğinizde gözünüz irili-ufaklı kırılmış testi parçalarına takılır.
Tabiat olaylarının etkisi ve yılların tesiriyle bu anıtlar önceki güzelliğini kaybetse de
tarihin derinliklerinde ata vatanımızın değerlerini saklamaktadırlar.
“Türkmenistan’ın Coğrafi Adlarının Açıklamalı Sözlüğü” adlı kitapta: “Gozgan-Kaka
ilçesinde bir köy, kale. İlk başta pınar adı olan Gozgan kelimesinin anlamı belli
değildir, o hörgüçlü develer gibi tepelere sahip olan manasında olabilir. Çünkü
Farsçada go:z sözü ”hörgüç” anlamındadır. Yerli sakinlerden yaşlıların verdiği bilgiye
göre “Hazreti Ali Kaka ilçesine gittiği vakit, bir pınarın başındaki büyük taşı yerinden
oynatmıştır, yani gozgamıştır (Kitab-ı Zerkum, Cenkname hazreti Ali, Taşkent 1909)
ve oradan pınarın gözbaşı oluşmuştur denilen rivayet söylenmektedir. Ancak o
485
RECEPMUHAMMET GELDİYEV
kitapta hangi Kaka’dan bahsedildiği belli değildir ve Hazreti Ali’nin hiçbir zaman
Türkmenistan’a gelmediği de belirtilmiştir” (Ataniyazov, 1980, s. 119).
Bu yer kitaplarda Gozgan, Kazgan, Gazgan, Kazgankala, Gozgankala, Kozgan Kala,
Guzgan, Guzganan, Korgan, Gezgen, Barzkan gibi isimlerle adlandırılmıştır. İranlı
âlim Mehdi Seyidi “Ferhengi Coğrafyayı Tarih-i Türkmenistan” adlı kitabında Gozgan ya
da Gazgan - Abıvert veya Bavert vilayetinin köylerinden biri olarak ele almıştır.
Guzgan şeklinde söylenmiştir. Hafız Ebruyı’nın “Coğrafyayı Tarihi Horasan” adlı
kitapta Abıvert vilayetinin Beş yap köyleri (Buluki Pençcuy) hakkında bilgi verirken
köylerden birinin adını Barzkan şeklinde ifade etmiştir. Kuvvetle muhtemel şu
Gezgen (Gozgan) ile aynı yer tarif edilmektedir. Çünkü o vilayette Barzkan atlı köy
bulunmamaktadır” denilmektedir. Nadir şahın tarihini anlatan “Alamaray-ı Nadiri”
adlı eserde 1734 yılındaki vakalar hakkında bilgi verirlirken: “Karar, Horasanlı
askerler, Gozgan, Nusay ve Durun köylerinde yaşayan Tekeleri tabi edecektir” denilen
bilgilerle karşılaşmaktayız. Dolayısıyla bu eserde Gozgan adı Korgan Kalesi şeklinde
ele alınmıştır. Bu yer hakkında bilgi vermeye devam edilip, İran’ın Zenganlu ya da
Şemsihan diye adlandırılan çayının Deregez’e vardığını ve Gozgançay adı ile anıldığı
belirtilmiştir. 1892 tarihinde yapılan Ahal şartnamesinde (Göktepe savaşından sonra
Rusya ile İran arasındaki anlaşma şartnamesi) ek bilgi olarak bu köy hakkında şöyle
bilgi verilmiştir: “Güney sınırı tarafında Zenganlı çay çayına kadar ve Gezgen
Köyünden yarım fersah yukarda, yakındaki çaydan geçip doğu tarafa uzanıp gider.
Bu köy, İran’ın Deregezisi’nin, Lütufabad’ının yakınlarında yer almaktadır.
Türkmenler ona Gozgan demektedirler” (Seýidi, 2005, ss. 393-394) diye bilgi
verilmiştir.
Munisi’nin “Cennetin Baht Bagı” (Firdevs’ül İkbal) adlı eserinde 1813 yılında Hive
Hanı’nın Ahal topraklarına saldırması hakkında bahsedilirken Gozgan Köyü ve
Gozgançay hakkında da bilgi verilmiştir. O, “28 Aralık 1813 tarihinde Yandaklı denen
yere gelip konur. İki gün sonra Baverdin yakınından geçip Çünnül denilen yerde
konaklanır. Ertesi gün yoluna devam eden han, öğlen olunca bu defa Küren Kale ile
Lütufabat arasında dinlenir. Gozgançayı boyunda Çilgen ile Lütufabat’ın arasında
kendi dinlenme yerini kurar. Sonra civardaki köylerin büyükleri hanı selamlamaya
gelir ve hükümranlığını kabul ederler. Onlar arasında Gozgan Hanı Musa adlı biri de
var imiş. Orada Musa adlı kişinin Sünnilik yolunu benimsediği, yanına Hakniyaz adlı
mollayı aldığını ve Gozgandan gelen büyükleri de Hak yola Sünniliğe davet ettiği”
(Munisi, 1939, ss. 384-385) anlatılır.
Munisi Muhammetrahim Han’ın (Hicri 1232-Miladi 1817) hükümdarlık ettiği
dönemdeki hadiselerden söz açıldıktan sonra, Gozgan Köyünden ve çevresinden
şöyle bahsedilir. “… Recep ayının 27’si Çarşamba günü onlar daha da ileri hareket
ettiler. Güneş doğmak üzereyken onlar Kelat ile Deregez arasında dinlenmekte olan
Gozgançay kenarındaki dağın eteğine yerleşen kalabalık nüfuslu Karahanlı köyüne
saldırdılar. Tekelerin ailelerinin çoğu dağ eteklerine kaçarak kurtuldular. Hiveliler
altmış kişiyi katlettiler ve pek çok ganimet ele geçirdiler. Askerler bu cephanelerin
tamamını götüremeye-ceklerinden işlerine yarayanları içerisinden seçip kalanını
bırakıp gittiler” (Мunisi, 1939, ss. 384-385).
486
GOZKANKALE VE GOZGANÇAY (OĞUZKALE VE OĞUZÇAY)
Agâhi’nin “Riyaz ed-Dövle” adlı eserinde Hive Hanı’nın kardeşi Rahmangulı Töreni
1825 Aralık ayında Horasan’a saldırmak için harekete geçtiği hakkında beyan edilen
yerde de Gozgan Köyü hakkında bilgilerle karşılaşmaktayız: “… Salı günü Çehar
Gümmez adlı yerde konakladı. Orada ordunun ağır eşyalar ve iş görmeyecek
durumda olan askerler bırakıldı. Onlara liderlik yapmak için Gerçek lakaplı
Muhammet Niyaz Bey bırakıldı. Prens (Hanzada) Çarşamba günü ordusu ile hareket
edip sabah erkenden Gozgan Kalesine ulaştı ve ordusundaki Yomut, Yemreli, Teke,
Salır, Sarık ve Karahanlı askerlerinin tamamını kaleyi ve çevresini yağmalamak üzere
gönderdi” (Мunisi, 1939, s. 399). Gozgan ile Lütufabat arasında Magtymgala adlı
yerde “Beş gerçek” diye adlandırılan mezar var. Oysa bu mezarda o Gerçek lakaplı
Muhammet Niyaz Beyin defnedilmesi muhtemeldir.
Gozgan terimi ile başka da birkaç coğrafi sınırda karşılaşabiliriz. Ağırlıklı olarak orta
çağ kaynaklarında Guzgan, Guzganan adlı şimdiki Afganistan sınırında Şıbırgan,
Bamıyan ve Gur ile sınır olan yerde bulunmaktadır, ona Cüzcan da denilmektedir.
“Hudadü’l-Alem” eserinin yazarı bu kitabı Guzgan’ın ya da Guzgana’nın hâkimi
Ferigunut neslinden Ebul Haris Muhammet İbn-i Ahmet’in talimatıyla MS 982-983
tarihlerinde kaleme aldığını beyan etmektedir. Bu eserde Guzganan “cömertliğin ve
gelişmenin vilayetidir. Orada adalet, kalkınma, barış hüküm sürer. Vilayetin doğusu
Bamıyan’a kadar Belh ve Toharistan ile sınır oluşturur” (Materialı po İstorii Turkmen i
Turkmenistana, I. Cilt, 1939, s. 41) denilmektedir. İbn-i Hordad “Kitabu’l-Mesalik ve’lmemalik” adlı eserinde Horasan’ın ve Doğu ülkelerinin padişahlarının lakaplarını
sayarken “Abıverd’in padişahının lakabı-Bahman, Cuzcan’ın padişahı için Guzgan
huda” (İbn Hurdadbih, s. 146) ifadelerini kullanır.
Arapların Oğuzları ilk gördükleri zaman onlara “guz” diye hitap ettiklerini bellidir.
(Kaşkarlı Mahmut, 1992, III jilt, s. 412) adlı kitabında Oğuzların Türkmen olduklarını,
W.W. Bartold ise “Guz - Türk halkı olan Oğuzların Arapça adlandırılışı; Guzlar ya da
Uzlar Türkmenlerin farklı söylenişi olduğunu” (Bartold, 1992, cilt V, s. 524) belirtir.
1939 tarihinde neşredilen “Türkmenler ve Türkmenlerin Tarihi Hakkında Materyaller”
kitabının 1. cildinde Ebu Sagit Gardizi’nin “Zeynu’l-Ahbar” eserinde verilen parça
parça bilgilerde Guzların Gazneli Mahmut’tan Baverd’den kendilerine yurt tutmak
istedikleri hakkında şöyle denilmektedir: “Biz 4000 kişilik bir aileyiz, eğer hükümdar
bize Ceyhun nehrinden geçip, Horasan’da yurt tutmaya buyursa, o hâlde rahat
olabilirsiniz, o bölgeleri biz bereketin ve barışın mekânı haline çevirebiliriz. Çünkü biz
çöl insanlarıyız ve pek çok koyunlarımız var. Elbette böylece hükümdarın askerlerinin
sayısı da artar” (Gardizi, 1939, s. 227).
Dolayısıyla Karahanlı Devletinin hükümdarı Gazneli Mahmut Horasan’a yerleşmeleri
hakkında ruhsat vermektedir. Guzlar onun emriyle Saraht çölünde, Parav çölünde ve
Bavert’te yurt tutarlar. Bu fırsat Türkmen tarihinde Selçuk’un torunları Tuğrul ve
Çağrı’nın liderliğinde başlatılacak ve Selçuklu Türkmenlerinin nice asırlar devam
edecek olan şanlı tarihin başlangıç noktasıdır. Bu hadiseler 1025 yılında geçmektedir.
Gazneli Mahmut’un oğlu Sultan Mesut 1038-1039 yılının kışını Nişapur’da geçirir ve
yazın gelmesiyle oradan Baverd’e geçer. Mesut’un geldiğini işiten Tuğrul emir’in
yanına gitmiyor. Ebul Fazl Beyhaki’nin “Tarih-i Beyhaki” adlı eserinde 1039-40
487
RECEPMUHAMMET GELDİYEV
yıllarında Mesut’un Selçukluların karşısına Tus’a ve Baverd’e yürümek için ferman
verilende “Ne zaman ki Tuğrul Baverd’e gelirse orada Çağrı, Yınal ve bütün Türkmen
ordusuyla karşılaştı. O esnada hemen çöle çekilme kararını makul görürler.
Dolayısıyla dağların vadilerinde bulunan muhafızlar Tuğrul’a ve Davut’a Sultanın
geldiği hakkında haber verdiler ve onlar hızlı davrandılar” (Beyhaki, 1939, s. 288)
şeklinde haber verilmektedir.
İşte bu yer Gozgan köyünün ve Gozgan çayının sınırları, Selçukların Horasan’daki ilk
kalelerinden biridir. Oğuzların Göktepe ilçesindeki başkenti olan Izkent (Uzkent)
kalesı de onlardan biridır. Gozgan köyünün Batı bölgesinde Iranda yer alan Deregez
(Dere-i Guz-Guzların deresi) ise Oğuzların yurdu olmuştur. Bu konuda bize bilgi
veren Âlim Ata Sariyev idi. Gozgan köyü civarındaki köylerin Arapkale, Mehinli,
Magtımkale, Hasarkale, Hocakale gibi boyların adını taşıyan isimlere dayanarak
buranın Oğuzların kalesi olduğunu söylemek olur.
A. Vambery Batı Türkmenistan ve İran sınırlarından akıp Hazar denizine dökülen
Etrek ırmağının adını Arapça “etrak” sözünden meydana geldiğini ve “Türkler”
anlamını taşıdığını ifade eder. Etrek ırmağının kaynağı ile Gozgançay’ın kaynağının
aşağı-yukarı 20-30 km uzaklıkta olduğu göz önünde tutulursa, o halde bu iki ırmağın
kenarında kimlerin yaşadığı aşikârdır.
Gozgan kelimesi guz ve gan parçalarından ibaret olup, birinci kısmı eski zamanlarda
Merkezi Asya’da ve Türkistan’da yaşayan Oğuzların-Guzların adıdır. İkinci kısmını
teşkil eden –gan (-gen) ise yapım eki olup şu fonksiyonlara sahiptir:
1. İsimlere gelerek onlardan mekân, mesken, yer-yurt toponimlerini oluşturur.
Gozgan, Gürgen, Ovgan(?), Demagan(?), Şıbırgan (?), Ozgon ya da Uzgen, Ötügen,
2. Fiillere gelerek onlardan sıfat yapar: derlegen, dövlegen, köpelegen, yatagan,
yadagan, yarlıgan,
3. Fiil köklerinin anlattığı anlamlara uygun fiil oluşturur: gömülgen, suvulgan,
cıgıltgan, yezgen (Bitki türü) sargan, urgan,
4. Çağdaş Türk dilinde sayılara gelerek (burç) köşe manasını verir: üçgen, dörtgen,
beşge. Bu ekle meydana gelen sözlere Türkmencedeki Yedigen (Büyükayı yıldızı)
sözünü de dâhil edebiliriz.
Munisi’nin, Hafız-ı Ebru’nin tarihî eserlerinde bahsi geçen, düşman geldiği vakit
haber vermek için kurulan pek çok askerî inşaların kalıntılarının bazıları hala
muhafaza edilmektedir. Onlardan S. Ataniyazov’un “Yer-Yurt Adlarının Sözlüğü” adlı
kitapta kayda alınan Uzın Din, Han yatan, Gızılca Kale gibi binalar örnek gösterilebilir.
Ayrıca da Dervezebayır, Gozgandepe, Erkdepe, Atabayın Kalesi, Ulu Giren Tepe,
Küçük Giren Tepe gibi yer adları sadece kuzey Horasan’ın tarihinde değil aynı
zamanda uygarlık tarihinin merkezinde olduğunu ispat ediyor. Fakat maalesef, Küçük
küle diye adlandırılan külelerin birkaçı, Bayramalı Kel külesi vb. birkaç tarihî yadigâr
yok olmuştur. Bu köyün sınır bölgelerinde henüz arkeologlar tarafından incelenmemiş
ve ilmî araştırmalara konu olmamış onlarca tarihî tepe vardır. Şayet Gozgan köyüne
488
GOZKANKALE VE GOZGANÇAY (OĞUZKALE VE OĞUZÇAY)
5-10 km yakınlıkta Namazgâh tepe, Yelken Tepe (Patigraban), Hısravkale, Bavert,
Giren, Karatepe gibi kültür tarihi açısından önem arz eden pek çok yerin mevcut
olduğu ve Gozgançay ırmağından su içtikleri dikkate alınsa (başka ihtimali de
olamaz), o halde bu kadimi yerin Türkmenlerin tarihine katkısı muhakkaktır.
Oğuzlar Abıverd’in temel su kaynağına da adını vermişlerdir. Bu konuda Mehdi
Seyidi: “Gozgançay, İran’ın Şemsihan ya da Zenganlu ırmağının adıdır. O İran’ın Kelat
adlı yerinden Deregeze kadar olan ırmakların en büyüğüdür. Eski zamanlarda Bavert
şehri suyunu buradan temin etmiştir. Şimdilerde ise bu ırmak Türkmenlerin Gozgan
ya da Gazgan adını verdikleri yere akıyor ve oradan da İran sınırlarına geçer. Hafız
Ebru’nin kitabındaki bilgilere göre; Pençcuy köyleri bu ırmağın kenarında
yerleşmiştir” (Seýidi, 2005, s. 394).
Köpetdağ’dan akıp gelen Gozgançayı asırlardır bölgedeki köylere ve şehirlere can
suyu ola gelmiştir. Âlimler, Asya medeniyetinin yayılma noktası olarak kabul edilen
Namazgâh Tepe, Yelken Tepe, Hısravkale, Bavert, Giren, Karatepe, Gozgantepe,
Erktepe gibi uygarlıkların önemine dikkat çeker.
Atalarımızın arzularını gerçekleştiren Cumhurbaşkanımızın yolunun buradan
geçmesiyle inşasına başlanılan Gozgançay su barajı yapıldıktan sonra bu yerler eski
şöhretine yeniden kavuşur. Cumhurbaşkanımızın gayretleri neticesinde güzel
tabiatıyla görenleri kendisine hayran eden derde derman Oğuz Deresi binlerce yıl
sonra, hayranlarına kucak açıp, onları bereketli sofralarıyla karşılar.
489
RECEPMUHAMMET GELDİYEV
KAYNAKÇA
Abul Fazl Beyhaki. (1939). Tarih-i-Beyhaki. Materialı po İstorii Turkmen i Turkmenistana.
I cilt.
Atanyýazow, S. (1980). Türkmenistanyň geografik atlarynyň düşündirişli sözlügi. Aşgabat:
Ylym.
Barthold, W. W. (1968). Soçineniya. cilt V.
Gardizi. (1939). Zeynu’l-Ahbar. Tarih-i-Beyhaki. Materialı po İstorii Turkmen i
Turkmenistana. I cilt.
Hududu’l-Alam. (1939). Materialı po İstorii Turkmen i Turkmenistana. I cilt.
İbn Hurdadbih (1939). Kitabu’l-Mesalik ve’l-Memalik. Materialı po İstorii Turkmen i
Turkmenistana. I cilt.
Kaşgarlı Mahmut. (1992). Divanü Lügati’t-Türk. III jilt.
Materialı po İstorii Turkmen i Turkmenistana. (1939). I cilt.
Munisi. (1939). Firdevsu’l-İkbal. Materialı po İstorii Turkmen i Turkmenistana. I cilt.
Seýidi, M. (2005). Ferhengi Jugrafýaýy taryhy Türkmenistan. Maşat.
Şişkin, İ. B. (1977). U Sten Velikoy Namazhi. Moskva.
490
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
XI. YÜZYILDA OĞUZLAR*
RE ŞA T GEN Ç
11. yüzyıl Oğuzların tarihi açısından parlak bir yüzyıldır şüphesiz. Büyük Selçuklu
Devletinin kuruluşundan, ona bağlı diğer tâbi Selçuklu devletlerinin kuruluşuna
kadar bu yüzyılda cereyan etmiş hadiselerden olduktan başka asıl Türkiye Türklüğü
açısından fevkalade önemli yanı üzerinde yaşadığımız coğrafyanın Anadolu’nun
Türklere açılması ve dolayısıyla bu Küçük Asya’nın Türkiye hâline gelmesi hadisesi
de 11. yüzyılın önemli hadiselerindendir.
11. yüzyılda Oğuzların macerasını rahmetli hocalarımız Faruk Sümer, Mehmet Altay
Köymen, İbrahim Kafesoğlu, Mükrimin Halil Yinanç ve sonra da işte aşağı yukarı
bizim neslimizden merhum Coşkun Alptekin, Erdoğan Merçil ve elbette onların
Barlık Çayı kıyılarından bugüne kadar tarihî macerasını izleyen merhum hocam
Faruk Sümer, 11. yüzyıla bir hayli yoğun yönelmiş oldular, ışık tuttular. Sümer Hoca;
Ben Barlık Çayı kıyılarından başlayıp bugüne kadar atalarımız Oğuzları izleyerek
geldim ve bu bana çok şey kazandırdı. Hiç olmazsa 5., 6. yüzyıldan bu tarafa doğru
Türk tarihine bakmayı öğrendim ve dolayısıyla sadece 3 yüzyıl, 5 yüzyıl önceden
değil; 1500 yüzyıl önceden Türk tarihine bakarak derin bir perspektif kazandım,
derdi. Onların hepsini ebediyete intikal etmiş olanlarını elbette rahmetle ve tabii
emekleri için teşekkürle burada andıktan sonra, ben bu bilinenleri tekrardan
mümkün olduğu kadar kaçınıp, Oğuzların 11. yüzyıl tarihi ile ilgili olarak iyi
bilinmesi gereken tartışılması gereken noktaların üzerindeki bazı görüşlerimi burada
sunmak istiyorum.
Birincisi Oğuz Yabgu Devletinin yıkılışı... Melikname’ye göre hâlâ Oğuz Yabgusu ile
Sübaşı Selçuk arasındaki kavga ve sonunda Selçuk’un kendisine bağlı Oğuz
boylarıyla ayrılıp cenk edişi gibi bir hikâye söylenir durur. Bu tevatür mahiyetinde
kalmış olan ve hakikati olduğu gibi aksettirmeyen bir husustur. Oğuz Yabgu
*
21 Mayıs 2013 tarihinde gerçekleştirilen Sempozyum Açış Oturumunda Prof.Dr. Reşat Genç’in
sunduğu bildirinin ses kaydı İpek Demir tarafından deşifre edilmiştir.
491
REŞAT GENÇ
Devletinin yıkılışının ana sebebi kuzeyden mütemadiyen güneye doğru inmekte olan
Kıpçakların baskısıdır. Bu devlete Kıpçak baskısı son vermiştir. Nitekim kısa
zamanda vaktiyle Oğuzların yaşadığı Üst Yurt Arap kaynaklarının Mefâzetü’lGuzziyye dedikleri Oğuz Çölü ve Aral’dan Harezm’e kadar uzanan saha Kıpçak
yurdu hâline gelmişti ve çok iyi bilinir Harezmşahların bütün askerî kudreti buraya
yerleşmiş olan Kıpçaklara dayanmış idi. Dolayısıyla Melikname hikâyelerini bir tarafa
bırakıp bu Kıpçak baskısı kuzeyden güneye nasıl gelişti ve dolayısıyla Oğuz Yabgu
Devleti nasıl yıkıldı daha sağlıklı etüt etmeye doğru bir yönelişe ihtiyaç olduğu
kanaatindeyim. Bu kavganın doğru olmadığı şuradan da bellidir. Selçuk Sübaşı
kendisine bağlı Oğuz Türkmen grupları ile ayrıldı, Yabgudan geldi Cent’e yerleşti.
Cent neresi? Cent, Yabgu Devleti’nin başkenti Yenikent’e yüz fersah mesafede bir
yer. Yabgu’dan kaçan adan Yabgu’nun ülkesinde bir şehre gelip yerleşebilir mi?
Selçuklu ailesine gelince şimdi asıl; Selçuk Sübaşı böyle bir değişik imaj oluşturuldu
zihinlerde, sübaşı orduların başkumandanıdır. Hayır, sübaşı ordu kumandanı doğru
ama bir devletin on tane, yirmi tane ihtiyacında ordu kumandanı olur. Her dört bin
kişilik birlik Yusuf Has Hacip’e göre iyi bir ordudur. On iki bin kişilik bir ordu ise
mükemmel bir ordudur ve hepsinin başında birer sübaşı vardır. Bir devlette birden
çok sübaşı vardır. Karahanlılarda tipik örneklerini görürüz; hanedana mensup
şehzadeler, eğer hükümdar bizzat kumanda etmiyorsa askere, şehzadelerden biri
sübaşıdır. Ondan dolayı “sübaşı tegin” diye şehzade unvanlarının da varlığını
görürüz. Selçuk Sübaşı da öyle anlaşılır ki arkadaşlar hanedan mensubu biridir.
Yabgu Devletinin hükümdar ailesi mensuplarından biridir. Bunu çok açık çok net
ifade etmemiz için birkaç kayda dikkatinizi çekmek istiyorum.
Kanije Kalesi’nden Arslan Yabgu yeğenleri Tuğrul ve Çağrı’ya mektuplar yazıp
onları Gaznelilere karşı mücadeleye teşvik ederken “Bunlar bendezadedirler.” diyor.
Gazneli sultanları gulamlıktan yetişme, kölelikten yetişmedirler. “Biz asıl hükümdar
ailesindeniz. Aman bunlara karşı mücadeleden geri durmayın.” diyor. Yine Tuğrul
ve Çağrı kardeşlerin Gazneli Sarayı ile yapmış oldukları yazışmada “Biz Mevlâ-yı
emirü’l-mü’minîniz” ifadesini kullanırlar ki bu ifade o dönemde Abbasi Halifesinden
berat almış olan irili ufaklı bütün İslam hükümdarlarının ancak kullandığı ifadeydi.
Ve nihayet Gazneli ileri gelenleri de 1035’te Selçuklular Horasan’a indikleri zaman
büyük bir telaşla ondan önceki Yabgulu Oğuzların macerasından söz edip “Aman
şimdiye kadar biz yağmacı çapulcu Oğuzlar ile muhatap idik ama şimdi devlet
kuran beyler ile muhatap olacağız bundan böyle.” ifadesini kullanmışlardır.
Dolayısıyla Selçuk, belki Yabgu Devletinin son hükümdarı ama hiç değilse Selçuklu
Devleti’ni kuran ama Oğuz Yabgu Devletinin hükümdar ailesinin bir mensubu idi.
Zaten Orta Çağ’ın hâkimiyet telakkisine göre Selçuk ve özellikle oğullarının daha
doğrusu torunlarının diyelim artık çabucak hükümdar olarak kabul edilmeleri çağın
gereklerine göre mümkün olmaz idi, eğer bir hükümdar ailesinden geliyor
olmasalardı. Ve dolayısıyla Yabgu Devletinin yıkılışı bir anlamda Büyük Selçuklu
Devletinin kuruluşuna giden yolun açılması bakımından çok ilgi çekicidir. Böyle
değerlendirmek lazım gelir. 1037’de Tuğrul Bey’in Nişabur’da hükümdar ilan
edilmesiyle başlayan Büyük Selçuklu Devletinin kuruluşu hadisesi Oğuzların
tarihindeki ikinci büyük devletin, cihan devletinin, arkadaşlar bizim hocalarımız bir
zamanlar çok özenirlerdi meraklıydılar Büyük Hun İmparatorluğu, Büyük Selçuklu
492
XI. YÜZYILDA OĞUZLAR
İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu… Bizim imparatorluklarımız olmadı
arkadaşlar, bizim hep cihan devletlerimiz oldu, büyük devletlerimiz oldu.
İmparatorluk batıya özgü bir tabirdir ve onda hükmetme, emretme, zorla sahip olma
yönetme ve sömürme vardır. Bizim devletlerimiz hiçbir zaman sömüren devletler
olmadı. Onun için Selçuklu Cihan Devleti’nin kuruluşu Oğuzların tarihinde ikinci
büyük cihan devletinin kuruluşu hadisesidir. Birincisi hangisi o zaman?
Birincisi de Asya Türkleri kardeşlerimizin diliyle Türk Kağanlığı bizim ifademizle
Göktürk Devletidir. Hocalarımız nedense “Bir Türk budun vardı, bu devleti kurdu,
şu başarıları gösterdi, zaafa uğradı, yıkıldı. Devletle birlikte Türk budunu da
kayboldu ama adını Türkçe konuşan unsurlara bıraktı.” diye açıklarlardı. Ama
arkadaşlar tarihte hiç bir Türk budunu Türk topluluğu kurmuş oldukları devlet
yıkılır yıkılmaz buharlaşıp tarih sahnesinden çekilmiş değildir. Öbür taraftan ne
diyor Bilge Kağan “Oğuz budun kendi budunum idi.” Bundan büyük şahit lazım
gelir mi Göktürklerin Oğuzlar tarafından kurulduğuna dair. “Türk Oğuz beyleri,
budun işitin.” Beylere çoğul, buduna tekil hitap… Bir budun var çünkü. Türk Oğuz
Beyleri ehil, yetkin ve elbette kudretli Oğuz Beyleri. Türk Oğuz Beyleri demek
kudretli Oğuz Beyleri işitin… Dolayısıyla Göktürk Devleti’ni kuranların da Oğuzlar
olduğunu düşünüyorum. “İşte efendim Oğuzlar da ikinci unsurdu Türk budunun
yanında, Oğuz Devletinin kuruluşuna vücut veren ve o devleti ayakta tutan ikinci
kuvvetti” tarzındaki yaklaşımların doğru yaklaşımlar olmadığı kanaatindeyim.
Meseleye böyle eğilmek lazım geldiğini düşünüyorum. Bunu da bu vesile ile Büyük
Selçuklu Devletinin ikinci Oğuz Devleti olmak itibariyle değerlendirmek lazım
geldiği kanaatimi arz ediyorum.
11. yüzyılda Oğuzlar ile ilgili arz etmek istediğim bir diğer husus; Biz Türkiye
Türklerinin 11. yüzyılda Oğuzların tarihi ile bağlı olarak mutlaka ifade etmemiz
gereken önemli husus demin de belirttiğim gibi Küçük Asya’nın bu yüzyılda
Türklere açılmış olması ve Türkiye hâline dönüşmesi hususudur. İkinci anavatan
gibi ifadelerle de zaman zaman ifade ediyoruz biliyorsunuz. O bakımdan Oğuzların
Türkiye’ye girişi, gelişi, bu coğrafyanın Oğuz Türkmenler tarafından iskânı
hadisesini çok detaylı bir şekilde ortaya koymuş olan Faruk Sümer Hocanın Oğuzlar,
Türkmenler; Tarihleri, Boy Teşkilatı, Destanları adlı eserini bir defa daha hatırlatıp
kendisini bir defa daha rahmetle ve minnetle anmak istiyorum.
Oğuzlar bu yeni yurtlara gelirlerken nasıl geldiler? Hocamın ifadesiyle göçkünleriyle
ve davarlarıyla her neye sahip ve malik iseler, maddi ve manevi neleri varsa hepsiyle
beraber geldiler. Adeta hane nakleder gibi, ev göçürür gibi… Ve o yüzden derdi ki
Dîvânu Lügâti’t-Türk’ü koltuğunuzun altına alınız, Anadolu’ya çıkınız ve Anadolu’yu
karış karış geziniz, Dîvânu Lügâti’t-Türk’te yazılı olmayan hiçbir şey yoktur ki
Anadolu’da bulmuş olmayasınız. O şekilde geldiler. Bakınız pamuk ticaretini
Oğuzlar getirdiler bu coğrafyaya, ipekböcekçiliğini de onlar getirdiler bu coğrafyaya.
Örnek olsun diye veriyorum. Elbette devlet yönetimi anlayışını da onlar getirdiler,
Uç Teşkilatına varıncaya kadar.
Türkiye Türkleri açısından 11. yüzyılda ifade etmek lazım gelen bir diğer husus;
hayatı Kalincer Kalesi’nde dramatik bir şekilde son bulmuş olan Arslan Yabgu ve
oğullarının, Kutalmış Yabgu ve oğullarının Yabgulu Türkmenlerinin başında olarak,
493
REŞAT GENÇ
bir kısmı fetihten daha önce, çoğu fethi müteakip Küçük Asya’ya gelip bu toprakları
iskân etmek suretiyle Türkiye Selçukluları Devletini kurmuş olmaları yani Türkiye
tarihinin Türklerle, Oğuz Türkmenlerle başlangıcını teşkil etmiş olmalarıdır ki bu
itibarla Selçuk’un oğullarından Arslan Yabgu Türkiye Türklüğünün büyük atası
olmak itibariyle ayrıca bir anılmaya ve saygıya değer ki biz tarih derslerimizde
konularımızda işin bu tarafını biraz es geçiyoruz onu pek tebarüz ettirmiyoruz
herhalde belirtmekte vurgulamakta fayda olduğu kanaatindeyim. Ve bu Oğuzların
ki Suriye ve Filistin’i de büyük ölçüde onlar iskân ettiler. Yabgulu Türkmenleri “etTürkmen el-Yavgiyye” olarak kaydedilmiş iken nasıl olduysa bu Yavgiyye kelimesi
belki yabancı bir yazar tarafından orasına burasına bir nokta bir hareket konulması
itibariyle “Navekiye” şeklinde okundu ve demin adlarını andığım hocalarımın pek
çoğu da “Navekiye Türkmenleri, Navekiye Türkmenleri” diye yazageldilerdi. Navek
diye bir yer yok, navek diye bir boy adı yok, navek diye bir şahıs adı yok bir kavim
kabile yok.
Dolayısıyla Navekiye Türkmenleri olamaz. Bunlar “Yavgiyye
Türkmenleri” idi. Yabgulu Türkmenleri… Hangi Yabgu? Arslan Yabgu’ya bağlı olan
Türkmenler. Irak Türkmenlerinin de özünü onlar oluşturdular. Ve bu Yavgiyye
Türkmenlerinin “Yabgulu Türkmenlerinin” bir başka önemli rolü de 11. yüzyılın
sonlarından başlayarak Anadolu’da da Suriye’de ve Filistin’de de çok uzun yıllar
Haçlılara karşı bu bölgenin bu yörenin ve varlığını ve elbette Türklüğünü
Türkmenliğini müdafaa etmek vazifesi ile adeta kedilerini vazifeli görmüş
olmalarıdır. Ve doğrusu onlara o konuda diğer Oğuz boylarının da çok büyük katkı
sağladıkları, destek verdikleri unutulmamalıdır. Dolayısıyla değerli arkadaşlar ben
11. yüzyılda Oğuzların tarihî seyri ile ilişkili olarak bugüne kadar yazılmış söylenmiş
olanların dışında daha iyi araştırılması, daha iyi incelenmesi, daha dikkatle
yönelinmesi gereken bazı noktalara işaret etmeye gayret ettim…
Sabırlarınız için teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum.
494
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
KIRGIZCANIN İÇKİLİK (GÜNEYBATI) AĞIZLAR GRUBUNDA
OĞUZCA ALT KATMANA AİT İZLER
R YS B E K AL İ MOV
1. Giriş
Bugünkü Kırgızistan’ın güneybatısında bulunan Batken vilayetindeki Batken, Kadamcay ve Leylek rayonları1, Oş vilayetine bağlı Nookat rayonu ile bugünkü Özbekistan ve Tacikistan’a bağlı komşu (Özbekistan’da Fergana, Hokand, Cizzak, Semerkand, Taşkent vd., Tacikistan’ında ise Hocent, Cergetal ve Murgab) bölgelerde konuşulan Kırgızca değişkeleri ilgili literatürde toplu olarak Güneybatı ağızlar grubu
olarak değerlendirilir. Bölgede yerleşik Kırgızların İçkilik olarak bilinen geleneksel
bir boy birliği içerisinde bulunmalarından dolayı da onların ağızlarına ayrıca İçkilik
ağızları da denir. (örneğin bk. Bakinova, 1956; Yunusaliyev, 1971, ss. 81-83).
Özellikle isim çekimi ve sözvarlığında dikkat çeken baskın Karluk-Uygur etkisi yanı
sıra söz konusu ağızlar grubunda dilin çeşitli (ses, biçim, cümle ve sözvarlığı) düzeylerinde Güney Sibirya, Kıpçak-Nogay ve Oğuz gruplarına ait özellikler de karışık
veya paralel olarak görülmektedir.
Temelde bu durum ağızların konuşulduğu coğrafyadaki etnogenetik durumun doğrudan dile yansıması olayıdır. Benzer görünüş Altayca, Hakasça Kazakça, Özbekçe,
Türkiye Türkçesi, Uygurca gibi diğer Türk dillerinde de yaygındır.
Kırgız şecere geleneğine göre İçkilik grubunu teşkil eden boylar günümüzde şunlardır: Kıpçak, Teyit, Töölös, Kangdı, Avat, Börü, Kesek, Cookesek, Boston, Noygut, Katagan,
Orgu, Uygur ve Savay.
Ancak Kırgızistan’ın güneybatı bölgesi dışında (örneğin: Isık-Köl, Talas, Çüy, Çatkal
vd.) yaşayan Kıpçak, Katagan, Töölös, Kandgı gibi boylara mensup kimselerin kendilerini İçkilik grubuna dâhil etmemeleri, İçkilik isminin şecere geleneğine göre bu birliğe
1
rayon: Kırgızistan’ın idarî bölümlenmesinde oblast’tan (vilayet) sonra gelen bir alt birimdir.
495
RYSBEK ALİMOV
dâhil olan kabilelerle değil, daha çok mezkûr bölge ile ilgili bir etnonim, daha doğrusu polietnonim olduğunu düşündürmektedir.
Nitekim İçkilik birliğindeki boyların çoğunun 1950’lere kadarki etnografik araştırmalarda (örneğin Abramzon, Vinnikov vd., bk. Bakinova, 1956, s. 9) İçkilik denilmekle
birlikte Kırgızların geleneksel ikili etnopolitik yapılanmasında Oŋ “sağ” veya Sol
“sol” gruplardan birine dahil olduğu da görülür. Üstelik Abramzon’un (1971, s. 31)
da belirttiğine göre, İçkilik birliği mensubu kabul edilen bölgedeki kimi boylar da
kendileriyle ilgili böyle bir birlik adını tanımamaktadır.
İçkilik boyları içerisinde ve çevresinde ayrıca On Uul↔Otuz Uul, Bulgaçı↔Otuz Uul,
Ak (Çal)↔ Kara, Toguz Uul↔Kırgız 2 vs. gibi ikili karşıtlıkların varlığı mezkûr bölgede
geleneksel ikili (dual) etnopolitik yapılanmaya sahip çok sayıda Türk kavminin iç içe
ve üst üste katmanlaştığına işaret etmektedir3.
Bölgedeki boylar arasında Kızılbaş, Gökleŋ, Ersarı, Teklen, Teke, Türkmön gibi Oğuz
soylu, diğer taraftan Urgu, Sokolok, Mürküt gibi Tuva ve Altaylılara ait, ayrıca Çogorok, Çüyüt, Türktow, Sart-Kıpçak, Tarançı, Uygur, Galça gibi karışık etnik isimlerin
bulunması (bk. Karatayev, 2003) bu düşünceyi açıkça desteklemektedir.
İçkilik Kırgızlarının bir kısmının kendi grupları dışındaki Kırgızlara hitaben kullandıkları Arkalık “dışarıdan olan” karşıtlığı, bununla birlikte İçkilik’e eşanlamlı olarak
On Uul “On Oğul”, Bulgaçı ve Toguz Uul “Dokuz Oğul”, onların karşıtı olarak da
sırasıyla Otuz Uul “Otuz Oğul” ve Kırgız isimlendirmelerinin kullanılması ise İçkilik
adının günümüzde, artık bu grubun alt katmanına dönüşmüş yerli Türk boylarına
ait askerî-siyasi yapılanmanın bir kolu olduğunu düşündürmektedir.
Pisarçik ve Karmışeva’nın kayıtlarındaki Tacikistan (Cergetal) Kırgızlarının “Kırgızlar (Otuz Uul kabile birliğini teşkil eden) Dış Kırgızlar ve (bizlerin de bünyesinde
olduğu) İç Kırgızlar diye ikiye ayrılır.” şeklinde açıklamaları meseleye ipucu sunmaktadır (bk. Pisarçik, 1955, s. 141; Karmışeva, 1959, s. 173).
Türklerin geleneksel etnopolitik yapılanmasındaki iç-dış karşıtlığının temelde Oğuz
boylarında görülmesi ve İçkilik birliğine giren daha küçük boylar arasında Bayat,
Bayandar, Çövdör (<Çavdır ~ Çavuldur), Göklen, Ersarı, Karatay, Kızılbaş, Kurt (Bala),
Sogur (<Salgur?) Teke, Teklen, Türkmön gibi Oğuz-Türkmen soylu etnonimlerin bulunması İçkilik adının Oğuzlardan kalma olabileceğine fikrini sağlamlaştırmaktadır4.
Nitekim Ataniyazov (1994, ss. 62-63) Oğuz boylarında görülen iç ve dış karşıtlığının
tarihî Oğuzlarda olduğu kadar bugünkü Türkmen boyları arasında da devam ettiğini
belirtir.
2
3
4
On Uul ve Toguz Uul isimlendirilmelerinin aslında On Oğuz ve Tokuz Oğuz gibi boy adlarının
Otuz Uul (Talas yazıtlarındaki Otuz Oġlan) analojisiyle Kırgızcaya halk etimolojisi yöntemiyle
uyarlanmış olması muhtemeldir.
Bazen Bulgaçı↔Otuz Uul örneğinde olduğu gibi geçerliğini yitiren karşıt unsur (bu durumda
On Uul “On Oğul”) yenisiyle yer değiştirilebiliyordu.
Karatayev (2002, ss. 200-207) Kırgız ve Oğuz-Türkmen paralel boy adlarının sayısını 200’den
fazla olarak vermektedir. Ataniyazov’da (1994, s. 106) ise bu sayıyı tam olarak 183’tür, bunlardan 22’si ise hem klan, hem de boy adı olarak tamamen uyuşmaktadır.
496
KIRGIZCANIN İÇKİLİK (GÜNEYBATI) AĞIZLAR GRUBUNDA OĞUZCA ALT KATMANA AİT İZLER
Kafkas dillerindeki dilsel alt katmanlar üzerine uzmanlaşan Abayev bir etnik alt
katmanın yalnızca etnonimler ve dilsel veriler aracılığıyla değil, kendini aynı zamanda folklor, etnografya, maddi kültürde de hissettirdiğini ve söz konusu alanların
geçmişe ait izler taşıdığını söyler (bk. Abayev, 1956, ss. 57-69).
İçkilik Kırgızları ve Oğuz-Türkmen etnokültürel münasebetleri bağlamında Vasilyeva’nın (1964, ss. 91-92) Türkmen ve Kırgızların maddi kültüründeki bazı benzerliklerden hareketle bunların tesadüfî veya kültürel bir alıntı olamayacağı, bu yüzden de
her iki halkın ortak bir etnik alt katmana sahip olduğuna inandığı görüşünü zikretmemiz de burada yerinde olacaktır. Vasilyeva’nın sözünü ettiği benzerlikler ise şunlardır: a) Türkmen kadın elbisesinin göğüs ve omuzlarına takılan gülәkә ve bozbent
adlı gümüşten yapılmış süslemelerin şekilleri ve özellikle üzerindeki motifleri ile
güneyli Kırgızların kullandığı töönöç’ün aynı olması; b) Türkmenlerde köcime olarak
bilinen dikiş tarzının onlar dışında yalnızca Başkırlarda ve güneyli (İçkilik –RA) Kırgızlarda görülmesi.
Ataniyazov (1994, s. 108) Türkmen etnonimleriyle ilgili çalışmasında Kırgız ve OğuzTürkmen boy ve özellikle klan adları arasındaki örtüşmelerin istatistiğini de vermektedir. Buna göre Adigine boyuyla Türkmen boyları arasındaki paralellik 88, Sayak
boyuyla 55, Sarıbagış boyuyla ise 53 olarak kaydedilmiştir. Diğer boylarda bu sayı
azalarak devam eder. Bu verilerin etnogenetik açıdan azımsanmayacak değere sahip
olduğu şüphesizdir. Ancak bir yandan Kırgızlar ve Türkmenler arasında tarihî etnonimler açısından paralelliklerin görülmesi olağan karşılanmalı, zira her iki kavim de
ortak geçmiş, dil ve kültür zeminine sahiptir. Öte yandan Ataniyazov’un (1994, s.
202) Moğol istilası sonrası (XV. yy.dan itibaren) oluşan katman diye sınıflandırdığı
etnonimlerdeki (özellikle klan adlarındaki) örtüşmelerin, bu iki halkın komşu coğrafyalarda yaşamadıkları gerçeği de dikkate alındığında, büyük ölçüde tesadüfî
olduğu söylenebilir.
Bariz etnokültürel paralelliklere rağmen, Kırgız ve Oğuz-Türkmen etnogenetik bağları kapsamında İçkilik birliği, her nedense, araştırmacıların dikkatinden kaçmış veya
çekmemiştir. Hâlbuki yukarıda da belirttiğimiz gibi, Oğuz kökenli tarihî boy adlarının neredeyse tamamı, Karatayev’in (2003, s. 170) de doğru tespit ettiği gibi, İçkilik
birliği, özellikle Teyit boyu içerisinde görülmektedir.5 Teyitler İçkilik birliğinin nüfus
bakımından en kalabalık boyu olmakla birlikte, diğerlerine kıyasla çok daha büyük
bir coğrafyada meskûndurlar. Bu boyun mensubu Kırgızlar günümüzde başta Leylek olmak üzere Batken, Nookat, Çon-Alay, Suzak (Kırgızistan), Bahmal, Zaamin
(Özbekistan), Cergetal ve Murgab (Tacikistan) bölgelerinde, diğer bir deyişle İçkilik
coğrafyasının tamamında yaşarlar.
Teyit boyu hem tarih ve folklor kaynaklarında, hem de şecere geleneğinde Kırgız
boylarının en önemlilerinden biri kabul edilir (bk. Karatayev, 2003, s. 170). XVI. yüzyıldaki Cungar istilası sebebiyle Yedisu bölgesinde yaşayan Kırgız boylarından bir-
5
Ataniyazov (1994, s. 108)’de Teyit boyunda geçen etnonimler ile Türkmenlerdeki paralellerinin
toplam sayısını 10 olarak vermektedir. Ataniyazov Kırgız-Türkmen etnik paralelleri için yalnızca iki (Asanbayev, 1966 ve Vinnikov, 1956) kaynaktan yararlandığını belirtmektedir, Teyit
boyu yazar tarafından belki de bu yüzden göz ardı edilmiştir.
497
RYSBEK ALİMOV
çoğu, Teyitler dâhil, Fergana vadisine göç etmiş ve nüfusça daha kalabalık olmalardan ötürü bölgedeki az sayılı otokton (yerli) konargöçer Türk boylarını bünyelerine
katmıştır. Örneğin, Babürname’de “Fergana ve Kaşgar dağları arasında oturan, öküz
yerine yak besleyen ve nüfusu 5-6 bin aile olan Andican vilayeti göçebelerinden”
olarak tarif edilen Çegrek boyu (Arat, 2000, s. 48) günümüzde Çogorok adıyla Teyit ve
Boston boylarının bir alt koluna dönüşmüştür (bk. Karatayev, 2003, s. 196).
Çogorok örneğinde olduğu gibi, Fergana vadisinin güney kısımlarında yerleşik,
yukarıda adlarını saydığımız az sayılı yerli göçebe veya yarı göçebe Oğuz boylarının
da başta Teyit olmak üzere bölgeye XVI. yüzyıldan itibaren göç eden diğer Kırgız
boylarının himayesi altına girdikleri ve onlara nüfuz ettikleri düşünülebilir. Güney
Kırgız boyları içerisindeki Oğuz-Türkmen bileşenlerin etnopolitik yapısında görülen
arkaik iç-dış karşıtlığı da zamanla işlevini genişleterek, Fergana bölgesinin güneyindeki dağlık bölgelerle Bahmal, Karategin ve Pamir gibi komşu bölgelerdeki Kırgız
boylarını da kapsamış olmalıdır.
2. İçkilik Kırgızlarında Oğuzca alt katman
İçkilik (Güneybatı) Kırgız ağızlarının diğer Kırgız ağızlarından farkı, yukarıda da
belirttiğim gibi, önemli ölçüde Karluk grubu Türk dillerine, yani Özbekçe ve Uygurcaya özgü özellikler taşıyor olmasıdır. Özellikle yerleşik hayat ve tarımla ilgili meslekî söz varlığında dikkat çeken bu durum kendini ayrıca isim çekiminde ve yapım
eklerinin kullanımında da belirgin bir biçimde gösterir (ayrıntılı bilgi için bk. Yunusaliyev, 1971; Alimov, 2011, ss. 185-206 vd.)
Bununla birlikte bu ağızlar grubunda bir yandan Güney Altay, diğer yandan ise
Kıpçak-Nogay grubu Türk dillerine özgü niteliklerin karışık veya paralel kullanıldığı
da görülür. Bu özellikler bilhassa fiil çekiminde morfolojik dubletler biçiminde ön
plana çıkmaktadır.
Örneğin, iyә // oowa “evet”, krş. Kaz. iyә “evet”, sayra- // sarna- “ötmek; şarkı söylemek”, krş. Alt. Hak., Şor. sarna- “şarkı söylemek”; 3. çokluk şahıs görülen geçmiş
zaman çekimi {-DIlAr}: kettiler // ketişti // ketiştiler “gittiler”, krş. ÖK. ketişti, ancak Alt.
Kaz. vd. kettiler “gittiler”; 1. çokluk emir-istek eki: ketelik // keteliŋ // keteyli // keteyik
“gidelim”, krş. ÖK. keteli, Kaz. keteyik, Özb. ketaylik, ketayliŋ; 3. çokluk şahıs şart çekimi {-sAlAr}: ketseler // ketişse “gitseler”, krş. Alt., Kaz. ketseler; 2. çokluk şahıs emir
çekimi {-GIlA}//{-IŋlAr}:: çıqqıla // çıgıŋdar “çıkınız”, ketkile // ketiŋder “gidin”, krş. ÖK.
çıqqıla, ketkile, Şor. sıhhla, kilegle, ancak Alt. çıġıġar, ketiger, Kaz. şıġıŋdar, ketiŋder vd.
Diğer yandan önseste b~m ikililiği hususunda İçkilik ağızlarından bazılarının genellikle b’den yana olması, önseste k->g-, q->ġ- ve t->d- ötümlüleşmesindeki tutarlılık,
Kaşgarlı’nın Oğuzca özellik diye belirttiği sözcüğe sürekli yapılan hareket anlamı
katan +AGAn ve +Ak sıfat-fiil eklerinin söz konusu ağızlarda görülmesi, bazı örneklerde +A datif ekiyle +Iŋ genitif ekinin korunmuş olması gibi olgular bu ağızlar grubunda Oğuzca özelliklerin de varlığına işaret etmektedir.
Bu özelliklerin büyük bir kısmı ne diğer Kırgız ağızlarında, ne de komşu Özbek
ağızlarında görülür. Buna ilaveten Oğuzca kabul edilen bu tür özelliklerin İçkilik
ağızlar grubunun tamamında yaygın olduğunu söylemek de doğru değildir. Coğrafî
düzlemde değerlendirdiklerinde, onların daha çok Teyit boyunun yaşadığı Leylek498
KIRGIZCANIN İÇKİLİK (GÜNEYBATI) AĞIZLAR GRUBUNDA OĞUZCA ALT KATMANA AİT İZLER
Cergetal-Murgab ekseninde adacıklar veya paralel olarak görüldüğü dikkat çekmektedir.
Kanaatimizce, bu ve aşağıda ayrıntılı göstereceğim diğer benzer özellikler İçkilik
Kırgızları bünyesindeki alt katmana dönüşmüş Oğuz-Türkmen kökenli boyların
dilinin yansıması olmalıdır6.
2.1. Fonetik özellikler
2.1.1 Birincil uzun ünlüler
Kırgızcanın diğer ağızlarında da bazen bu ünlü niceliğine sahip örneklere rastlanır,
ancak İçkilik ağızlar grubunda bu arkaik özellik yüzden fazla örnekte kaydedilmiştir.
Örneklerden yetmişi Türkmencedeki örneklerle aynen örtüşmektedir. Yukarıda da
belirttiğimiz gibi bu ses olayı daha çok Leylek-Batken (Çayırçı)-Cergetal-Pamir ekseninde görülür. Bu bölgedeki Oğuz-Türkmen alt katmanına ait korunmuş bir fonetik
özellik olmalıdır.
Örneğin: İK. aːġıl “ağıl”, ÖK. − ; Trkm. aːġıl (Hamzayev, 1962, s. 22), Hlç. aġıl (Doerfer
ve Tezcan, 1980, s. 80); İK. aːrı- (I) “yorulmak; zayıflamak”, ÖK. arı- (I) (Yudahin,
1999, s. 72), Trkm. a:r- (Hamzayev 1962: 51), Hlç. harqaːn, harqan “zayıf” (Doerfer ve
Tezcan, 1980, s. 126), Yak. ır-, ıːr- (Pekarskiy, 1959, s. 3808); İK. baːqır- “bağırmak”,
ÖK. baqır- (Yudahin 1999: 102); Tkm. baːgır (Hamzayev, 1962, s. 65); İK. moːru “baca”,
ÖK. mor (Yudahin, 1999, s. 532); Tkm. moːr (Hamzayev, 1962, s. 449), Özb. Andican
ağız. mo:r, ; İK. böːrü “kurt” (Mukambaev, 2009, s. 255), ÖK. börü (Yudahin, 1999, s.
153); Trkm. böːri (Hamzayev, 1962, s. 110); Hlç. bīeri (Doerfer ve Tezcan, 1980, s. 91)
vd. Diğer örnekler ve ayrıntılı bilgi için ayrıca bk. Alimov, 2010, ss. 251-268.
2.1.2 y- > Ø
İçkilik ağızlarında bazen önseste y- > Ø olayı da görülür. Bu ses olayı aslında Kırgızcanın bütün ağızlarında ıyla- (ET. yıġla-), ır (ET. yır) gibi örneklerde de karşımıza
çıkar, ancak İK. örnekleri ÖK.da tamamen c- iledir. Bazı örnekler Özbekçe ve Uygurcada da y > Ø denkliğine uygundur, ancak Moğ. cirga- > İK. ırġa- (ÖK. cırġa-) “mutlu
olmak, keyif yapmak” örneği, bu ses olayının İçkilik ağızlarında bağımsız paralel
geliştiğine işaret etmektedir.
İK. üz (< ET. yüz) “yüz”, krş. ÖK. cüz, Özb. yüz, ancak Uyg. üz, Örneğin: İK. eki üzdüw, ÖK. eki cüzdüw “iki yüzlü”.
İK. üzük (< ET. yüzük) “yüzük”, krş. Kırg. ağız cüzük, Kaz. žüzik, Alt. d’üzük vd., ancak
Özb. ve ağızları üzük, Azerb. üzük, TT.ağız. üzük, Trkm. ağız. üzük,
İK. üzüm (< ET. yüzüm) “üzüm”, krş. ÖK. cüzüm, ancak Özb. üzüm, ancak ağızlarda
yüzüm, Uyg. üzüm vd.
6
Bu çalışmada İçkilik boylarında görülen Oğuz tipli özelliklerle ilgili karşılaşılan en büyük
mesele söz konusu unsurların otokton mu, yoksa Özbekçe ve ağızları üzerinden mi geçtiği
sorusunun aydınlatılması olmuştur. Bu yüzden, yanlışlığa düşmemek adına, aynı zamanda
hem İçkilik ağızlarında, hem Özbekçe ve onun Fergana bölgesi ağızlarında görülen Oğuz tipli
unsurların tamamı atlanmış, yalnızca sonunculardan bağımsız veya paralel geliştiğini düşündüğümüz özelliklere yer verilmiştir.
499
RYSBEK ALİMOV
İK. ılı- (< ET. yılı-) “ılımak”, krş. ÖK., Özb. Kıpçak ağız., Uyg. cılı-, Özb. cili-, Kaz. žılı-,
Alt. d’ılı-, Trkm. yıla-, ancak Özb. Andican ağız. ılıq, TT. ılı-, AzT. ilmaġ “ılık” vd.
İK. ırġa- (<Moğ. cirga-) “mutlu olmak, keyif yapmak”, krş. ÖK. cırġa-, Kaz. žırġa-, Alt.
d’ırġa-, SUyg. yırġa-, Hak. çırġa-.
İK. örmölö- “sürünmek”, krş. ÖK. cörmölö-, Kaz. örmele-, Özb. o'rmala- vd.
İK. örmöçük (< ET. örümçek) “örümcek”, krş. ÖKırg. cörgömüş, Alt. d’örgömüş, ancak
Uyg. ö(r)müçük, Özb. o'rgimçәk, Kaz. örmekşi, TT. örümcek, AzT. hörümçәk,
y > Ø ses olayının bir başka özelliğiyle ilgili olarak Kaşgarlı DLT (I/33)’te şu bilgileri
vermektedir: “Oğuzlarla Kıpçaklar baş tarafında ىbulunan isim ve fiillerin ilk
harfini ’اﻟﻒe yahut ‘جye çevirirler.”. Bununla ilgili İK. ağızlarında 3 örnek kaydedilmiştir.
İK. aġaç (< ET. *yıgaç) “ağaç”, krş. ÖK. cıġaç “ahşap”, Özb. yıġåç, Uyg. yaġaç, Tuv. ıġaş,
ancak Kaz. aġaş, Trkm., TT. ağaç vd.
İK. aylaq (< ET. yaylaġ) “yayla”, krş. ÖK. cayloo, Kaz. žaylәw, Uyg. ağız. yaylaġ, Trkm.
yaːylaġ, AzT. ağız. yaylaq, TT. yayla vd.
İK. elatan “Teyitlerin bir alt boyu adı” < Trkm. yolatan “bir boy adı”.
2.1.3 Ön ve içseste b ~ m ikililiği
İçkilik ağızlarında dağınık da olsa Türk dillerinde görülen b- ~ m- ikiliğinde Oğuz
tipli ilkinden yana örneklere rastlanmaktadır. Örneklerin bir kısmı Özbekçedekilerle
paralellik arz etmektedir, ancak bir başka kısmı da özgündür. Bununla birlikte Özbekçenin Karluk ve Kıpçak ağızlarında bu ses olayıyla ilgili b-’den yana örneklerin
daha çok Taşkent şehir ağzında görüldüğünü, İçkiliklere komşu Fergana vadisi ağızlarında ise bunun aksine m-’li örneklerin baskın olduğunu belirtmemizde yarar vardır (bk. İbrahimov, 1967, ss. 56-57)
Arapça ve Farsça kimi örneklerde de alt katmanın bir etkisi olarak önseste m- > bdeğişimi görülmektedir. Bazı bölgelerde aşağıdaki örneklerin her iki şeklinin de
paralel, diğerlerindeyse ise tek şeklinin daha yaygın olduğu görülmektedir.
İK. ben ~ men “ben”, krş. ÖK., Kaz., Özb., Trkm., AzT. men, ancak TT., Gag. ben.
İK. benin ~ menin “benim”, krş. ÖK. menin, Kaz., Özb., Uyg., Trkm. meniŋ, AzT. menin,
ancak. TT., Gag. benim.
İK. böön, ayrıca böö, bööy, büyö “zehirli bir örümcek türü”, krş. Tkm. bö:v, mö:y “id.”
İK. bökür- “böğürmek”, ÖK., Alt. möörö-, Özb. bökir-, boqur- “bağırmak, çağırmak;
bağırıp çağırıp ağlamak; böğürmek” Tkrm. bögür- “böğürmek”, AzT. böyür-, TT.
böğür-“id.”.
İK. böŋgü (<ET. beŋgü), krş. ÖK. möŋgü “karla kaplı dağ”, Alt. möŋkü, Kaz. mәŋgi kar
“id”.
İK. böön “kör bağırsak”, krş. ÖK. möön, Alt. möön “oniki parmak bağırsağı”, Kaz.
büyen, Hak. (tuyuḫ) pöön “id.”.
500
KIRGIZCANIN İÇKİLİK (GÜNEYBATI) AĞIZLAR GRUBUNDA OĞUZCA ALT KATMANA AİT İZLER
İK. burun “burun”, krş. ÖK. murun, Kaz., Özb. Fergana ağız. murın, ancak Özb.,
Trkm., TT., AzT. burun vd.
İK. burun “önce”, krş. ÖK. murun, Özb. Fergana ağız. murun ~ burun, ancak Kırg.
Talas ağzı burun, ayrıca Özb., Trkm. TT. ağız. burun vd.
İK. başak “başak”, krş. ÖK. maşak, Özb. båşåq ~ maşåq, Kaz. masaq, ancak Trkm. baş,
AzT., TT. başak vd.
İK. bunday “bunun gibi”, ÖK. mınday, Kaz. munday, ancak Özb. bunday, Fergana ağız.
munı kәbi, munåqqå vd.
İK. boyun “boyun”, ÖK. moyun, Kaz. moyın, ancak Özb. boyın, Trkm, AzT., TT. boyun.
İK. buzow “buzağı”, krş. ÖK. muzoo, Uyg. muzay, ancak Kaz. buzaw, Özb. buzåq, Özb.
ağız. buzav, büzәk, Trkm. buzav, AzT. buzov, TT. buzağı.
Alıntı sözcüklerde görülen örnekler:
İK. beyman “misafir” (< Fa. mihmān), krş. ÖK., Kaz. meyman, Özb. mehmån, Trkm.
mıhman vd.
İK. buzurman “Müslüman” (Ar. müslim + Fa. ān), ÖK. Kaz, Özb., Trkm. musulman,
Uyg. ağız. busurman.
İçseste /b/’nin korunduğu örnekler:
İK. tapan “taban”, krş. ÖK. taman, Özb. tavån, Kaz., TT. tabani, Trkm. daban.
İK. kıpın “zerre”, krş. ÖK. kımın “zerre”.
İK. çabındı “kırpıntı”, krş. ÖK. çamındı.
2.1.4. Önseste k- > g- ötümlüleşmesi
İçkilik ağızlarında bu ses olayı kapsayıcı değildir, bazı bölgelerde Çüy ve Issık-Göl
Kırgız ağızlarında olduğu gibi k- > g- ötümlüleşmesi daha tutarlıdır. Ancak Cergetal
ve Pamir ağızlarında buna ilaveten q- > ġ- ötümlüleşmesinin örnekleri de dikkat
çekici sayıdadır. Sonuncu ses olayı diğer Kırgız ağızlarında görülmez. Bununla birlikte ötümsüz-ötümlü karşıtlığa sahip bu damak ünsüzlerinin karışık kullanımı veya,
özellikle Kadamcay bölgesi ağızlarında görüldüğü gibi, akıcı ünsüzlerden sonra
ötümsüz pozisyonunu korunması (örneğin, qara qarga, ala qarga, qara qoy, ala kiyiz, ar
qaysı, men keldim vd.) da görülmektedir. Özbekçenin komşu ağızlarında ise k- > g- ve
q- > ġ- ötümlüleşmesine rastlanmaz. Üstelik Özbekçenin Oğuzca Horezm ağızlarında
da bu ses olayı yaygın olmayıp, daha çok alıntı ve yansıma sözcüklerle sınırlıdır
(örnekleri için bk. Abdullayev, 1961, ss. 33-34).
İçkilik ağızlarında temel sözvarlığına ait örnekler şunlardır: a) İK. gel- “gelmek”, krş.
ÖK. kel-, İK. gen (talaa) “sürülmemiş tarla”, krş. ÖK. keŋ talaa, İK. giy- “giymek”, ÖK.
kiy-, İK. göm- “gömmek”, krş. ÖK. köm-, İK. gün “gün”, krş. ÖK. kün, İK. gülük at
“koşu atı”, krş. ÖK. külük at; b) İK. ġara- “bakmak”, krş. ÖK. qara-, İK. ġaldaġaç “kırlangıç”, krş. ÖK. qarlıġaç, İK. ġarı- “yaşlanmak”, krş. ÖK. qarı-, İK. ġarış “karış”, krş.
ÖK. qarış, İK. ġaz “kaz”, krş. ÖK. qaz, İK. ġaz- “kazmak”, krş. ÖK. qaz-, İK. ġıl- “kılmak”, krş. ÖK. qıl-, İK. ġılıç “kılıç”, krş. ÖK. qılıç, İK. ġonuç “konç”, krş. ÖK. qonç, İK.
501
RYSBEK ALİMOV
ġolo “bronz”, krş. ÖK. qolo, İK. ġorun- “korunmak”, krş. ÖK. qorun-, İK. ġuw “kuğu”,
krş. ÖK. quu vd. Diğer örnekler için bk. Mukambayev, 2009, ss. 280-315.
2.1.5 Önseste t- > d- ötümlüleşmesi
Türkçe kökenli sözcükler ölçünlü Kırgızcada önseste t- iledir, oysa İçkilik ağızlarında
birçok örnekte d- görülür. Buna karşılık önsesinde t- olan birçok Arapça ve Farsça
alıntı sözcük ölçünlü Kırgızcada ötümlüleşirken, İçkilik ağızlarında önsesini korur.
Örneğin, ÖK. dayar – İK. tayyar (< Ar. tayyār), ÖK. tandır ~ dandır – İK. tandır (Ar.
tannūr), ÖK. daam – İK. taam (Ar. taˊām) vd.
İbrahimov Özbekçenin Andican ve komşu ağızlarında görülen t- > d- değişmesini
(örneğin, dep-, ÖÖzb. tep- “tepmek”, dud-, ÖÖzb. tut- “tutmak”, devә, ÖÖzb. tepә
“tepe” vd.) Güney (Güneybatı (İçkilik) - RA) Kırgız ağızlarının etkisi olarak tarif etmektedir (bk. İbrahimov, 1967, s. 67).
İK. ağızlarında önseste t- > d- ötümlüleşmesine örnekler şunlardır:
İK. duura- “taklit etmek”, krş. ÖK. tuura-, eşseslisi tuura- “doğramak” Kaz. tuwra-,
Özb., Uyg. toġra-.
İK. dürkün “çeşit çeşit”, krş. ÖK. türkün, Kaz. türkin, Özb.ağız. turqun, Özb. turqum,
Uyg. türküm.
İK. döş “döş, göğüs”, krş. ÖK. töş, Kaz. tös, Özb., Uyg. töş.
İK. daş(tuw) “taş(lı)”, krş. ÖK. taş(tuu), Kaz. tas(tuw), Özb. tåş(lik), Uyg. taş(liq).
İK. debele- “tepelemek, üzerine basmak”, krş. ÖK. tebele-, Kaz. töbele-, Özb. tepala-.
İK. dovulgu ~ davılgı “bir bitki adı”, krş. ÖK. tabılġı, Uyg. tevilġa, tar. tabulġu (Babürname)
İK. deŋsel- “sallanmak”, krş. ÖK., Kaz. teŋsel-, Özb., Uyg. teng (> teŋse-).
İK. dep- “tepmek”, krş. ÖK., Kaz., Özb., Uyg. tep-, ancak Uyg. ayrıca devin- “sallanmak, sendelemek”, depse- “üzerine basmak”, Özb. ağız. depsin- “yeri tepelemek,
ayaklarıyla çiğnemek”.
İK. dize “diz”, krş. ÖK., Kaz. tize, Özb. tiz~tizza., Uyg. tiz.
İK. diyirmen “değirmen”, krş. ÖK. tegirmen, Özb. tegirmån, Uyg. tügmen, Kaz. diyirmen.
İK. doy “düğün, toy”, krş. ÖK., Kaz., Özb., Uyg. toy.
İK. dolu, dol, dowul “dolu”, krş. Özb. dol, Kaz. ağız. dolı, Uyg. ağız. toːli/tola, AzT., TT.
dolu, Trkm. dolı.
İK. doŋġuz “domuz”, krş. ÖK. doŋuz, Özb. tonġız, Uyg. toŋġuz.
İK. dumuk- “suya batmak, dumulmak”, krş. ÖK. tumçuk-, Kaz. tunşık-, Uyg. tunçuq-.
Alıntı sözcüklerde görülen örnekler:
İK. durp (< Fa. turb) “turp”, krş. ÖK., Kaz., Özb. turp, Uyg. turup.
İK. dünt (< Fa. tund) “içine kapanık; haşin”, krş. ÖK. tünt, Özb. tund.
502
KIRGIZCANIN İÇKİLİK (GÜNEYBATI) AĞIZLAR GRUBUNDA OĞUZCA ALT KATMANA AİT İZLER
2.1.6 Ön ve içseste b > v sızıcılaşması
Oğuz grubu Türk dillerinde ön, iç ve sonseste b > v sızıcılaşması yaygındır. Korkmaz
(2013, s. 57) DLT’deki Oğuzca ile ilgili örneklerin son ve iç ses durumundaki /b/ ile
ilgili olduğundan hareketle Kaşgarlı devri Oğuzcasında ön ses b > v değişiminin
henüz başlamamış olduğu yargısına varılabileceğini belirtmektedir. Genel olarak
Kırgızcada iki ünlü arasında kalan /b/ ünsüzü diftonglaşır. Örneğin: ÖK. aba > awa,
“hava”, ÖK. ooba > oːwa “evet” vd. Ancak İK. ağızlarında bu özellik iç ses durumundaki /b/ için, Oğuz grubunda olduğu gibi, akıcı ünsüzlerle komşuluk durumunda ve
önseste de görülür. Sonuncu durum bölgeye komşu Özbek ağızlarında ise görülmez.
Örneğin: İK. kelveyt “gelmeyecek”, krş. ÖK. kelbeyt, barvadım “gitmedim”, krş. ÖK.
barbadım, İK. tanvaymın “inkar etmem”, krş. ÖK: tanbaymın; İK. çımvı calġanvı “gerçek
mı yoksa yalan mı”, krş. ÖK. çınbı calġanbı vd.
3. Morfolojik özellikler
3.1.1 -Ak eki
Kaşgarlı Mahmut DLT’de (I/153-154) sözcüğe sürekli yapılan hareket anlamı katan –
<A>GAn sıfat-fiil ekinin, Oğuzlarla Kıpçakların çoğunun –GAk ve ek başı g’lerin
erimesiyle –Ak ile karşılandığını söyler. Örneğin, “içi sıkıntılı kişiye buş<a>ġan denir,
Oğuzlar ise g harfini atarak buşaq derler” der.
İK. ağızlarında ise bu tür sıfatlar türeten–AGAn ekinin –Ak ekiyle paralel kullanıldığı
görülmektedir. ÖK. ve diğer ağızlarda –AGAn eki az, onun metatezli varyantı -AnAk
daha çok kullanılır. –Ak eki ise yalnızca İK. ağızlarında görülür.
Örneğin: qaçaġan at ~ qaçaːq at “sürekli ürken at”, krş. ÖK: qaçanaq at; tevegen at ~ tevek
at “sürekli tepinen at”, krş. ÖK. tebenek at; köçögön ~ köçöök “çok göçen”; sezegen ~ sezek
“hemen hisseden”, kavaak it “çok havlayan köpek”, krş. ÖK. kabagan ~ kabanak it;
süzöök sıyır “sürekli toslayan sığır”, krş. ÖK. süzönök ~ süzögön uy; tepkeek “çok tepinen”, uçaak “sürekli uçan”, utkak “sürekli kazanan”, uhtaak “sürekli uyuyan, uykucu”, içeek “sürekli içen” vd.
Oğuz grubu Türk dillerinde hem -AGAn, hem de -Ak eki aynı işlevde kullanılır, ancak ilk ek yalnızca Oğuzcada değil, aynı zamanda diğer Türk dillerinde de yaygın
kullanılır. Örneğin: Kırg. KBalk. kaçaġan, Kaz., KKalp. qaşaġan, Kırg., Kaz, KKalp.
bilegen, Özb. bilågan vd.
Buna karşılık sonuncu ek ise Oğuz dilleriyle sınırlıdır. Örneğin: AzT. qaçaq “kaçak,
görüşmekten sürekli kaçınan kimse”, oynaq “çok oynayan, hareketli”, titrәk “titrek,
çok titreyen”; Trkm. bilik (<bil-Ak) “herşeyden haberdan olan kimse”, gaçak “sürekli
kaçan”, gezek “tekrar; hayvanları gütme nöbeti”, TT. avlak “çok avlanılan yer”, oynak
“hareketli, çok oynayan”, işlek “çok işleyen, canlı”, dönek “sözünden sık sık dönen”,
ışıldak “sürekli ışıldayan” vd.
3.1.2 +çI eki
İK. ağızlarıyla Oğuz-Türkmen morfolojik benzerliklerinden en dikkat çekenlerinden
biri şüphesiz +çI ekidir. Bu ek tarihî ve çağdaş Türk dillerinde “daha çok bir kimsenin belirli uğraş, meslek veya alışkanlığını, bazen de belirli bir toplumsal veya bölgesel gruba mensubiyetini bildirir (Şçerbak, 1977, s. 103).
503
RYSBEK ALİMOV
Ancak diğer yandan bazı Türk dillerinde bu ekin +lX eki işlevinde kullanıldığı da
görülür. Örneğin, Tuv. şkolaçı “okullu”, hoorayçı “şehirli”, TT. yabancı, Al(a)mancı
“Almanyalı (Türk)”, öfkeci “hiddetli”.
Türkmencenin Yomut ve Nohurlu ağızlarında ise bu ekin +lX eki işlevinde olmakla
birlikte daha spesifik anlamda, “belirli bir bölgenin, köyün, şehrin ahalisini belirtmek” için de kullanıldığı görülür (bk. Baskakov, 1970, s. 121). Örneğin: Hıvaçı “Hiveli”, Ürgencci “Ürgençli”, Arakçı “Iraklı”, Hocakölçi “Hocaköllü” vd. (benzer örnekler
için ayrıca bk. Ataniyazov, 1994, s. 56). Ek sadece şehir veya kasabaya değil, aynı
zamanda coğrafi alan veya bir boya mensubiyet de bildirebilir. Örneğin: şorçı “tuzlu
çölden olan”, takırçı “bozkırlı”, Yagmırçı “Yagmır boyundan olan” Keyikçi “Keyik
boyundan olan” (bk. Ataniyazov, 1994, s. 173).
Türkmencedeki bu ek birebir işlevleriyle Türk dilleri ve lehçelerinden yalnızca İK.
ağızlarında görülür. Örneğin: Alayçı “Alaylı”, Leylekçi “Leylekli”, Ferganaçı “Ferganalı”, Kadamcayçı “Kadamcaylı”, towçu “dağlı”, çölçü “ovalı”, köçmönçü “göçebe”, Çayırçı “Çayır(çı) boyundan olan” vd.
3.1.3 +Iŋ genitif eki
Kırgızca ve ağızlarında ilgi hal ekinin arketipi +nIn şeklindedir. İK. ağızları da istisna
değildir, ancak 1. ve 2. çokluk şahıs zamirlerinde ayrıca biziŋ ve siziŋ örneklerine de
rastlanmıştır. Örneğin: Bu sözdün biziŋçesi şu wolot. “Bu sözün bizim dildeki şekli
şudur.”, Endi biziŋ siziŋ kıvay le alaver “Şimdi de bizim sizin demeden al, durma!”
Biziŋdey kılatbede “Bizim gibi yapmaz ki.” vd.
ÖK. bu yapılar bizdin, sizdin, Özb. bizniŋ, sizniŋ Kaz. bizdiŋ, sizdiŋ vd. şeklindedir.
Oğuz grubu Türk dillerinde ise Trkm. biziŋ, siziŋ, TT., Gag. bizim, sizin, AzT. bizin,
sizin, Özb. Horezm ağız. biz(l)әni, siz(l)әni şeklindedir.
3.1.4 +A datif eki
Kırgızcada teklik şahıs iyelik eklerinden sonra gelen datif eki Oğuz dillerinde olduğu
gibi +A şeklindedir. Örneğin: üyümö (< üy+(ü)m+A), üyüŋö (< üy+(ü)ŋ+A), üyünö (<
üy+ü+n+A) vd. Diğer durumlardaise istisnasız +KA şeklindedir. İçkilik ağızlarında
bazen, özellikle Leylek ve Cergetal bölgelerinde sonsesi –k olan sözcüklere datif eki
geldiğinde ekin +A şeklinde olduğu görülmektedir.
Örneğin: Eşik+e çıġatpedeŋ “Dışarıya çıkacak mıydın?”, Onu Leylek+e salıp cügörüptü(r)
“Onu Leylek’e göndermiş” vd.
Korkmaz (2013, ss. 48-49) datif ekinin Eski Türkçede de –k ünsüzü ile sonuçlanan
sözcükler ile yer zarflarına ve 1., 2. şahıs iyelik eki almış sözcüklere geldiğinde +A
olduğunu belirtir. Korkmaz ayrıca +A yönelme hali ekinin Kuzeydoğu Karadeniz
ağızlarında bulunma işlevinin (yedi yaşuma iken “yedi yaşımda iken” vb.) de olduğunu ekler.
Benzer özellik İK. ağızlarında da görülmektedir: Çöcönü neŋ kiçineside apkeperdi. Eki-le
kündön kiyn, eki kündügünö (< kün+lük+ü+n+A) apkepergen. Kegenden kiyin … bir aygaça
caşıka (caşık (< Rus. yaşçik “kutu”) + A) salıp baktım. “Civcivleri henüz çok ufak iken
getirdi. Yalnızca iki gün sonra, henüz iki günlüğünde (günlük iken) getirmişti. (bk.
Bakinova, 1956, s. 116).
504
KIRGIZCANIN İÇKİLİK (GÜNEYBATI) AĞIZLAR GRUBUNDA OĞUZCA ALT KATMANA AİT İZLER
3.1.5 -Iver- tezlik bildiren tasvir fill yapısı
Kırgızcanın diğer ağızlarında görülen ivedilik bildiren iy- (< ıd-), ir- (< ciber-), ciber- (<
ıda ber-), yardımcı fiilleri yerine İçkilik ağızlar grubunda Oğuz grubu Türk dillerinde
olduğu gibi (-A/I zarf-fiil eki + ber- yardımcı fiili yapısının kullanıldığı görülür: içiver(ÖK. içip iy-/ir-/ciber-) “içivermek”; cügörüver- (ÖK. ciberip iy-/ir-) “gönderivermek” vs.
3.1.6 La enklitiği
Bağlandığı sözcüğün anlamını pekiştiren bu unsuru Kaşgarlı şöyle tarif etmektedir:
“İşin tahakkukunu ve bitmesini gösteren bir edat olmak üzere fiillerin sonuna gelen
bir harftir. Bunu Oğuzlar kullanırlar. Ol bardı la “O gitti be”, Ol keldi la “ O geldi be”,
(Onun gitmesi tahahhuk etti) ve (Onun gelmesi tahakkuk etti) anlamlarındadır. Bu
söz, işin olduğunu bilmediği için dinleyen adamda bir parça inkar anlamı bulunduğu zaman kullanılır. Bunu öbür Türkler bilmezler.” (bk. DLT/III, s. 213). Kaşgarlı
Mahmut her ne kadar yalnızca Oğuzlara özgü olarak kaydetmişse de, söz konusu
enklitik unsur çağdaş Türk dilleri arasında bir taraftan Altayca, Kırgızca, Tatarca,
Uygurca gibi Karluk-Kıpçak, diğer taraftan ise Türkmence ve Türkiye Türkçesi gibi
Oğuz grubu dillerinde görülür (bk. Nalbant, 2004, ss. 2157-2174; Ercilasun, 2008, ss.
35-56).
Kırgızcanın diğer ağızlarında söz konusu edat ele biçiminde iken, İçkilik ağızlarında
le biçimindedir. İşlevi açısından farkı olmasa da, fonetik görünümündeki arkaik
durum onun bağımsız gelişimine işaret etmektedir. Oğuz alt katmanına ait olması
pek muhtemeldir. Örneğin: Özüŋ-le keveytpedeŋ “Yalnızca kendin gelseydin”, O bardıle “O gitmişti ya” vd.
4. Sözvarlığına ait izler
Sözvarlığının değişime açık bir alan olması sebebiyle İçkilik ağızlarında yalın Oğuzca
olarak nitelendirilebilecek sözcükler mevcut değildir. Zaten Türkçe sözvarlığını
Kıpçakça, Karlukça, Oğuzca vd. şeklinde ayrıştırmak da doğru sayılmaz, zira belirgin leksik dubletler de dâhil, Türkçe sözcüklerin bu dillerin konuşulduğu coğrafyaların tamamında ister yaygın, ister adacık halinde, ister aktif, ister pasif sözvarlığında,
ister neolojizm, ister arkaik biçimde olsun, bir şekilde görülme olasılığı oldukça yüksektir. Bu yüzden genel olarak sözvarlığı dildeki katmanlaşmayı belirlemede bir
ölçüt kabul edilemez. Ancak bazı sözcüklerin hem yapısal, hem de etnokültürel açıdan spesifik kullanımı, bünyesinde bulundurduğu karakteristik yapım ekleri, sahip
olduğu semantiğin kronolojik dizini gibi durumlar söz konusu katmanların tespitinde yine ipucu vazifesi görebilmektedir.
İçkilik ağızlar grubuna bakıldığında onun sözvarlığı alanında Oğuzca alt katmanına
ait olduğuna işaret eden bu türden örneklere de rastlanmaktadır.
Batken bölgesinde bak- fiili ÖK. qara- ve tasfir fiillerinde yardımcı fiil olarak kör- yerine kullanılır. Bu durum diğer Kırgız ağızlarında olduğu kadar komşu Özbek ağızlarında da görülmez. Örneğin: İK. beri baq “buraya bak”, ÖK. beri qara, , Özb. beri qåra,
İK. oylonup baq “düşün bir bak”, ÖK. oylonup kör, Özb. oylәnip kör, İK. kirip baq “gir bir
bak”, ÖK. kirip kör, Özb. kirip kör, İK. tilenip baq “sor bir bak”, ÖK. surap kör, Özb.
sorәp kör vd.
505
RYSBEK ALİMOV
Batken ağzında ayrıca qaçan sözcüğü yalnızca “ne zaman” değil, ET. de olduğu gibi
“nasıl” anlamında da kullanılır7. Sonuncu anlam yalnızca Oğuz grubu Türk dillerinde korunmuştur. Örneğin, TT. qaçan (haçan) “ne zaman, ne zaman ki, her ne zaman,
vaktaki, nasıl, ne suretle” (bk. Dilçin, 1983, s. 121; Yavuzarslan, 1993, s. 316). Kırgızcanın öteki ağızlarında ve Özbekçede olduğu gibi, bölge halkının dilsel teması mümkün olabilecek komşu Türk dillerinin hiçbirinde benzer anlam yoktur, sözcük yalnızca “ne zaman” anlamında kullanılır. Örneğin: kaçan bilem “nasıl/nereden bileyim”,
ÖK. kaydan bileyin vd. (örnek için bk. Mukambayev, 2009, s. 466).
Diğer örnekler: İK. bile- “bilemek”, krş. ÖK., Kaz., Uyg., Özb. qayra- “id.”, ancak
Trkm., AzT., TT. bile-; İK. beşli “beş yaşında hayvan”, krş. ÖK. - , TT. ağız beşli “id.”
vd; İK. itele- “itelemek”, krş. ÖK. türt-, iter-, Özb. iter-, Uyg. itter-, ancak AzT. itәlә-,
Tkrm., TT. itele-; İK: geri “dağın eteği”, krş. ÖK. -, TT. geri “dağın girintili çıkıntılı
yeri”, İK. buuruq “şiddetli don”, krş. ÖK.-, TT. ağız. buruk “şiddetli kar, fırtına, kasırga”, İK. geri- “inat etmek, çabalamak”, krş. ÖK. -, TT. ağız. geri-“ inat etmek”, İK. derit
“mısır, kepek vd. samanı sıcak suyla haşlayıp, ardından mısır, kepek vd. karıştırılarak hayvanlara verilen yemek”, krş. ÖK.-, TT. ağız. dirit “buğday, nohut ve börülceyi
birlikte pişirerek yapılan yağsız yemek”, İK. közük- “gözükmek”, krş. ÖK-, ancak
Uyg. közük- “doğrumak; gözükmek”, TT. gözük-, İK. mara- “gözlemek, bekleyip uzağa
bakmak”, krş. ÖK. -, ancak Uyg. mara- “gözlemek, gizlice bakmak”, TT. ağız. maragözlemek, gizli olarak bakmak”, İK. uz “uzun, çok uzak”, krş. ÖK. -, TT. ağız. uz
“uzun, çok uzak”, İK. eğin “üst baş, giyecek, krş. ÖK. - , TT. ağız. eğin “üst baş, giyecek, İK. umaç “hamurdan yapılmış bir çeşit yemek”, krş. ÖK. -, Uyg. umaç, TT. ağız
umaç (çorbası) vd.
KISALTMALAR
Alt.
Altayca
Ar.
Arapça
AzT.
Azerbaycan Türkçesi
DLT
Divanü Lügati’t-Türk
Fa.
Farsça
Hak.
Hakasça
Hlç.
Halaçça
İK.
İçkilik Kırgız ağızları
Kaz.
Kazakça
KBalk.
Karaçay-Balkarca
KKalp.
Karakalpakça
ÖK.
Ölçünlü Kırgızca
ÖÖzb.
Ölçünlü Özbekçe
Özb.
Özbekçe
Rus.
Rusça
Şor.
Şorca
7
Sözcüğün ET. anlamları için bk. Nadyelyayev vd. 1969: 400b
506
KIRGIZCANIN İÇKİLİK (GÜNEYBATI) AĞIZLAR GRUBUNDA OĞUZCA ALT KATMANA AİT İZLER
Trkm.
Türkmence
TT.
Türkiye Türkçesi
Uyg.
Uygurca
Yak.
Yakutça
KAYNAKÇA
Abayev, V. İ. (1956). O yazıkovom substrate, Dokladı i soobşçeniya instituta yazıkoznaniya AN SSSR. No. 9, 57-69.
Abduldayev, E. (1966). Kırgız tilinin govorloru, Frunze: Til cana Edebiyat İnstitutu
Basması
Abduldayev, E., Bakinova, G., Beyşekeyev, N., (1955). Özbekstandagı Kırgızdardın
tilindegi cergiliktüü özgöçölüktör. Frunze: Til cana Edebiyat İnstitutu Basması
Abdullayev, F. A. (1961). Horezmskiye govorı uzbekskogo yazıka. I. Slovar; 2. Klassifikatsiya horezmskih govorov. Taşkent: İzdatelstvo Akademii Nauk Uzbekskoy SSR.
Abramzon S. M. (1971). Kirgizı i ih etnogenetiçeskiye i kulturnıye svyazi. Leningrad:
Nauka.
Abdullayev, H. (2014). K voprosu o kırgızah v Fergane. kyrgyz.ru (erişim tarihi: 15 Ocak
2014).
Alimov, R. (2010). Kırgızcanın İçkilik Ağızlar Grubunda Birincil Uzun Ünlüler ve
İzleri. Modern Türklük Araştırmaları Dergisi Cilt 7. Sayı 1 (Mart 2010). 251-268.
Alimov, R. (2011). Kırgızcanın İçkilik Ağızlar Grubu Üzerine. Türklük Bilimi Araştırmaları. Journal of Turkology Researches (TUBAR) 2011, XXX/Güz. 185-206.
Ataniyazov, S. (1994). Etnonimı v turkmenskom yazıke. Aşhabad: Ilım.
Azәrbaycan Dialektoloji lüğәti (1999). I cild, A-L, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Azәrbaycan Dialektoloji lüğәti (2003). II cild, M-Z, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Bakinova, G. (1955). Kırgız tilinin Oş govorloru. Frunze: Til cana Edebiyat İnstitutu
Basması.
Baskakov, N. A. (1970). Grammatika turkmenskogo yazıka, I. Fonetika i Morfologiya. (ed.)
Aşgabad: Ilım.
Clauson, G. (1972). An Etymological Dictionary of Pre-Thirtheenth-Century Turkish.
Oxford: Clarendon Press.
Doerfer, G. ve Tezcan, S. (1980). Wörterbuch Des Chaladsch (Dialekt Von Charrab). Budapest: Akadémiai Kiadó.
Ercilasun, A. B. (2008). La Enklitiği ve Türkçede Bir “Pekiştirme Enklitiği” Teorisi. Dil
Araştırmaları Dergisi. sayı 2 (Bahar). 35-56.
Gopuri, G. (1986). Uygur Şiveleri Sözlügü. Pekin: Milletler Neşriyatı.
İbrahimov, S. (1967). Özbek Tilining Andicån Şivәlәri (Fonetika va Morfologiya). Taşkent:
Fәn Naşriyåti.
Karatayev, O. (2002). Kırgızların-Oğuzların (Türkmenlerin) Tarihi ve Etnik Bağları.
(Aktaran M. Kalkan). Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi. Bişkek. 200–207.
507
RYSBEK ALİMOV
Karıniyazov, T. N. ve Borovkov, A. K. (1941). Uzbeksko-Russkiy Slovar. Taşkent: İzdatelstvo Uzb. Filiala Akademii Nauk SSSR.
Kenesbayev, İ. K. vd. (1959). Kazak Tilinin Tüsindirme Sözdigi I A-K. Almatı: Kazak
SSR Gılım Akademiyası Baspası.
Kenesbayev, İ. K. vd. (1961). Kazak Tilinin Tüsindirme Sözdigi II K-Ya. Almatı: Kazak
SSR Gılım Akademiyası Baspası
Kibirova, Ş. ve Tsunvazo, Y. (1961). Uygursko-Russkiy Yazık. Alma Ata: İzdatelstvo
Akademii Nauk Kazahskoy SSR.
Korkmaz, Z. (2013). Türkiye Türkçesinin Temeli Oğuz Türkçesinin Gelişimi. Ankara:
TDK Yayınları.
Mukambayev, C. (2009). Kırgız tilinin dialektologiyalık sözdügü. Bishkek: Manas Üniversitesi Basması.
Nadelyayev, V.M. vd. (1969). Drevnetyurkskiy Slovar. Leningrad: Nauka.
Nalbant, M. F. (2004). Türkçe Enklitik Edatı lA. V. Uluslararası Türk Dili Kurultayı
Bildirileri II (20-26 Eylül 2004). Ankara: TDK Yayınları. 2157-2174.
Nazarov, N. (2010). Lakaylar. Dialektologiya va Fraziologiya. Taşkent:
Necip, E. N. (1995). Yeni Uygur Türkçesi Sözlüğü, Ankara: TDK Yayınları.
Pisarçik, A. K. (1955). Garmskaya etnografiçeskaya ekspeditsiya 1954 g. Sovyetskaya
Etnografiya. 1955/4, Moskva. 134-141.
Rahimov, S. (1985). Uzbek tilining Surgandәryå şevәlәri (Fonetika, Leksika). Taşkent: Fәn
Naşriyåti
Şçerbak, A. M. (1977). Oçerki po sravnitelnoy morfologii tyurkskih yazıkov (İmya). Leningrad: Nauka.
Tagiyev, M.T. (ed.) (2006). Azәrbaycanca-Rusca Lüğәt I-IV. Bakı: Şarq-Gәrb.
Trudı Kirgizskoy arheologo-etnografiçeskoy ekspeditsii, III (1959). Moskva: İzdatelstvo
Akademii Nauk SSSR.
Özbek Tilining İzohli Lugati I-II (1981). Moskova: Russkiy Yazık.
Vasilyeva, G. P. (1964). Etnografiçeskiye dannıye o proishojdenii turkmenskogo
naroda. Sovyetskaya Etnografiya. 86-94.
Yavuzarslan, P. (1993). Anadolu Ağızlarında *ha (*ka) Zamirinin Türevleri. Türkoloji
Dergisi. XI/1, Ankara: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. 309-320.
Yudahin, K. (1965). Kırgızca-Orusça Sözdük. Kirgizsko-Russkiy Slovar. Moskva: Sovyetskaya Ensiklopediya.
Yudahin, K. (1988). Kırgız Sözlüğü. (çev. A. Taymas). cilt 1 (A-J). 2. baskı, Ankara:
TDK Yayınları.
Yunusaliyev, B. (1971). Kırgız dialektologiyası. Frunze: Mektep
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_ttas&view=ttas (Türkiye Türkçesi
Ağızlar Sözlüğü)
508
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
TARİXŞÜNASLIĞIMIZIN ÇAĞDAŞ DURUMU VƏ
YA BİZƏ TARİX LAZIMDIRMI
S A B İR RÜST ƏMXANLI
Onda yurdu qoruyub,adlayıb davalari,
Tarixi yer üzünə
Qilinc ilə,daş ilə yazmışdı babalarım...
Şərqi Qərbə yetirib, Qərbi Şərqə çatdılar,
Tarix yazmasalar da tarixi yaradıblar...
Bu misralar genclik yıllarında yazdığım bir şeirdendir. Dogrudan da, bız tarixi
yaradan bir milət olsaq da tarixi yazmaq üzərinə az düşünmüşük... Bu günkü çıkışım
da bu konu üzərinədir...
***
Bizim dilimizdə tarix sözü iki anlyışı ifadə edir: bir keçmişdə qalmış zaman,
gəldiyimiz yol, bir də bu yola və keçmişə həsr olunan kitab, elmin, araşdırmanın bir
alanı. Ötən zamanın bizim ücün tarix olanı yazıya köçürüb, yaddaşımıza həkk
olunanlarıdır. Dilimizdə bu halın başqa bənzərləri də var, məsələn yurd həm alaçıq,
çadır, yaşayış yeri, həm də vətən anlamı daşıyır. El xalq,ulus ifadəsi olmaqla, həm də
dövlət mənasında işlədilmişdir. Baş həm başdır, həm başda oturan... Belə örnəklərin
sayını artırmaq da olar... Tarixöyrənmə sənətini yüksək dəyərləndirən saysiz fikir
söylənildiyi kimi, ötənləri araşdırmanın mənasız bir iş olduğunu deyənlər də
yetərincədir. Bir tərəfdə insanlığın keçmişınə sayğıyla yanaşmağa səsləyrək deyirlər:
“keçmiş gələcəyin anasıdır”; “yalnız keçmişi olanların gələcəyi var”; “keçmişinə
güllə atanları geləcək topa tutacaq”, “tarix bizə keçmişdə nəyin necə baş verdiyini
aydınlaşdırmaq üçün lazım deyil, kimliyimizi görmək və gələcəyə yol açmaq üçün
lazımdır”. Digər tərəfdə isə tarixi gərəksiz bir şey sayarak, onun rolunu kuşku altına
alan mülahizələr səslənir: “tarix yalnız onu öyrədir ki, o xalqlara heç nə öyrətməyib”;
“ümumdünya tarixi, ümumdünya məhkəməsidir”; “tarix bir cəbbəxanadır, hərə
ordan özünə lazım olan silahı seçir“; “bəzi tarixçilər öz yalanlarını ölülərin danışa
509
SABİR RÜSTƏMXANLI
bilmədiyinə arxayın olub yazırlar...” və s. Tarixçilik də bu ziddiyyətlərin içində öz
yolunu getməkdədir...
Bir filosofun sözüylə desək, tarixçi Allah kimi, hamını və hər şeyi bir gözdə görməli,
hətta şeytanı da sevməlidir... Tarixçi–istər dost haqqında yazsın, istər düşmən,
yalandan, həqiqəti gizlətməkdən, şübhə yaratmaqdan qorunmalıdır...
Tarix kitabları tarixçılərin bəhs etdiyi zaman və olaylar haqqında düşüncələridir, bəs
həmin tarixdə yaşayanlar necə düşünürdülər? Bu gün həmin olayları bilmək
gərəkirmi? Tarix ilğımlarında özünü böyük görənlərin iddiası dünyaya bu qədər
savaş, fəlakət gətiribsə bəlkə birdəfəlik keçmişin üstünə qara bir pərdə çəkib onu
unutmaq lazımdır? Ancaq tərəzinin digər gözündə alternativ fikir də var: məhz tarixi
təcrübəni bilmək insanlığı öncə olmuşlardan daha ağır fəlakətlərdən qorumuşdur.
Avropa Birinci və İkinci Dünya savaşlarının acı nəticələrini unutsa Avropa Şurası və
Birliyi yaranmazdı və daha fəlakətli savaşların qarşısını heç bir güc ala bilməzdi...
Bəşəriyyətin kimliyini və keçmişini unudaraq kütləvi şəkildə manqurtlaşması və
düşüncə donuqluğunda, yaddaş vakuumunda yaşaması mümkün deyil...
Nə etdiyimizin və nə edə biləcəyimizin cavabı da, fiziki, mənəvi, intellekt
gücümüzün orta həddi də, rekordları da keçmişdədir.
Bizdən nə qədər uzaq, ölu, mənasız görünsə də əslində biz bu tarix ruhundan, onun
söz və düşüncə tərzindən doğulmuşuq, onun budağında yetişmişik.
Tarix ölüb getmir, ayağımızın altında tarix pillələri nə qədər çoxdursa biz o qədər
ucayıq. O, nəsillər arasında körpü salır, insanlığın məsuliyyətini artırır.
***
Tarix bilgisini öz iradəsinə bağlamaq istəyənlərin qayçıları nə qədər iti olsa da,
keçmişi öz bədənlərinə biçə bilməzlər. Tarix bitmiş bir prosesdir, onu dəyişmək,
əlavələr etmək, öz xeyrinə çevirmək günahdır. Təəssüf ki, tarixşünaslıq bu baxımdan
o qədər də etibarlı sayıla bilməz...
***
Tarix araşdırmaçılığımızdan bizə əsasən iki cür nümunələr gəlib çatmışdır:
1. Saraylarda yazdırılan salnamələr; (bunlar milli tarixin xırda epizodları və ya
yarpaqlarıdır).
2. Hakim din və ideologiyaların qulluğunda duran “əsərlər”...
Son ikiyüz ildə Quzey Azərbaycanda yazılanlar daha cox Rusiyanın işğal və
genişlənmək siyasətinin, Güneydə yazılanlar isə, daha çox İranı farslaşdırmaq
istəyənlərin
maraqlarına
xıdmət
göstərmişdir.İndiyə
kimi
Azərbaycan
cografiyasında baş verən olayların, dövlətlərin tarixi yazıldı əsasən; Azərbaycan türk
xalqının tarixi yazılmadı. Bunun siyasi səbəbini söylədim artıq. Bir səbəbi də
xalqımızın tarixinin türk halklarının ümumi tarixindən ayırıb, mövcud coğrafiya
çərçivəsində öyrənilməsidir.
510
TARİXŞÜNASLIĞIMIZIN ÇAĞDAŞ DURUMU VƏ YA BİZƏ TARİX LAZIMDIRMI
Tarixçiliyimiz, gələnəksəl olaraq ərəb, fars, xristian, (kilsələrdə yazılan uydurmalar),
suryani, avropa, rus, cin və s. mənbələrə söykənmışdir. Bu mənbələrdə birtərəfli və
bir çox hallarda düşmən mövqeyini əks etdirir. Bunu bilməliyik! İran dillilərin və
ərəblərin bu bölgəyə gəlişindən sonra yazılan yazılarda isə tariximiz ümumiran,
ümumislam dəryasında əridilib; çox vakıt, irançılıq, ümmət və din maraqlarına
söykənib. İslamaqədərki qədim turk yazlarının çox böyük hissəsi isə məhv edilib.
Türk kitabına qarşı soyqırımı Çindən başlayaraq Şumerə, İskəndəriyyəyə, İrana,
Avropaya qədər yüzillərlə davam edir.... Azərbaycan türklərinin ən parlaq ədəbitarixi əsərlərindən sayılan oğuznamələr və Dədə Qorqud boyları bu soyqırımdan
təsadüfən xilas olmuş bir nümunədir, və məhv olmamasını ozanlara borcludur. Yad
yazılı mənbələrə etibar olmayan yerdə ümid qalır doğma sözün qoruya bildiklərinə,
folklora, yer-yurd adlarına - toponomikaya, etimologiyaya, yəni sözlərin soykökünü
oyrənən elmə, arxeologiyaya... Təəssüf ki, bu sahələrlə xüsusən arxeologiya ilə
ardıcıl, peşəkarlıqla məşgul olanlarımız azdır. Uzun müddət bu elmlərin də
acarlarını başqalarına etibar etmişik...
Beləliklə, dəfələrlə deyilən kimi, Azərbaycan türklərinin obyektiv tarixi yaxın
zamanlara qədər daim müxtəlif basqılar altında olub, repressiyaya ugrayıb,
saxtalaşdırılıb, yad siyasətlərin əsirinə çevrilib... Bu sözləri tərəddüd etmədən bütün
türk xalqlar haqqında, hətta Türkiyə haqqında da demək olar.
Əsil milli tarix milli hökumətin vaxtında yazıla bilər. Bizdə bu imkan 1918–ci ildə
yarandı, lakin vaxt çatmadı.
Türk coğrafiyasında əski yazıları özümüzün öyrənə bilməməyimiz, tarıxı
yerlərimizdə, o cümlədən Güney Azərbaycanda sərbəst arxeoloji axtarış
aparmamağımız, tariximizə ümumtürk müstəvisindən kənarda baxmaq çəhdi bu
gün də tarixşünaslığımızın bütünləşməsinə imkan vermir. Bəzi tarix kitabları yenə də
siyasətə xidmət göstərir, kecmişi də bugünün tərəzisiylə ölçmək istəyir.
Son vaxtlar xeyli tarix kitabları nəşr edilmişdir. Təəssüf ki, Azərbaycanda türklüyün
tarixini yaxın əsrlərə çəkmək, onları gəlmə saymaq “ənənəsi” və xalqımızın soykökü
haqqında hamının qəbul etdiyi vahid bir mövqeyin bəlirlənməməsi yenə də başlıca
problemlərdən biri olaraq qalır...
***
Türklərin qətiyyətlə köçərı xalq sayılması Avropanın qərəzli tarix siyasəti nəticəsində
“rəsmiləşmiş” və az qala mübahisədənkənar bir aksiomaya çevrilmişdir. Bu iddia o
qədər təbliğ olunmuşdur ki, hətta Türkiyədə də az qala ehkama çevrilmişdir. Fərq
bundadır ki, bəzi Avropa tarixçiləri bir az da “bəri” gələrək Anadolunun
türkləşməsini, bir neçə əsr sonradan, Ərtoğrulun hakimiyyət dövründən başlamağa
cəhd göstərir, Anadolu türk xalqını da türk, yunan, erməni, kürd, slavyan, boşnak,
arnavut qarışığından ibarət bir “yığma komanda” kimi qələmə verməyə çalışırlar.
Belə bir sualı də nəzərə almırlar ki, əgər həmin adları çəkilən xalqlar birləşib bugünki
türk xalqını yaradıblarsa bəs dünyada mövcud olan bu qədər yunan, erməni, kürd,
slavyan, boşnak, arnavutlu hardan çıxdı və ya necə oldu ki, onların bir hissəsi
müqavimətsiz türk millətinə çevrildi, qalan hissəsi türk düşməninə!..
511
SABİR RÜSTƏMXANLI
İnternet saytlarında müxtəlif dillərdə yayılan bu türlü “bilgilərə” Türkiyədən cavab
yoxdur və ya zəifdir. Barı 1071-ci ilin Malazgird savaşını xatırlatsınlar bu tipli
“türkşünaslara”. Əslində Türkiyənin öz tarixşünaslığı da o qədər fərqli deyil. Fərq
bundadır ki onlar türklərin Anadoluya yerləşməsini XI yüzildən başlayir, bir də arasıra ötəri şəkildə bundan 6-7 yüzil öncə Qaradənizin üstündən qıpçaq və
peçeneqlərin Balkanlarda görünməsini, hunların Avropa hakimiyyəti dövründə
Dunayı keçərək cənuba doğru enmələrini xatirladırlar. Beləliklə Türkiyədə kütləvi
bir “Səlcuqlar dönəmində Orta Asiyadan gəlmişik” fikri formalaşdırılıb. Məqsəd və
məntiq bəllidir. Gəlməsiniz,lazım olanda yenə gəldiyiniz yerə göndəriləsiniz!...
Avropalıların Amerikaya, ingilislərin Avstraliyaya dünən yox, srağagün yerləşməsi
yada düşmür və Amerikada da, Avstraliyada da heç kim özünə gəlmə demir və
bununla sıxıntı yaşamır...
Uzun müddət Azərbaycana səlcuqlu axnlarıyla gəlib yerləşdiyimiz fikri bizə də
təlqin olunmuşdur... Akagemik İqrar Əliyevin başçılıq etdiyi böyük tarixçilər dəstəsi
gəlmə, azsaylı, bəzilərinin təbirincə desək “vəhşi” türklərin yerlı İran və Qafqaz
xalqlarını türkləşdirərək və ya onlara öz dillərini öyrədərək yeni xalq yaratdıqları
barədə uydurmanı rəsmi və akademik mövqe səviyyəsinə qaldırdılar... İqrar Əliyev
qeyd edirdi ki, bu yolla biz hind-avropa xalqlarına qarışır, Zərdüştə, Avestaya və
İran mədəniyyəti deyilən mədəniyyətə sahiblənir və ya şərik oluruq. Bu,məncə,
elmdən uzaq bir mövqedir. Öz cild-cild səhvinə haq qazandırmaq cəhdidir... Əslində
İqrar Əliyev savadlı, qədim tarixləri mükəmməl bilən bir alim idi, belələri əks
cəbhədə dayananda onlarla danışmaq daha çətin olur.
Azərbaycanlıları da saf türk olmayan, sonradan türkləşmiş, qatmaqarışıq, qurama bir
xalq saymaq iddiası İqrar əliyev və sovet tarixçilərinin əsas işi idi. Onların yazılarına
görə, güya Azərbaycanın şimalında və cənubunda eradan əvvəl ikinci minilliyinin
sonlarına qədər yerli, ancaq dili və kökü bəlli olmayan, güman ki, Qafqaz xalqlarına
yaxın və onların dilinə bənzər dildə danışan aborogenlər yaşayırdı, sonra İrandillilər,
yəni farslar gəldilər, yerli xalqların dillərini dəyişdirdilər. Sonra, təxminən min il
öncə türklər gəldilər və bu Qafqaz və Hind –Avropa qarışığına öz dillərini öyrədib
onları elədilər azərbaycanlı... Başqa düşüncəyə iynə gözü boyda yer qoymurlar:
“Şimali Azərbaycan vilayətlərində əsas əhalinin Şimal-Şərqi Qafqaz ailəsi dillərində
danışan tayfalardan və tayfa birliklərindən ibarət olduğu şübhəsizdir.” (I cild. Səh.
155) Müəlliflərə görə cənubda, Urmiya ətrafında da hurri dilində danışıblar və bu dil
də Şimal-Şərqı Qafqaz ailəsinə məxsus olmuşdur. Hətta turukkilər də hurri
tayfalarından idilər...
Bu “nəzəriyyəçılərə” görə “XI əsrin sonunda Azərbaycan torpaqları Orta Asiyadan
Aralıq dənizinədək, Qafqazdan İran körfəzinədək olan yerləri özündə birləşdirən
Böyük Səlcuq imperiyasının tərkibinə daxil edilir. Bu dövrdə Azərbaycan ərazisində
cərəyan edən dil, din, ərazı, mədəniyyət və iqtisadi əlaqələr vəhdəti zəminində (?)
yeni (?) etnik birliyin (?) - türkdilli Azərbaycan xalqının (?) formalaşması prosesı başa
catır.” (bax: Azərbaycan tarixi. II cild. Azərbaycan Elmlər Akademiyası A.A.
Bakıxanov adına Tarix İnstitunun nəşri. Bakı. Elm nəşriyyatı. 1998. Səh 8-9) Bundan
neçə yüz il öncə Azərbaycan və Qafqaz Albaniyasına gəlmış ərəblərin buraları
“xəzərlərin-türklərin ölkəsi” adlandirması fikri də nəzərə alınmadan müəlliflər öz
“proqramlarını” əsaslandırmaq işini davam etdirmişlər. Bu proqram da çox sadədir:
512
TARİXŞÜNASLIĞIMIZIN ÇAĞDAŞ DURUMU VƏ YA BİZƏ TARİX LAZIMDIRMI
Bu gün azərbaycanlı adlandırılan xalq türk deyil, qafqazdilli, irandilli, türkdilli
xalqların qarışığından əmələ gəlmiş, qurama parçaya bənzər, həftəbecər kimi bir
şeydir...
Dünya hələ tarixə belə sərsəm yanaşma görməmışdir... Azərbaycanda və bitişik
ərazılərdə Şumer çağlarından “turani” irqin yaşadıgı və sonrakı bütün köçlərə
baxmayaraq öz köklərini qoruduqları barədə dünya tarixşünaslığında o qədər
qeydlər var ki, onlardan sonra Azərbaycanda belə kitabları ortaya çıxaranların
cəsarətinə heyrət edirsən. Öz tarixcılərimizin qədim tarıximizlə bağlı son uğurlu
araşdırmaları da məhz türk həqiqətlərini üzə çıxardığına görə israrla akademik
nəşrlərdən kənarda saxlanılır..
Akademik nəşrlərdəki tarıxşünaslığa yaraşmayan dil və ifadə tərzini, gərəksiz
sözçülüyü, fikir dolaşıqlıqlarını ibarəbazlıqlarla örtmək cəhdlərini, anlayışların
yerində işlədilməməsini, məntiqsizlikləri, orfoqrafiya səhvlərini bir kənara
qoyuram... Ancaq, xalqın əmələ gəlmə prosesını bu qədər bəsitləşdirmək, hətta
“iqtisadi əlaqə”nin nəticəsi saymaq yolverilməzdir. Necə olur “türklərin ölkəsi”ndə
və türk dili üstün mövqedə ola-ola hələ türk xalqı mövcud olmur, o hələ bir neçə əsr
sonra yaranacaqmış; “türklərin ölkəsi” isə sadəcə çox-çox sonralar formalaşacaq bir
xalq üçün zəmin hazırlamaga xidmət edir, türk var, ancaq onlar hələ bu müəlliflərin
istədiyi azərbaycanlılar deyildir(?). “Türkdilli Azərbaycan xalqı” ifadəsinin məntiqi
nəticəsinin “türkdilli olmayan Azərbaycan xalqı” olduğunu bilirlərmi, bilirlərsə onda
göstərsinlər o xalqı? Bu alimlərə məlumdur ki, “Azərbaycan xalqı” ifadəsi Rusiyanin
işgalından sonra ortaya çıxmış termindir; Stalinin istəyiylə otən əsrin otuzuncu
illərindən rəsmiləşmişdir. Min ili bir yana qoyaq, heç iki əsr qabaq da, Mirzə Kazım
bəyin bir ifadəsini nəzərə almasaq, tarixdə, ədəbiyyatda bu adda bir xalq tapmaq
mümkün deyildir. Azərbaycanın ərazi olduğunu və onun əhalisinin neçə min il boyu
əsasən türk və özünü türk sayanlar olduğunu göstərən təkzibolunmaz faktları bir
kənara qoyaraq, süni yolla, cavan bir xalq uydurmağa nə məcbur edir bunları?
Avroasiyada müxtəlif adlar altında nəhəng dövlətlər qurmuş,sivilizasiyalar yaratmış
bir xalq haqqında tayfalar, qəbilələr, vəhşi köçərilər, işğalçilar və s. aşağayıci ifadələr
işlətməyə kimin haqqı var?
Qafqazdilli, İrandilli, Türkdilli xalqlar nə deməkdir? İran deyilən ərazidir və orda
tarixin xatırladığı çağlardan müxtəlif xalqlar yaşayıblar, daha çox da türklər. Bəlkə
İrana gəlmə olan və hind-Avropa ailəsinə daxil olan farsların dili nəzərdə tutulur
irandilli ifadəsinin altinda? Azərbaycan türk xalqı əvəzinə türkdilli Azərbaycan xalqı
deyiləndə belə çıxır ki, bu xalq türk deyil, sadəcə türk dilini mənimsəyib... Belə
olanda bizim alimlərimizin mövqeyi türk düşmənlərinin, Kəsrəvilərin mövqeyindən
nə ilə fərqlənir? Əgər alimlərimizin dediyi kimi,qafqazdillilər və İrandillilər “ictimaiiqtisadi şəraitə uyğun”, yəni toyda-yasda, bazarda birləşıb yeni bir xalq əmələ
gətiriblərsə onda bu gün də Azərbaycan ərazisində qardaşcasına yan-yana
yaşadığımız ləzgilər, avarlar, zaxorlar, talışlar, kürdlər, tatlar, lahıclar, udinlər
aradan min il keçəndən sonra hardan peyda oldular; necə oldu ki onların bir qismi
türklərə qarışıb “azərbaycanli” xalqını yaratdı, yerdəqalanlar bu “şərəfli prosesdən”
kənarda qaldılar və nədən, bazar iqtisadiyyatının hər şeyı ayaq altına aldığı
çağımızda xalqların özünüdərk prosesi daha güclüdür, nəinki özgələşmə?... Türk dili
513
SABİR RÜSTƏMXANLI
onların ünsiyyət dili, dövlətimizin rəsmi dilidir. Amma nə yaxşı ki, balaca areallarda
işlədilən biri-birindən gözəl dillər də qorunmuşdur.
Necə olur ki yenicə “formalaşmağa” başlayan və “gəlmə” bir “tayfa”nin “ləhcə”si
birdən birə bu qədər yerli dili sıxışdırıb ümumünsiyyət dilinə çevrilir? Necə olur ki,
xalqın dili, Azərbaycan dili (?) Azərbaycan xalqının özündən əvvəl yaranır? Bizi
heyrətləndirən bu mətnlərin, bu yanaşma tərzinin müstəqillik illərindəki kitablara
gəlib çıxmasıdır...
***
Çağdaş tariximizin ən böyük düyünlərindən biri budur! Gizli hörümçək öz torunun
hörməkdədir. Halbuki sovet dövrünə qədərki rus tarixçilərinin də bir çoxu Yaxın
Şərqin qədim sivilizasiyalarının türk-turan mənşəli olduğunu etiraf edirdilər...
Tarixçilərimizin böyük bir qisminin kitablarında Qafqaz Albaniyasında yaşayan yerli
xalqların da çoxunun, o cümlədən albanların türk olduqları göstərilir və sonradan
hunların və digər xalqların məhz öz əqrabalarının yanına gəldiklərini və onlara(!)
qaynayıb qarışdıqları fikri əsaslandıılır.
***
Akademiklərimizdən biri isə daha da irəli gedərək yazır: “IX-XI əsrlərdə öguz–
səlcuqların gəlişiylə bu əsas bir az da möhkəmlənir və nəhayət, həmin özül üzərində
XVI-XVII yüzıllərdə (?) Azərbaycan xalqı (?) təşəkkül tapır... “ Cavan olmaq gözəl
işdir, (yəni hələ ömrümüz irəlidədir), ancaq tarixi həqiqətdən uzaqdır. Çünki
onyeddinci yüzilə qədər Azərbaycan türkləri çoxdan bir xalq olaraq
formalaşmışdılar. Cografı və daha çox siyasi şərtlər altında müəyyən fərqlər əmələ
gəlsə də, ümumtürk ağacından Osmanlı, türkmən, cagatay, özbək və s. qollar ayrılsa
da onlar hamısı bir xalqın övladı olduqlarının fərqindəydilər, hətta savaşsalar da birbirlərinə “qardaş” deyirdilər və bu qardaşların hərəsi bir ad daşıyanda türk xalqı
ifadəsi əsasən Azərbaycan və Anadolu əhalisinə aid olaraq qalmışdı. Bu ayrılıqlar
yeni xalqların yaranması kimi yox, bir xalqın bir neçə dövlətinin yaranması kimi
qəbul edilməlidir. Lakin bu prosesə hətta yeni xalqların doğuluşu kimi baxsaq da
bunun Azərbaycan türklərinə aidiyyəti yox idi, ayrılanlar özlərinə yeni adlar
qoyanda da Azərbaycan türk adını qorumuşdu və XVI yüzil Azərbaycan türküylə
iki-üç əsr öncənin türkü arasında heç bir etnik fərq yox idi... Təsadüfi deyil ki,
tarixini 1300 il öncəyə aid etdiyimiz Dədə Qorqud boyları ümumoğuz irsi olmaqla,
daha çox Azərbaycan türklərinin abidəsi sayılır. Həsənoğlu da, Nəsimi də, Xətai də,
Füzuli də bütün türklər tərəfindən anlaşılsalar da Azərbaycan ağzıyla yazmaları da
inkar edilmir.. Belə olan halda xalqın təşəkkül tarixini onun bu cür nəhəng söz
ustalarından sonraya necə gətirmək olar? Formalaşmamış bir xalqın Dədə Qorqud
eposu və ya Nəsimisi, Füzulisi necə yetişə bilərdi? Xalqsız şairi necə təsəvvür edək?
Dilçi və tarixçi alimlərimizin xalqımızın təşəkkül tarixini bu qədər bir –birindən çox
uzaq olan dövrlərə bağlamaları, ortaya minillik fərqlərin çıxması bəri başdan onlarin
fikrinin elmiliyini şübhə altına alır.
***
514
TARİXŞÜNASLIĞIMIZIN ÇAĞDAŞ DURUMU VƏ YA BİZƏ TARİX LAZIMDIRMI
Qədim tairixmizə obyektiv münasibət baxımından Q.Qeybullayevin Azərbaycan
xalqının etnogenezisinə həsr olunmuş kitabı önəmlidir. Onun fikrincə “qədim
Midiya və Manna ərazilərində şərti olaraq Kaspi və ya Zaqro-Elam adlanan hürri
tayfalarının yaşadıqlarını inkar etməməklə, bu faktı da qəbul etməliyik ki, elə
oralardaca altay xalqalrı da yaşayırdı və e. ə. 8-7 –ci əsrlərdən isə bu ərazilərə
türkdilli kimmerlər, isqutanlar, saklar... daxil olub”. (səh. 493). Qeybullayevə görə
hələ miladdan öncə Albaniyada mövcud olmuş 30-a yaxın etnosun 22-si, GüneydəAtropatenada mövcud olan 25 etnosun isə 16-sı türk idi. Bu barədə doktor
Zöhtabinin və Firudin Ağasıoğlunun araşdırmaları da faktlarının dəqiqliyi və
zənginliyi ilə diqqəti cəlb edir. Təəssüf ki, bunların heç biri hətta Ali məktəblər üçün
buraxılmış dərsliklərdə də nəzərə alinmamışdır.
***
Maraqlı bir hal müşahidə olunur. Rusiyada SSR-dən qopub müstəqillik qazanmış
xalqların tarixinə münasibət aqressivləşir. Vaxtilə rus nəşrlərində Azərbaycana aid
edilən dəyərlərin bəzilərini indi, Şimal qonşumuzun İran siyasətinə uyğun olaraq,
bizdən qoparib ümumiran tarixi və mədəniyyətinə qoşmaq meylləri güclənir. Bu,
böyük dövlətlərin tarixi öz siyasətlərinə alət elədiklərinə daha bir misaldır. Avropa
dövlətləri ermənilərin əsassız soyqırım iddialarından da məhz bu cür, Türkiyəyə
təsir göstərmək məqsədilə istifadə edirlər.
***
Bir neçə kəlmə də bu məsələlərə yazarların, bədii ədəbiyyatın münasibəti hakkında...
Yazıcı üçün tarıxin başqa, özəl bir dəyəri də var: tarix təkcə keçmiş haqqında
düşüncə-kecmişin düşüncəsi deyil, həm də düşüncənin keçmşidir... Tapixin dişinə
vurduğu, sınaqdan keçirdiyi ideyaların öyrənilməsi onu milli ideallarımızın fəal
axarına qoşur, tarix dəyirmanlarının suyunu bizim arxlara bağlayır. Bu mənada tarix
tarixçilərlə yanaşı ədəbiyyatçıların da araşdırma meydanıdır. Bədii söz tarixə işıq
salır, faktları yox, ruhu canlandırır...
Aristotelə görə “bədii ədəbiyyat dəqiq tarix təzkirələrindən daha elmı və daha
düzgündür. Romantik sənət olayların tam mahiyyətinə nüfuz edir, təfərrüatların
sadalanması isə quru hesabatdır.” Onun fikrincə tarixçi-baş vermiş, şair isə baş verə
biləcək hadisələrdən danışır. Buna görə də poeziya tarixdən daha fəlsəfidir, çünki
poeziya ümumi olanı göstərir, tarixçi isə tək-tək olayları...
Bizcə, tarix insanın hərəkətini, ədəbiyyat düşüncələrini öyrənir. Hərəkət cismə,
materiyaya, düşüncə isə ruha bağlıdır. Biri yerdir, biri göy! Ədəbiyyatın qanadları
var, tarix qanadlana bilməz.
Mən bir yazar olaraq oğuzların tarixini diqqətlə oyrənmiş və Oğuz han üzərinə “Gök
Tanrı” adlı bir roman da yazmışam. Romanın yazılışında oguzların tarixinə bu qədər
fərğli baxışların olması məni heyrətləndirdi. Bu yanaşmalar arasındakı fərqləri bizim
Azərbaycan alımlərindən Füzuli Bayat ugurlu bir şəkildə sistemləşdirmişdi. Oğuz
xan tarixini araşdıranlar onu çeşidli tarixi şəxslərlə özdəşdirirlər. Fəqət ilginc olan
budur ki, bu şəxsləri biri–birindən yüzyillər deyil,min ildən daha artıq zaman ayırır.
Bir tarixdə Oğuz prototipi miladdan 200 il öncə yaşamış böyük Hun hökümdarı
515
SABİR RÜSTƏMXANLI
Mete xandırsa, başqa bir tarix kitabında min beşyüzyil sonra yaşamış Çingiz xandır.
Zəki Vəlidi Togan da Oğuznamələrin tarixini İslama qədərki dövrə, miladdan öncəki
dördüncü yüzildən Güney Qafqazda başlanan olaylarla bağlayır.. Orhan Şaik
Gökyay Oğuz dönəmini Alp Er Tonqa dövri ilə özdəştirir. Faruk Şumer Oğuz xan
haqqındakı dastanları Kazan xan dövrində yüksələn türklük şüurunun məhsulu
sayar. Bu dastanı XIII yüzilə gətirən düşüncələr də mövcuddur.Bütün bu
araşdırmaçılara sayqıyla bildirməliyəm ki, türk mifik düşüncəsinin kosmik və əsatiri
xarakteri Oğuz xan motivlərinin daha əski çağlara-türklərin tarix səhnəsinə çıxdıqları
ilk illərə bağlıdır.Sujetdəki mitik cizgilərdə iki dövrün etkisi daha güclüdür.
Bunlardan biri miladdan öncə 19-cu yüzil, protürk boylarından sayılan qutların
güclənməsi və yüz il Şumeri, Qoşaçay arasını özlərinə tabe etdikləri dönəmdir.
İkincisi isə Azərbaycan ərazisində qurulmuş qüdrətli sak-işquz dönəmi, miladdan
öncəki 7-6-cı yüzillərdir. Alp Ər Tunqa da həmin çağla bağlıdır və mənim
romanımda Alp Ər Tunqa, Mete adları varkən onları Oğuz xanın prototipi saymaq
gülüncdür. Bunların hər biri kəndi adının sahibidir. Sadəcə Oğuz xan daha qədimdir,
real tarixdə deyil, mitik tarixdə yaşayır, lakin sonra yaşamış torun və davamçılarının
həyatında da onun etkisi olmuşdur...
Bu onu göstərir ki, biz Oğuz tarixini öyrənmək üçün bundan sonra daha ardıcıl və
dərindən çalışmalıyıq!... Ancaq burda Oğuz sözü şərtidir. Çünki, ayrılıqda Oğuz,
Avşar, Qıpçaq və s. tarixləri yoxdur.Bunlar hamısı böyük türk tarixinin
səhifələridir...
516
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
KÖK TÜRKÇE YAZITLARIN OĞUZLARI MESELESİ
SAADETTİN Y AĞMUR GÖM EÇ
Orta Asya Türk tarihinin temel kaynakları durumundaki Köl Tigin ve Bilge Kagan
yazıtlarında Türk bodundan sayılan Oguzlar meselesi üzerine bugüne kadar pek çok
çalışma yapılmıştır. Oguz kelimesinin etimolojisi ve manası hususunda genellikle
kabul edilen görüş ise; Oguz < oq~og= ok, “boy, nesil (ög= anne) + uz/üz çokluk eki >
oguz “boy, okların birliği”, yani “kabile” manasına geldiği yolundadır1. Bunun
yanısıra Kök Türkçe belgelerde aile, soy, nesil anlamını taşıyan “oguş, ogul, ogur,
oguz” aynı kökten gelmekte ve mana olarak da aynıdır. Burada dikkatimizi çekecek
olan şey “og” köküdür. Muhtemelen –uş, ul-, -ur, -uz da çokluk ekleridir2.
Bazı âlimlerin, yine Bilge ve Köl Tigin yazıtlarından yola çıkarak, Kök Türk
kaganlarının da Oguzlardan neşet ettiği yolunda görüşleri varsa da, bize göre
şimdilik bunu tereddütle karşılamak gerekir. Yani Börülüler (Aşina) soyunun Oguz
olduğuna dair henüz elimizde yeterince belge yoktur. Dolayısıyla kitabelerde geçen
“Tokuz Oguz bodun kentü bodunım erti”3 cümlesi, Kök Türk kaganlarının da Oguz
halkından olduğunu göstermeye yetmemekle beraber, bu cümleden “Oguzlar da
bana tabi idi” gibi bir mana çıkarmak da mümkündür. Meseleye tersinden
F. Sümer, Oguzlar, 2. Baskı, Ankara 1972, s. 1; İ. Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, 2. Baskı, İstanbul
1983, s. 142; W. Bang, “La Version Ouigoure de L’Histoire des Princes Kalyanamkara et
Papamkara par Paul Pelliot”, Keleti Szemle, Tome XVII, Budapest 1916/7, s. 198; J. Hamilton,
“Toquz-Oguz et On Uygur”, Journal Asiatique, Tom. 250, Paris 1962, s. 25; L. Ligeti, “Kırgız
Kavim İsminin Menşei”, Türkiyat Mecmuası, C. 1, İstanbul 1925, s. 103; H.N. Orkun, “Oğuzlara
Dair”, Ülkü, 5/26, Ankara 1935, s. 102-103; O. Pritsak, “Stammesnamen und Titulaturen der
Altaischen Völker”, Ural-Altaische Jahrbücher, Band 24, Wiesbaden 1952, s. 59; A.N. Kononov,
Rodoslavnaya Türkmen, Moskva 1958, s. 40; M. T. Liu, Die Chinesischen Nachrichten zur Geschichte
der Ost-Türken (T'u-Küe), C. II, Wiesbaden 1958, s. 591.
2 S. Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 2. Baskı, Ankara 2014, s. 43; S. Gömeç, “Türk Ailesine
Genel Bir Bakış”, Yörtürk, 16/97, Ankara 2011, s. 34.
3 Bk. Köl Tigin Yazıtı, Kuzey tarafı, 4. satır: “Tokuz Oguz halkı kendi halkım idi”.
1
517
SAADETTİN YAĞMUR GÖMEÇ
baktığımızda bütün Oguzlar Türk’tür ve bu büyük camianın içindeki kabile
birliklerine Oguz siyasi adları verilebilmektedir. Ayrıca, Oguzların 630’dan sonra, bu
adla tarih sahnesinde kendini göstermiş Tölös4 boylarından olduğu söylenmiştir5.
Gerçekten Oguzlar da, Kök Türkçe yazılı kaynaklarda rastladığımız Altı Bag Bodun6
gibi, Türk devletinin kargaşaya sürüklendiği bir sırada (bu Hunlar zamanında da
olabilir), başlarını kurtarmak için bir araya gelmiş kabileler birliği olabilir!
Kök Türk ve Uygur dönemi yazıtlarında dikkatimizi bir husus çekmektedir. Bu
durum, kitabelere baktığımızda; Oguz adının tek başına kullanıldığı gibi, çeşitli
rakamlarla ifade edilen birlikler altında da yaşadığı şeklindedir. Dolayısıyla Kök
Türkçe yazılı kitabelerde onlar Tokuz Oguz, Üç Oguz, Altı Oguz ve Sekiz Oguz
isimleriyle de anılır. O zaman akla şu soru geliyor: Aynı çağlarda bu federasyonların
hepsi var mıydı? Eğer yazıtları inceleyecek olursak; Oguzlar, Uygurlar iktidara
gelmeden önce Tokuz Oguz’dular. Ancak, Uygur Türklerine ait Şine Usu Yazıtı’ndan
Uygurlar devrinde, Börü Kun (Moyun Çor) ile kardeşi Tay Bilge Tutuk arasındaki
iktidar mücadelesi vesilesiyle Sekiz Oguz diye bir boy birliğini öğrenmekteyiz7. Yine
Bilge Kagan Kitabesi’nde bir Üç Oguz savaşından bahsedilmektedir ki; bilindiği
üzere 715 tarihinde Oguzlar, Kök Türk Kaganlığına karşı başkaldırmışlar ve beş-altı
kez çatışmışlar idi. Bu harplerin sonuncusu Bilge Kagan Yazıtına göre, Üç Oguz
birliğiyle olmuştur8. Öyle ise, bütün bu federasyonlar 7-9. yüzyıllar arasında
mevcutturlar9.
Bununla beraber, 10. asırdan kalma bazı metinlerde bir Oguz Öge ile onun 24
komutanından haberdar olmaktayız. Demek ki, Oguzlar 10. yüzyılın başında 24 boy
hâlinde bir ittifak meydana getirmişlerdir10. Ancak burada bir şeyi hatırlamak
gerekiyor; kitabelerde geçen Oguz federasyonlarının sayısı 26’dır. Fakat bugün için
bilinen bir gerçek, Oguzlar 24 boya mensuptur ve iki kısma ayrılırlar; Boz Oklar, Üç
Oklar. Görüleceği üzere yazıtlarda tespit edilen yirmi altı sayısından, 10. asırdaki
yirmi dört Oguz boyu iki üye eksiktir. Ayrıca Kaşgarlı Mahmud’un eserinde de onlar
22 kabileden ibarettir. Bizim bu konudaki fikrimiz şudur: Çağlar içerisinde Oguz
federasyonuna çeşitli boylar girip çıkmıştır. 10-11. yüzyıllarda ise federasyon son
şeklini aldı. Bütün bu açıklamaların sonunda belki, Oguzların Tölös boylarından ve
Türk soyundan olduklarını söylemekte bir sakınca yoktur.
Tölösler için bk. S. Gömeç, Kök Türk Tarihi, 4. Baskı, Ankara 2011, s. 27-28.
V. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul 1927, s. 6; Z.V. Togan, Umumi Türk
Tarihine Giriş, 3. Baskı, İstanbul 1981, s. 56; Kafesoğlu, a.g.e., s. 91.
6 Altı Bag Bodun için bk. S. Gömeç, “Altı Bag Bodun”, Türk Kültürü, 31/358, Ankara 1993, s. 8586.
7 Bk. Şine Usu Yazıtı, Doğu tarafı, 1, 3. satır; Batı tarafı, 8. satır.
8 Bk. Bilge Kagan Yazıtı, Doğu tarafı, 32. satır: “Üç Oguz süsi basa kelti”.
9 K. Czegledy, Arap coğrafyacılarında geçen Oguzların on yedi kabilesinin dokuzunun Uygur,
sekizinin Oguz (ki, bunu Şine Usu Yazıtı’ndaki Sekiz Oguz’a dayanarak) olduğunu
söylemektedir. Bk. K. Czegledy, “On the Numerical Composition of the Ancient Turkish
Tribal Confederations”, Acta Orientalia, Tom. 25, Budapest 1972, s. 278.
10 S. Gömeç, Uygur Türkleri Tarihi, 4. Baskı, Ankara 2011, s. 123.
4
5
518
KÖK TÜRKÇE YAZITLARIN OĞUZLARI MESELESİ
Tabiî ki burada Çin kaynaklarında “Dokuz Kabile”11 diye anılan ve umumiyetle
Tokuz Oguzlarla birleştirilen federasyon yapısı üzerinde de durulması gerekir ki,
esasında zaman zaman bu konuyu araştıran ilim adamları da olmuştur. Mesela Çin
yıllıklarında 630 senesi hadiseleri anlatılırken, İl (İllig) Kagan’ın çölün kuzeyine
kaçarak, Dokuz Kabileye sığınabilirse, mesafenin uzaklığı sebebiyle onu takip
etmenin imkânsızlığına değinilmektedir. Herhâlde burada adı geçen “Dokuz
Kabile”, Tokuz Oguz’dur12. Ayrıca Tunyukuk Yazıtlarını incelediğimizde, 686
yılında Tokuz Oguzların başına Baz Kagan unvanlı bir beyin geçtiğini ve bunu;
“İlteriş’in, habercileri vasıtasıyla öğrendiğini”13 görüyoruz. Neticede Togla kenarında
687 senesinde gerçekleşen harpte Baz Kagan öldürüldü. Oguzların bu gözü pek
başbuglarının Tengri adında bir oğlunun olduğunu da biliyoruz14.
Bunun yanı sıra Çin kaynaklarında, Dokuz Kabileye dair pek çok tarihî kayıt
mevcuttur. Ancak Kök Türkçe belgelerdeki Tokuz Oguz, Sekiz, Oguz, Altı Oguz ve
Üç Oguz birliğinin içinde hangi kabileler var, biz bunu bilemiyoruz. Hâlbuki Tokuz
Oguz sandığımız, Dokuz Kabilenin boylarının isimleri çeşitli vesilelerle teker teker
de kitabelerde anılmaktadır.
Kök Türkçe yazıtlardan, Oguzların yurdunu Selenge’nin doğusunda tespit ediyoruz.
Bununla birlikte İslam coğrafyacılarının eserlerinde, Yafes’in soyundan gelen Guz
(Oguz), Bulgarların kıyısında yer tutmuştur deniyorsa da15, bu bilgi daha sonraya
aittir ve Oguzların batıya yönelmeye başlamaları, 8. asrın ikinci yarısından sonra
olmuştur.
Türk camiasında Oguzlar ve Kırgızlar birbirlerine benzeyen ilginç kabilelerdir. Her
iki Türk boyu da 9-10. yüzyıllara kadar ne bağımsız bir Türk devleti kurmayı
denemişler, ne de içinde bulundukları siyasi teşekküllere huzur vermişlerdir. Tıpkı
Kök Türkler çağında olduğu gibi, Uygurlar zamanında da Oguzların isyanı vardır.
Bu bakımdan üzerinde durulması gereken bir Türk topluluğudurlar. Hatta kendi
kurdukları sülale devletlerinin de en büyük muhalifleri oldular. Bunlar bir yana Kök
Türkçe yazılı belgelerde 8. yüzyılın ikinci yarısından sonra, Oguzlarla alâkalı bir
kayda rastlamıyoruz. Çünkü Türkçe belgelerde en son Şine Usu ve Terhin
yazıtlarında, Uygur Devletine karşı olan ayaklanmalarına değinilir. Bu da bize
onların batıya doğru kaydıklarını gösteriyor. Umumiyetle Sır Derya boylarına gelen
Çin yıllıklarında Tokuz Oguz boylarının adları şu şekildedir: Uygur, Bugu, Kun, Bayırku,
Tongra, Apa İsi, Sse-ki (belki Çik İl~Sek El), Ediz, Ku-lun-wu-ku (Kurıkan?). Bk. J.R.
Hamilton, Les Ouighours. A L’epoque des Cinq Dynasties, Paris 1955, s. 27; Liu, a.g.e., II. Buch,
s. 592; E.G. Pulleyblank, “Some Remarks on the Toquzoghuz Problem”, Ural-Altaische
Jahrbücher, 28/1-2, Wiesbaden 1956, s. 39. Tokuz Oguzlar hususunda geniş bilgi için bk. S.
Gömeç, Kök Türkçe Yazılı Metinlerin Türk Tarihi ve Kültürü Açısından Değerlendirilmesi, Doktora
Tezi, Ankara 1992, s. 211-223.
12 J.T. Chang, T’ang Devrindeki Doğu Göktürkleri Hakkında Yeni Belgeler, Doktora Tezi, Taipei 1968,
s. 61; Gömeç, a.g.t., s. 216.
13 Bk. Tunyuku Yazıtı, I. Taş, Güney tarafı, 2. satır: “Körüg sabı antag: “Tokuz Oguz üze kagan
olurtı tir”.
14 Baz Kagan’ın oğlunun adını biz Hangita-Hat Yazıtında görüyoruz (Bk. S. Gömeç, “Türk
Tarihinin Kahramanları: 13-Baz Kagan”, Orkun, Sayı 64, İstanbul 2003).
15 R. Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara 1985, s. 32-33.
11
519
SAADETTİN YAĞMUR GÖMEÇ
Oguzlar, buradaki Peçenekleri daha batıya sürerek, yeni bir yurt tuttular.
Muhtemelen Oguz Kagan Destanı’ndaki Peçenek-Oguz mücadelesi bu dönemin
izlerini taşımaktadır.
Onuncu asrın ilk yarısında Oguzların başlarında bir yabgunun bulunduğu ve
merkezlerinin de Yangı-kent olduğunu İslam kaynakları kaydetmektedir. Bu
memleket genel manada İrtiş ve İtil Nehirleri arasındaki bozkırları içerisine almakta
ve güneyde Sır Derya ve Üst Yurt sahalarını kapsamaktaydı16.
Oguzların 10. asırda çok kuvvetli olduğu, hususiyetle 9. yüzyılın başlarında Arap
valileri arasındaki mücadelelerde de Türk-Oguzların rolünün bulunduğu,
ekseriyetinin de Mani inancında oldukları söylenmiştir17.
11. asırla birlikte, kalabalık Türk kuvvetleri hâlinde Anadolu ve Suriye bölgelerine
gelen Oguzlar, dünya tarihinde çok önemli gelişmelere sebep oldular. Oguzlara,
İslamiyeti kabul ettikten sonra Türkmen denmeye de başlandı. Tarihteki ilk büyük
devletleri Selçukluları Kınık boyuna dayanarak kuran Oguzlar, Selçuk soyunun
zayıflamasında da etkili olduktan sonra, Osmanlı hanedanlığı kanalıyla iktidarı
Kayılara teslim ettiler ve altı yüz sene gibi uzun bir müddet Türk ve İslam âleminin
liderliğini yaptıktan başka, dünyanın da en güçlü ülkelerinden biri olma unvanını
kazandılar.
Netice itibarıyla bir deneme şeklinde hazırladığımız bu çalışma, Kök Türk ve Uygur
dönemi yazıtlarında, Oguzların tıpkı Türgiş, Karluk, Bayırku, Basmıl gibi ayrı bir
boy olarak sayılmaları Türk Bodun’un bir parçasını meydana getirdiklerini
gösteriyor. Eğer yazıtları belge olarak kabul edersek ki, buna şüphe yoktur, bütün
Türklerin Oguz olmadığı ortadadır. Onların 24’lü boy şeklinde teşkilatlanmaları ise
herhalde çok eski çağlardan itibarendir. Ama 10. asrın başlarında bazı Tibetçe
metinlerde Oguz beyinin yirmi dört komutanından söz edilirken, 11. asrın ikinci
yarısında Kaşgarlı Mahmud onları 22 kabile olarak gösterir. Demek ki çağlar
içerisinde Oguz birliğine girme ve çıkmalar olmuştur ki bu da gayet normaldir.
H.N. Orkun, Türk Tarihi, C. III, Ankara 1946, s. 40; Sümer, a.g.e., s. 24; Kafesoğlu, a.g.e., s. 144;
A. İnan, Makaleler ve İncelemeler, 2. Baskı, Ankara 1987, s. 556; T. Banguoğlu, “Oğuzlar ve
Oğuzeli Üzerine”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı, Ankara 1959, s. 2-4.
17 Barthold, a.g.e., s. 47; V. Barthold, Four Studies on the History of Central Asia, Vol. I, Leiden 1962,
s. 91; V. Barthold, Mogol İstilasına Kadar Türkistan, Haz. H.D. Yıldız, İstanbul 1981, s. 257-258;
El-Belâzurî, Fütûhu’l-Büldan, Çev. M. Fayda, Ankara 1987, s. 627-628.
16
520
KÖK TÜRKÇE YAZITLARIN OĞUZLARI MESELESİ
KAYNAKÇA
Bang, W., “La Version Ouigoure de L’Histoire des Princes Kalyanamkara et
Papamkara par Paul Pelliot”, Keleti Szemle, Tome XVII, Budapest 1916/7.
Banguoğlu, T., “Oğuzlar ve Oğuzeli Üzerine”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı, Ankara
1959.
Barthold, V.V., Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul 1927.
-------, Four Studies on the History of Central Asia, Vol. I, Leiden 1962.
-------, Mogol İstilasına Kadar Türkistan, Haz. H.D. Yıldız, İstanbul 1981.
Chang, J.T., T’ang Devrindeki Doğu Göktürkleri Hakkında Yeni Belgeler, Doktora Tezi,
Taipei 1968.
Czegledy, K., “On the Numerical Composition of the Ancient Turkish Tribal
Confederations”, Acta Orientalia, Tom. 25, Budapest 1972.
El-Belâzurî, Fütûhu’l-Büldan, Çev. M. Fayda, Ankara 1987.
Gömeç, S., Kök Türkçe Yazılı Metinlerin Türk Tarihi ve Kültürü Açısından
Değerlendirilmesi, Doktora Tezi, Ankara 1992.
-------, “Altı Bag Bodun”, Türk Kültürü, 31/358, Ankara 1993.
-------, “Türk Tarihinin Kahramanları: 13- Baz Kagan”, Orkun, Sayı 64, İstanbul 2003.
-------, Uygur Türkleri Tarihi, 4. Baskı, Ankara 2011.
-------, “Türk Ailesine Genel Bir Bakış”, Yörtürk, 16/97, Ankara 2011.
-------, Kök Türk Tarihi, 4. Baskı, Ankara 2011.
-------, Türk Kültürünün Ana Hatları, 2. Baskı, Ankara 2014.
Hamilton, J.R., Les Ouighours. A L’epoque des Cinq Dynasties, Paris 1955.
-------, “Toquz-Oguz et On Uygur”, Journal Asiatique, Tom. 250, Paris 1962.
İnan, A., Makaleler ve İncelemeler, 2. Baskı, Ankara 1987.
Kafesoğlu, İ., Türk Milli Kültürü, 2. Baskı, İstanbul 1983.
Kononov, A.N., Rodoslavnaya Türkmen, Moskva 1958.
Ligeti, L., “Kırgız Kavim İsminin Menşei”, Türkiyat Mecmuası, C. 1, İstanbul 1925.
Liu, M.T., Die Chinesischen Nachrichten zur Geschichte der Ost-Türken (T'u-Küe), C. II,
Wiesbaden 1958.
Orkun, H.N., “Oğuzlara Dair”, Ülkü, 5/26, Ankara 1935.
-------, Türk Tarihi, C. III, Ankara 1946.
Pritsak, O., “Stammesnamen und Titulaturen der Altaischen Völker”, Ural-Altaische
Jahrbücher, Band 24, Wiesbaden 1952.
521
SAADETTİN YAĞMUR GÖMEÇ
Pulleyblank, E.G., “Some Remarks on the Toquzoghuz Problem”, Ural-Altaische
Jahrbücher, 28/1-2, Wiesbaden 1956.
Sümer, F., Oguzlar, 2. Baskı, Ankara 1972.
Şeşen, R., İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara 1985.
Togan, Z.V., Umumi Türk Tarihine Giriş, 3. Baskı, İstanbul 1981.
522
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
DEDE KORKUT DESTANLARINDA OĞUZLARIN
TEŞKİLATLANMASI HAKKINDA BAZI KÜLTÜREL UNSURLAR
SADETTİN ÖZÇELİ K
Tarihî metinler bir bakıma ait oldukları dönemle ilgili sosyal ve kültürel hayat
hakkında bilgi dağarcığı özelliği taşır. Bu nedenle tarihî metinler her zaman farklı
bilim alanları için ilgi odağı olmuştur. Milletlerin teşkilatlanması, sosyal ve askerî
hayatın yapılanması hakkındaki eski bilgileri tarihî metinler sunar. Dilin zamanın
akışı ile birlikte geride bıraktığı fakat geçmişteki hayata ışık tutan metinlerinin
başında ise sözlü edebiyatta yüzyıllarca yaşamış ve daha sonra yazıya geçirilmiş olan
destan, halk hikâyesi gibi anonim ürünleri gelir; bu tür metinlerde anlatılanlardan
hareketle sosyal hayatın, kültürel unsurların, askerî ve sosyal teşkilatlanmanın
izlerini sürebiliriz.
Metin okumalarım sırasında araştırma alanımın gereği olarak başlangıçta daha çok
dil ve yapısal açıdan Dede Korkut metinlerine yaklaştım. Ancak çalışmalar
ilerledikçe metin sorunlarının yazım eksikleri ve yanlışlıkları ile sınırlı olmadığını,
metinde değerlendirilmesi gereken birçok başka sorunun ve konuların bulunduğunu
gördüm. Satır aralarında üzerinde pek durulmamış birçok ayrıntı ve bilgi
değerlendirilmeyi bekliyordu. Dede Korkut’taki en dikkat çekici noktalardan biri ise
sosyal hayatın askerlikle iç içe olması ve Oğuzların bu hikâyeleri etrafında sürekli
kahramanlık temasının işlenmesiydi. Savaş ve kahramanlık bu destanlaşmış
hikâyelerin adeta en önemli karakteristiği hâlini almıştır.
Bu bildiride yaşanmış hayat hikâyelerinin, anlatıcı ozanların dilinde anlatıla anlatıla
destana dönüşmüş Dede Korkut metinlerinin satır aralarında geçen ve üzerinde
yeterince durulmamış olan Oğuzların sosyal hayatı ve teşkilatlanması hakkındaki
bazı noktalara değinmek istiyoruz.
523
SADETTİN ÖZÇELİK
Oğuz Meclisi
Göktürklerin teşkilatlanması ile ilgili olarak Orhun Yazıtlarından öğrendiğimize göre
kağan, meclisin merkezinde, yani ortasında oturur. Kağanın yüzü doğuya dönük
olduğundan arkası batıyı, sağı güneyi, solu ise kuzeyi gösterir. Kağanın sağında
Şadapıt begler, solunda ise Tarkanlar oturur; bu aynı zamanda hâkim olunan
coğrafyanın yönetilmesi için de geçerli olan sembolik bir durumdur. 1 Orhun
Yazıtlarında ayrıca yapılanma ile ilgili olarak Otuz Tatar,2 Dokuz Oğuz3 ve Altı Sir4
tamlamaları dikkat çeker.
Orhun Yazıtlarında kağanın eşi, katundur ve devlet yönetiminde ikinci sırada söz
sahibidir. Dede Korkut’ta ise kadın kelimesinin günümüzdeki anlamda değil ‘bey eşi’
anlamında kullanıldığı anlaşılıyor; Oğuzlarda kadın beyden sonra gelmektedir.
Osmanlı Padişahlarının eşleri için de hatun, sultan ve kadın kelimelerinin unvan
olarak kullanılmış olması dikkat çekici bir noktadır (bk. Uluçay, 1992). Yazıtlar, Dede
Korkut ve Osmanlı kayıtlarında gördüğümüz bu ortak unvan, hiç şüphesiz
Oğuzların teşkilatlanmasının bir yansımasıdır.
Dede Korkut’un farklı yerlerinde Oğuz meclisinin tasvir edildiği görülür, Oğuz
meclisi hem yasama hem de yürütme organıdır. Bayındır Han, hanlar hanıdır;5 ayrıca
hem meclisin başkanı hem de yürütmenin başıdır. Bayındır Han, yılda bir defa Oğuz
Beylerini toplayıp ziyafet verir; bu toplantı muhtemelen aynı zamanda bir meclis
istişare toplantısıydı.6
Bayındır Han’ın beylerbeyi Kazan’dır.7 Oğuz meclisinin yapılanması hakkındaki en
ayrıntılı bilgiyi Kazan Bey’in yakın arkadaşı Beyrek’in ağzından öğreniyoruz. Beyrek,
on altı yıl tutsak kaldığı Bayburt Kalesi’nden firar ederek deli ozan kılığına girmiş ve
nişanlısı Banı Çiçek’in düğününe engel olmak için obasına gelmiştir. Beyrek, Oğuz
beyleriyle mecliste oturmakta olan Kazan Bey’e böyle bir düğüne izin verdiği için
alay dolu sözlerle seslenirken bize Oğuz meclisinin yapılanması hakkında da bilgi
sunmuş olur:
sağda oturan sağ begler!
sol kolda oturan sol begler!
dibinde oturan has begler!
eşikdeki ınaklar!
kutlu olsun devletünüz! (Drs.57a.10-12)
Kültigin Yazıtı, Güney yüzü 1. satır.
Kültigin Yazıtı, Doğu yüzü 4., 14. satırlar; Bilge Kağan Yazıtı, Doğu yüzü 5. satır.
3 Bilge Kağan Yazıtı, Doğu yüzü 29. satır.
4 Bilge Kağan Yazıtı, Doğu yüzü 1. satır.
5 Hanlar hanı Han Bayındır, yılda bir kere... (Drs.7a.4-5)
6 “Hanlar hanı Han Bayındır yılda bir kerre toy edüp Oğuz beglerin konuklarıdı.”
(Drs.7a.4)
7 “Begler begi olan Kazanuŋ elin öpgil!” (Drs.124b.1), “Ağ alınlu Bayındır Hanuŋ
begler begisi Salur Kazan” (Drs.126b.11-12), “Begler begi olan Kazan” (Drs.129a.2),
“Tırabuzan Teküri, begler begi olan Han Kazana bir şahin göndermişidi.”
(Drs.138a.1-2),
1
2
524
DEDE KORKUT DESTANLARINDA OĞUZLARIN TEŞKİLATLANMASI HAKKINDA
Oğuz meclisinin bu yapılanmasında yukarıda sözünü ettiğimiz Göktürk meclisinden
farklı olarak merkezde has beyleri ve eşikte ınakların (yardımcılar) oturduğu görülür.
Oğuz meclisindeki bu oturma düzeninin veya yapılanmasının hemen hemen aynısı,
savaş düzeni için de geçerlidir:
Taş Oğuz begleriyile Deli Tundar sağdan depdi,
cılasun yigitlerile Kara Göne oğlı Deli Budak soldan depdi.
İç Oġuz begleriyile Kazan düpe depdi. (Drs.33b.13-34a.3)
Barış esnasında korunan, değer verilen ve gözetilen hiyerarşik rol ve görev
paylaşımının savaş sırasında da sürdürüldüğü anlaşılıyor. Göçebe hayat yaşayan bir
toplumdaki bu yapılanmanın hem mecliste hem de bir savaş sırasında gözetilmesi
hiyerarşik yapının özenle korunduğunu gösteriyor. Orhun Yazıtlarında sözü edilen
yapılanmanın Oğuzlarda benzer şekilde görülmesi belki de benzer hayat şartlarının
yani göçebe ve çadır hayatının bir gerekliliğidir. Bu bir anlamda öteden beri bütün
Oğuz beylerinin ve savaşçılarının koruduğu, kolladığı, toplum tarafından da
benimsenen bir yapılanmadır. Göçebe bir sosyal hayatın av ve savaşla iç içe olan ve
sürekli onunla yoğrulan yöneticileri, boy ve oymakların dış tehdide her zaman açık
olduğunu bildiklerinden böylesi bir yapılanmayı muhtemelen hayatın, güvenliğin ve
huzurun temel şartı olarak düşünüyor ve kabul ediyorlardı.
Dede Korkut’ta ayrıca biraz daha geniş şekilde tasvir edilmiş olan meclis
yapılanması dikkat çeker. Bu yapı, Oğuz meclisinin ve yönetim geleneğinin gelecekte
sürdürülmesine ve devamına da önem verildiğine işaret ediyor. Söz konusu meclise
genişletilmiş Oğuz meclisi diyebiliriz. Genişletilmiş Oğuz meclisinde kendini henüz
kanıtlamış genç beylerin de yer aldığını görüyoruz. Dede Korkut’ta tanıtılan bu
genişletilmiş Oğuz meclisinde oturma düzeni, yukarıda belirtildiği gibidir. Ancak bu
meclisin sağ ve solunda oturan beylerin arkasında ve Bayındır Han’ın karşısında,
kırk yiğide komuta eden, kendini henüz kanıtlamış genç beylerin ayakta durdukları
ve yaylarına dayanarak Oğuz meclisine katıldıkları anlatılır:
İç Oğuz, Taş Oğuz begleri Bayındır Hanuŋ sohbetine derilmişidi. Bay Bora
Beg dahı Bayındır Hanuŋ sohbetine gelmişidi.
Bayındır Hanuŋ karşusında [Kara Göne] oğlı Kara Budak yay tayanup
turmışıdı.
Sağ yanında Kazan oğlı Oruz turmışıdı.
Sol yanında Kazılık Koca oğlı Beg Yegenek turmışıdı.
Bay Bora Beg, bunları gördüginde ah eyledi, başından aklı getdi, destmalın
eline aldı, bögürü bögür[ü] ağladı. (Drs.35b.2-9)
Dede Korkut’ta çizilen bu tablo aynı zamanda yönetim ve siyaset eğitiminin bir
Oğuz meclisi tarafından gerçekleştirildiğini, yönetim ve siyaset işinin yaşayarak
öğrenildiğini, geleceğe doğru ilerlerken yönetimin bir tür usta çırak ilişkisine dayalı
şekilde nesilden nesile aktarıldığını gösterir. Yani Oğuz meclisi, bir bakıma bugünü
ve geleceği içeren, kuşatan bir meclistir. Belki de meclisteki yaşlı beyler dikkate
alındığında bu genişletilmiş meclise geçmişin de katılmış olduğu söylenebilir.
525
SADETTİN ÖZÇELİK
Ayrıca destanlarda Oğuz beylerinin Oğuz meclisini, kendilerinin ve toplumun
bekasının teminatı olarak görmeleri, meclise katkı sunmayı büyük bir sorumluluk ve
şeref saymaları dikkat çeker. Bu düşüncenin bir örneğini yukarıda aktardığımız
satırların devamında görüyoruz. Yukarıdaki satırların sonunda Bay Bora Bey’in
ağladığı anlatılıyordu. Kazan Bey, Bay Bora Bey’e neden ağladığını sorar; aldığı
cevap konumuza ışık tutması bakımından oldukça anlamlıdır:
Bay Bora Beg, ne ağlayup bozlarsın? Bay Bora Beg eydür: Han Kazan, nece
ağlamayayın, nece bozlamayayın? Oğulda ortacum yok, kartaşda kaderüm
yok, Allah teala meni kargayubdur. Begler, tacum tahtum içün ağlaram. Bir
gün ola düşem ölem, yerümde yurdumda kimse kalmaya, dedi. Kazan eydür:
Maksuduŋ bu mıdur? Bay Bora Beg eydür: Beli budur. Menüm dahı oğlum
olsa, Han Bayındıruŋ karşusın alsa tursa, kullık eylese. Men dahı baksam,
sevinsem, kıvansam, güvensem, dedi. (Drs.35b.12-36a.7)
Bay Bora Bey’in bu sözlerinden oğlu olmadığı için ağladığı anlaşılıyor. Ataerkil bir
aile yapısı ve anlayışına sahip olan Oğuzlarda erkek çocuk, soyun devamı olarak
düşünülür. Erkek çocuk, evin kabzası 8 ve babasının okluğundaki oka benzetilir; 9
Oğuzun kızının ve gelininin çiçeği 10 olarak anılır. Evin kabzası benzetmesi, ev
kapısının açık olduğunu ve soyun devam ettiğini anlatır; sadaktaki ok benzetmesi,
babanın veya ailenin gücünü temsil eder. Oğuzun kızının ve gelininin çiçeği
benzetmesi ile de erkek çocuğun gücü ve savaşçılığı sayesinde aile ve toplumun
(Oğuzun) mutluluğunun ve dirliğinin sürmesi anlatılmak istenir. İşte bundan dolayı,
Bay Bora Bey’in mecliste ağlamasının asıl sebebi, kendisinin sadece erkek çocuk
sahibi olmaması değildir.
Bay Bora Bey, yönetime katkı sunmakta olan bir beydir, ancak kendisinden sonra
adını sürdürecek ve daha da önemlisi yönetime katkı sunacak bir oğlu olmadığı için
ağlamaktadır. Yani Bay Bora Bey, kendi hizmetinin oğlunun şahsında devam
etmesini istemektedir. Bu düşüncenin sebebi, elbette meclise ve yönetime yardımcı
olmanın ve hizmet etmenin Oğuz’un bekasının teminatı olarak görülmesi ve bunun
büyük bir şeref sayılmasıdır.
Meclisin gelişigüzel oluşmadığını ve meclisteki kurallara, oturma düzenine verilen
önemi Öşün Koca Oğlu Segrek Boyu’nun başında geçen bir olaydan da anlıyoruz.
Destanın başında anlatıldığına göre Öşün Koca’nın büyük oğlu Egrek, meclisin
düzenini pek de dikkate almadan dilediği zaman girip çıkmakta ve Kazan Bey’in
önünde oturmaktadır. Öşün Koca Oğlu Egrek’in bu şekildeki davranışına Ters
Uzamış adında bir bey karşı çıkar ve mecliste aralarında şöyle bir konuşma cereyan
eder:
Dünlügi altun ban evümüŋ kabzası oğul! (Drs.28a.8).
Oğul atanuŋ yeteridür, iki gözinüŋ biridür; devletlü oğul [kopsa tirkeşinde tiridür]
(Drs.3b.13)
10 Kaza beŋzer kızumuŋ gelinümüŋ çiçegi oğul! (Drs.28a.8-9).
8
9
526
DEDE KORKUT DESTANLARINDA OĞUZLARIN TEŞKİLATLANMASI HAKKINDA
Mere Öşün Koca oğlı! Bu oturan begler her biri oturduğı yeri kılıcıyıla,
etmegiyile alupdur. Mere, sen baş mı kesdüŋ, kan mı tökdüŋ, aç mı toyurduŋ,
yalıncağ [m]ı tonatduŋ? dedi. Egrek eydür: Mere Ters Uzamış! Baş kesüp kan
tökmek hüner midür? dedi. Eydür: Beli, hünerdür ya! (Drs.129a.6-11)
Oğuz meclisinde söz almanın yöntemi de belirlenmiştir. Söz almak isteyen kişi tek
dizinin üzerinde çöker ve teklif sunar, görüş belirtir. Buna benzer bir selamlama
şeklinin Çağatay dönemi eserlerinde de geçtiği M. S. Kaçalin’in hazırladığı
Niyāzį’nin Abuşka Sözlüğünde ölçeş- fiili ile ilgili tanımda bilgi verilir: “ölçeş- büyükler
önünde bir dizini yere koyup bir dizini kaldırıp elini başına koyup sonra varıp elini öpmek,
görüşmek.” (Kaçalin, 2011, s. 293, 985).
Oğuzlarda Yapılanma
Dede Korkut’un farklı yerlerinden anladığımıza göre ise merkezde İç Oğuz’un
yerleştiğini, çevrede veya günümüz deyimi ile taşrada ise Taş Oğuz’un yapılandığını
veya iskân ettiğini görüyoruz. Bunun dışında uç beylerinin varlığı da söz konusudur.
Uç beyleri karavul ‘gözetleyici’ olarak nitelendirilir ve Oğuzun sınırında gözetleme,
güvenlik görevinden birinci derecede sorumludur. Begil oğlu Emren Boyunda
Bayındır Han, Gürcistan’dan gelen yıllık haracın az olması nedeniyle üzülür ve bu
konuda Dede Korkut’a fikir danışır; Dede Korkut’un tavsiyesi üzerine ganimet uç
beyi olarak görevlendirilecek bir yiğide verilecektir. Dede Korkut’un katılımıyla bir
tören düzenlenir ve Begil, uç beyi olarak görevlendirilir:
Dede Korkud eydür: Hanum, bunuŋ üçini dahı bir yigide verelüm, Oğuz
eline karavul olsun dedi. Han Bayındır: Kime verelüm? dedi. Sağına solına
bakdı, kimse razı olmadı. Begil derleridi, bir yigit varıdı; aŋa bakdı, eydür:
Sen ne dersin? Begil razı oldı, kalkdı, yer öpdi. Dedem Korkud himmet kılıcın
beline bağladı, çomağı omuzına bırakdı, yayı karusına geçürdi, şehbaz aygırın
çekdürdi. Bu da bindi, hısmını kavmını ayırdı, evini çözdi, Oğuzdan göç
eyledi; Berdeye, Genceye varup vatan tutdı. Tokuz tümen Gürcistan ağzına
varup kondı, karavullık eyledi. Yad kafir gelse başın Oğuza armağan
gönderdi. (Drs.120a.2-13)
Destanlarda Oğuzların istihbarat ve haberleşme hizmetini gören görevlileri casus ve
çapar adıyla anılır. Casuslar düşmanın kötü amaçlarını, planlarını yönetime veya
yetkililere ileten istihbarat elemanları idi. Yine çaparlar da her tür haberleşmeyi
sağlayan görevlilerdi. Uç beyi olarak atanmış olan Begil’i, düşman saldırısından
casusu haberdar eder.11 Aruz oğlu Basat’ın, Tepegöz’ü öldürdüğü haberini babası
Aruz Koca’ya bir çapar müjde verir. 12 Egrek, babası Öşün Koca’nın ağzından bir
kardeşi olup olmadığını bilgi almak için kurguladığı hikâyede Egrek’in tutsaklıktan
“Meger Begilüŋ de anda casusı hazırıdı; Begile haber gönderdi, eydür: Baş yaragın
eyleŋ, üzerüŋüze yagı gelür.” (Drs.123b.8-10)
12 “At ağızlu Aruz Koca evine çapar geldi, atasına Basatuŋ sevinç verdi.” (Drs.119a.56)
11
527
SADETTİN ÖZÇELİK
kurtulup geldiği haberini bir çaparın getirdiğinden söz eder.13 Öşün Koca’ya, oğulları
Egrek ve Segrek’in geldiği haberini çapar müjde verir.14
Oğuzlarda iç güvenlik konusunda ise çavuş ve kapıcılar görevlidir:
“Mere ne heybetlü kocasın!
Kapucılar seni görmedi,
çavuşlar seni tuymadı.” (Drs.80b.8-9)
Oğuzlarda develerden sorumlu sarvan, atlardan sorumlu ılkıçı, koyunlardan sorumlu
çoban vardı:
Kaytabanum güdende sarvanum mısın?
Kazakuçum güdende ılkıçum mısın?
Ağayılum güdende çobanum mısın? (Drs.136b.1-2)
Ayrıca sahip olunan hayvan sayısına, yani ihtiyaca göre bu çobanların yardımcıları
olurdu. Nitekim Kazan Bey’in çobanı olan Karacuk Çoban’ın Kıyan Güci ve Demür
Güci adındaki iki kardeşinin kendisine yardımcı oldukları anlaşılıyor (Drs.21b.12).
Muhtemelen bu çobanların da belirli sınıflara ayrılmış olması gerekir. Bütün
çobanların başında ise İmrahor15 bulunuyordu:
Oğuzlarda çobanlara benzer şekilde avcı kuşlardan sorumlu şahinci vb. kuşçuların
bulunduğunu, ayrıca onların yardımcılarının olduğunu bir yerde de olsa geçen
şahinci başı deyiminden anlıyoruz:
Meger hanum, Tırabuzan Teküri, begler begi olan Han Kazana bir şahin
göndermişidi. Bir gece yeyüp [içüp] otururiken şahinci başına eydür: Mere,
sabah şahinleri al, halvetce ava binelüm. (Drs.138a.1-4)
Alp Tipi Evlilik
Oğuzlarda genel anlamda gözlenen ataerkil bir aile yapısının yanında Oğuz
beylerinin alp tipi evlilik yapmak istedikleri gözlenmektedir. Yani alp tipi evlilik,
herkes için değil, özelde Oğuz beyleri için söz konusudur. Çünkü beyin eşi olacak
kadına kırk ince kız (cariye) verilir ve yokluğunda beye vekâlet eder. Sözünü
ettiğimiz ataerkil anlayış oldukça esnektir; söz konusu yaklaşıma göre kadının beyin
yanında yönetimin bir parçası olarak kabul edildiği anlaşılıyor. Bunun en güzel
örnekleri Kazan Bey’in eşi Borla Hatun, Bamsı Beyrek’in eşi Banı Çiçek ve Kan
Turalı’nın eşi Selcan Hatun’dur. Borla Hatun, oğlu Oruz’u kurtarmak için zırh
kuşanır, at biner ve Oğuz beyleriyle aynı safta savaşır. Borla Hatun’un emrinde kırk
ince kız (cariye) bulunduğu anlatılır. Selcan Hatun da zırh giyer ve gelen düşmanla
savaşarak zor durumda kalan Kan Turalı’yı atın terkisine alarak düşman içinden
“Kalın Oğuz ellerinde dernek varımış, anda vardum. Yemek içmek arasında ağ boz
atlu bir çapar geldi…” (Drs.130b.10-12)
14 “Öşün Kocaya çapar geldi, Muştulık, gözüŋ aydın! Oğullaruŋ ikisi bile sağ esen
geldi, dediler.” (Drs.137a.12-13)
15 “İmrahor başı karşuladı, endürdi, konukladı.” (Drs.37a.9)
13
528
DEDE KORKUT DESTANLARINDA OĞUZLARIN TEŞKİLATLANMASI HAKKINDA
çıkarır. Bay Bora Bey’in oğlu olan Bamsı Beyrek, babasına alp tipi bir kızla evlenmek
istediğini açıklar:
Baba, maŋa bir kız alı ver kim
men yerümden turmadın ol turmah gerek,
men kazakuç atuma binmedin ol binmah gerek,
men karımuma varmadın ol maŋa baş getürmek gerek.
Bunuŋ gibi kız alı ver baba maŋa. (Drs.42b.1-4)
Bamsı Beyrek, bu sözlerin devamında babasına savaşçı özellikleri ön plana çıkan
Banı Çiçek’le evlenmek istediğini söyler.
Kan Turalı da Bir Oğuz beyi olan babası Kanlı Koca’ya alp tipi bir kızla evlenmek
istediğini Bamsı Beyrek’in yukarıdaki sözlerine benzer şekilde, şöyle açıklar:
Baba men yerümden turmadın ol turmış ola.
Men kazakuç atuma binmedin ol binmiş ola.
Men kanlu kâfir eline varmadın ol varmış,
maŋa baş getürmiş ola. (Drs.87a.13-87b.3)
Sosyal Hayat Düzeninden Kesitler
Oğuzların yöneticisi hanlar hanı Bayındır Han’dan akın veya ava çıkmak için izin
istenir. Kazılık Koca bir mecliste otururken Bayındır Han’dan akın izni ister:
Kazılık Koca derleridi bir gişi varıdı, Bayındır Hanuŋ veziri idi. Şerabuŋ itisi
başına çıkdı kaba dizinüŋ üzerine çökdi, Bayındır Handan akın diledi. Bayındır
Han destur verdi: Nereye dileriseŋ var, dedi. (Drs.103a.3-7)
Öşün Koca Oğlu Segrek Boyu’nun başında geçen bir olaydan sonra Öşün Koca’nın
büyük oğlu Egrek Kazan Bey’den akın için izin ister.
Mere Ters Uzamış! Baş kesüp kan tökmek hüner midür? dedi. Eydür: Beli,
hünerdür ya! Ters Uzamışuŋ sözi Egrege kar eyledi, turdı Kazan Begden akın
diledi. Akın verdi, çağırtdı; akıncı derildi. (Drs.129a.6-13)
Gaflet Koca oğlu Şer Şemseddin’in “Destursuzca Bayındır Hanuŋ yagısın basan”
(Drs.32a.12) biri olarak tanıtılır. Bu tanıtım bir savaşa müdahil olan veya birinin
düşmanına baskın düzenleyen kimsenin yardımda bulunulacak taraftan izin
alması gerektiğini gösteriyor. İzin almaksızın yapılan bir yardım veya baskın,
yardım edilen kişi tarafından aşağılanma olarak görülür. Örnek olarak Kazan
Bey, evini kurtarmaya giderken Karacuk Çoban’ın kendisiyle gelmesini istemez;
çünkü Oğuz içinde çoban yanında olmasa evini kurtaramazdı diye
aşağılanmaktan çekinir.
Av, savaşın ve hayatın bir parçası aynı zamanda Oğuzların önemli bir geçim
kaynağıdır. Dede Korkut’ta avın hayatın değişik kesitlerinde yer aldığı dikkat
çeker; Oğuz delikanlılarının silah kullanmak, savaşçı olmak için ilk ciddi
uygulama yerinin av olduğu gözlenir. Kazılık Dağı Dirse Han’ın avlandığı ve
obasının geçimini sağladığı bir yerdir. Dirse Han’ın adamları, Boğaç’ı babası
529
SADETTİN ÖZÇELİK
Dirse Han’a kötüler ve ona birtakım iftiralarda bulunurlar. Boğaç için yapılan
suçlamalardan biri “Sen var iken av avladı kuş kuşladı” (Drs.12a.3) cümlesi ile
iletilir. Bu suçlama, Boğaç’ın avlanmak için babası Dirse Han’dan av avlayıp kuş
kuşlamak için av dilemesi, yani izin alması gerektiğine işaret etmektedir. İftiraya
göre Boğaç bunu yapmaksızın ava çıkmış, hiyerarşiyi çiğnemiş olmaktadır.
Nitekim Boğaç yapılan bu ve başka iftiraların sonucunda kurulan bir av
tuzağında hayatını kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır.
Oğuzlarda av, hem bir eğlence hem bir spor hem de savaşçılığın bir parçasıdır; ava
çıkmak için mecliste karar verilir. Kazan Bey, savaşçılarına ava çıkmak teklifini şu
sözlerle sunar:
Ünüm anlan begler, sözüm dinlen begler. Yata yata yanumuz ağrıdı, tura tura
belümüz kurıdı. Yöriyelüm a begler, av avlayalum, kuş kuşlayalum, sığın
geyik yıkalum, kaydalum, otağumuza düşelüm, yeyelüm içelüm, hoş
geçelüm. (Drs.20a.10-13).
Kazan’ın beyleri, ava çıkma teklifini uygun görürler; Kazan Bey’in oğlu Oruz,
üç yüz yiğit ile oba üzerine nöbetçi bırakılır ve ava çıkılır (Drs.20b.3-6).
Beyrek ve Banı Çiçek, nişanlı olup ikisi de bey çocuklarıdır. Beyrek, tutsak düşer
ve tutsaklığı uzun yıllar sürer; bunun üzerine Banı Çiçek’in kardeşi Deli Karçar,
Bayındır Han’ın huzuruna çıkarak Beyrek’in yıllardır tutsak olduğunu,
kendisinden haber alınamadığını hatırlatır ve artık kız kardeşini evlendirmek
istediğini söyler. Karçar’ın böyle bir konuda izin istemiş olması, bey çocuklarının
evlenmesinde yönetimin işe müdahil olduğunu ve bu tür konularda karar
verdiğini gösteriyor.
Savaşçılık göçebe Oğuzların hayatında vazgeçilmez bir beceridir. O kadar ki ad
almanın yolu bile savaşçılığını kanıtlamaktan geçer. Boğaç, Bamsı Beyrek ve
Basat bu konunun destanlardaki üç örneğidir. Kendini kanıtlayan ve ad alıp aynı
zamanda bey olan kişinin emrine kırk yiğit verilir; bu günümüz ordusunda takım
komutanı, yani teğmen rütbesine karşılık oluyor. Beylik kazanan kişinin emrine
verilen kırk kişiden biri beyin nayibi, yani yardımcısıdır:
“Bugün ben geydüm, yarın nayibüm geysün.” (Drs.46b.12)
“Kulağumda şuşayan16 nayibüm misin?” (Drs.136b.2-3)
Ayrıca 15-16 yaşlarında kendini kanıtlayan ve savaşçı olan bey çocukları, taht alır.
Taht almak, bey olma statüsü kazanmak anlamına gelir. Ad alıp bey olan yiğide altın
başlı ban ev (çadır), cebe ton (zırh) ve bunun yanında binit olarak atlar, yüklet olarak
develer ve şişlik, geçim kaynağı olarak koyun sürüleri verilir:
Hey Dirse Han!
Beglik vergil, taht vergil [bu] oğlana erdemlidür.
Boynı uzun bedevi at vergil, [bu oğlana] binit olsun, hünerlidür.
Ağayıldan tümen koyun vergil, bu oğlana şişlik olsun, erdemlidür.
16
‘fısıldayan’
530
DEDE KORKUT DESTANLARINDA OĞUZLARIN TEŞKİLATLANMASI HAKKINDA
Kaytabandan kızıl deve vergil, bu oğlana yüklet olsun, hünerlidür.
Altun başlu ban ev vergil, bu oğlana gölge olsun, erdemlidür.
Çign[i] kuşlı cebe ton vergil, bu oğlana geber olsun, hünerlidür.
Bayındır Hanuŋ ağ meydanında bu oğlan ceng etmişdür, bir boğa
öldürmiş[dür].
Senüŋ oğluŋ adı Boğaç olsun.
Adını ben verdüm, yaşını Allah versün. (Drs.10b.12-11a.8)
Altın başlı çadır, önemli bir yönetim ve statü sembolüdür. Destanlarda Oğuz
beylerinin kullandığı savaş aletlerinin de altın süslemeli olduğu belirtilir. Altın
süslemeli veya kakmalı anlamında, altun cıda ‘mızrak’, altın sadak ‘okluk’, kılıç,
boru ‘borazan’, altun ışık ‘miğfer’, altunluca kamçı tamlamaları geçer. Oğuz beylerin
veya bey çocuklarının eşyaları da altın süslemelidir: Altun ayak/ kadeh ve altun
sürahi, tolaması altun beşik, altunluca kamçı vb.
Anlatıcı Ozanlar
Dede Korkut destanlarını veya başka sözlü ürünleri anlatan anlatıcı ozanların kopuz
çalıp destan söylemekle hem Oğuzların hayatında hem Oğuz savaşçılarının
yetişmesinde ve kahramanlık, cesaret, savaşçılık gibi kavramların yüceltilmesinde
önemli bir eğitimci gibi görev icra etmiş oldukların söylemek hiç de yanlış olmaz.
Yaşları küçük olan geleceğin savaşçıları, göçebe hayatın çadırlarında, başta
kahramanlık olmak üzere toplumun sosyal ve kültürel değerlerini konu alan
temalarla yüklü destanları dinlemekle hayata hazırlanıyordu. Dolayısıyla bu
yaşanmış hayat hikâyelerinin destanlaşmış şekillerini de sosyal hayatın
kurulmasında ve Oğuzların teşkilatlanmasında önemli bir kültür harcı olarak
görmek gerekir.
Ozanların, sözlü kültürün yayılması ve aktarılması görevlerinin yanında toplumsal
değerlerin devamını sağlamak gibi önemli bir görevi yerine getirdikleri de
gözleniyor. Oğuzların göçebe hayat yaşadığı dönemde ozanların sözlü edebiyatta
üstlendikleri toplumsal rolleri araştırmaya değer ayrı bir konudur. Söz konusu
destanlardan Oğuzlar hakkında bilgi sahibi olmamız, destanlar üzerinde konuşup
görüş belirterek yorum yapmamız hiç şüphesiz anlatıcı ozanların bu metinleri önce
nesilden nesle anlatması, aktarması ve günün birinde bunları yazıya geçirmesi
sayesindedir.
531
SADETTİN ÖZÇELİK
KAYNAKÇA VE KISALTMALAR
Drs.: Dede Korkut Dresden nüshası.
Alyılmaz, C. (2005). Orhun Yazıtlarının Bugünkü Durumu. Ankara: Kurmay Yayınları.
Ergin, M. (1971). Dede Korkut Kitabı. İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
Ergin, M. (1989). Dede Korkut Kitabı I (Giriş-Metin-Faksimile). Ankara: Türk Dil
Kurumu Yayınları, 169.
Ergin, M. (1991). Dede Korkut Kitabı II (İndeks-Gramer). Ankara: Türk Dil Kurumu
Yayınları, 219.
Gökyay, O. Ş. (1973). Dedem Korkudun Kitabı. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
Gökyay, O. Ş. (1995). Dede Korkut Hikâyeleri. İstanbul: Dergah Yayınları.
Gömeç, S. (1997). Kök Türk Tarihi. Ankara: Türksoy Yayınları: 8
Kaçalin, M. S. (2004). Dede Korkut Kitabında Okuma Önerileri. Türk Dili
Araştırmaları Yıllığı Belleten 1998/I. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları: 793,
93-100.
Kaçalin, M. S. (2006). Dedem Korkudun Kazan Bey Oğuz-nâmesi. İstanbul: Kitabevi.
Kaçalin, M. S. (2011). Niyāzį Nevâyî’nin Sözleri ve Çağatayca Tanıklar El-Luġātu’nNevā’iyye ve ‘l-İstişhādātu ‘l-Caġātā’iyye. Ankara: Türk Dil Kurumu yayınları:
1027
Ögel, B. (1984). İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi. Ankara: Türk Tarih Kurumu
Yayınları.
Özçelik, S. (2005). Dede Korkut Araştırmalar, Notlar/ Dizin/ Metin. Ankara: Gazi
Kitabevi.
Özçelik, S. (2006). Dede Korkut Üzerine Yeni Notlar. Ankara: Gazi Kitabevi.
Özçelik, S. (2008). Dede Korkut’ta Av ve Avla İlgili Kelimeler, Deyimler. Av ve Avcılık
Kitabı. İstanbul: Kitabevi. 415-429.
Sümer, F. (1992). Oğuzlar (Türkmenler). İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı.
Tekin, T. (1988). Orhon Yazıtları, Türk Dil Kurumu yayınları: 540, Ankara.
Tezcan, S. ve Boeschoten, H. (2001). Dede Korkut Oğuznameleri. İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları, 1441.
Tezcan, S. (2001). Dede Korkut Oğuznameleri Üzerine Notlar. İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları, 1457.
Uluçay, M. Ç. (1992). Padişahların Kadınları ve Kızları. Ankara: Türk Tarih Kurumu
Yayınları.
532
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
OĞUZLARIN KARKIN BOYU
SA DU LL AH GÜL TEN
Giriş
Oğuz adının anlamı hakkında çeşitli görüşler öne sürülmüşse de ilim âleminde en
fazla rağbet gören fikir J. Nemeth tarafından ortaya konulmuştur. Buna göre, “ok”
kelimesi boy manasında olup “z” çoğul eki ile birleşerek ok+u+z=boylar şekline
dönüşmüştür (Gündüz, 2002a, s. 57). Oğuz kelimesinin Çince’ye “kabileler” diye
tercüme edilmesi (Kafesoğlu, 1997, s. 150) ve Oğuzların boylar halinde yaşamaları da
J. Nemeth’in görüşünü desteklemektedir. Oğuz adına ilk defa Barlık çayı kıyısındaki
Yenisey kitabesinde rastlanılmıştır. VI. veya VII. yüzyıla ait olduğu kabul edilen
kitabeye göre, Oğuzlar bu dönemde altı boy halinde Barlık ırmağı kıyısında
yaşamaktaydılar (Sümer, 2001, ss. 378-379). VI. yüzyıldan itibaren Göktürk
Hakanlığı’nda toplanmış olan Türk kabilelerinden bir kısmı 630’da başlayan fetret
devresinde, kendi aralarında birlik kurarak Tula-Selenge ırmakları bölgesinde Dokuz
Oğuz kağanlığını meydana getirmişlerdi (Kafesoğlu, 1997, s. 150). Göktürklerin en
başta gelen düşmanları Tula başında oturan bu Oğuzlar idi. Ötüken de onların
idaresinde bulunuyordu. Bu sırada, Oğuzların başlarında bulunan hükümdarları
Kağan unvanı taşıyordu. Oğuzların Göktürkler için tehlikeli olmaya başlaması
üzerine, Göktürkler onların üzerine bir sefer düzenlenmişler ve yapılan savaş
sonucunda onları kendilerine bağlamışlardı (Tüysüz, 2002, s. 278).
Oğuzlar, Orhun kitabelerinde adı en çok geçen Türk kavimlerinden biri olup,
Göktürk Kağanlığı’nın dayandığı başlıca iki unsurdan birisiydi (Orhun, 1994, s. 120).
Buna rağmen, onların Göktürk hâkimiyetinden kurtulmak için pek çok defa
başkaldırdıkları ve Göktürklerle savaştıkları bilinmektedir (Tüysüz, 2002, ss. 278279). Oğuzlar, Göktürk hâkimiyetinde bazen Üç Oğuz bazen de Sekiz Oğuz şeklinde
anılmakla birlikte, en çok Dokuz Oğuz olarak anılmışlardır. Oğuzların boy
sayısındaki artış, tarihi süreç ve boy gelenekleriyle herhangi bir tenakuza
düşmemektedir. Çünkü boylar halinde yaşamalarının bir sonucu olarak, boyların
nüfusu arttıkça yeni boylar ortaya çıkmakta ve diğer boylar gibi nüfus ve siyasi güce
533
SADULLAH GÜLTEN
ulaştıklarında boylar birliği içinde kendi adları ile temsil olunmaktaydılar. Göktürk
yazıtlarında görülen Üç Oğuz, Altı Oğuz, Sekiz Oğuz, Dokuz Oğuz tabirleri bu
durumun bir sonucuydu (Gündüz, 2002a, s. 47).
Oğuz boy isimlerine dair ilk bilgilere XI. yüzyılın ikinci yarısında Kaşgarlı Mahmud
tarafından yazılan Divan-ı Lügati’t Türk’te, ikinci ve daha teferruatlı olarak ise XIV.
yüzyılın başlarında Reşidüddin tarafından yazılan Camiü’t-Tevarih’te tesadüf
edilmektedir. Kaşgarlı Mahmud, Oğuzların 24 boy hÂlinde yaşadıklarını belirtir.
Fakat listesine 22 boyu alırken iki boyu dâhil etmez (Kaşgarlı Mahmud, 1985, C.I, ss.
55-59). Listenin dışında kalan iki boyun Halaçlar olduğunu ve onların bazı
hususlarda Oğuzlardan ayrıldıklarını bildirir. Kaşgarlı Mahmud, Halaç adını alarak
Oğuz boylarından ayrıldıklarını belirttiği iki boyun isimlerini ise kaydetmez
(Kaşgarlı Mahmud, 1985, C. I, s. 55; C. III, s. 415). O, Oğuzlar arasında bulunduğu
sırada, onların boy yapıları ile ilgili bilgileri duymuş olmalıdır. Ancak, onun Oğuz
boylarının hepsiyle karşılaşmamasından dolayı, eksik bildiği boyları Halaçlar ile
tamamlamış olma ihtimali gözden uzak tutulmamalıdır (Gündüz, 2002a, s. 57). 24
boy hakkında Reşidüddin’deki bilgiler Kaşgarlı’ya göre daha açıktır. O, Karkınların
da dâhil olduğu Oğuz boylarının 24’ünün de isimlerini vermiş, Oğuz boylarını Bozok ve Üç-ok olarak tasnif etmiştir (Toğan, 1982, ss. 50-52).
Faruk Sümer, her iki listeyi de karşılaştırarak Kaşgarlı Mahmud tarafından isimleri
belirtilmeyen ve yine aynı müellif tarafından Halaç adını alarak bazı hususlarda
diğer boylardan ayrıldıkları söylenen iki boyun Kızık ve Karkın boyları olduğunu
düşünmektedir (Sümer, 1992a, s. 164; Sümer, 1999, C. I, ss. 6-7). Kaşgarlı Mahmud’un
listesinde Kızık ve Karkın boylarının olmamasının nedeni, bu boyların nüfus kaybına
uğramaları veya alt gruplarından birinin nüfus bakımından güçlenerek diğer boylar
gibi temsil olunmaya başlamasıyla ilgili olmalıdır. Nitekim belirtilen bu hususun
örneklerine Anadolu’da rastlanılmıştır. Avşarlara mensup Köpekli, Gündüzlü ve
Kutbeğli aşiretleri Avşarlar ile birlikte temsil olunarak Köpekli Avşarı, Gündüzlü
Avşarı, Kutbeğli Avşarı şeklinde boy adları ile birlikte anılırken, cemaatlerin
nüfuslarının artmasıyla Köpekli, Gündüzlü, Kutbeğli şeklinde müstakil olarak
anılmaya başlamışlardır (Gündüz, 2002a, s. 62). Buna göre, Karkınların, Kaşgarlı’nın
listesini hazırladığı dönemde, eğer gözden kaçmamışsa, nüfuslarını kaybederek
temsil güçlerini kaybetmiş oldukları veya nüfuslarının azlığı nedeniyle temsil
gücüne ulaşamadıkları söylenebilir. Dolayısıyla, Kaşgarlı’nın ve Reşidüddin’in
verdikleri listeler kesin listeler olmayıp, bunlar Oğuz boylarının kaydedildiği
dönemdeki boy sayılarını ve büyük boyları yansıtmaktadır (Gündüz, 2002a, s. 62).
Karkın boyunun adı ilk olarak Reşidüddin’in eseri Camiü’t- Tevarih’te geçmektedir.
Karkınlar Oğuz Eli’nin Boz-ok kolunda gösterilmiş, Oğuz Han’ın oğullarından Yıldız
Han’ın dört oğlundan biri sayılmıştır. Yıldız Han’ın geriye kalan üç oğlu Avşar,
Kızık ve Beğdili’dir (Toğan, 1982, ss. 50-52; Sümer, 1992a, s. 170). Reşidüddin, diğer
Oğuz boylarınının olduğu gibi Karkın boyunun da damgasını, ülüşünü ve
onugununu belirtmiştir. Oğuz boyları damgalarını koyunlarına ve atlarına
vurmuşlar, böylece boyların atları ve koyunları birbirine karışınca bu damgalar
sayesinde onları kolayca ayırt edebilmişlerdir (Agacanov, 2002, s. 159). Bu gelenek,
Oğuzların Anadolu’ya gelmesinden sonra da devam etmiştir. Anadolu’daki
Türkmenler, damga yerine “em” kelimesini kullanmışlardır (Gündüz, 2002b, s. 163).
534
OĞUZLARIN KARKIN BOYU
Reşidüddin, dört kardeş boyun toylarda koyunun sağ umacasını yediklerini ve
Karkın boyunun ongonunun ise Tavşancıl olduğunu belirtmiştir (Sümer, 1992a, s.
170). Oğuz destanına göre, her boyun bir kuş sembolü mevcut olup, bunlar yırtıcı
kuşlardan seçilmişlerdir. Moğolca olan ongon sözünün Türkçe’si “töz” olup, anlamı
“kök ve menşe”dir (Ögel, 1995, s. 32). Karkın boyunun ongonu olan Tavşancıl,
Ortaçağda Türklerin bütün kartal cinsleri için kullandıkları umumi bir tabirdir (Ögel,
1995, s. 368). Karkın isminin anlamına gelince, Reşidüddin Karkın’ın anlamını “çok
ve doyuran aş” olarak açıklamıştır (Sümer, 1992a, s. 170). Yazıcıoğlu Ali ve Ebu’l
Gazi, Reşidüddin’in verdiği bu bilgiyi tekrarlamışlardır. Yazıcıoğlu Ali kelimenin
anlamını “ulu aş ve doyurucu”, Ebu’l Gazi ise “aşlı” olarak ifade etmiştir (Toğan,
1982, s. 51). Bahaeddin Ögel, Oğuz boy isimleri üzerinde yaptığı etimolojik
denemede, Karkın isminin anlamının çok karanlık olduğunu ifade ederek bu konuda
her hangi bir görüş belirtmemiştir (Ögel, 1995, s. 341). Zeki Velidi Toğan ise “aşın”
ölülerin ruhuna veya mevlit gibi dini merasimlerde verilen yemek olduğu
kanaatindedir. Ona göre Karkın adı bu umumi yemeklerle ilgili bir unvandır (Toğan,
1982, s. 97, 12. dipnot).
Dede Karkın
Karkınların Anadolu’da bilinen ilk iskânı bir Türkmen dedesi olan Dede Karkın’ın
önderliğinde gerçekleşmiştir. Dede Karkın’la birlikte hareket ederek Anadolu’ya
gelen Karkın boyuna mensup gruplardan bazılarını tahrir defterlerinde tespit etmek
mümkündür. 1564 tarihli Kars-Maraş tahrir defterinde yer alan bilgiye göre Maraş’ın
Göksun nahiyesindeki Tenri Bayat mezrasında “Dede Kargın oğulları” ziraat
etmekteydi (KKA. TD. nr. 168, v. 242b). Yine aynı bölgede Dede Karkın zaviyesinin
hizmetini yerine getiren Dede Karkın isimli bir cemaat mevcuttu. Toplam 19 hane
olan cemaatin 9 hanelik bir nüfusu Dede Karkın zaviyesine hizmet etmekteyken, 10
hanelik bir nüfus ise zaviyenin kurbandaranlarıydı. Zaviyenin hizmetiyle
ilgilenenlerden biri ise “Evlad-ı Dede Karkın” olarak kaydedilmişti (BOA. TD. nr.
402, s. 536-537; BOA. TD. nr. 998/ II, s. 456). Ayrıca, Beriyyecik bölgesinin Osmanlı
döneminde bağlı olduğu Mardin sancağında da Dede Karkın isimli bir köy
bulunmaktaydı (BOA. TD. nr. 64, s. 363; BOA. TD. nr. 998/I, s. 53; BOA. TD. nr. 200,
837; KKA. TD. nr. 117, v. 110a; Göyünç, 1991, s. 61). Köyde Dede Karkın’a nisbet
edilen bir de zaviye mevcuttu (BOA. TD. nr. 200, s. 839). Maraş ve Mardin
sancaklarında bulunan zaviyelerden başka Dede Karkın isimli bir başka zaviye de
Hamid sancağına bağlı Uluborlu kazasının Yassıviran köyünde bulunmaktaydı
(BOA. TD. nr. 438/I, s. 275). Buradaki zaviyeden sorumlu kişi de “Evlad-ı Dede
Karkın” olarak kaydedilmişti (MAD. 3331, s. 36). Maraş, Mardin ve Hamid
sancaklarında tespit edilen zaviyelerin kurucuları ile Dede Karkın isimli köyler ve
cemaatler onun çevresinde bulunan müritleri ve akrabalarından başkaları değillerdi.
Karkın Boy İsimli Yer Adları
Anadolu’nun fethini takip eden dönemde Oğuz boylarının önemli kısmı Anadolu’ya
gelerek, burada kendi isimleriyle köyler kurmaya başlamışlardır (Köprülü, 1972, s.
84). Anadolu’da kurulan köy isimleri üzerinde yapılan araştırmalarda boy ve oymak
adlarına dayanan yer isimlerinin önemli bir yer tutuğu anlaşılmaktadır (Yediyıldız,
1984a, s. 21; Yediyıldız, 1984b, s. 26; Eröz, 1966, ss. 176-177). Oğuz boy isimlerini
535
SADULLAH GÜLTEN
taşıyan yer adları genellikle XII., XIII. ve XIV. yüzyıllardan kalmış olup, Oğuz boy
isimlerine yoğun olarak Fırat nehri ve Ege denizi arasında tesadüf edilmektedir
(Sümer, 1992a, s. 174). Oğuz boy isimlerinin bu sahada yoğun olmasının sebebi
Selçukluların iskân politikasının yanında, bölgenin konar-göçer hayatın bir gereği
olarak yüksek dağlarla alçak düzlüklerin yan yana veya birbirine yakın bir coğrafi
yapıya sahip olmasıdır (Gümüşçü, 2002, s. 71). Fırat nehrinin doğusunda Oğuz boy
isimli yer adlarının az olmasında XIV. yüzyılda Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan
bir hayli Türk unsurun İran’a ve Orta Anadolu’ya göç etmesi etkilidir (Sümer, 1992b,
ss. 4-5; Gümüşçü, 2002, s. 71).
XVI. yüzyıl itibariyle Anadolu’da 90 adet Karkın isimli yer mevcuttu. Bunların 71’i
köy, 17’si mezra, 1’i nahiye ve l’i de yaylaktır. Karkın boyunun yerleştiği yerler
bakımından İç Anadolu ve Batı Anadolu bölgeleri ilk sırada yer almaktadır. Bu
cümleden olarak, İç Anadolu bölgesinde 41, Batı Anadolu bölgesinde 30, Doğu
Anadolu bölgesinde 10, Akdeniz bölgesinde 4, Karadeniz bölgesinde 3 adet Karkın
boy isimli yer bulunmaktaydı. Günümüzde bu yerlerden ancak 24 adeti tespit
olunmaktadır. Bunlardan Kırşehir’e bağlı Kargın Meşe, Kargın Selimağa, Karkın
Kızıközü ile Malatya’ya bağlı Dede Kargın köyleri tahrir defterlerinde tespit edilmiş
köyler arasında değildir. Kırşehir’de bulunan köylerin Karkın isminin yanı sıra Meşe,
Selimağa, Kızıközü isimlerini de taşıması Karkın cemaatlerinin bahsedilen köylere
sonradan yerleştiklerini ve köylerin eski isimlerinin yanında kendi boy isimlerini de
kullandıklarını göstermektedir. XVI. yüzyılda mevcut olan köylerin zamanla ortadan
kalkmasında köylerin çeşitli sebeplerle nüfus kaybetmelerinin yanında, köy
isimlerinin de değişmiş olması etkili olmuştur. Örneğin, XVI. yüzyılda Mardin
sancağının Beriyyecik kazasına tabi olarak tespit edilen Dede Karkın köyünün ismi
Dedeköy olarak değişmiştir. Öte yandan, Karkın isminin boy adı dışında farklı
anlamlarda da kullanılması Karkın isimli köylerin tamamını Karkın boyuna
bağlamızı zorlaştırmaktadır. Bu cümleden olarak, karkın kelimesi eriyen karların
oluşturduğu akarsu, karla karışık yağan yağmur, marangozlukta kullanılan rende, su
değirmenlerinde üst taşın konulmasına yarayan bir çeşit çatal ağaç, karaya veya
mora boyanmış deri, hesabını bilmeyecek kadar zengin, tarlada mahsulün fazla
büyüyerek yere yatması gibi farklı manalarda kullanılmaktadır (Yalçın, 2002, ss. 2021). Bunların yanında, karkın kelimesi yer altı sularının yüzeye çıkması sonucunda
toprakla karılması anlamına da gelmektedir. Muğla’nın Dalaman ilçesine bağlı
Kapukargın köyünün ismi buradan gelmektedir.1
Burada altı çizilmesi gereken başka bir husus ise, Karkın isimli köylerde yaşayanların
Karkın boyuna mensup kişiler olup olmadıklarıdır. Özellikle, XVI. yüzyılda
meydana gelen nüfus hareketleri (Demir, 2007, ss. 198-247; Demir, 2009, ss. 15-28)
göz önüne bulundurulursa Karkın isimli yerlerde Karkınların dışında başka
grupların da sakin olmaları söz konusudur. Mesela, Aksaray sancağına bağlı
Karguncak mezrasında Yallı cemaati, Bozok sancağındaki Karkın köyünde Tacirli ve
Hemşalı cemaatleri sakindi. Belirtilen cemaatler eğer Karkın boyuna mensup
değillerse buraların Karkınlar tarafından iskâna açıldığı, fakat sonradan onların
1
Bu bilgi Kapukargın köyü sakinlerinden emekli öğretmen Ali Vatan ile yapılan görüşmede
elde edilmiştir.
536
OĞUZLARIN KARKIN BOYU
köyleri terk etmeleri sonucunda bölgede konar-göçerlik eden diğer cemaatler
tarafından köylerin yeniden şenlendirildiği savunulabilir (Gündüz, 1998, ss. 183-192).
Aynı durum Karkınlar için de varit olup, farklı isimli köylerde Karkınların
yaşadıkları anlaşılmaktadır. İçel sancağına tabi Kargu Çatağı, Kırşehir sancağına tabi
Çatal Meşhed ve Çetek İni ile Maraş sancağına tabi Kala-i Aşağı Çopurca, Kalecik ve
Çakal-ı Sağir karyeleri bu cümledendi.
Konar-Göçer Karkın Cemaatleri
Anadolu’ya gelen Karkınların önemli bir kısmı yerleşik hayata geçerken bir kısmı ise
konar-göçer hayata devam etmişlerdi. Oğuzlar Anadolu’ya geldikten sonra boy
yapıları tamamen bozulduğu için, onlar büyük Türkmen taifeleri içinde irili ufaklı
cemaatler halinde yaşamışlardı. Tahrir kayıtlarından anlaşıldığına göre, Karkın
boyuna mensup konar-göçer teşekküller yaygın olarak Anadolu’nun doğu ve güney
bölgelerinde bulunan Türkmen ulusları arasında yer almışlardı. Bu suretle Karkın
cemaatleri Halep, Dulkadirli, Ramazanlı ve Bozulus Türkmenlerinin teşekkül ve
faaliyetinde rol oynamışlardı. Ayrıca, Batı Anadolu Yörükleri arasında da birkaç
Karkın cemaati yaşamıştı.
Halep Türkmenleri arasına bulunan Karkınlar Kanuni devrinden Sultan İbrahim
dönemine kadar dört oymağa ayrılmış bir halde yaşamışlardı. Bunlar Sultan İbrahim
döneminde Oturak Karkın ve Göçer Karkın olmak üzere iki kısma ayrılmışlardı
(BOA. TD. nr. 773, ss. 9-12, 70). Faruk Sümer, Oturak Karkınların Uşak’ın Banaz
ilçesine bağlı Büyük Oturak ve Küçük Oturak isimli köylere yerleşmiş
olabileceklerini düşünmektedir (Sümer, 2001, s. 340). Ancak, bunun bir tahminden
öteye gitmediği açıktır. XVII. yüzyıldan itibaren, Halep Türkmenleri arasında
bulunan Karkınların bir kısmı yerleşik hayata geçerken bir kısmı ise değişik yerlerde
konar-göçer hayata devam etmişlerdi. Bozulus’a dâhil olan Karkın şubesi üç
cemaatten ibaretti. Karkın cemaatlerinin nüfusları Kanuni ve II. Selim dönemlerinde
kalabalık olmasına karşılık, bu gruplar Bozulus’un Orta Anadolu’ya yaptığı göçlere
katılmamış, bir bölümü Güneydoğu Anadolu’da tedricen yerleşik hayata geçerken
bir bölümü ise Halep, Yeni İl veya Dulkadir Türkmenleri arasında bulunan Karkın
aşiretleri arasına karışmışlardı (Gündüz, 1997, s. 83). Dulkadirli Türkmenleri
arasındaki Karkın şubesi, bu cemaatin Halep ve Bozulus Türkmenleri arasındaki
teşekkülünden daha ehemmiyetliydi. Fakat Dulkadirli Türkmenleri arasında
bulunan bu Karkın şubesi de toplu bir halde değil, dâhil olduğu ilin muhtelif
dağılma sahalarından Maraş, Kars, Bozok ve Sivas bölgelerinde küçük kısımlara
ayrılmış bir şekilde yaşamışlardı (Sümer, 1953, s. 87). Karkın cemaatlerinin
bulunduğu diğer bir Türkmen teşekkülü de Ramazanlı Türkmenleriydi. Tarsus
bölgesinde Kusun taifesine bağlı cemaat ile İçel sancağında Bozdoğan teşekkülleri
arasındaki cemaat bu cümledendir. Her iki cemaat de yerleşik hayata geçmiş olup,
Tarsus’taki cemaat Kayaçık-Ağıl mezrasında, İçel’deki cemaat ise Kargu Çatağı isimli
köyde sakindi. Batı Anadolu bölgesindeki Yörükler arasında Karkın cemaatleri yok
denecek kadar az olup, Hamid ve Teke sancaklarında iki şube hâlindeydiler.
Sonuç
Karkın boyuna dair ilk bilgiler Reşidüddin’in eseri Camiü’t-Tevarih’te geçmektedir.
Reşidüddin, Karkın isminin anlamı yanında boyun ülüşünü, ongonunu ve
537
SADULLAH GÜLTEN
damgasını da vermiştir. Karkın boyuna mensup pek çok cemaat Malazgirt savaşının
ardından ve Moğol istilası sırasında Anadolu’nun muhtelif yerlerine gelmiştir.
Karkınların Anadolu’da bilinen ilk iskânı Dede Karkın’ın önderliğinde
gerçekleşmiştir. Anadolu’ya gelen cemaatlerin bir kısmı köyler kurarak yerleşik
hayata geçerken bir kısmı ise ananevi hayat tarzları olan konar-göçerliğe devam
etmişlerdir. Karkınlar yerleştikleri köyler ile mezraların pek çoğuna kendi boy
isimlerini vermişlerdir. Bu yerlerden 90’ı tahrir defterlerinden tespit olunmaktadır.
XVI. yüzyılda tespit edilen 90 adet yerden günümüze ancak 24 adeti ulaşabilmiştir.
Konar-göçer hayata devam eden cemaatler ise muhtelif teşekkülleri oluşturan
cemaatler olarak yaşamışlardır. Bu gruplar da zamanla yerleşik hayata geçmişlerdir.
Zaten XVI. yüzyıl itibariyle konar-göçer Karkınların fazla olmaması onların büyük
bir oranda yerleşik hayata geçtiklerini göstermektedir. Konar-göçer hayat sürenler
ise XVII. ve XVIII. yüzyıllarda ve daha sonraki tarihlerde tedricen yerleşik hayata
geçmişlerdir.
Tablo 1. XVI. Yüzyılda Karkın Boy İsimli Yer Adları
Sancağı
1
Adana
2
Aksaray
3
Akşehir
4
Akşehir
5
Amasya
6
Amasya
7
Ankara
8
Ankara
9
Ankara
10 Bayburt
11 Bayburt
12 Beyşehir
13 Biga
Kazası/Nahiyesi
Berendi
Aksaray
Akşehir
Akşehir
Arguma
Simre-i Ladik
Murtaza-Abad
Çubuk
Ayaş
Tercan-ı Ulya
Soğans
Göci
Ezine Pazarı
Vasfı
Köy
Mezra
Köy
Mezra
Mezra
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Adı
Karkınlu/Göl Pınarı2
Karguncuk3
Karkın4
Karkın5
Karkın6
Karkın7
Karkın8
Karkın9
Karkın10
Karkın11
Karkın12
Karkın13
Karkın14
BOA. TD. nr. 450, s. 312; BOA. TD. nr. 998/II, s. 338; BOA. TD. nr. 254, s. 285; KKA. TD. nr. 114,
v. 148b.
3 BOA. TD. nr. 1061, s. 187; BOA. TD. nr. 387/I, s. 132.
4 BOA. TD. nr. 40, s. 685; BOA. TD. nr. 455, s. 483; BOA. TD. nr. 387/I, s.72; KKA. TD. nr. 146, v.
21a.
5 BOA. TD. nr. 387/I, s. 74.
6 Sümer, 1992a, s. 314.
7 BOA. TD. nr. 90, s. 80; BOA. TD. nr. 387/II, s. 373; KKA. TD. nr. 34, v.157b.
8 BOA. TD. nr. 438/I, s. 378.
9 BOA. TD. nr. 117, s. 182; BOA TD. nr. 438/I, s. 382; KKA. TD. nr. 74, v. 121b.
10 BOA. TD. nr. 117, s. 405; BOA. TD. nr. 438/1, s. 394; KKA. TD. nr. 74, v. 283b.
11 BOA. TD. nr. 60, s. 136; BOA. TD. nr. 966, s. 20; BOA. TD. nr. 387/II, s. 861; KKA. TD. nr. 46, v.
131a.
12 BOA. TD. nr. 387/II, s. 847.
13 BOA. TD. nr. 40, s. 492; BOA. TD. nr. 381/I, s. 48; KKA. TD. nr. 137, v. 6b.
14 BOA. TD. nr. 59. s. 157; BOA. TD. nr. 166, s. 234; KKA. TD. nr. 79, v. 113a.
2
538
OĞUZLARIN KARKIN BOYU
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
Bolu
Bolu
Bolu
Bolu
Bozok
Bozok
Canik
Çankırı
Çankırı
Çankırı
Çorum
Çorum
Çorum
Diyarbakır
Viranşehir
Viranşehir
Viranşehir
Dodurga
Akdağ
Çubuk
Ordu
Çankırı
Tosya
Tosya
İskilip
İskilip
Tahte’t-Tarik
Garbi-i Amid
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Mezra
Köy
28
29
30
31
Ergani
Hamid
Hamid
Hamid
Mezra
Köy
Mezra
Köy
32
33
34
Hamid
Hüdavendigar
Hüdavendigar
Ergani
Yuva
Yuva
Karaağaç-ı
Gölhisar
Karaağaç
Sifrihisar
Sifrihisar
Kargun15
Karkın16
Karkın17
Karguncak18
Karkın19
Karkın20
Karkınlu21
Kınıkcık Karkın/ İldüzen22
Karkın23
Karkın24
Ulu Karkın25
Dere-i Karkın26
Karkın27
Dere-i Kargın/ Bayram
Bey28
Karkın29
Karkın30
Karkın Bükü31
Karkın32
Köy
Köy
Köy
Karkın33
Karkın34
Karkın35
BOA. TD. nr. 88, s. 482; BOA. TD. nr. 438/II, s. 477.
BOA. TD. nr. 88, s. 482; BOA. TD. nr. 438/II, s. 475.
17 BOA. TD. nr. 88, s. 452; BOA. TD. nr. 438/II, s. 475.
18 BOA. TD. nr. 438/II, s. 549; KKA. TD. nr. 19, v. 138b.
19 Sümer, 1992a, s. 313
20 BOA. TD. nr. 998/II, s. 594; BOA. TD. nr. 314, s. 565; KKA. TD. nr. 30, v. 180b.
21 BOA. TD. nr. 13, s. 45; BOA. TD. nr. 37, s. 131
22 KKA. TD. nr. 81, v. 50b.
23 BOA. TD. nr. 100, s. 352; BOA. TD. nr. 438/II, s. 732; KKA. TD. nr. 81, v. 102b.
24 BOA. TD. nr. 100, s. 353; BOA. TD. nr. 438/II, s. 735; KKA. TD. nr. 81, v. 102b.
25 BOA. TD. nr. 444, s. 177; BOA. TD. nr. 387/II, s. 408; KKA. TD. nr. 38, v. 156a.
26 BOA. TD. nr. 444, s. 179; BOA. TD. nr. 387/II, s. 408; KKA. TD. nr. 38, v.158b.
27 BOA. TD. nr. 387/II, s. 410.
28 KKA. TD. nr. 155, v. 215a; BOA. TD. nr. 998/I, s. 49-55.
29 BOA. TD. nr. 998/I, s. 106.
30 BOA. TD. nr. 30, s. 399; BOA. TD. nr. 121, s. 397; BOA. TD. nr. 438/I, s. 302; BOA. TD. nr. 994,
s.135; KKA. TD. nr. 51, v. 236a
31 BOA. TD. nr. 30, s. 401; BOA. TD. nr. 121, s. 404; BOA. TD. nr. 438/I, s. 302; BOA. TD. nr. 994,
s.137; KKA. TD. nr. 51, v. 233b
32 BOA. TD. nr. 30, s. 22; BOA. TD. nr. 121, s. 46; BOA. TD. nr. 438/I, s. 249; KKA. TD. nr. 51, v.
21b.
33 BOA. TD. nr. 30, s. 564; BOA. TD. nr. 121, s. 493; BOA. TD. nr. 438/I, s. 320; BOA. TD. nr. 994,
s. 329; KKA. TD. nr. 51, v. 179a.
34 BOA. TD. nr. 23, s. 363; BOA. TD. nr. 111, s. 265; BOA. TD. nr. 166, s. 123.
35 BOA. TD. nr. 23, s. 392; BOA. TD. nr. 111, s. 300; BOA. TD. nr. 166, s. 125.
15
16
539
SADULLAH GÜLTEN
35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
48
49
50
51
52
53
54
55
56
57
Hüdavendigar
Hüdavendigar
Hüdavendigar
Hüdavendigar
Hüdavendigar
Karahisar-ı Sahip
Karahisar-ı Sahip
Karahisar-ı Sahip
Karahisar-ı Sahip
Karahisar-ı Sahip
Karahisar-ı Sahip
Karahisar-ı Sahip
Karahisar-ı Şarki
Karahisar-ı Şarki
Karahisar-ı Şarki
Karesi
Karesi
Karesi
Karesi
Karesi
Kayseri
Kayseri
Kırşehir
Sifrihisar
Sifrihisar
Sifrihisar
Bursa
Geyve
Barçınlı
Barçınlı
Şuhut
Şuhut
Şuhut
Sandıklı
Bolvadin
Naibli
Bedirli
Karahisar-ı Şarkı
Sındırgı
Sındırgı
Sındırgı
Temrezler
Doğan Hisarı
Kenar-ı Irmak
Kenar-ı Irmak
Hacı Bektaş
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Mezra
Köy
Köy
Köy
Köy
Yaylak
Mezra
Mezra
Köy
Karkın36
Karkın37
Karkın38
Karkın39
Karkın40
Sivri Karkın41
Karkuncuk42
Karkuncuk43
Kiçi Karkın44
Ulu Karkın45
Karkın46
Yassı Karkın47
Karkın48
Karkın49
Karkın50
Karkın51
Karkın/Koca Beylü52
Karkın/Çınarcık53
Karkın54
Karkın55
Karkın56
Karkın57
Karkıncık58
BOA. TD. nr. 23, s. 410; BOA. TD. nr. 111, s. 284; BOA. TD. nr. 166, s. 126.
BOA. TD. nr. 23, s. 392, BOA. TD. nr. 111, s. 300.
38 BOA. TD. nr. 23, s. 399; BOA. TD. nr. 111, s. 307.
39 BOA. TD. nr. 111, s. 32.
40 KKA. TD. nr. 80, v. 174b.
41 BOA. TD. nr. 438/I, s. 204; KKA. TD. nr. 154, v. 167a.
42 BOA. TD. nr. 147, s. 449; BOA. TD. nr. 438/I, s. 203; KKA. TD. nr. 154, v. 155a.
43 BOA. TD. nr. 438/1, s. 188; KKA. TD. nr. 154, v. 228a.
44 BOA. TD. nr. 147, s. 342; BOA. TD. nr. 438/I, s. 189; KKA. TD. nr. 154, v. 232a.
45 BOA. TD. nr. 438/I, s. 189; KKA. TD. nr. 154, v. 183a; BOA. TD. nr. 508, s. 161.
46 BOA. TD. nr. 147, s. 216; BOA. TD. nr. 438/I, s. 179; KKA. TD. nr. 154, v. 284b; BOA. TD. nr.
508, s. 265.
47 BOA. TD. nr. 147, s. 397; BOA. TD. nr. 438/I, s. 196; KKA. TD. nr. 154, v. 121a; BOA. TD. nr.
636, s. 105.
48 BOA. TD. nr. 387/II, s. 569; BOA. TD. nr. 255, s. 191; BOA. TD. nr. 482, s. 318; BOA. TD. nr.
478, s. 335; KKA. TD. nr. 174, v. 142a.
49 BOA. TD. nr. 387/II, s. 619; KKA. TD. nr. 169, v. 76b.
50 BOA. TD. nr. 255, s. 49; BOA. TD. nr. 482, s. 46; KKA. TD. nr. 174, v. 26b.
51 BOA. TD. nr. 166, s. 266.
52 BOA. TD. nr. 166, s. 262; BOA. TD. nr. 153, s. 159; KKA. TD. nr. 152, v. 91a.
53 BOA. TD. nr. 166, s. 264; BOA. TD. nr. 153, s. 193; KKA. TD. nr. 152, v. l0lb.
54 BOA. TD. nr. 166, s. 294; KKA. TD. nr. 152, v. 285b.
55 KKA. TD. nr. 152, v. 211b.
56 BOA. TD. nr. 976, s. 127.
57 BOA. TD. nr. 976, s. 129; KKA. TD. nr. 136, v. 173a.
36
37
540
OĞUZLARIN KARKIN BOYU
58
59
60
61
62
63
64
65
66
67
68
69
70
71
72
73
74
75
76
77
78
79
Kocaeli
Konya
Konya
Konya
Malatya
Maraş
Mardin
Mardin
Ruha
Saruhan
Saruhan
Saruhan
Saruhan
Saruhan
Saruhan
Sis
Sivas
Sivas
Sivas
Sivas
Sivas
Sivas
Şile
Sahra-yı Konya
Eskiil
Larende
Subadra
Aynü’l-Arus
Beriyyecik
Mardin
Samsat
Akhisar
Marmara
Yunddağı
Yunddağı
Demirci
Doğan Hisarı
Sivas
Yıldız
Tozanlı
Artuk Abad
Artuk Abad
Mecitözü
Köy
Köy
Köy
Köy
Mezra
Mezra
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Mezra
Mezra
Köy
Köy
Köy
Köy
Köy
Karkın/Mir Ahur Ali59
Karkın60
Karkın61
Karkın62
Karkın63
Karkın64
Dede Karkın65
Kargun66
Karkune67
Karkın68
Karkın69
Karkın/ Eskiler70
Küçük Karkın71
Karkın72
Küçük Karkın73
Karkın74
Karkın75
Karkın76
Karkın77
Karkın78
Karkın79
Karkın80
BOA. TD. nr. 998/II, s. 662; BOA. TD. nr. 305, s. 61; KKA. TD. nr. 139, v. 67b-90b.
BOA. TD. nr. 436, s. 171; KKA. TD. nr. 49, v. 108b.
60 BOA. TD. nr. 40, s. 43; BOA. TD. nr. 63, s. 37; BOA. TD. nr. 455, s. 31; KKA. TD. nr. 104, v. 51a.
61 KKA. TD. nr. 149, v. 66b.
62 KKA. TD. nr. 104, v. 165b.
63 BOA. TD. nr. 257, s. 65; KKA. TD. nr. 142, v. 299a.
64 Solak, 1996, s. 373.
65 BOA. TD. nr. 64, s. 363; BOA. TD. nr. 998/I, s. 53; BOA. TD. nr. 200, s. 837.
66 BOA. TD. nr. 64, s. 265; BOA. TD. nr. 998/I, s. 49; BOA. TD. nr. 200, s. 566; KKA. TD. nr. 117,
v.169a.
67 BOA. TD. nr. 387/II, s. 933.
68 KKA. TD. nr. 125, v. 156a; BOA. TD. nr. 166, 358; BOA. TD. nr. 165, s. 515; KKA. TD. nr. 115,
v. 108b.
69 KKA. TD. nr. 125, v. 97b; BOA. TD. nr. 166, s.332; BOA. TD. nr. 165, s. 551; KKA. TD. nr. 115,
v. 184b.
70 KKA. TD. nr. 115, v. 65b; BOA. TD. nr. 102, s. 39
71 BOA. TD. nr. 166, s. 312; BOA. TD. nr. 165, s. 41; KKA. TD. nr. 115, v. 69b.
72 BOA. TD. nr. 166, s. 345; BOA. TD. nr. 165, s. 457.
73 BOA. TD. nr. 166, s. 308; BOA. TD. nr. 165, s. 23.
74 BOA. TD. nr. 988/II, s. 401; KKA. TD. nr. 150, v. 69a.
75 BOA. TD. nr. 387/II, s. 516; BOA. TD. nr. 79, s. 592; KKA. TD. nr. 14, v. 90a.
76 BOA. TD. nr. 387/II, s. 448; BOA. TD. nr. 287, s. 204; KKA. TD. nr. 14 v. 231b.
77 BOA. TD. nr. 387/II, s. 446; BOA. TD. nr. 287, s. 118; KKA. TD. nr. 14, v. 184b.
78 BOA. TD. nr. 387/II, s. 483; BOA. TD. nr. 79, s. 37.
79 BOA. TD. nr. 387/II, s. 483; BOA. TD. nr. 79, s. 37.
80 BOA. TD. nr. 387/II, s. 479; BOA. TD. nr. 79, s. 345.
58
59
541
SADULLAH GÜLTEN
80
81
82
Sivas
Sivas
Sivas
83
84
85
86
87
88
89
90
Sultanönü
Sultanönü
Şevle
Tarsus
Tarsus
Teke
Trabzon
Trabzon
Komanat
Turhal
Frenk Hisarı
(Sonisa)
Karacaşehir
Seyitgazi
Tarsus
Tarsus
Antalya
Rize
Çepni
Mezra
Köy
Köy
Karkıncık81
Karkın82
Karkın83
Köy
Köy
Nahiye
Mezra
Mezra
Köy
Köy
Mezra
Karkın84
Karkın85
Karkın86
Karkın87
Karkın Oluğu88
Karkın89
Karkın90
Kargun91
Tablo 2. Günümüzde Karkın İsimli Köyler92
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
İli
Afyon
Ankara
Ankara
Ankara
Antalya
Balıkesir
Çorum
Çorum
Eskişehir
Eskişehir
Malatya
Manisa
Manisa
Niğde
Sivas
Sivas
Tokat
Tokat
Tokat
İlçesi
Sandıklı
Çubuk
Kalecik
Kırıkkale
Korkuteli
Bigadiç
Alaca
İskilip
Merkez
Sivrihisar
Merkez
Turgutlu
Demirci
Aksaray
Yıldızeli
Koyulhisar
Merkez
Turhal
Merkez
Bucağı
Merkez
Merkez
Çandır
Balışıh
Merkez
Merkez
Merkez
Merkez
Merkez
Merkez
Yazıhan
Ahmetli
Yarbasan
Taşpınar
Çırçır
Merkez
Çamlıbel
Merkez
Çamlıbel
Adı
Kargın
Kargın
Kargın
Kargın
Kargın
Kargın
Kargın
Dere Kargın
Kargın
Karkın
Dede Kargın
Kargın
Kargınışıklar
Karkın
Kargın
Karkın
Kargın
Kargın
Kargıncık
BOA. TD. nr. 387/II, s. 438.
Sümer, 1992a, s. 314.
83 BOA. TD. nr. 54, s. 46; BOA. TD. nr. 387/II, s. 535; KKA. TD. nr. 12, v. 85b.
84 BOA. TD. nr. 438/I, s. 226; KKA. TD. nr. 145, v. 51b.; BOA. TD. nr. 515, s. 49.
85 BOA. TD. nr. 438/I, s. 142.
86 KKA. TD. nr. 265, v. 66a-66b.
87 BOA. TD. nr. 998/II, s. 365; KKA. TD. nr. 134, v. 95a.
88 BOA. TD. nr. 998/II, s. 358.
89 KKA. TD. nr. 107, v. 47b.
90 BOA. TD. nr. 387/II, s. 737; KKA. TD. nr. 43, v. 58b.
91 BOA. TD. nr. 387/II, s. 748.
92 Köylerimiz 1981, T.C. İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü, Ankara, 1982.
81
82
542
OĞUZLARIN KARKIN BOYU
20
21
22
23
24
Kastamonu
Kırşehir
Kırşehir
Kırşehir
Kırşehir
Tosya
Kaman
Kaman
Kaman
Mucur
Merkez
Merkez
Merkez
Merkez
Merkez
Kargın
Kargınkızıközü
Kargınmeşe
Kargınselimağa
Karkın
KAYNAKÇA
I. Arşiv Vesikası
1. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Tahrir Defterleri (BOA. TD.)
13, 23, 30, 37, 40, 59, 60, 63, 64, 69, 79, 83, 88, 90, 102, 100, 111, 117, 121,137, 147, 153,
165, 166, 182, 200, 225, 254, 257, 272, 287, 288, 305, 314, 315, 387, 381, 397, 402, 419, 436,
438, 444, 448, 450, 455, 482, 493, 508, 515, 561, 773, 966, 976, 994, 998, 1040, 1061.
2. Kuyud-ı Kadime Arşivi Tahrir Defterleri (KKA. TD.)
3, 10, 12, 14, 19, 26, 29, 30, 34, 37, 38, 40, 43, 49, 51, 54, 74, 79, 80, 81, 101, 104, 107, 108,
114, 115, 116, 117, 125, 128, 131, 134, 136, 139, 142, 145, 146, 149, 150, 152, 154, 155, 168,
169, 174, 265, 315.
II. İnceleme ve Araştırmalar
Agacanov, S.G. (2002). Oğuzlar. Çev. Ekber N. Necef-Ahmet Annaberdiyev. İstanbul.
Demir, A. (2007). 16. Yüzyılda Samsun-Ayıntab Hattı Boyunca Yerleşme Nüfus ve
Ekonomik Yapı. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış
Doktora Tezi. Ankara.
Demir, A. (2009). “16. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır Şehir Demografisine
Göçlerin Etkisi”, Bilig, Sayı 50, Yaz.
Eröz, M. (1966). Ege Bölgesinde Yer (Köy ve Şehir) Adları. Türk Kültürü Araştırma
Dergisi 19, Reşit Rahmeti Arat Armağanı. Ankara.
Göyünç, N. (1991), XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, Ankara.
Gümüşçü, O. (2002). Xvı. Yüzyıl Anadolu’sunda Oğuz Boy Adlı Yerleşmeler. Genel
Türk Tarihi, Ed. Hasan Celal Güzel vd., C. IV. Ankara.
Gündüz, T. (1997). Anadolu’da Türkmen Aşiretleri Bozulus Türkmenleri (1540- 1640).
Ankara.
Gündüz, T. (1998). Kayseri’de Mezraların Köye Dönüşmesinde Konar-Göçer
Aşiretlerin Rolü. II. Kayseri ve Yöresi Tarih Sempozyumu Bildirileri. Kayseri.
Gündüz, T. (2002a). Oğuzlar Genel Türk Tarihi. Ed. Hasan Celal Güzel vd., C. II.
Ankara.
Gündüz, T. (2002b). Konar-göçer. DİA, C. 26. Ankara.
Kafesoğlu, İ. (1997). Türk Milli Kültürü. İstanbul.
Kaşgarlı Mahmud. (1985). Divan-ı Lüğati’t- Türk. Çev. Besim Atalay, C. I, Ankara.
Köylerimiz (1981-1982). T.C. İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü. Ankara.
Köprülü, F. (1972). Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu. Ankara.
Orhun, H.N. (1994). Eski Türk Yazıtları. C. I. Ankara.
543
SADULLAH GÜLTEN
Ögel, B. (1995). Türk Mitolojisi. C. I. Ankara.
Tüysüz, C. (2002). Oğuzlar. Türkler. Ed. Hasan Celal Güzel vd, C. II. Ankara.
Toğan, Z.V. (1982). Oğuz Destanı, Reşidüddin Oğuznamesi, Tercüme ve Tahlili. İstanbul.
Solak, İ. (1996). Kanuni Döneminde Elbistan Kazası. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi. Konya.
Sümer, F. (1953). Bozoklu Oğuz Boylarına Dair. Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya
Fakültesi Dergisi XI. Cilt, I. Sayıdan Ayrı Basım. Ankara.
Sümer, F. (1992a). Oğuzlar (Türkmenler), Tarihleri- Boy Teşkilatı-Destanları. İstanbul.
Sümer, F. (1992b). Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü.
Ankara.
Sümer, F. (1999). Türk Devletleri Tarihinde Şahıs Adları. C. I. İstanbul.
Sümer, F. (2001). Oğuzlar. Meb İslam Ansiklopedisi. Eskişehir.
Yediyıldız, B. (1984a). Ordu İli Yer-Adları. Türk Kültürü Araştırmaları. C. 22. Ankara.
Yediyıldız, B. (1984b). Yer Adı Verme Usulleri. Türk Yer Adları Sempozyumu Bildirileri.
Ankara.
Yalçın, A. ve Hacı Yılmaz. (2002). Kargın Ocaklı Boyu İle İlgili Yeni Belgeler. Hacı
Bektaş Veli Araştırma Dergisi. Yıl 8, Sayı 21, Bahar.
544
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
ESKİ ANADOLU VE RUMELİ TÜRKÇESİNİN
SÖZ VARLIĞI ÜZERİNE
S EM İH TEZCAN
Büyük dilci Maḥmūd al-Kāşġarī'nin ören kelimesi hakkındaki açıklaması şöyledir:
ören “Her nesnenin kötüsü. Oğuzca. Bu kelimenin Farsçadan alınmış olduğunu sanıyorum. Çünkü Farsçada harap olan şeye وﯾﺮانvīrān denir. Oğuzlar Farslarla çok karışmış oldukları için birçok Türkçe kelimeleri unutmuşlar, yerine Farsça kullanır
olmuşlar. Bu da öyledir.”1
Al-Kāşġarīʼnin bu açıklaması şüphesiz doğrudur. Çünkü ören kelimesi Karahanlıcadan önceki Türk yazı dillerinde (Orhun Türkçesinde ve Eski Uygurcada) kaydedilmiş değildir. Maḥmūd’un ana dilinin Karahanlı Türkçesi olduğunu biliyoruz. Eserinin başından sonuna kadar pek çok yerde Oğuzca üzerine verdiği bilgiler onun
Oğuzcayı da çok iyi bildiğini ortaya koymaktadır. Şimdi yukarıdaki alıntıdan sonuçlar çıkarmaya çalışalım: Maḥmūd’un bu belirlemesi, Karahanlıcayla Oğuzca arasında
Farsça kelimeler yönünden oldukça büyük bir ayrım olduğunu ortaya koymaktadır.
Oğuzcada birçok Farsça kelime olduğunu söylüyor, demek ki Karahanlıcada Farsça
kelime yoktur veya Karahanlıcadaki Farsça kelimelerin sayısı çok daha azdır.
Tabii bunun yanında başka görüşler de vardır. Kimi araştırmacılara göre Karahanlı
Türkçesinde de birçok Farsça ve Arapça kelime bulunmakta ve kullanılmaktaydı. AlKāşġarī, özellikle Türkçeye önem verdiği için bunları eserine almamıştır. Ḳutadġu
Bilig'le ilgili olarak şöyle düşünenler vardır: Hakâniye Türkçesinin başta gelen edebi
eseri Ḳutadġu Bilig’in oldukça “arı” bir Türkçeyle yazılmış olması, o dönemde dilde
az sayıda yabancı kelime bulunması yüzünden değildir, eserin yazarı Balasagunlu
Yūsuf'un bilinçli olarak yabancı kelimelere yer vermemek tutumuyla açıklanmalıdır.2
1
2
Besim Atalay, Dîvânü Lûgat-it-türk Tercümesi. TDK, Ankara 1940-1941, cilt I, s. 76.
Bu konuları rahmetli Prof. Şinasi Tekin ile birçok defa tartışmıştık.
545
SEMİH TEZCAN
Oğuzcaya dönelim. Maḥmūd’un Oğuzca hakkında verdiği bilgilerin hepsi şüphesiz
konuşma dili hakkındadır. Hiçbir yerde bir Oğuz yazı dilinden söz etmez. 8. yüzyılda bugünkü Moğolistan’da yazı dili hâline gelmiş olan Orhon Türkçesi dışında,
Doğu ve Batı Türkistan’da Oğuzcaya dayanan bir yazı dili gelişmemişti. Hocam
Gerhard Doerfer gibi ben de Orhon Türkçesinin erken dönemde Oğuzca sayılabilecek tek yazı dili olduğunu kabul ediyorum.
Orta Asya'da konuşulmuş olan Oğuzcada, Farsça kelimeler yanında Sogdca ve Harezmce3 kelimeler de bulunmaktaydı. Bu kelimeler Türkçede çok eski alıntılar olmalıdır, bunların önemli bir kısmı, daha sonra Önasya'ya ve Balkanlar'a yayılan Oğuz
lehçelerinde de korunmuştur. Bunların eskiliği, dolayısıyla Türkçeye kaynaşmışlığı
(değiştirilemezliği) 20. yüzyıldaki dil özleştirmesi sırasında da kendisini göstermiş,
iyice belirginleşmiştir. Şöyle ki, dil özleştirmesi (dil devrimi) sırasında, Arapça alıntı
kelimelerin büyük kısmı nisbeten çabuk ve kolayca değiştirilebildiği, yerlerine yeni
türetilmiş kelimeler geçirilebildiği hâlde dilde “yerleşik” Farsça unsurlar yerlerini
bırakmamıştır. Örnekler sıralayacak olursak: akşam, cam, can, dost, nişan, usta, çırak,
vaz geçmek, hem, her, herkes veya eğer, meğer, çünkü, ki ve daha pek çok “îrânî” unsur
dilden uzaklaştırılması, yeni türetilen kelime ve deyimlerle değiştirilmesi olanaksız
unsurlar olarak kalmıştır. Çünkü bunlar, çok eskiden beri Oğuzcanın “yapısına işlemiş” olan unsurlardı.
Bir noktayı daha önemle vurgulamak gerekiyor. Arapça kelimeler de İslamiyet’i
kabul eden bütün Türklerin / Türk dillilerin konuşma dillerine Farsça üzerinden
girmiş ve yayılmıştır. “İslamî” denilen Türk yazı dilleri de doğuda ve batıda Farsçanın etkisinde oluşmuştur. Arapça ile Türkçenin doğrudan dil teması ancak Güneydoğu Anadolu’da ve Arapça konuşanların yaşadığı öteki Ortadoğu bölgelerinde
olmuştur. Belki daha önceleri Buhara’da, Buhara Araplarıyla oradaki Türkistanlılar
arasında da doğrudan dil teması olmuştur.4 Doğrudan doğruya Arapçadan yapılmış
olan çeviriler de Arapçadan Türkçeye kelime akımına yol açmıştır. Ancak bunlar
sadece pek az kişi tarafından öğrenilen, anlaşılan ve kullanılan unsurlar olarak ayrı
bir kategori oluşturur. Çok büyük sayıda Arapça unsur, Türk dillerine (konuşma ve
yazı dillerine) Farsça üzerinden girmiştir. Oğuzların (yani daha sonraki adlarıyla
“Harezmce” (veya “Harezmî” / İngilizce “Khwarezmian”), ilk belgeleri MS 2. yüzyıldan, son
belgeleri MS 13. yüzyıldan kalmış olan bir “orta dönem” İran dilidir. Eskiden Harezmce konuşmuş olanların zamanla dil bakımından bütünüyle asimile olduğu, yani anadillerini unutup Türkçe konuşmaya başladıkları kabul edilmektedir. Daha geniş bilgi için bkz. Desmond
Durkin-Meisterernst, “Khwarezmian” The Iranian Languages (yay. Gernot Windfuhr), Routledge, London and New York 2009, 336-376.
Bu dili, 13-14. yüzyıllarda Harezm bölgesinde gelişmiş İslamî Türk yazı dili “Harezm Türkçesi” ile karıştırmamak gerekir. Gerek eski “Harezm Türkçesi”nde, gerekse çağdaş Türk dillerinden Karakalpakça, Türkmence ve Türkiye Türkçesinde bu “Îrânî” dilden alıntılanmış az
sayıda kelime vardır.
4 Türkistan'ın Arap orduları tarafından fethi sırasında ve sonrasında Buhara'ya gelip yerleşmiş
olan bu “Buhara Arapları”nın sayısı hiçbir zaman genel dil durumunu etkileyecek kadar yüksek olmamıştı. Buhara Araplarının dili için bkz. Gerhard Doerfer, “Die özbekischen Lehnwörter in der Sprache der Araber von Buchara”, Central Asiatic Journal XII, 1969, 296-308.
3
546
ESKİ ANADOLU VE RUMELİ TÜRKÇESİNİN SÖZ VARLIĞI ÜZERİNE
Türkmenlerin) İran'a ve Anadolu’ya gelmeden önce, hatta İslamiyet’i kabul etmeden
önce dilce güçlü biçimde “Îrânî” etki altında kalmış oldukları gerçeği hep göz önünde tutulmalıdır. Milliyetçilik kaygılarıyla gerek edebiyat, gerekse dil için şu gibi
savlar ileri sürülmüştür: “Türkler / Oğuzlar Anadolu’ya / Ortadoğu'ya geldiklerinde
saf bir dilleri, yabancı etkilere uğramamış bir edebiyatları vardı, sonradan durum
değişti. Dilde ve edebiyatta İran etkisi başladı ve gittikçe arttı… ”. Bu gibi görüşler
yanlıştır. İran etkisi öteden beri güçlüydü, Maḥmūd al-Kāşġarī bu gerçeği 11. yüzyıl
sonunda açıkça dile getirmiştir. Elbette İran deyince sadece bugünkü İran devletinin
siyasi sınırları anlaşılmamalı. Eskiden “Îrânî” diller konuşan kavimlerin yaşadıkları
bölgeler Türkistan’a, hatta Moğolistan’a kadar uzanmaktaydı.
Başka bir sorun “Anadolu’da Türkçenin ne zaman yazı dili olarak kullanılmaya
başladığı” sorusudur. Yaklaşık yüzyıllık bilimsel çalışmadan sonra bile bu soruya
kesin bir yanıt vermek mümkün değildir. 20. yüzyıl başlarında Köprülüzâde Mehmed Fuâd'ın “13. yüzyıl eserleri” olarak ilan ettiği edebi eserlerden hiçbirinin 13.
yüzyıla ait olmadığı kanıtlanmış olduğu hâlde bugün hâlâ edebiyat tarihlerinin hemen hemen hepsinde, el kitaplarında, ansiklopedilerde ve bunlarda yer alan yanlış
ve eski bilgileri körü körüne aktarmak suretiyle yazılmış monografilerde, makalelerde, metin yayınlarında Dehhānī’nin, Şeyyād Ḥamza’nın, Aḥmed Faḳih’in, Yūnus
Emre’nin 13. yüzyıl yazarları olarak gösterilmesi son derece tuhaftır, hayret vericidir.
Karışık dilde metinler sorunu da yanılgılara, yanlış anlamalara, bazan da yanıltmalara yol açmıştır. Bu metinlerin Harezm’den Anadolu’ya getirilmiş Anadolu’da kısmen
Anadolu ve Rumeli Türkçesine aktarılmış metinler olduğunu fark edenler olmuştur.
Ama kimi yazarlar ve araştırmacılar bu gerçeği kavramadan veya anlamak istemeden yanlış sonuçlara varmışlar, bu yanlış sonuçları sürekli tekrar ederek başkalarını
yanıltmışlardır. Sonuçta bilimsel temelden bütünüyle yoksun olan “karışık dilli metinler denilen eserlerin Türkistan'da yazılmış Eski Oğuzca metinler” olduğu savı her
yerde rastlanabilir duruma gelmiştir.
Kısa bir süre önce Nehcü’l-Ferādīs ve Behcetü'l-ḥadāiḳ'ın Eski Anadolu ve Rumeli
Türkçesine yapılmış “karışık dilli olmayan” çevirileri bulunmuştur. 5 Bunlar, Harezm'de yazılmış eserlerin yeni vatanda bazen kısmen, bazen de tam olarak çevrildiğini ortaya koymaları bakımından büyük önem taşırlar. Bir başka eserin Kitābu'l
Ġunya'nın da aslında Harezm Türkçesinden yapılmış bir çeviri olduğunu bir tanıtma-eleştiri yazısında kanıtlamıştım.6
Sedit Yüksel tarafından ʿIşknāme başlığı altında yayımlanmış olan Ferruḫ u Hümā
mesnevisinin yazarı Muḥammed, kendisinin bu eseri “Tatar dili” diye adlandırdığı
Nehcü’l-ferādīs'in çevirisi şu makalede tanıtılmıştır: Eyüp Akman - Tuncay Sakallıoğlu, “Nehcü'l-Ferâdîs'in Eski Anadolu Türkçesiyle Yazılmış Yeni Bir Nüshası: Kastamonu Nüshası”.
Türk Dili sayı 739 (Temmuz 2013), 78-80. Behcetü'l-ḥadāiḳ'ın çevirisi için bkz. Mustafa Koç,
“Anadolu’da İlk Türkçe Telif Eser”. Bilig sayı 57 (Bahar 2011), 159-174.
6 Semih Tezcan, “Kitābu'l-Ġunya Harezm Türkçesinden Anadolu Türkçesine Aktarılmış Bir
İlm-i hal Kitabı”. [M. Akkuş, Kitab-ı Gunya, Ankara 1995 üzerine tanıtma eleştiri makalesi].
Türk Dilleri Araştırmaları, c. 5, Ankara 1995, 171-210.
5
547
SEMİH TEZCAN
bir Türk dilinden çevirdiğini, daha doğrusu Tatar dilince yazılmış eseri örnek alıp
yeniden yazdığını söylemiştir:
Tatar dilince alġayıdı bolġay
Ya Ḳırım ḫalḳı yazdı yāḫo Ḫıtāy
ʿIşḳnāme (Ferruḫ u Hümā) beyit 406
“Tatar dilince algay bolgay (sözleriyle yazılmış),
Bunu ya bir Kırımlı yazmış ya da bir Türkistanlı”
Ferruḫ-nāme yazarının bu sözüne mutlaka inanmak zorunda değiliz; bu sözler doğru
olabileceği gibi pekâlâ bir topos da olabilir.7 Fakat bir topostan ibaret olsa bile, Muhammed'in iddiası 14.yüzyılda öteki Türk dillerinden Anadolu ve Rumeli Türkçesine
çeviriler yapıldığını gösteren bir kanıt niteliğindedir.
“12. ve 13. yüzyıllarda Anadolu'da Türkçe Edebiyat var mıydı? Bu edebiyatın eserleri
sonradan bütünüyle kayıp mı oldu? Yoksa hâlâ bunların meydana çıkması beklenebilir mi?” sorularına kesin yanıtlar vermek mümkün değildir. Ama başka bir noktada
tahminde bulunmak mümkündür: 12. ve 13. yüzyıllarda Anadolu’da bir takım Farsça eserler yazıldığı “Anadolu'da Farsça Edebiyat” oluştuğu bilinmektedir. Ahmet
Ateş bunlardan belirleyebildiklerini önemli bir yazısında bir araya getirmiş,8 daha
sonra bu listeye başka eklemeler de yapılmıştır. Tabii bu listenin eksiksiz olduğunu
kimse söyleyemez. Belki Süheyl ü Nev-bahār'ın ve Ferruḫ-nāme'nin bugün elde bulunmayan Farsça asılları da bu “Farsça “Anadolu'da yaratılmış Farsça edebiyatın
ürünleri” idi. Belki Şeyḫoğlu Mustafa'nın Ḫurşid-nāme'si de böyle bir eserdi, Farsçadan çevrilmişti veya Farsça bir eser örnek alınarak yazılmıştı.9
7
Ferruḫ-nāme'nin Doğu Türkçesi aslı ya da Farsçası bulunabilmiş değildir. Buna benzer şekilde
Cem Dilçin tarafından yayımlanmış olan Süheyl ü Nevbahār'ın yazarı Mesʿūd bin Ahmed de
söz konusu eserin bir kısmını yeğeninin, geri kalan kısmını da kendisinin Farsçadan çevirdiğini bildirmiştir. Fakat bu eserin de Farsça aslı bulunamamıştır.
8 Ahmed Ateş .“Hicrî VI-VIII. (XII-XIV.) Asırlarda Anadolu’da Farsça Eserler”. Türkiyat Mecmuası c.
7-8, 1945, 94-135.
9 Şeyḫoġlı Muṣṭafā hakkındaki şüphem sebepsiz değildir: Bu yazar, Necmü'd-dīn-i Rāzī'nin
hicrî 620'de bitirdiği Mirṣādü'l-ibād başlıklı eserinin beşinci bölümünden bazı kısımları kelime
kelime Farsçadan Eski Anadolu ve Rumeli Türkçesine çevirmiş, çevirisine Kenzü'l-küberā ve
mehekkü'l-ʿulemā adını vermiş, ancak Rāzī'nin adını bir kere bile anmamış, eseri kendi telifi
olarak takdim etmiştir. Fuad Köprülü ve Mustafa Çetin Varlık bu eserin çeviri olduğunu kesinlikle ortaya koymuş oldukları hâlde Kemal Yavuz'un aynı eseri yıllarca sonra hâlâ ve ısrarla Şeyḫoġlı tarafından telif edilmiş sayması pek tuhaftır (bkz. Mustafa Çetin Varlık. “Şeyhoğlu'nun Kenzü'l-küberâ ve mehakku'l-ulemâ Adlı Tercüme Eseri”, I. Milletlerarası Türkoloji
Kongresi; [İstanbul 15. - 20. 10. 1973)]. Tebliğler 2. Türk Tarihi. İstanbul 1979, s. 544-49 ve Kemal
Yavuz, Şeyhoğlu Kezü'l-küberâ ve mehekkü'l-ulemâ, Ankara 1991, 11: “Bu hususta şimdilik Şeyhoğlu'na inanmak ve eserin te’lif olduğunu söylemek gerekmektedir.”) Şüphesiz Şeyḫoğlu
Mustafa'nın bu güzel çeviri yaparken metnin içerisine kendisinden ve bazıları hiç bilinmeyen
şairlerden Türkçe beyitler eklemiş olması önemli bir hizmet olmuştur.
548
ESKİ ANADOLU VE RUMELİ TÜRKÇESİNİN SÖZ VARLIĞI ÜZERİNE
Karşılaştırmalı Türkoloji’nin kurucusu Willi Bang aslında Anadolu ve Rumeli Türkçesine çok fazla önem vermedi. Çünkü onun döneminde 20. yüzyılın başında ve ilk
on yıllarında pek az Anadolu ve Rumeli Türkçesi metni bilinmekteydi. Bu dilin,
batıdaki ilk Oğuz yazı dilinin büyük önemi, söz varlığı ve öteki dil alanları bakımından önemi Bang zamanında ortaya konmuş, anlaşılabilmiş değildi. Bu yüzden o,
Sibirya Türkçesine çok daha fazla önem verdi. Runik harfli yazıtlara, Eski Uygurca
metinlere ‒elbette haklı olarak‒ çok büyük önem verdi. Eski Anadolu ve Rumeli
Türkçesinin de pek çok arkaik özellikleri olan, pek çok arkaik kelime barındırmış bir
dil olduğunu fark etmesi için elinde yeterince malzeme yoktu. Türkoloji araştırmaları
için Eski Anadolu ve Rumeli Türkçesi metinlerinin önemi ancak 20. yüzyılın ortalarında anlaşıldı, metin yayınlarının ve incelemelerin sayısı giderek arttı. Aslında dil
özleştirmesinde yararlanılacak kaynaklar olarak amaçlanmış ve hazırlanmış olan
Tarama ve Derleme Sözlükleri de dikkatlerin Anadolu ve Rumeli Türkçesi söz varlığına
yönelmesinde büyük çapta etkili olmuştur.
Eski Anadolu ve Rumeli Türkçesi metinlerinde inanılmaz önemli kelimelerle karşılaşılabilmektedir. Burada bir örnek vermek istiyorum: Maḥmūd al-Kāşġarī tėgin kelimesinin aslında “köle” anlamına geldiğini, Afrāsiyāb’ın oğulları, babalarına bir köle
gibi hizmet etmiş oldukları için şehzadelere de tėgin dendiğini yazar.10 Kelimenin
eskiden beri “şehzade” anlamına geldiğini çok iyi bildiğimiz için Kāşġarīʼnin şehzadelere niçin tėgin dendiği hakkındaki açıklamasını ciddiye almamız gerekmez. Ama
kelimenin 11. yüzyılda “köle” anlamına geldiği hakkında verdiği bilgiden şüphe
edilmemelidir, çünkü bu bilgi bir Kıpçak sözlüğünde de doğrulanır.11 İşte, sadece
Divān Luġati’t-Türk’te ve bir Memluk Kıpçakçası sözlüğünde ‘köle’ anlamıyla bulunan kelime, Eski Anadolu ve Rumeli Türkçesinin bir metninde de dėgin biçimiyle
geçer:
Bu sözi cemʿ ėden dėgin degüldür
Selāṭin ṣoyıdur elgin degüldür12
ʿIşḳnāme (Ferruḫ u Hümā) beyit 4437
“Bu sözleri bir araya getiren köle değildir,
Sultanlar soyundandır, garibin biri değildir.”
Besim Atalay, Dîvânü Lûgat-it-türk Tercümesi. TDK, Ankara 1940-1941, cilt I, s. 355, 413. Gerard
Clauson, An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth-Century Turkish. Oxford 1972, 483, Gerhard
Doerfer, Türkische und mongolische Elemente im Neupersischen II, Wiesbaden 1965, madde 922, s.
533-541.
11 Orada Ay-degin bir köle adı olarak verilir, bkz. M. Th. Houtsma, Ein türkisch-arabisches Glossar.
Nach der Leidener Handschrift. Leiden, 1894, (Arapça metin kısmı) sayfa 29 satır 18.
10
12
Çekimleyenin galiba hiç anlamadan yazdığı kelimeyi
DTYKN (ye’nin altında esre var,
kef’in altına esre, üstüne üstün konmuş!), Sedit Yüksel tigin okumuş, fakat herhangi bir açıklama vermemiştir. Kelime dėgin okunmalıdır. ʿIşḳnāme (Ferruḫ u Hümā) metninde bu tür bozuk yazılışlar pek çoktur.
549
SEMİH TEZCAN
Öteki Eski Anadolu ve Rumeli Türkçesi metinlerinde rastlanmamış olan dėgin “köle”
nasıl olup da Ferruḫ u Hümā mesnevisinde ortaya çıkıyor? Acaba bu mesnevi gerçekten “Kırım veya Hıtay Türkçesinden çevrilmiş” olabilir mi? Kelime bu yüzden mi bu
metinde bulunuyor? Yoksa Muḥammed, çok zengin bir söz varlığına sahip olduğu
için mi bu kelimeyi de biliyor ve kullanıyordu? Yeni ve karmaşık sorular, her şey en
ince ayrıntısına kadar araştırılmadan, Eski Anadolu ve Rumeli Türkçesinin büyük bir
sözlüğü yapılmadan doğru yanıtlanması olanaksız sorular.
Eski Anadolu ve Rumeli Türkçesinin söz varlığı son derece önemlidir. Ne yazık ki
Türk Dil Kurumu’nun 1971’de başlattığı “Türkiye Türkçesinin Tarihsel Sözlüğü”
projesi çeşitli sebeplerden dolayı sonuca ulaşmadı, daha doğrusu ulaştırılmadı.
Bugün artık bu projeyi 1970'lerdeki eski, konvensiyonel yöntemlerle sürdürmenin
anlamı kalmamıştır. Şimdiye kadar yayınlanmış Eski Anadolu ve Rumeli Türkçesi
metinlerinin hepsi toplanıp dijital ortama aktarılmalı, yazı çevriminde birlik sağlanarak geniş bir derlem ve buna dayanan bağlamlı bir dizin yaratılmalıdır. Böylece
hiç değilse Eski Anadolu ve Rumeli Türkçesinin tarihsel sözlüğünü yapmak için
gereken malzeme elde edilmiş olacaktır. Zamanla bu tarihsel sözlük 21. yüzyıla kadar geliştirilebilir. Böyle bir projenin gerçekleştirilmesi yalnız Türkiye Türkçesi araştırmaları için değil, bütün Türkoloji için son derecede önemli olacaktır.
550
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
İRAN TÜRKMENLERİNDE
SÖZLÜKÇÜLÜK ÇALIŞMALARI
SH AHR OUZ A GHA TA BA I
İran’da yaşayan Türk dil konuşurları Azerbaycan, Kaşkay, Horasan, Halaç, Kazak ve
Türkmen Türkçesi gibi lehçeleri ve ağızları kullanmakta ve tarihî ve coğrafi
konumlarından dolayı Türkistan ile Azerbaycan–Anadolu arasında geçiş hattı teşkil
ettikleri için Türklük araştırmalarında önemli yere sahip olmaktadır.
Bilindiği üzere 1881 yılında Kaçar devleti yönetimindeki İran ile Çarlık Rusya
arasında imzalanan Ahal Anlaşmasına istinaden, Türkmen toprakları ikiye
bölünmüştür. Bunların büyük bir kısmı Rusya sınırı içinde kalmış ve daha sonra
1924’te Sovyet Türkmenistan ve 1991’de Bağımsız Türkmenistan olarak ortaya
çıkmıştır. Fakat aynı halkın İran sınırları içinde kalan ve günümüzde bir buçuk
milyonu aşan nüfusu, genelde Türkmensahra adını alan bölgede kendi etnik
kimliğini sıkıca koruyarak, millî hayatını devam ettirmektedir.
İran Türkmenleri kendi ana dillerini ailede öğrenirler; okullarda ders dili ve resmî
yerlerde yazışma dili Farsçadır. Bu yüzden de toplum içinde Türkmen Türkçesinin
kullanımı genelde konuşma dili ile sınırlı kalmıştır. Buna karşın, Türkmen Türkçesi
eski Arap yazısı esasında sınırlı şekilde olsa da mahallî basın yayında ve
Türkmenlere özel dinî medreselerde kullanılmaktadır ve bu akımın sürdürülmesi,
her şeyden önce bu toplumun kendi diline ve kültürüne bağlılığı sayesinde
gerçekleşmektedir.
İran Türkmenleri arasında sözlük yazma çalışmaları 1979’da İslamî Devrim’in
galibiyetinden sonra başlamıştır. Pehlevî devleti döneminde kendi kültürel
faaliyetlerinde çeşitli yasaklamalara ve kısıtlamalara maruz kalan Türkmen azınlığı,
devrim sonrası elde edilen açık ortamı fırsat bilip kendi millî kimliğini ve özellikle
ana dilini korumaya yönelik bir takım faaliyetlerde bulunduğu bilinmektedir.
Türkmence kitaplar yayımlamak ve ana dil kurslarını açmak gibi işler bu doğrultuda
gerçekleştirilmişti.
551
SHAHROUZ AGHATABAI
Sözlük çalışmalarına bir başlangıç sayılan Sayladım Üyşürdim (yani: Seçtim Topladım)
adlı 16 sayfalık kitapçık Şubat 1980’de Günbed şehrinde yayımlanmıştır. Birkaç
Türkmence kelimeyi açıklayan bu kitap, Hıvalı Zeytunlı tarafından hazırlanmış ve
Mektebetül-İslamiyye (bugünkü Hacı Talayî) yayınevi tarafından yayımlanmıştır.
Türkmen Türkçesi için daha hacimli bir sözlüğün yayımlanmasına duyulan
gereksinimi karşılamak için Günbed’deki Kazi yayınevi 1985 yılında 353 sayfalık bir
Türkmence-Türkmence sözlüğü hazırlayarak yayımlamıştır. 6000’den fazla kelimeyi
içeren bu sözlük aslında 1962 yılında M.Y. Hamzayev tarafından hazırlanmış ve
Türkmenistan İlimler Akademisi tarafından yayımlanmış olan TürkmenceTürkmence sözlüğün bir seçkisi sayılmaktaydı. Ancak bu seçkiyi hazırlayanlar
sadece zor kelimeleri sıralamak ve karşısında anlamını açıklamak ile yetinmişler ve
sözlüğün orijinalinde bilimsel yöntemlerle verilen telaffuz, köken, kelime türü, örnek
vb. çeşitli bilgileri vermekten kaçınmışlardır. Özetle değerlendirmek istesek, bu
sözlük kendi türünde Türkmensahra’da ilk hacimli çalışma olmasına rağmen İran
Türkmenleri tarafından telif edilen bir eser değildi ve Türkmenistan neşrinden Arap
yazısına aktarılmış bir seçki niteliğindeydi.
İran Türkmenleri arasında hazırlanan ve onların dil özelliklerini yansıtan ilk ciddî
sözlük çalışmaları Nurmuhammet Muttakî’nin yayımladığı sözlüklerle başlatılmıştır.
Muttakî ilk 1993 yılının başlangıcında Ferhneg-i Sina (Sina Sözlüğü) adlı TürkmenceTürkmence-Farsça bir sözlüğü yayımladı. 16 sayfa giriş ve 583 sayfa metinden oluşan
bu eser, Kümüşdepe şehrinde ve müellifin kendi el yazısı şeklinde yayımlanmıştır.
Eserin sonunda verilen kaynakçaya göre müellif bu sözlüğü yazmakta sadece
sözünü ettiğimiz 1985 sözlüğünden ve bazı Farsça, İngilizce ve Fransızca lügatlerden
faydalanmıştır. Sina Sözlüğü 13000’den fazla kelimeyi içermektedir ve bu açıdan
1985 sözlüğünün iki katını aşmış durumdadır.
Nurmuhammet Muttakî Tagandurdı oğlu 1921 yılında Kümüşdepe’de doğmuş ve
Gürgan şehrinde Öğretmenlik Yüksek Okulu’ndan mezun olmuştur. Muttakî
Günbed şehrinin liselerinde matematik hocası olarak çalışmış ve 1974 yılında emekli
olmuştur. O bu tarihten vefatına, yani Haziran 2000’e kadar Türkmen dili ve
edebiyatı alanında araştırma yapmıştır. (Muttakî, 1996, s. 111; Aghatabai, 2000, s. 4)
aslında Muttakî hocalık döneminde yaptığı alan araştırmaları derlemelerini ve aldığı
notları Sina Sözlüğü’nde bir araya getirmiş ve Türkmencenin standart türüne bağlı
kalmaksızın, İran’da yaşayan Yomut, Göklen ve Nohurlı boylarının kelime
hazinesini vermeye çalışmıştır. Müellif giriş kısmında kitabı telif etmekten hedefinin
Türkmencenin zenginliğini göstermek ve kaybolmaya yüz tutan birçok kelimeyi
kaydetmek olduğunu vurgulamıştır. Onun bu işi hem ilk çalışma olduğu için ve hem
alan derlemesine dayandığından dolayı İran Türkmenlerinin dilini araştırmakta
önemli yere sahiptir.
Muttakî bu Türkmence-Farsça sözlüğü yayımladıktan hemen sonra bu eseri
bütünleyici nitelikte olan bir Farsça-Türkmence sözlüğü de hazırlamıştır. Telifi
1993’te sona eren bu eser Ferheng-i Selim (Selim Sözlüğü) adı ile ancak 1997 yılında
yayımlanma imkânı bulmuştur. 20 sayfalık bir giriş, 523 sayfa metin ve 25000’ten
fazla kelimeyi içeren bu sözlükte de müellifin kendi vurguladığı gibi (Muttakî, 1997,
s. 90) hiçbir telaffuz yanlış sayılmamış ve diyalektolojik farklılıklar, olduğu gibi
552
İRAN TÜRKMENLERİNDE SÖZLÜKÇÜLÜK ÇALIŞMALARI
saptanmaya çalışılmıştır. Bu kitap Mu’în ve Amîd gibi Farsça–Farsça sözlükleri esas
almıştır ve İran’da basılan ilk Farsça-Türkmence sözlük sayılır. Esere müellif hariç
Abdullah İslamî, Abdülhakim Arazî ve Bayramkılıç Ferzam tarafından tanıtım
yazılmıştır.
Türkmensahra’da tanılan diğer önemli eser Ferheng-i Kazi (Kazi Sözlüğü) adıyla
2003’te yayımlanan Farsça-Türkmence sözlüktür. Bu eser Türkmen araştırmacı ve
yayımcı Muratdurdı Kazi tarafından hazırlanmış ve Dr. Molla Aşur Kazi ve
Mahmud Atagözli editörlüğünde yayımlanmıştır. Kitap 27 sayfa giriş, 722 sayfa
metin ve toplamda 10000’i aşkın sözcüğü içermektedir. Atagözli’nin yazdığı girişte
bu eserin bilimsel sözlükçülük kurallarına göre hazırlanan ilk Farsça-Türkmence eser
olduğu açıklanmaktadır. Doğrudan da bu sözlükte kelimelerin imlası, telaffuzu,
kökeni ve türü gibi birçok bilgiler bildiğimiz bilimsel yöntemlerle verilmiş ve kitabın
sonuna hayvanlar ve bitkilerin çeşitli grupları kelime öbekleri şeklinde
hazırlanmıştır.
Türkmensahra’da yayımlanan en son genel sözlük 2012 yılında Negin-i Kevir
yayımevi tarafından yayımlanan Lübâbül-Lügât adında bir Arapça-Türkmence
lügattır. Günbed’de Hanefiye dinî medresesinin baş hocası olan Abdülcebbar Ahun
Niknahad tarafından hazırlanan bu eser 174 sayfa içinde 7000’den fazla Arapça
kelimenin Türkmence karşılığını vermiştir ve aslında medrese talebeleri için
yardımcı ders kitabı şeklinde hazırlanmıştır. Hâlbuki verilen Türkmence karşılıklar
gerçekten çok zengin ve değerli bir sözvarlığını sergilemekte ve bu yüzden de İran
Türkmenlerinin leksikoloji çalışmalarında gayet önemli bir eserdir. Kitapta verilen
Arapça sözcüklerin karşısında sadece Türkmence çevirisi verilmiş ve fazla bilgiler
eklenmemiştir. Eser Molla Danyal Hurmalı adlı bir talebe tarafından yayıma
hazırlanmıştır.
Türkmensahra’da özel konulu sözlük çalışmalarının örneklerini de görebiliriz. O
cümleden Nurmuhammet Aşırpur (A. Meredov) tarafından 3 ciltte hazırlanan
Magtımgulıniň Düşündirişli Sözlügi (Mahtumkulu’nun İzahlı Sözlüğü) 2003 yılında
Günbed şehrinde Aşk-ı Daniş yayınevi tarafından kiril alfabesi ile yayımlanmıştır.
Ama eserin kapağında 1996 yılı kaydedilmektedir. Bu tarih, kitabın tasarım işlerinin
bitişi olabilir. Toplam 1264 sayfayı kapsayan bu üç ciltlik kitap, Türkmenlerin ünlü
şairi Mahtumkulu’nun divanında geçen 5500’den fazla sözcüğü, özellikleri ve
örnekleri ile açıklamıştır ve kendi konusunda ilk eser niteliğindedir.
Özel konulu diğer sözlük Şahmuhammet Emirî ve Menije Tevan tarafından
hazırlanan ve 2010 yılında Gürgan şehrinde Mahtımkulı yayınevi tarafından
yayımlanan Rosteniha-yi Moşterek-i İran ve Torkmenistan (yani: İran ve
Türkmenistan’ın Ortak Bitkileri) sözlüğüdür. Bu kitapta bitkilerin bilimsel adı
yanında İngilizce, Farsça ve Türkmence karşılıkları verilmiş ve her dil için ayrı dizin
hazırlanmıştır.
Yeni zamanlarda Türkmensahralı araştırmacı Mahmud Atagözli internet ortamında
Sozluk.ir sitesini tasarlamış ve yirmi yıldan fazla zaman içinde hazırladığı büyük
Türkmence–Farsça sözlüğünü bu kalıba aktarmaktadır. Bu sitede Türkmence
kelimelerin Farsça açıklaması yanında Türkmence eşanlamlı ve gerek yerinde
cümlede kullanılan örneği verilmektedir. Şimdiye kadar 4000’i aşkın kelimeyi içeren
553
SHAHROUZ AGHATABAI
bu site standart Türkmence yanında Türkmensahra’da derlenmiş sözcükleri de
kapsamakta ve Metin Kızılca tarafından yönetilmektedir.
Türkmensahra’da yayımlanan sözlükleri başlangıcından bugüne kadar nitelik açıdan
iyileşmektedir ve bu ise, deneyim vakalarının artışı, dil alanında daha nitelikli
araştırmacıların yetişmesi ve onların diğer Türk halkları ile temaslarının
kolaylaşması ve eskilere göre çok sayıda kaynakların internet ortamında veya basılı
şekilde el yeterde olması gibi etkenlerle açıklanabilir.
İran Türkmenlerinin dil özellikleri ve o cümleden sözvarlığı Türkistan-AzerbaycanAnadolu hattında gerçekleşen dilsel etkileşimleri araştırmakta önemli kaynak sayılır.
Diğer yandan 20. yüzyılın başlarına kadar konar-göçer hayatını sürdüren İran
Türkmenleri birçok eski Türkçe kelimeleri de kendi dilinde muhafaza etmişlerdir.
İran’da basılan Türkmence sözlükler birbiri ile karşılaştırmalı ve bütünleştirici
şekilde araştırılsa, Türk leksikolojisinin zenginleşmesine katkı sağlamasının yanı sıra,
tarihi metinlerdeki bazı karanlık noktalara mutlaka ışık tutabilir.
KAYNAKÇA
Aghatabai, Sh. (2000). Be Yad-i Ostad Nurmohammad Mottagî. Golşen-ı Mehr 20, s. 8,
Gürgan
Aşırpur, N.M. (2003). Magtımgulıniň Düşündirişli Sözlügi. Günbed, Aşk-ı Daniş yay.
Emirî, Ş.M. ve Tevan M. (2010). Rosteniha-yi Moşterek-i İran ve Torkmenistan. Gürgan,
Mahtımkulı yay.
Kazi, M.D. (1985). Sözlük. Günbed, Kazi yay.
Kazi, M.D. (2003). Ferheng-i Kazi. Günbed, Golneşr yay.
Muttakî, N. (1993). Ferheng-i Sina. Kümüşdepe, Müellif yay.
Muttakî, N. (1997). Ferheng-i Selim. Kümüşdepe, Müellif yay.
Niknahad, A.C. (2012). Lübâbül-Lügât. Günbed, Negin-i Kevir yay.
www.sozluk.ir sitesi (10.04.2014)
Zeytunlı, H. (1980). Sayladım Üyşürdim. Günbed, Mektebetül-İslamiyye yay.
554
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
AD BİLİMİ ÇERÇEVESİNDE TAPU TAHRİR
DEFTERLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİNE ÖRNEK:
XVI. YÜZYILIN BAŞLARINDA ANKARA VE
ÇEVRESİNDE KONAR-GÖÇERLER VE OĞUZ BOYLARI
S I DD I K ÇAL I K
Tabiat-kültür ve insan ilişkilerinin açıklanmasında bize önemli bilgiler sunan ad
bilimi (Onomastik) ve onun alt dalları olan; yer adları (toponymie), kişi adları (antroponymie), dağ adları (oronymie) ve su adları (hidronymie) bilimleri tarihi olguları
anlamada önemli katkıları olan interdisipliner alanlardır. Türkiye’de şahıs adları ve
yer adları üzerine zaman zaman araştırmalar yapıldıysa da bunların sayılan oldukça
sınırlıdır.1 Özellikle yerel tarih çalışmalarında bu konuya değinildiği görülmektedir.
Ancak bu tür eserlerde de ad bilimi ve yer adları değerlendirmelerine çok kısa yer
1
Saim Sakaoğlu, Türk Adbilimine Giriş, Ankara, 2001; Bahaeddin Yediyıldız-Özkan İzgi; “1455
Yılında Ordu ve Yöresinde Kullanılan Şahıs Adları”, H. Ü. Edebiyat Fakültesi Dergisi, Ankara
1983, s. 361-368; Yılmaz Kurt, “Adana Sancağı Kişi Adları”, DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi,
XV/ 26, 1992, s. 169-252; Yılmaz Kurt, “Osmanlı Tahrir Defterlerinin Onomastik Değerlendirilmesinde Uygulanacak Metod”, Osmanlı Araştırmaları (The Journal Of Ottoman Studies) ,
XVI, Editörler: H. İnalcık, N. Göyünç, İstanbul, 1996, s. 45- 59; P. Wittek, Von der btzantinischen zur turkischen Toponomi: Bizantîon X,ll-64; J. Deny, mdextoponymiqturc pour
l’archeologiehitite: RHE III, 205-236 ve IV,1-41, 223-247 ; Ahmet Naci-H. Nihal Adsız, Anadolu’daki Türklere Ait Yer İsimleri; T. Halasi Kun, Avrupa’daki Osmanlı Yer Adları Üzerine
Araştırmalar, Türk Dili ve Tarihi Hakkında Araştırmalar I, Toplayan, Hasan Eren-T. Halasi Kun,
TTK, 1950, s.64-104; Mehmet Eröz, Sosyolojik yönden Türk Yer Adları, Türk Yer Adları Sempozyumu Bildirileri, 11-13 Eylül 1984 Ankara, s. 43-54; Bahaeddin Yediyıldız, Türkiye’de Yer
Adı Verme Usulleri, Türkiye Yer Adları Sempozyumu Bildirileri, s . 2 5 - 4 , O r d u İli Yer Adları,
Türk Kültürü Araştırmaları, Ankara, 1984, XXII/1-2, s. 20-36; L. Rasonyi, Le Noms Toponymiques du Kısgunsag. Açta Liguistica, Budapest, 1957, VII/l-2, s. 73-146; Hasan Eren-Doğan
Aksan-Ömer Başkan, Türkiye Köy Adları Üzerine Bir Deneme, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı
Belleten, Ankara, 197l, s. 237-251.
555
SIDDIK ÇALIK
verilmiştir.2
Çalışmamız, Osmanlı klasik dönemine ait kaynaklardan Ankara sancağına ait vergi
ve timar kayıtlarını içeren H. 937/ M. 1529 tarihli bir tapu tahrir defterinde3 mevcut
konar-göçer isimlerini tasnif ve tahlil ederek, Oğuz boylarının yaşantılarına, kültürel
ve karakteristik bazı hususiyetlerine dair kesitleri sunmaya çalışacağız. Bu konuya
başlamadan önce Ankara’nın tarihî coğrafyasına ait giriş yapmak yerinde olacaktır.
İç Anadolu’nun kuzeybatısında Sakarya nehri kollarından Ankara Çayı’nın geçtiği
ovanın üzerinde kurulan Ankara şehri, eski yerleşim merkezlerinden biridir. Son
yıllarda yapılan arkeolojik kazılara göre Ankara’da yerleşimin tarihi Kalkolotik ve
Bakır Çağı dönemlerine kadar gitmektedir. Ankara’nın çevresinde bulunan Gavurkale, Karaoğlan, Ahlatlıbel ve Etiyokuşu gibi eski iskân merkezleri Hititler zamanının
önemli yerleşim mahallerinden biridir. 4 Hititlerden sonra bu bölgedeki hakimiyet
Friglere (MÖ 12.-6. yy.) daha sonra da Galatlara (MÖ 3.-2. yy.) geçtiği bilinmektedir.5
Türklerin hâkimiyetine kadar Roma ve Bizans’ın sınırları içinde bulunan Ankara,
Anadolu’nun önemli yerleşim alanlarından biri olmuştur. Türklerin Anadolu’yu 11.
Yüzyılın sonlarından itibaren fetih etmeye başlamasıyla birlikte, 1127 tarihinden
itibaren Ankara Selçuklu Devleti sınırları içerisine dahil edilmiştir.
Bulunduğu coğrafî konum Ankara’nın önemli ticarî, idarî ve askerî merkez hâline
gelmesine neden olmuştur. Tarihî Kral Yolu’nun üzerinde bulunması ve dünyaca
ünlü sof üretim merkezi olması, Ankara ve çevresinin Doğu-Batı ticaretinin önemli
kavşaklarından birini oluşturmaktaydı6. Özellikle Osmanlı döneminde Ankara sof
ticareti yönünden önemli bir pazar hâline gelmişti.7
Şehirdeki kalenin Hititlerden beri var olduğunun bilinmesi, eski çağlardan beri
önemli bir şehir olduğuna bir delalettir. Bizans döneminde Arap saldırılarına karşı
korunması için Ankara idari ve askeri bir merkez (Thema) haline getirildi.8 Selçuklu
döneminde ise Ankara, devletin en önemli idari birimi olan vilâyetlerinden biri idi.9
Ankara, Osmanlılar zamanında da idarî ve askerî merkez olma özelliğini korumuş-
Bölgesel çalışmaların yaygınlaşmasıyla birlikte; şahıs adları ve yer adları üzerine yapılan
araştırmalar son zamanlarda bir hayli artmıştır. Özellikle Osmanlı Arşivlerinin işlerlik kazanması bu süreci hızlandırmıştır, 1950’lerden sonar öncülüğünü Ömer Lütfi Barkan, Halil
İnalcık ve daha sonara bir çok tarihçinin yaptığı klasik Osmanlı sancak tarihi çalışmalarında
Osmanlı coğrafyasına ait bir çok bölgenin yer adları teferruatlı bir şekilde araştırılmıştır. Bu
çalışmalarda her bölgenin büyük yerleşim birimlerinden mevkilere kadar coğrafi yer adları
hakkında bilgi edinmek mümkündür.
3 BOA-TD 438.
4 Rıfat Özdemir, DİA, Ankara maddesi, C.III. s., 201.
5 Özer Ergenç, XVII. Yüzyılın Başlarında Ankara’nın Yerleşim Durumu Üzerine Bazı Bilgiler,
Osmanlı Araştırmaları I, İstanbul, 1980, s. , 21.
6 Rıfat Özdemir, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Ankara, Ankara, 1998, s. 22-23.
7 Özer Ergenç, 1600-1615 Yılları Arasında Ankara İktisadi Tarihine Ait Araştırmalar, Türkiye
İktisat Tarihi Semineri, içinde, der. Osman Okyar, Ünal Nalbantoğlu, Ankara, 1975, s. 153.
8 Rıfat Özdemir, age. s. 21.
9 Tuncer Baykara, Anadolu’nun Tarihi Coğrafyasına Giriş I Anadolu’nun İdari Taksimatı, Ankara,
1988, s. 58.
2
556
AD BİLİMİ ÇERÇEVESİNDE TAPU TAHRİR DEFTERLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİNE ÖRNEK
tur.10 Yıldırım Bayezit zamanında ve 1394 tarihinde kurulan Anadolu beylerbeyliğine
bağlı bir sancak olan Ankara, 1462’ye kadar bu beylerbeyliğinin Paşa sancağı durumuna gelmişti. 11 Ankara’nın sancak statüsü klasik dönem boyunca devam etmiştir.
Ancak sancağın alt birimlerini oluşturan kaza ve nahiyelerde zaman-zaman değişiklikler görülmüştür. XVIII. yy.da mutasarrıflık idari birimi olan Ankara, 1864 İdare-i
Vilayet kanununa göre Vilayet oldu ve bu durum İmparatorluğun sonuna kadar devam etmiştir.
Ankara sancağının konar-göçerleri ile ilgili değerlendirmemize esas aldığımız kaynak Kanuni devrinin başlarında tertip edilmiş bir tapu tahrir defteri türlerinden muhâsebe
icmâl defteridir.12 Bu defterle ilgili bilgilere aşağıda değineceğiz. Bundan önce Osmanlı'da tahrir sistemi hakkında genel bilgi vermemiz daha yararlı olacaktır.
Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğunda yeni fetih edilmekte olan memleketlerin
idarî, askerî ve iktisadî yapısını belirlemek amacıyla bizzat devlet görevlilerinin,
Türk ve İslâm devletlerinden intikal eden usul ve kaidelere göre tahriri yapılmakta idi.
Daha çok devletin reayadan toplayacağı vergi ve bu gelirlerin yöneticilere dağılımını
esas alarak hazırlanan tahrir defterleri XV.-XVI. yy.lar boyunca belirli aralıklarla sürekli
tekrarlanmakta idi. Tahrir sırasında şehir, kasaba, karye ve mezra gibi yerleşim merkezleri, tarım alanları, hayvan sayıları, yaylak ve kışlaklar belirlenerek hukukî statüleri tespit edilirdi. Ayrıca şehir ve kasabalardaki ticarî ve sınaî faaliyetlerde deftere
kaydedilirdi. Bütün bu gelir kaynakları tespit edilirken, vergi vermekle mükellef
şahıslarla, muaf olanlar da belirlenirdi. Devletin görevlendirdiği il eminleri ve yardımcıları tarafından hazırlanan defterlere mufassal, timar sahipleri esas alınarak ve özet
şeklinde hazırlanan defterlere de icmal defteri adı verilmekte idi. Bu şekilde bir nevi
nüfus kütükleri şeklinde tahrir defterleri hazırlanırdı.13
Ankara’nın idari ve askeri yapısını detaylı bir şekilde veren elimizde bir dizi tapu
tahrir defteri mevcuttur.14 Üzerinde çalıştığımız defter, Kanuni dönemine ait TD 438
Osmanlı idarî yapısının esasını eyaletler ve bunlara bağlı sancaklar teşkil etmektedir. Sancaklar da kaza ve nahiye gibi alt birimlere ayrılmıştır. Eyalet ve sancaklar teşkil edilirken bölgenin fethi, coğrafî ve stratejik konumu ve daha önceki siyasî ve etnik durumu göz önünde bulundurulurdu.
11 Rıfat Özdemir, Ankara Mad./ Osmanlılar Devri, DİA, III, s. 204-205.
12 BOA-TD 438.
13 Daha geniş bilgi için bk. Ö. Lütfi Barkan, “Türkiye’de İmparatorluk Devirlerinin Büyük
Nüfus ve Arazi Tahrirleri ve Hakana Mahsus İstatistik Defterleri I, İÜÎFM, II, (1940-41)
14 H. 867 tarihli olan (BOA-MAD 9) bu ilk defterden sonra XVII. yy.ın sonuna kadar 27 defter
daha elimizde mevcuttur. Ancak bunlardan bir kısmı mükerrer, bir kısmı da XVII. yy.da tutulmaya başlayan yoklama ve derdest defterleridir. Defterlerin tetkikinden anlaşılan bilgilere
göre esas tahrir dönemleri ve bu dönemlere ait defterler; Fatih dönemine ait H. 867 (1460) tarihli BOA-MAD 9, Kanuni döneminde H. 929 (1522) tarihli BOA-TD 117 mufassal ve II. Selim
dönemine ait H. 979 (1570) tarihli TK-KKA 74 numaralı mufassal defterlerdir. Diğer defterler
ise bunları tamamlayan, icmal, vakıf, piyade ve müsellem defterleridir. Daha fazla bilgi için
bk. 438 Numaralı Muhasebe- i Vilayet-I Anadolu Defteri (937/1530) I, Kütahya, Kara-hisar-ı sahib,
Sultan- önü, Hamid ve Ankara Livaları, Dizin ve Tıpkı Basım, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel
Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayın nu:13, Defter-i Hakanı Dizisi I, Ankara,
1993, s. 13-14.
10
557
SIDDIK ÇALIK
numaralı Muhasebe-i Vilayet- i Anadolu adı verilen bir tür tapu tahrir defterdir.15 Başbakanlık
Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı tarafından tıpkı basımı ve dizini yapılarak yayınlanan bu defter de dahil bir dizi tapu tahrir defterleri klasik dönem Osmanlı idari, iktisadi
ve sosyal yapısını ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır.
Muhâsebe icmâl defterleri, Kanuni tahta geçtikten sonra İmparatorluğun gelir-gider envanterini çıkartmak üzere İmparatorluğun geneline şamil yaptırdığı sayımlar sonucu
eyaletler esas alınarak hazırlanmıştır. Bu defterler, iki değişik özellikte olan (mufassal,
icmâl) tapu tahrir defterlerinin farklı olup, vilayet muhasebe icmâli adıyla adlandırılmıştır.
Bir yerde mufassalla, icmâl defterleri arasında bir yerdedir. Yani mufassal defterler kadar
detaylı değil, icmâl defterlerden daha fazla bilgiye sahiptir.
Üzerinde çalıştığımız defter, Osmanlı Arşivi Tapu Tahrir Defterleri Fihristi’nde TD 438
ve 116 numarada iki cilt olarak kayıtlıdır. TD 438, 1530 tarihli ve 15.8 X 46.7 ebadında
siyakat yazısı tutulmuş başı ve sonu tam 815 sayfadan meydana gelen bir defterdir.
Eyaletler ve sancaklar esas alınarak hazırlanan defter, Kanuni döneminin tahta geçtiği ilk yıllarında tertip edilen tahrir defterlerinin özeti niteliğindedir. Mesela Ankara
ile ilgili kısım yazılırken TD 117 (H. 929) defterden faydalanıldığı görülmektedir.
Çünkü her iki defterin de aynı tertip ve düzende tutulduğu anlaşılmaktadır. Bu hususiyetiyle muhasebe icmâller diğer defterler gibi bizzat tahriri yapılan mahaller
araştırılarak hazırlanmadığı anlaşılıyor. Bunlara, devletin merkezinde bir komisyon
kurularak düzenlenmiş resmi istatistik raporları da diyebiliriz.
TD 438, sırasıyla Kütahya, Kara-hisar-ı Sahib (Afyon), Sultan-önü (Eskişehir), Hamid
(İsparta), Ankara, Bolu, Kastamonu, Kangırı (Çankırı) ve Koca-eli sancaklarına ait
verileri ihtiva etmektedir. Ankara sancağı söz konusu defterin 337-414 sayfalan arasındadır.
Ankara livası kanunnamesi ile başlayan bu kısım, kazalar ve aynı zamanda temlikler
(has, zeamet ve timar) esas alınarak hazırlanmıştır. Şehir merkezleri ve diğer küçük
yerleşim birimleri (karye, mezra, cemaat) müslim-gayr-i müslim ayrımıı yapılarak
hane, mücerred ve diğer muaf gruplar vergi hasıllarıyla beraber kayıtlıdır. Her kazanın vakıf gelirleri, konar- göçer, varsa kale görevlileri ayrı başlık altında verilmiştir.
Ayrıca her kaza ve bütün sancağın özet bilgileri ilgili bölümlerin sonuna yazılmıştır.
Söz konusu defter, Ankara şehri ve çevresinin bir dönemine ait genel iktisadî, idarî,
sosyal yapısını izah edecek mahiyettedir. Buna ilâveten, defterdeki verilerden hareketle, bölgenin coğrafyası ve iskânı hakkında teferruatlı bilgiler de elde etmek mümkündür. Özellikle yerleşim birimleri ile konar-göçerlerin tamamının vergi nüfuslarıyla birlikte ifade edilmiş olması, iskânı belirleyen en önemli unsurun, yani insan topluluklarının bir çok veçhesinin ortaya çıkarılmasına yardımcı olmaktadır. Ayrıca
defterdeki bir çok coğrafi veri, bize, insan-çevre ilişkilerini ekonomik ve sosyal yönüyle de inceleme fırsatı da vermektedir.
Bu cümleden olarak, bölgedeki konar-göçer ve yer adlarından hareketle, 16. Yüzyılın
başlarında Ankara’da yaşayan toplulukların hakkında genel bir kanaat elde edebiliriz. Onomastik (ad bilim) ilminin sahasına giren yöntemlerle, konar-göçerlerin sosyal, kültürel ve ekonomik hayatlarına ait bazı ipuçlarına ulaşarak genel değerlendirmelerde bulunabiliriz.
15
A.g.e.
558
AD BİLİMİ ÇERÇEVESİNDE TAPU TAHRİR DEFTERLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİNE ÖRNEK
Ancak, belirli bir dönemde yaşamış bir toplumun sosyo-ekonomik gelişimini tam
olarak anlayabilmek için diğer verilerle mukayese ederek bir takım eğilimleri de
tespit etmek gerekiyor. Yani, Ankara’nın ilk tahririnden başlayarak eldeki mevcut
tahrirleri de değerlendirmek icap etmektedir. Özellikle 1571 tarihli müstakil Ankara
Yörük Defteri oldukça tafsilatlı bilgileri ihtiva etmektedir.16 Ancak böyle bir çalışma
tebliğ boyutunu aşacağı için, biz sadece Ankara’nın belirli bir tarihteki konar-göçer
unsurlarının genel profilini -onomastik bilimi çerçevesinde- çizmeyi hedefledik.
Bunu da TD 438 numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu defterini esas alarak izah etmeye
çalıştık.
Çalışmamızda, cemaat adlarını defterdeki sırasına göre tertip ederek bir tablo (Bak.
EK) hazırladık. Yine de bazı yer adları ve cemaat adlarının anlaşılması için, bu defterden yaklaşık on yıl önce hazırlanan TD 117 numaralı mufassal tapıı tahrir defteriyle de
mukayese yaptık. Bunlara ilaveten çalışmamızın esasını teşkil eden konar-göçer
adlarını sınıflandırarak tahlil etmeye çalıştık.
TD 438’e göre Ankara, incelediğimiz tarihlerde Ankara, Kasaba, Murtazaabad, Çubuk, Ayaş, ve Yabanabad kazalarından meydana gelmekte idi. Nahiye idarî birimi
olarak da, yukarıda isimlerin aynısı olması gerekiyordu. Defterde sadece Bacı nahiyesi olarak geçmektedir. Bu kazalara bağlı yer adlarından anlaşıldığına göre Kasaba,
bugünkü Ankara şehrinin doğu kesiminden Elmadağ ve Kalecik yöresine uzanan
alanı içine alıyordu. Çubuk, Ankara’nın kuzey-doğusunu; Murtazaabad, bugünkü
Mürted ve Sincan’la Ayaş arasını; Ayaş, bugün aynı adla anılan kaza ile Beypazarı’na
kadar olan alanı, Yabanabad; bugünkü Kızılcahamam ve çevresini; Çoğunluğunu
yörüklerin iskân ettiği Bacı ise, Ankara’nın güneyinde bugünkü Haymana kazasının
batısından başlayarak Sivrihisar’a kadar olan alanı oluşturmakta idi.17
Bu kazaları meydana getiren alt idari birimlerle, konar-göçer cemaatlerin sayısı şöyledir. Sancağın genelinde toplam 2 şehir, 95 mahalle, 741 karye, 339 mezraa 466 yörük cemaati, 113 çiftlik ve 21 yaylak mevcuttur18. Bunlardan mezraa, yaylak ve çiftliklerin çoğu iskan mahalli olmayıp ziraat ve hayvancılığın yapıldığı yerlerdir. Ayrıca
defterde ismi belirtilmeyen birçok mezra ve çiftliği de rastlamak mümkündür.
Tablo 1: 1530 Tarihinde Ankara Sancağı’ndaki Toplumsal Sınıfların Tahmini Nüfusu19
ZÜMRELER
Şehir
Kasaba
Köy/Mezra
Konar-Göçer
TOPLAM
TAHMİNİ
FUS
12.078
2.112
67.499
60.156
141.845
NÜ-
TOPLAM NÜFUS İÇERİSİNDEKİ
ORAN (%)
8.51
1.49
47.59
42.41
100
Ankara Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü, Kuyud-ı Kadime Arşivi numara 76.
Daha geniş bilgi için bk. Özer Ergenç, Osmanlı Klasik Dönemi Kent Tarihçiliğine Katkı XVI.
Yüzyılda Ankara ve Konya, Ankara 1995, s.63; Emine Erdoğan, “ Ankara Yörükleri 1463,
1523/30, 1571 Tarihlerine Göre ” OTAM, 18, 2005, s. 121-125.
18 438 Numaralı Muhasebe- i Vilayet-i Anadolu Defteri (937/1530) I, s. 414.
19 Emine Erdoğan, a.g.m. s. 133.
16
17
559
SIDDIK ÇALIK
Tablo 1’ den anlaşılacağı üzere Ankara’daki nüfusun yaklaşık % 60’a yakını yerleşik
unsurlardan meydana gelmektedir. Yerleşim birimleri Ankara sancağının Orta, Kuzey ve Kuzeybatısında toplanmıştır. Özellikle Çubuk kazası gerek karye sayısı, gerekse nüfus itibariyle diğer kazalara göre bir hayli fazladır. Keza, Ankara kazasın da
ziraata dayalı verimli arazileri nedeniyle Özellikle büyük nüfuslu karyeler göze
çarpmaktadır. Sancak dahilinde en fazla mezranın merkez kaza dahilinde bulunması, yoğun bir zirai faaliyetin yapıldığına delâlettir.
Tablo 2: 1530 Tarihinde Ankara Sancağındaki Konar Göçerlerin Vergi Nüfusları20
Konar-Göçerler
Ulu Yörük
Taifeleri
Haymane
Taifeleri
Cemaat
81
Hane
2014
Müc.
181
Muaf
65
312
5952
4445
208
Aydınbeyli
Kabileleri
Kasaba Yörükleri
13
230
174
5
55
900
570
31
Karalar Taifesi
Taceddinlü Taifesi
5
6
156
411
36
247
17
TOPLAM
472
9663
5653
326
Bulunduğu Coğrafya
Ayaş,
Beypazarı,
Mihaliç,
Sivrihisar
Ankara’nın batı ve güney
kısımları (Bugünkü Haymana
ve Bâlâ)
Keskin, Çubuk, Kasaba,
Çukurcak
Ankara’nın kuzey-doğu kısmı
(Bugünkü Çubuk, Elmadağ ve
Kalecik civarı)
Çubuk ve Kalecik
Ankara’nın
güney
kısmı
(Günümüzdeki
Haymana
civarı)
Konar-Göçer topluluklar ise, yaygın olarak sancağın güney ve güney-bat kısımlarında bulunmaktadır. Defterde çoğu zaman yörük, haymcıne olarak tabir edilen bu grupların kalabalık olanları (Bk. Tablo 2) ; Ulu Yörük taifeleri; Ayaş, Beypazarı, Mihaliç ve
Sivrihisar civarında, Haymana Yörükleri; Ankara’nın batı ve güney kısımları ve
Aksaray, Sivirhisar, Koçhisar, Kalecik, Karaman, Karahisar-ı sahip ve Sultanönü,
Sivrihisar, Keskin, Çubuk, Kasaba ve Çukurcak’da, Aydınbeyli kabileleri; Kasaba
yörükleri; Kasaba nahiyesinde, Karalar taifeleri21; Kasaba nahiysi ve Bacı kazasında
Taceddinli taifesi; Ankara’nın güney kısmında bugünkü Hayman civarında bulunmakta idiler. Bunların bir kısmı defterde Ankara sancağı dahilinde görülse de, Ankara’ya yakın Sivrihisar, Karahisar-i Sahib ve Konya yörelerine gidip geldiklerini söylemek mümkündür. 22 Hatta bazı kanar-göçer cemaatlerinin bu yörelerden geldiği
Osmanlı Klasik dönemi nüfusu üzerine yapılan çalışmalarda hâne sayısı ilgili muhtelif görüşler vardır. Bu görüşlerden en çok kabul göreni Barkan’ın tespit ettiği 5 sayısıdır. Ayrıca toplam vergi nüfusu (nefer) baz alarak nüfus hesaplamaları da yapılmaktadır. Ömer Lütfi Barkan, a.g.e., s. 14; Cook, a.g.e., s. 85; N. Göyünç, Hâne Deyimi Hakkında, İst. Üni. Ed. Fak. Tarih
Dergisi, XXXII, s. 332; R. Jennings, a.g.e. s. 51; F. Emecen, XVI. Asırda Manisa sancağı, s. 156.
21 Üçoklu Oğuz boylarından Dulkadirli’den kopup Ankara’ya gelen taifelerdi. Bak. Faruk Sümer, XVI asırda Anadolu Suriye ve Irak’ta Yaşayan Türkmen Aşiretlerine Umumi Bir Bakış,
İktisat Fakültesi Mecmuası, XI, İstanbul, 1952, s. 515.
22 Süreyya Faroqhi, Ankara ve Çevresindeki Arazi Mülkiyetinin Ya da İnsan-Toprak İlişkilerinin Değişimi, içinde, Tarih İçinde Ankara Semineri, 28-30 Eylül 1981, 2. Baskı, Ankara, 2000, s.
62.
20
560
AD BİLİMİ ÇERÇEVESİNDE TAPU TAHRİR DEFTERLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİNE ÖRNEK
açıkça ifade edilmektedir.23
Çalışmamıza esas teşkil eden tahrir defterindeki cemaat adlarını belirli bir tasnife
tabi tutup, tahlil ederek, Ankara ve çevresindeki konar-göçerler hakkında belirli
temayülleri tespit etmek mümkündür. Yapacağımız tasnifle, konar-göçerlerin Ankara ve çevresine geliş zamanını, nereden geldikleri, hangi boy ve aşiretten oldukları,
oymakların kimler tarafından kurulduğunu tespit etme imkânına sahibiz. Ayrıca
burada yaşayan göçebe topluluklarının dağılımını, bağlı oldukları gruplara (etnik,
dini, sosyal ve ekonomik vb.) göre de tespit edilebiliyoruz. Bu çerçevede Ankara
sancağındaki cemaat adlarını veriliş usullerine göre belli başlı kısımlara ayırarak,
iskânla ilgili değerlendirmeleri de daha doğru yapma imkanı elde ederiz.
Araştırma yaptığımız tapu tahrir defterine göre, 1530’larda Ankara’daki toplam
konar-göçer (cemaat) sayısı 472 adettir. Bunları, ad biliminin metotlarını kullanarak
şöyle bir tasnife tabi tutabiliriz.
Tablo 3: Ankara’daki Konar-Göçer Cemaatlerin İsimlendirme Usullerine Göre Sınıflandırması
İSİM SINIFLANDIRMA KATAGORİLERİ
TOPLAM CEMAAT
ORAN %
Şahıs isimleri
153
32
Tabiat ve coğrafya ile ilgili isimler
49
10.5
Mesleklerle ilgili isimler
34
7
Muhtelif sıfatlarla ilgili isimler
61
13
Hayvan isimleri
26
5.5
Renk isimleri
18
4
Boy, Oymak, Ulus, Aşiret vb. isimler
17
3.9
Dinî hususiyetleri taşıyan isimler
8
1.7
Geldiği memleketi ifade eden isimler
6
1.3
Herhangi bir tasnife tutulamayan isimler
36
7.6
İsmi ifade edilmeyen cemaatler
64
13.5
TOPLAM
472
100
Tablodan da anlaşılacağı üzere cemaatlerin adlandırılmasında en büyük yekûnu
yaklaşık 1/3’nün şahıs isimleri teşkil etmektedir. Bu adlandırma genellikle o cemaatin/ oymağın başındaki kişi veya daha önceden o topluluğa damgasını vurmuş bir
şahsiyetin adıyla olabiliyordu. Özellikle mufassal tahrir defterlerinde vergiye tâbi
hane isimleri yazılırken, bazı cemaat adlarının ilk sırasında aynı zamanda kurucunun
adının da yazıldığı görülmektedir. Yine bu cemaatten kopmalar olursa, cemaatin adı;
ya kurucunun adıyla devam etmekte ya da oğullarının her birinin adıyla yeni cemaat
olarak kaydedilmekte idi.
Şahıs isimlerinin en büyük kısmını 93 adedini Arapça kökenli isimler oluşturmaktadır ki Osmanlı toplumundaki isim verme temayüllerine uygun bir usuldür. Geri
kalan isimler hemen hemen Türkçe kökenli olanlardır. İsimlendirmede tespit edebildiğimiz başka bir hususiyette çift isimlerin yaygın oluşu. 153 şahıs isimlerinden sadece 25 adedi tekil isimdir. Mesala; Delü Başlu, Burak Özü, Aziz Beylü, Oğul Beylü, Boz
23
Özellikle perakende cemaatlerin nereden geldikleri veya hangi aşirete bağlı oldukları sıksık
ifadeedilmektedir.
561
SIDDIK ÇALIK
Ömerlü...vb. isimler çok yaygın olarak kullanılmaktadır.
İkinci büyük topluluğu temsil eden adlar, muhtelif sıfatları ihtiva edenlerdir. Bu tür
adlar yaklaşık 61 adettir. Bu sıfatlar dini unsurlardan, insan tabiatıyla ilgili olanlara
kadar bir çok özelliği yansıtmaktadır. Göçebe toplulukların genel insanın yapısın ait
düşünce ve algısını yansıtan bu adlandırma oldukça çeşitlilik arz etmektedir. İnsanların fiziki tasvirleri (köseler, büyük, uzun, burunsuz, topaç, çakır..), dinî vasıflar (kutlu,
sofulu..), iyiliğe dair tavsifler (selametlü, yaraşdı, tat, güvenç...), hakir görme ve sevimsiz
tavsifler (kaba, kıllu, muhtaç, yalın ayak, ağzı sulu...) renkler (saru ,kara, kızıl...) ve insan
karakterini yansıtan özellikler (aşık, delüler, abdal, yalınuz).
Diğer adlandırma usulü de tabiat ve coğrafî unsurlara ait olanlardır. Oran üçüncü
sırada (49 adet) olan bu kesim, göçebe toplulukların genel hususiyetini yansıtan ve
tabiatla iç içe bir yaşantının kendilerini tanımlamadaki anlayışlarını ifade eden adlandırma usulüdür. İnsanların çevresi ile ilgili ilişkilerde ön plana çıkan bu adlandırma yoluyla, konar-göçer topluluklarının tabiatı ve yaşadığı coğrafyayı gözlemlemesini anlamak mümkündür. Bu bilgilerden hareketle, bulundukları coğrafyanın
genel hususiyetini kendilerine ad vererek anlamaya çalıştıkları görüyoruz. Mesela;
Kara-Viran, Kovuklu, Yurtlu, İncek, Çukurlu, Ağaçlı..gibi tanımlamalarda hep tabiat
betimlemesi söz konusudur.
Konar-göçer toplulukların iktisadî hayatına dair izleri meslek adlarından çıkarmak
mümkündür. Bu kategoriye ait 34 adlandırma örneği bulunmaktadır. Toplam cemaat sayısının yaklaşık % 7’sine tekabül eden bu oranla, bu toplulukların esas iştigal
oldukları hayvancılık dışındaki mesleklerden de haberdar olabiliyoruz.
İktisadî hayata ait en fazla meslek adı silah üretiminde görmekteyiz (yaycılar, okçular..). Bunun haricinde zanaat ve sınaiye dayalı üretim alanlarını yansıtan meslek
adları (civit, debbağ, derzi, kazan, kaşıkçı, gedik...), denizcilik ile ilgili (sandalcı, kürekçi)
ticarete dayalı (arşıncı, koyuncu), maden (kömürcü), tarım (fındık), ulak ve kethuda vb.
meslek adlarına rastlamak mümkündür.
Tablomuzda hayvan adlarına dayalı 26 adet cemaat adı mevcuttur. Tabiatla iç içe
olan toplulukların günlük hayatta sık sık karşılaştıkları hayvanları içselleştirerek
kendilerine ad olarak vermeleri makul görülebilir. Bu hayvan türlerini yaban hayvanlar (şahin, tosbağa, doğan, arslan, tavşan ve çekirge...) ve yük taşıma ve insanların
ihtiyaçlarını gideren hayvanlar (köpek, eşek, at, deve vb.) olarak tasnif etmek mümkündür.
Göçebe toplulukların genel his ve düşüncelerini yansıtan bir diğer adlandırma da
renklerle ilgili olanlarıdır. Renkleri benimsemede bir topluluğun tabiatı algılayış
biçimini görebildiğimiz gibi muhtelif alanlara ait inanç ve kültürlerin izlerini de
tespit etmek mümkündür. Renklerle ilgili cemaat adlandırmalarında sadece kara,
sızıl ve sarı kullanılmıştır. Toplam 17 adet adlandırma bulunduğu bu kategoride
Türkler arasında en yaygın olan üç rengin kullanılması oldukça anlamlıdır.
Üzerinde değerlendirme yaptığımız cemaatlerin zaman zaman bağlı oldukları daha
üst bir sosyal organizasyon olan, aşiret/ulus, boy hatta etnik yapıyı ifade eden tanımlamalara da şahit oluyoruz. Cemaatlerin bağlı oldukları aşiret ve ulusların isimleri
olan adları (Bayburd, Dulkadirli, Bozulus, Tosbağa..) aldıkları gibi, bunların üzerindeki
boylara ifade eden 24 oğuz boyuna (Kayı, Kınık, Todurga, Bayat) ve diğer Türk boyu
(Saltıklı, Tatarlu) adlarına rastlamak mümkündür. Hatta daha geniş bir etnik yapıyı
562
AD BİLİMİ ÇERÇEVESİNDE TAPU TAHRİR DEFTERLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİNE ÖRNEK
tavsif eden Türkman, Yörük, Kürt gibi ifadelerde mevcuttur.
Başka bir adlandırma usulü de cemaatlerin geldikleri yörelere ait olanlardır. Bu tür
adlandırmaların toplamı 6 adet olup, cemaatlerin cüzi bir kısmını oluşturmaktadırlar. Bunlar; İran, Bağdatlı, Şarklı, Şam gibi isimlerdir. Aslında Ankara’daki konargöçer toplulukların belki de tamamı başka bir coğrafyadan gelmesine rağmen bu
yönüyle adlandırmaya pek önem vermedikleri anlaşılıyor. Bulunduğu coğrafyayı
kuvvetli bir şekilde benimsediklerine delalet olan bu olguyu, diğer konar göçerlere
de teşmil etmek ayrı bir çalışmayı gerektirse de bu çalışmamızda geldikleri muhitlerle anılma % 1 gibi küçük bir orana tekabül etmesi düşündürücüdür.
Benzer bir durum da bu toplulukların dini hususiyetleri ile ilgili adlandırma oranlarındaki düşük seviyenin mevcudiyetidir. Cemaatlerin dini sadece 7 adedinin ismi
dini unsurları (hacılar, çalablar, kafircik ve kilse) içermektedir. Dinî kurumların ve buna
dayalı sosyal yaşantının yaygınlık kazanmadığı göçebe topluluklarında bu adlandırmaların fazla olmayışı şaşırtıcı değildir.
Üzerinde son olarak duracağımız sınıflandırma da her hangi bir adlandırmanın yapılmadığı ve sadece konar-göçer olduğu anlaşılan topluluklardır. Defterde; perakende
cemaat, yörükân-ı ...., haymane-i....., türkmanân-ı başlığı altında tanımlanan cemaat
sayısı toplam 64 adettir. Bunların çoğunluğunun isimlerinin var olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Bir kısmı tahrir esnasında tanımlanmayanlar olabildiği gibi, başka
bir cemaatten kopan parçalar da olması mümkündür. Dolayısıyla isimsiz görünen
cemaatlerin gerçekte isimlerinin var olduğunu düşünmemiz icap etmekte ve bunların adlandırmasının da yukarıda izah ettiğimiz usullerde gerçekleşmiş olabileceğini
söyleyebiliriz.
Sonuç itibariyle yaptığımız çalışmada Ankara sancağı dahilinde yaşayan konar-göçer
topluluklarının bir döneme ait fotoğrafını sunmaya çalıştık. Bu fotoğrafın hususiyetlerini, 16. Yüzyıl başlarındaki Ankara’nın genel yapısını ortaya koyarak anlamaya
gayret sarf ettik. Diğer yandan bu toplulukları adbilimi çerçevesinde tahlil ederek
genel karakteristik özelliklerini anlattık.
Bu cümleden hareketle ifade edilen dönemde, Ankara’da mevcut konar-göçer toplulukların kahır ekseriyeti Oğuz boylarının muhtelif kollarına ait parçalarını teşkil
etmektedir.24 İsimlendirmelerden hareketle, her ne kadar 24 Oğuz boyuna mensup
olduğu açıkça belli olan göçebe toplulukları çok az görülse de, diğerlerinin de Anadolu ve Rumeli’deki konar-göçerler gibi- çoğunluğunun Oğuz boylarına ait
olduğu düşünüyoruz.
24
Daha geniş bilgi için bakınız, Emine Erdoğan, a.g.m., s. 129-131; Osman Gümüşcü, XVI. Yüzyıl Anadolusu'nda Oğuz Boy Adlı Yerleşmeler, Türkler Ansiklopedisi, C. IV, s. 358-364.
563
SIDDIK ÇALIK
EK- H. 937/ M. 1530 Tarihinde Ankara Sancağı’ndaki Konar-Göçerler
Tevâ’if-i Yörükân-ı Kasaba, Tâbi-i Kaza-i Ankara, Hashâ-i Mirlivâ
NO
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
32
33
34
35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
564
CEMAAT ADI
Yağmurlu
Gök İshâklu
Kara Ahmedlü
Yaylalu
Yaylalu (diğer)
Yaylalu (diğer)
Arşıncı
Arşıncı (diğer)
Yaylalu (diğer)
Yaylalu (diğer)
Yaylalu, sakin-i der-Kutlu Çemen
Oğul Beylü
Aziz Beylü
Aziz Beylü (diğer)
Aziz Beylü, der-Mezra-i Mühye
Doğanlu
Mikâil
Doğanlu (diğer)
Sandallu ?
Delüler
Hacılar
Hacı Beylü
Tosbağa
Tosbağa (diğer)
Tosbağa (Kızılca-Umur Mezrasında)
Tosbağa (Lala Mezrasında)
Tosbağa (Kuş Mezrasında)
Köseler
Ömer Fakihlü ve
Yahşilü
Ercilü
Bayburd
Tatarlu
Tatarlu (diğer)
Denizlü
Cemaat-i Yörükân
Gündoğmuşlu
İshaklu
Çakırlar
Yörükân-ı Toylu
Gün Bey
İran Şah
Kara Beylü
İshaklu
HANE MÜC.
8
5
16
6
36
24
57
24
15
9
9
3
36
26
15
3
9
1
12
2
5
18
12
17
7
33
4
7
3
25
14
5
6
11
1
34
40
21
14
34
18
21
22
40
24
46
24
12
10
9
7
15
6
17
11
17
19
MUAF HASIL
425
1
696
713
2
1813
739
350
350
420
148
195
80
1
940
997
1
1397
174
1076
1
427
220
6
9
1
1085
1
1839
2
1320
1459
3
138
432
224
425
1028
5
1595
15
16
5
11
7
7
28
35
22
19
10
37
9
12
2
14
23
10
3
4
3
21
26
22
12
7
26
10
14
3
2
1134
1144
277
177
354
133
1379
1727
638
284
198
1153
708
600
AD BİLİMİ ÇERÇEVESİNDE TAPU TAHRİR DEFTERLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİNE ÖRNEK
45
46
47
48
49
50
51
52
53
54
55
56
Oğul Beylü (diğer)
Hamzalu
Gündoğmuşlu (diğer)
Kayı
Çakırlu
İshaklu (diğer)
Kömürcü
İran Şah (diğer)
Perakende cemaat
Sarı Nuri
Aziz-Beylü
Ulu-Badınlu
4
5
10
3
3
3
3
4
3
9
7
28
58
61
165
61
75
161
49
58
51
414
321
1570
1
3
4
2
1
6
3
22
Tevâif-i Haymane, der-Kazâ-i Ankara, Hashâ-i Hüdavendigar,
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
32
33
34
İncek
52
Enbiya oğlu
64
Receblü
58
Boğazlu
9
Oğul Beylü
20
Saruhan Oğlu
27
Gök Gözlü
87
Gök Gözlü (diğer), sakin-i der- Kaza-i Sivrihisar
5
Evliyalar (Davudlar)
25
Todurga
5
Ömer Kürdlü
26
Köpeklü
n
Güney Kayalu ?
34
Perakende cemaat, an-şark ayende-est, sakin-i derKarye-i Büzürg
4
Abdal Ali bin Sofi, an-Katrancı
32
Perakende cemaat der-Kaza-i Barçınlu
8
Boz Ömerlü
30
Boz Ömerlü (diğer)
29
Boz Ömerlü (diğer) Kepa (nek) ci
27
Köpeklü
26
Bayburd
8
Yaycılar, an-Katrancı
57
Suhte Halife
19
Şeyh Hızır, an-Cemaat-i Eski Urunkuş
15
Burak Özi, nezd-i Karye-i Kızılca
Sürcan
15
Sinan Kenani, nâm Katrancı-ı diğer Burak
28
Hoca Ali Kenani
32
Abdal Ali (diğer)
28
Gögeyler (Güveyiler)
5
İbrahim Beyan
86
Ayaz
10
Delü Başlu
12
Çomaklu
8
42
49
36
7
8
19
37
1
16
12
27
34
19
1
1
1
2
8
42
1
17
18
24
15
4
48
17
9
2
12
33
29
18
5
78
6
6
8
1
1
1
9
1
2
2
4645
6439
5650
536
944
1782
8250
100
3163
88
1989
4347
5362
83
2877
156
2454
2664
2727
1665
794
2659
1908
3088
2000
2052
2806
3087
2052
113
6182
1012
1300
912
565
SIDDIK ÇALIK
35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
48
49
50
51
52
53
54
55
56
57
58
59
60
61
62
63
64
65
66
67
68
69
70
71
72
73
74
75
76
77
78
79
80
81
82
83
84
566
Bağdadlu
Yığılmışlu
İne Zeyrak
Hacı Mehmed, an-Tosbağa
Tursun Fakih, an-Tosbağa
Fındıkdar
Emin Fakıh, an-Tosbağa
Karga Kulağı
Sürüler-i Uslular
Çavuşlu
Büyük Musa
Surcan (diğer)
Şahinlü
Cüneyidlü
Ahmed Hacılu
Halaclu
Ödül Ahadlu
Ücret
Saltıklu
Körük oğlu
Deli Gözlü, an-Çakal Timur
Perakende cemaat, an-ViIayet-i Karaman ayende-est
Yenmişlü ?, sakin-i der-Mezraa-i Mülk-viran
Çivit Oğlu
DelüIer
Adalu
Perakende cemaat, an-Vilâyet-i Karman ayende-est
Konuş
Perakende cemaat, an-Şark ayende-est
Yenicek
Akdoğanlu
Eşeklü
Yenicek (diğer)
Kırtıl ?
Adalu (diğer) Karaman ayende-est
Aşık Kenani
Kenani (diğer)
Kutluhan Oğlu
Canım Analı ?
Yenice (diğer)
Karı oğlu
Perakende camaat, an-Türkmen ayende-est
Sofu Tahirlü
Sofu Dedelü
Selametlü (diğer)
Sofucalu, an-camaat-i SeydiFakihlü
İletler ?, an-Cemaat-i Kenani
Debbağlu
Yuhassib ? oğlanları, sakin-i der-Sefer-i hisar
Mikdarlu ?
9
27
15
26
86
43
27
18
82
54
16
6
28
78
35
12
5
11
9
8
24
7
24
13
4
9
23
11
7
25
24
7
25
9
20
16
16
52
98
51
21
9
39
38
7
43
61
31
6
9
5
17
10
33
58
25
18
16
54
55
16
5
17
22
39
7
3
13
9
6
21
6
24
5
7
4
17
9
4
15
6
2
15
8
23
10
9
12
59
12
17
4
20
31
6
33
51
29
6
3
4
1
1
1
2
1
1
1
1
1
3
1
5
5
2
1
4
2
188
2574
501
2527
4725
1686
1440
427
5657
4581
427
824
2166
1609
857
1771
128
266
642
444
1528
206
739
1528
140
404
402
579
139
1790
2712
437
1790
2298
1664
1849
386
2856
9164
3322
2183
176
1711
2002
244
2760
3884
2168
107
795
AD BİLİMİ ÇERÇEVESİNDE TAPU TAHRİR DEFTERLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİNE ÖRNEK
85
86
87
88
89
90
91
92
93
94
95
96
97
98
99
100
101
102
103
104
105
106
107
108
109
110
111
112
113
114
115
116
117
118
119
120
121
122
123
124
125
126
127
128
129
130
131
132
133
Sofucalu (diğer)
Bayburd an-Tosbağa
Ali Yaycı
Ali Yayclar, sakin-i der-mezraa-i Mahmud Şeyh
Akarlu ve Arksız
İbrahim Fakih, an-Katrancı
Perişan oğlu
Kaba Hacılu
Kesci ?
Kara-Ömerlü
Kara-Hamza
Sülü
Yalın Ayak oğlanları
Koyuncu
Hasan Fakihlü
Ali Bey Aşık
Erbasanlu
Pir Veli Derviş
Kızıl Hocalu
Hacı Musalar
Perakende cemaaat, an-Türkmen ayende-est
Farsak Çırak, sakin-i der-Seferihisar
Farsak
Tat Oğlu ?
Tudullu ?
Kızıklu
Yaycı (diğer)
Yusuf Fakih
Afşar
Kargı
Alagöz
Kara İbrahimlü
Topaç
Yaycı (diğer)
Hüseyinler
Kara Hasanlu
Perakende cemaat
Şarklu
Perakende cemaat, sakin-i der-Karaman
Beylü
Çukurlu
Turgut Hacı
Yalınuz Turgud
Konur
Perakende, an- Kararman ayende-est
Seydilü Musa
Urunkuş
Hasan Derviş
Ömer Abdal
28
12
15
33
71
24
17
8
11
56
6
28
3
82
13
12
17
12
40
53
14
44
45
7
8
3
11
12
15
39
5
10
13
6
9
33
17
9
3
30
16
24
21
50
7
13
63
19
28
36
11
15
26
54
12
24
3
15
41
8
35
6
60
14
15
17
15
23
54
8
31
22
8
9
3
6
5
5
26
1
3
14
1
3
17
2
5
2
27
15
25
26
47
4
8
47
13
10
1
4
1
3
1
1
1
2
9
2
2
2
2
924
700
376
676
700
1907
1592
380
1594
955
166
1990
1237
3788
252
483
903
484
844
1945
282
1257
1148
402
204
56
278
658
379
2432
95
256
876
625
504
1328
2771
305
57
2771
1055
1775
2988
4221
149
944
5742
348
1583
567
SIDDIK ÇALIK
134
135
136
137
138
139
140
141
142
143
144
145
146
147
148
149
150
151
152
153
154
155
156
157
158
159
160
161
162
163
164
165
166
167
168
169
170
171
172
173
174
175
176
177
178
179
180
181
182
183
568
Erkeç-Depen ?
Selametlü
Sürüler İnal
Perakende cemaat, sakin-i der-Sürüler
Saru-Acılu, an-Katrancı
İncek
Todurga ve Kemah
Büksüz ve İne Hoca
Derziler
Kenani At-bükü
Uzun Piri
Kürekçiler
Yaraşdı
Saltık Işık
İlemin Fakih
Menteşe Hacılu
Anamaslu
Anamaslu (diğer)
Kara Kızlu
Çapraz
Ulak Koca
Ağzı Sulu
Hacılar
Selametlü
Mazılu
Kök Gözlü
Perakende cemaat
Perakende cemaat
Tulundaş
Perakende cemaat
Aliyar, an-cemaat-i Beylü
Şahinlü
Yakub Fakihlü
Delü Minnetlü ?
Koparan, an-cemaat-i Beylü
Çakırlu
Obacalu
Ahmad Fakihlü, an-Cemaat-i Deveciler
Deveciler
İbrahim Sah
Kara İsalu
Yaycı Oğlanları
Savcı oğlu
Yahussib ?, tabi-i Çukurcak
Kara Kızlu ve Ali Hacılu
Kara Yuntlu, an-haymane
Kara Gediklü
Mustafa Hacılu (Süleymanlu)
Şeyhlü, an-cemaat-i Beylü
Alımed Hacılu (diğer)
42
39
41
18
94
29
17
60
75
13
6
21
55
2
21
48
14
5
30
27
3
18
82
21
75
7
7
4
14
2
24
17
32
52
31
23
10
17
11
6
4
16
23
16
32
18
28
14
15
7
24
13
29
22
77
10
11
59
50
13
3
10
34
5
9
28
11
4
29
22
5
16
45
6
41
5
1
2
10
4
20
11
35
29
25
16
16
25
12
6
6
15
15
10
16
8
21
7
14
2
1
5
1
4
3
1
1
2
2
1
2651
2566
4842
577
8697
2834
518
4244
4686
1437
309
1964
2507
247
2724
4502
2254
214
1534
3225
77
1780
3225
500
3740
118
212
4157
594
35
3360
1478
2362
7575
2248
2050
2342
966
328
200
129
355
7986
1228
2656
1280
2023
400
1633
152
AD BİLİMİ ÇERÇEVESİNDE TAPU TAHRİR DEFTERLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİNE ÖRNEK
184
185
186
187
188
189
190
191
192
193
194
195
196
197
198
199
200
201
202
203
204
205
206
207
208
209
210
211
212
213
214
215
216
217
218
219
220
221
222
223
224
225
226
227
228
229
230
İlce ?, sakin-i der-Sefer-i hisar
37
r 14
Pir Göl, an-Türkman
Ali Cafer
7
Saru Kethüda
6
Perakende cemaat, sakin-i der-Karye-i Kafa ve Taşpı- 92
nar ve Kınık Sipahilü ve Sarucalar
Kızıl Hocalu
5
Denizli, sakin-i der-Karye-i Hayhay der-Kal’a-i Kalecik
7
Elma Hacı, an-Cemaat-i Kızıl Koca, der-kaza-i Ankara 13
Şam Bayadi
10
Kızıl Kocalu
21
Şam Bayadi (diğer)
11
Perakende cemaat, an-Ayıntab ayende-est
24
Perakende cemaat, an-Kırşehri ayende-est
6
Perakende cemaat, sakin-i der-Karye-i Yağ-basan
8
Perakende cemaat, der Karye-i Kara-öyük
2
Perakende cemaat, sakin-i der-Karye-i Nohay, der- 52
Kaza-i Bacı
Perakende cemaat, sakin-i der-Kaza-i Sandıklı
15
Perakende cemaat
1
Kara Hasanlu
4
Dünür
8
Perakende cemaat, an-Türkman-ı ayende-est
5
Delüler
3
Haymane, cemaat an-Tosbağa
3
Ilgun Özü
3
Perakende cemaat, sakin-i der-karye-i Ilgun Özü
4
Perakende cemaat, an-Dulkadir ayende-est
6
Perakende cemaat
4
Tosbağa
6
Perakende cemaat, an-Kırşehri ayende est
5
Köpek
1
Dumanlu
12
Perakende cemaat, sakin-i der-Karye- i Köpek
10
Güvenç Dündarlu
9
Arkaclıyan (Arkacıyan) sakin-i der-Sefer-i hisar
14
Tahirlü
5
Yakub-oğlu
6
Delü Ümmet
16
Saru Muradlu
16
Eşeklü
7
Bey Beylü
30
Boyalu
25
Erdevan
9
Çöblü Hamza, an-Urunkuş
22
Efzan ?
37
Özlü, an-Gök Osmanlu
2
Burunsuz
5
Dücah ?
9
4
4
4
4
41
5
624
283
707
112
1983
1
90
4
3
6
19
2
23
7
149
224
648
432
220
180
108
146
68
912
3
25
18
15
2
l
2
2
1
3
1
3
7
16
1
3
3
2
3
11
16
4
32
13
8
16
U
1
4
5
1
2
1
334
31
32
124
85
77
56
2217
71
112
56
107
95
887
196
178
486
344
100
100
932
487
159
3365
2909
173
1836
841
27
110
1118
569
SIDDIK ÇALIK
231
232
233
234
235
236
237
238
239
240
241
242
243
244
245
246
247
248
249
250
251
252
253
254
255
256
257
258
259
260
261
262
263
264
265
266
267
268
269
270
271
272
273
274
275
276
277
278
279
280
570
Muhtaç
Kara Halillü
Nureddin, an-Resul Paşalu
Pirli Bey, an-Katrancı
Samağır ?, an-Liva-i Karahisar
Perakende cemaat der-Karye-i Ahmed
Yülük oğlanları
Burak Derviş, an-Cemaat-i Kara Süleymanlu
Ali Derviş
Kafircik oğlanları
Samağır ? an-Liva-i Sultanönü
Parakende cemaat, der-Karye-i Öyük
Boz Apa
Hamzalu, an-haymane
Mercan ? sakin-i der-Karye-i Ahi Viran
Perakende cemaat
Aydın Beylü
Kelamcı, der-Karaman
Sofucalu
Perakende cemaat, der-Mezraa-i Arakiler
Kilise (Osman Fakihlü)
Perakende haymane
Çekirgelü
Çayır Pınar
Kıllu
Çukurlu
Adalu
Kabak
İletler ?
Yenicik
Muhtaç
Gedik Resul
Perakende cemaat, sakin-i der-Mezraa-i Bozkırlu
Perakende cemaat, sakin-i der- Taş Pınar
Perakende cemaat, sakin-i der-Beş Ağıl
Perakende cemaat, sakin-i der-Karye- i Kara Ağıl
Delüler
İlcelü
Kanadı Kızıl
Perakende cemaat, der-Karye-i Saffa
Özlü
Perakende cemaat, an-cemaat-i Yörük Dündarlu
Kürti, ? tâb-i Koç hisar
İlmek, der-Cemeaat- i Yundband ?
Özlü,der-cemaat-i Delüler
Alişanlu
Perakende cemaat, tabi-i Bozulus
Gün Karaman oğlanları
Musa Fakih
Perakende cemaat, der-Cemaat- i Pir-Mehmed
40
3
8
11
4
10
24
14
24
39
4
129
33
45
5
18
İO
7
5
3
23
2
6
5
3
7
19
12
27
23
3
22
5
6
4
12
6
2
6
2
3
7
3
19
15
2
11
0
14
14
7
2
2
6
6
1
13
26
5
28
22
5
4
20
7
4
14
4
4
36
5
7
13
4
1
2
1
2
1
1
6
6
1
3
5
3
3
1
1
4
9
2
1
2
l
1
3
1
2
9
1
4
3
1
3749
161
491
436
68
274
2922
1104
1880
3500
68
7196
632
778
149
334
268
149
68
54
542
49
665
422
2110
578
24
607
24
24
209
162
12
282
516
132
518
414
110
63
390
119
68
331
64
68
960
244
124
235
AD BİLİMİ ÇERÇEVESİNDE TAPU TAHRİR DEFTERLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİNE ÖRNEK
281
282
283
284
285
286
287
288
289
290
291
292
293
294
295
296
297
298
299
300
301
302
303
304
305
306
307
308
309
Emre Bey oğlu
İlceli, der Karye-i Ağaç Ahur
Ağaç Ahur
Perakende haymane, der Cemaat- i Yundband ?
Kaşıkçı
Erdivanlu, der-Urunkuş
Kazan Büzü
Bazarlu
İne Şar
Yenicik, der-nahiye-i Ankara
Perakende cemaat, der-cemaaat-i Yaylalu
Arslanlu, der-kaza-i Ankara
Ocak, der-Nahiye- i Ankara
Sazlu, sakin-i Okçular
Perakende cemaat, sakin-i der-Işık Hacılu
Gün
Işık Hacılu
Perakende cemaat, der-sakin-i Donuz Alanı
Işık Gazilü
Kızıl Hocalu
Perakende cemaat der-karye-i Vukuf ve Kızılca Kışla
Ağçalu, sakin-i der-Murad Viran
Güveyiler ve Şiniklü, sakin-i der-Mezraa-i Ali
Güveyiler, sakin-i der-Mezra-i Şeydi Ahmed
Oksuz Oğlanları
Perakende cemaat, der-Ali Hoca
Keşekci
Perakende cemaat, sakin-i der-Taşanlu
Çoban Ali
5
13
4
29
63
14
11
14
6
28
6
17
9
10
6
3
25
11
14
19
13
16
7
3
10
3
2
4
128
358
3
2
4
17
1
11
5
7
5
14
5
4
1
6
7
5
7
8
9
6
2
1
4
l
o
1
2
1
72
848
1788
324
230
342
194
764
194
556
168
240
102
56
678
406
448
396
472
356
100
5İ
84
400
34
45
571
SIDDIK ÇALIK
Kabail-i Aydın Beylü, der-Hâk-i Sefer-i hisar
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
Naho Seydi ? an-Cemaat-i Aydın Beylü
Piri Fakihlü, an-Cemaat-i Aydın Beylü
Hasan Seyh
Mustafa Fakih
Elsüz (Bolad)
Yurtlu
Tatar Hamza
Saru Otak
Kara Ağaç
Hevacali ?
Poladlu
Polad, an-Cemaat-i Aydın Beylü
Perakende cemaat
Karalu
Perakende cemaat, sakin-i der-Karye-i Çorlayık
Yurdcu
Perakende cemaat, der-Mezraa-i Kızılca Kışla
Işık Karı, tabi-i Katrancı
13
116
10
16
19
12
16
24
9
7
8
2
6
10
26
5
22
12
15
8
6
15
6
9
21
15
6
7
5
7
4
6
11
1
24
19
12
22
21
19
15
25
23
14
22
29
38
10
10
11
38
7
64
112
43
23
45
81
28
14
17
23
25
18
9
18
23
8
24
13
50
17
22
20
27
6
50
158
41
16
36
74
20
1
1
7
352
468
288
382
674
356
456
764
390
220
264
94
334
148
180
1138
85
2421
Tavaif-i Uluyörük
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
572
Salcılar, sakin-i der-Taraözü
Tavşanlu
Mahmud Fakihlü
Müsellemanlu
Samedlü
Halil Fakihlü
Kılluca
Osman-Hacılar
Balıklar
Menteş-Hacılu
Murad-Fakihlü
Çanakçılar
Sağırcılar
Osman-Hacılar
Kara-Beylü
Resanlu
Resanlu
İsa-Hacılar
Tok-Kocalu
Eşek-Ovalu
Boladlar
Baladlar (diğer)
Dur-AIi-Bacı
Cikcük?
1
1
1
1
1
1
1
1
12
1
3
3
1540
372
1501
2290
2818
1374
1968
1244
747
2264
972
2638
532
598
832
1422
139
3196
8342
3347
759
1702
3414
850
AD BİLİMİ ÇERÇEVESİNDE TAPU TAHRİR DEFTERLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİNE ÖRNEK
25
26
27
28
29
30
31
32
33
Köseler
Iluca-Mentese
Çanakçılar
Kınık
Karaca-Menteşe
Muradcılar
Kara-Hamzalu (an-Cemaat-i Muradcılar)
Köseler
Hacılar
55
32
29
64
34
39
43
36
22
33
55
50
59
29
22
54
35
24
1
20
1582
2222
2233
3201
1600
1697
1989
1614
1152
Koru-yı Kara-in ve Akin, Beylerbeyi yörükleridir
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
32
33
34
35
36
37
Sarıcalar
Kır-bekcilü
Ciğerler, der-Kaza-i Beybazarı
Kara-Halillü
Kara-Halillü (diğer)
Süllü ? nam-ı diğer Kozcuğaz
Meliki ?
Kara-ağıl, der-Liva-i Bolu
Hamzalu
Semayil ?
Hüseyinler
Gençlü
Kara-Halillü,evIad-ı Gavözü ?
Ömerler,der-Liva-i Sultan-önü
Muradcılar-Hatiblü
Hacı-Hamzalu
Sarı-Obası
Yörükân-ı perakende, der-sakin-i İnceğiz
Mahmudlar
Surdak, der-Liva-i Ankara
Günerler ? der-Liva-i Sultan-önü
Uslucalu
Anaşalar, der-Kaza-i Avas
Çalablar
Mişecik
Kara-İlyaslu
İnciler
İsa-Beylü
Yörükân-ı Elman ?
Aydın-Fakihlü
İsa-Beylü
Odluk
Hacı-Obası
Kara-Viran
Yörükân-ı perakende
Yörükân-ı perakende
25
60
27
26
7
21
17
37
31
19
28
24
28
5
17
19
89
2
31
30
22
15
24
•5
10
21
77
33
21
64
31
26
40
14
21
7
31
23
31
29
2
19
23
30
19
8
15
19
18
4
19
13
36
2
17
16
14
19
23
8
1
21
98
23
21
39
24
23
28
8
15
2
1
1
799
2645
1053
1627
147
701
1359
1095
2059
1027
1969
758
1822
266
1873
794
3223
33
1653
2758
1676
1101
639
100
254
716
3971
2231
668
1946
4371
880
362
616
604
122
573
SIDDIK ÇALIK
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
48
Yörükân-ı perakende, der-kaza-i Karacahisar ?
Yörükân-ı perakende,der-Başağaç, der-kaza-i Beybazarı
Yörükân-ı perakende, der-Ulu-Hacı
Kalın-ağıI-der-Liva-i Ankara
Perakende-der-Cemaat-i Ahmad ?
Yörükân-ı perakende, der-Sultan-önü
Ahmedlü
Abbas Beylü
Aydın-Fakihlü, der-Karye-i Kara-viran
Çancük ?, der-Karye-i Keçilü
Samcılar, der- Karye-i Begül ?
12
3
3
2
3
5
5
3
1
2
4
209
122
39
32
24
222
333
24
17
39
68
1
1
1
3
3
1
Tevaif-i Karalar, an-Kars-ı Ayende-est der-Kaza-i Ankara
1
2
3
4
5
Karalar
Kovuklu
Bulutlu
Pullu, an- Karalar
Çekük
7
32
24
11
19
21
7
2
4
2
103
28
44
30
28
57
13
38
26
19
2856
3009
1206
544
1572
Tevaif-i Taceddinlü
1
2
3
4
5
574
Baydı-Nuri
Mesil-Nuri
Burun-Nuri
Tunru-yüzü
Çapaklu
1
2925
1
1200
525
568
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
OĞUZNÂME VE ŞEHNÂME’NİN
BAŞKAHRAMANLARININ ÖZELLİKLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
S OMA YEH EAS Y CENGİ Z
İran ve Türk Literatüründe Destan Kavramı
Destan kelimesi, Türkçeye İslamiyet’in kabulünden sonra, “efsane, mesel, hikâyet-i
güzeştegân” anlamında kullanılan Farsça kökenli “dâstân” kelimesinin ses ve anlam
değişikliğiyle girmiştir. Batı dillerinde de, Türkçedeki kahramanlık temalı ve olağanüstü motifli anlatıları olan destan terimine karşılık olarak epope, epos, epic ve legend gibi terimlerin kullanıldığı görülmektedir (Oğuz, 2004, s. 5).
Destan kelimesi, Farsçadan Türk Lehçelerine geçip bugün destan anlamında Farsçada “Hemase” kelimesi kullanılmaktadır. “Hemase” ise zor aşılan bir durum anlamında Arapça kökenli bir kelimedir, zamanla kelimenin anlamı değişerek zorları
başaran ve cesur adam anlamında da kullanılmaya başlamıştır. Fakat Fars Edebiyatında “hemase” bir milletin varlığını ispatlamak ve korumak için yaptığı mücadelelerin ve kahramanlıklarının manzum anlatılarıdır (Sakıpfer, 2008, s. 22).
Destanın Temel Özellikleri
Şükrü Elçin’in destan kelimesinden yaptığı tanıma göre, destanın özelliklerini bu
şekilde özetleyebiliriz:
1. Destanlar bir boy, ulus veya milletin efsanelerden sonra nazım şeklinde ortaya
çıkan en eski halk edebiyatı mahsullerinden biridir.
2. Sözlü geleneğe bağlı olan bu tür, cemiyetin iradesini ellerinde tutan “KahramanBilge” şahsiyetlerin hayatları etrafında teşekkül etmiştir.
3. Tarihe bağlı olmakla beraber, tarih sayılmayan, ozanların kopuzlarıyla terennüm
ettiği cemiyetin ortak hayat görüşünü aksettiren bir türdür.
575
SOMAYEH EASY CENGİZ
4. Destanların teşekkülü için, bir yaratma zemini olarak savaş, din değiştirme, göç ve
bunlar gibi büyük hadiselerin millet vicdanında birtakım sarsıntılara sebep olması
lazımdır (Elçin, 1986, s. 72).
Murtaza Sakıpfer destanın özelliklerini şu şekilde ifade eder: Destan bireysel bir
edebiyat türü olmaktan ziyade toplumsaldır ve bir milletin toplumsal amaçları doğrultusunda teşekkül etmiştir. Dolayısıyla epik kahramanın her ne kadar bireysel
özellikleri -fiziki ve manevi güçleri gibi- ön planda olsa da, bu bireysel özelliklerini
milletin istekleri ve amaçları için kullanmalıdır. Ayrıca bir destanın, ona ait olduğu
topluluğun tarafından benimsenmesi için, ister o destanın yazarı Şehname gibi belli
olsun, ister anonim bir eser olsun, o topluluğun gayelerine hizmet etmelidir. Demek
ki bir destan ona ait olduğu dönemin toplumsal özelliklerini tüm detaylarıyla yansıtıp ona ait olduğu topluluğun siyasal ve sosyal olaylarının bir aynası mahiyetindedir
(Sakaıpfer, 2008, ss. 32-33).
Epik Kahraman Kimdir? Epik Kahramanın Özellikleri Nelerdir?
Destanın temel özellikleri bölümünde, bu türün kahraman- bilge şahsiyetlerin hayatları etrafında teşekkül ettiğinden bahsetmiştik. Dolayısıyla her epik eserde yer alan
başkahraman, kahramanlık ve bilgelik özelliklerini bir arada taşımaktadır. Yani yiğit,
cesur ve savaşçı olması yetmeyip aynı zamanda tehlikeli ve kritik durumlarda doğru
düşünüp doğru karar verebilecek kapasiteye sahip olmalıdır. Bu kahraman- bilge
kişi, aynı zamanda içinde doğduğu topluluğun hayalleri, istekleri, millî ruhu ve
amaçlarını da yansıtan ve o topluluğun ideal insan tipidir (İslami Neduşen, 2012, s.
250).
Kahramanlık konulu Türk destanlarında, atlı göçebe yaşam tarzını yansıtan “alp”
tipi ağır basarken, İslamiyet’in kabulünden sonra, Türk destanlarındaki kahraman
tipi, “alp- eren” olarak değişmiştir. Avcılık, hayvan besleme, doğa ile iç içe yaşama
ve hareket alpların hayatındaki en önemli ilkelerdir. Alp tipindeki ulusal gayeler ve
millî çabalar, alp- eren tipinde dinî bir kalıba bürünmüştür.
İran sözlü destan geleneği bağlamında ortaya çıkan eserler de, genellikle İslamiyet’ten sonra kaleme alındığı için, bu türde yer alan başkahramanlar, millî ve dinî
özellikleri bir arada taşıyan tiplerdir. İran destanları arasında şaheser mahiyetinde
olan Şehnâme’de, İran- İslam sentezi özellikle kahramanların hayat felsefeleri ve
davranışlarına yansımıştır. Savaşlarına Allah’ın adıyla başlayan kahraman, savaştan
sonra başarısını kutlamak adına toy (bezm) düzenleyip bade (şarap) içer. Şunu da
unutmamak gerekir ki İranlıların tarih boyunca yerleşik hayat sistemleri, destan
kahramanlarında cihanı fethetmek gibi bir gaye oluşturmayıp toprak ve sınırlarını
düşmanlarının karşısında savunup ulusal değerlerini korumaya yönelik savaşlara
sebep olmuştur.
Epik kahramanın hayatında, onu diğer halk edebiyatı türlerinde yer alan kahramandan farklı kılan evreler, olaylar ve özellikler de söz konusudur. Bu evreler ve evrelerin özelliklerini aşağıdaki başlıklar altında şu şekilde toplayabiliriz:
1. Epik Kahramanın Doğması, Büyümesi ve Ad Alması: Epik kahramanın olağanüstü
doğumu, hızlı büyüyüp ayağa kalkması ya da kahramanın hayvanlar tarafından
büyütülmesi, ergenlik çağında onu kahraman olarak halkına tanıtan bir tehlike ile
576
OĞUZNÂME VE ŞEHNÂME’NİN BAŞKAHRAMANLARININ ÖZELLİKLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
karşılaşıp başarılı olması (halkına eziyet eden canavarı öldürmek gibi), hemen hemen
tüm destanlarda karşımıza çıkan olaylardır.
2. Epik Kahramanın Soyu (Annesi, babası ve onların soyu): Kahramanın anne ya da
baba tarafından tanrısal bir soya bağlı olması, annesi ve babasının iki düşman gruba
bağlı olması, epik kahramanın soy meselesini her zaman tartışılır bir hale getirmektedir.
3. Epik Kahramanın Fiziksel ve Ruhsal Özellikleri: Epik kahramanın gövdesinin silah
ile işlenmemesi, kahramanların sıra dışı cüsseleri ve uzun ömürleri, tehlikeli durumlarda onları kurtaracak tanrısal güçlere sahip olmaları, epik kahramanı halkından
farklı kılan özelliklerden birkaç örneğidir.
4. Epik Kahramanın Âşık Olması, Evlenmesi ve Aile Kurması: Epik kahramanın
kendisine bir sınav ya da bir yarış neticesinde layık bir eş bulması, ya da tesadüfen
avda güzel veya hünerli bir kızla karşılaşması, ardından onunla evlenmesi ve bir aile
kurması destanın olay örgüsünde her zaman önemli yerler tutmaktadır. Kahramanın
evlenmesi kimi zaman anlatının sonu olduğu gibi, bazen de diğer olayların (çocukların doğmasıyla birlikte ortaya çıkan olaylar) ortaya çıkmasına sebep olup destanın
devam edilmesini sağlamaktadır.
5. Epik Kahramanın Savaşları: Epik kahramanın hayatındaki en önemli olaylar da,
kahramanın savaşları, fetihleri ve mağlubiyetleridir. Kahramanı kahraman yapan
savaş motifi epik eserin her yerinde kendini göstermektedir; kahraman ergenlik
çağında topluğun kabul edemediği bir şeyle (bazen sosyal bir adet, bazen de bir
canavar) savaşıp ad alır. Sonraki aşamalarda ise topluluğuna hizmet etmek adına
sürekli savaş verir.
6. Epik Kahramanın Sonu (Ölümü): Bazen entrika neticesinde hayatını kaybeden
epik kahraman, kimi zaman da savaş meydanında topluluğun gayeleri için mücadele
verirken hayatına veda eder. Böylelikle yaptıklarıyla sonsuza kadar içinde doğduğu
ve onun için savaş verdiği topluluğun hafızasından silinmez.
Oğuznâme’nin Başkahramanı ve Özellikleri
Bilindiği üzere, Oğuz Kağan Destanı’nın İslamiyet’ten önceki ve sonraki olmak üzere
iki farklı varyantı mevcuttur. İslamiyet’ten önceki döneme ait olan Uygurca Oğuz
Kağan Destanı tür bakımından İslamiyet’ten sonraki Oğuznâme ile (Reşideddin
Oğuznâmesi’yle) farklıdır. Sözlü destan geleneği bağlamında ortaya çıkan Uygurca
Oğuz Kağan Destanı, sonraki dönemlerde yazıya geçirilmiş Reşiddedin Oğuznâmesi
için bir nevi kaynaklık etmiştir. Bildirimizde Uygurca Oğuz Kağan Destanı ve Reşiddedin Oğuznâmesi olmak üzere eserin iki varyantı esas alınmıştır. Çalışmamızın
konusu, Oğuznâme ve Şehnâme’nin başkahramanlarının özellikleri olduğundan
dolayı, Oğuz Kağan ve Rüstem’in hayatlarındaki mitik ve epik evrelere ve özelliklere
değinilecektir.
Oğuz Kağan’ın tarihi şahsiyeti üzerine farklı görüşler ileri sürülmüştür. Rus Sinoloğu
Biçurin ve Ziya Gökalp birbirlerinden habersiz bu iki hükümdarın aynı olabileceğini
ileri sürerler. W. Radloff’a göre, Mani dinini resmi din olarak kabul eden Uygur
hakanı Bügü Tegin (Böğü Kağan), Oğuz Han olmalıdır. Rıza Nur da Oğuz Han’ı
Büyük İskender ile karşılaştırır. J. Marquart ise Oğuz Han’ın Cengiz olabileceğini
577
SOMAYEH EASY CENGİZ
belirtir. Bahaeddin Ögel, Oğuz Han efsanesi, Mete’den de önce Orta Asya’da yaşadığı, bu eski inanışın biraz değiştirilerek, esasen Çin kaynaklarında da efsane şeklinde
anlatılan Mete’nin gençliğine yakıştırılmış olabileceği üzerinde durur. (Ögel, 1993, ss.
10-11) M. F. Köprülü de Oğuz Kağan Destanı’nın MÖ 126-201 yılları arasında büyük
bir göçebe devleti kuran Hiung-Nu’larla ilgili olduğunu belirtir. Oğuz Kağan’ı da bu
bağlamda Mete ile aynı kişi olarak belirtir. Zeki Velidi Togan da bu destanın menşeinin daha eski çağlara kadar indiğini belirtir; Togan, tarihte MÖ VII. yüzyılda merkezi
Orta Asya’da bulunan sahalar ile İndo-İskitlerin bu kadar geniş sahaya yayıldıklarını
yazar. (Kaplan, 1979, ss. 24-25)
Mehmet Kaplan ise, Oğuz Kağan Destanı’nı tahlil ederek destan ile Türklerin yerleşik medeniyete geçmeden önce yaşadıkları atlı göçebe medeniyet arasında bağ kurar.
Oğuz Kağan böyle bir toplumun ideal insan tipini oluşturduğundan bahsedip onun
temel şahsiyetinin hâkim olma duygusunun teşkil ettiğini öne sürmüştür. Dışa dönük bir tip olan Oğuz Kağan’ın hayatı, sürekli hareket halinde geçmiştir. Dini dünyasında kozmik unsurlar ve hayvanlar rol oynayan Oğuz Kağan tek başına değildir,
çevresinde atlı göçebeler bulunur. Ayrıca destanda terbiye etme, örnek gösterme
amacı da vardır. (Kaplan, 1979, ss. 59-61) Oğuz Kağan ve onun şahsiyeti etrafında
oluşan destanlarda görüldüğü üzere iki temel konu tartışılmaktadır: Sözlü Destan
Geleneği ve atlı göçebe Türklerin İslamiyet’in kabulünden sonra yerleşik hayata
geçmeleri.
Türk destancılık geleneğinde, alplık, yenilmezliğin sembolü olarak yeni doğan kahramanın olağanüstü görünüşü ile özdeşleşmiştir. Dolayısıyla İslamiyet’ten önceki
Oğuz Kağan Destanı’nda başkahraman, fiziksel ve ruhsal olarak farklı özelliklerle
karşımıza çıkmaktadır. Oğuz’un yüzü doğduğunda ateş gibi kırmızıdır. Yüzü mavi
ve gözleri ela olan Oğuz’un tasvirlerinde ayrıca onun organlarının hayvan organlarına benzemesi de söz konusudur. Avucunda bir kan pıhtısıyla ya da ağzı kırmızı
doğan başkahraman, destan kahramanlarına has simgesel epik özelliklerden biri
sayılmaktadır (Bayat, 2013, s. 148).
İslamiyet’ten önceki Oğuz Kağan Destanı’nda, Oğuz doğduktan sonra, bir kez annesinin sütünü emer ve bir daha hiç emmez. Çiğ et ve şarap ister. Normal bir bebekten
çok daha hızlı gelişip büyür. Ayakları öküz ayağına, beli kurt beline, omuzları samur
omuzuna ve göğsü ayı gibi Oğuz’un vücudu baştan ayağına kadar tüy kaplıdır.
Oğuz Kağan Destanı’nın İslamî varyantında, Oğuz’un anne sütünü emmemesinin
sebebi, annesinin Müslüman olmaması olarak belirlenmiştir. Daha önce değinildiği
üzere Oğuz Kağan Destanı’nın İslamiyet’ten sonraki varyantında zaman zaman
karşımıza çıkmakta olan husus, din ve özellikle Oğuz’un Müslüman olarak doğduğundan kaynaklanan çatışmalardır (Reşideddin Oğuznâmesi’ndeki Oğuz Han’ın
annesi, sonra da eşleriyle din üzerindeki çatışmalar).
Uygurca Oğuz Kağan Destanı’nda, Oğuz’un yaşadığı yer, atlı göçebe hayat tarzıyla
bağlantılı olarak doğa ile iç içedir. Dolayısıyla Oğuz’un ilk kahramanlığı yaşadığı
yerde yaşayıp halka eziyet eden gergedanı öldürmekle başlar. Bu ise; kahramanın
hayatındaki ilk baş kesme ve kan dökme deneyimi olur. Reşideddin Oğuznâmesi’nde ise Oğuz’un ilk kahramanlık eylemleri din konusunda babası ve amcalarıyla
savaşırken karşımıza çıkmaktadır. Destanın şaman rivayetinde Oğuz’un farklı hayat
evrelerinde mitolojik ve özellikle alegorik öğeler önemli bir yer tutmaktadır. Oğuz
578
OĞUZNÂME VE ŞEHNÂME’NİN BAŞKAHRAMANLARININ ÖZELLİKLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
bir gün tanrıya ibadet ederken gökyüzünden inen bir ışık görür. Işığın ortasından bir
kız çıkar, Oğuz bu kızla evlenip Gün, Ay ve Yıldız adlı üç oğlu olur. Başka bir gün
avdayken bir gölün ortasında bir ağaç görür. Ağacın kovuğundan bir kız çıkar, Oğuz
onu alır ve Gök, Dağ, Deniz adlı üç oğlu olur. Görüldüğü üzere, Türk kozmogonisindeki ilk yaratılışla ilgili simgeler, böylelikle İslamiyet’ten önceki Oğuz Kağan
Destanı’na yansımıştır.
Reşideddin Oğuznâmesi’nde Oğuz Han amcasının kızlarıyla nişanlanıp evlenir.
Fakat Müslüman olmayan bir kadını kabul edemeyen Oğuz Han onları İslam’a davet
eder. Üç kadından ikisi imana gelmeyip Oğuz Han’ın bu inancından babasına bahsederek baba-oğul arasındaki çatışmaya sebep olurlar. Bu çatışmanın sonucunda
Oğuz Han babasına galip gelir ve Oğuz Boyların başı olarak dünyayı fethetmek için
yola çıkar. Bu seferler sırasınca pek çok başarı elde eden Oğuz Kağan, vardığı farklı
yerlerde yaşayan insan gruplarını gösterdikleri özelliklere göre adlandırarak Oğuz
Boylarını resmi hükümdarları olmuştur.
Türklerin soy meselesinin üzerinde duran Oğuz Kağan Destanı’ndan Oğuz’un soyuyla ilgili iki görüş çıkarılmaktadır. Eserin İslamî şeklinde Türk milletinin en eski
atasının adı, Türk’tür. Nuh Peygamberin birinci oğlu olan Türk, babası Yasef’in ölümünden sonra Isık gölü çevresinde yerleşmiş ve Türk’ün tarihi onunla başlamıştır.
Dünyaya doğuştan Müslüman gelen, din anlaşmazlığı yüzünden babasıyla çatışmaya başlayan Oğuz, babasını yenerek Türk boylarının resmi hakanı olmuştur. Destanın şaman rivayetinde, Oğuz beylerine, Oğuz Kağan isim verir. Destanın şaman
rivayetinde, Oğuz’un yurdunu oğullarına bölüşü daha geniş anlatılmıştır. Uluğ
Türk’ün yerini de yaşlı vezir Irkıl Ata almıştır. Oğuz Kağan da, onun yerine geçen
oğlu Gün Han da bu vezirin öğütlerini dinlerler. Gün Han, babasından kalan yurdu
Oğuz’un 24 torunu arasında böler (Demirel, 1995, s. 4).
Şehnâme’nin Başkahramanı ve Özellikleri
Şehnâme, İranlıların İslamiyet’ten önceki dönemlerin mitolojik inançlarına bağlı
olarak iyilik ve kötülük ilkeleri arasındaki daimi savaş üzerinde kurulmuş bir eserdir. Bu daimi savaş Şehnâme’nin ilk bölümlerinde (mitik dönemlere ait olan anlatılarda), kahramanın devlerle savaşması şeklinde daha sonraki bölümlerde ise iyi ve
kötü nitelikleriyle tanıtılan şahsiyetler arasındaki savaşlar şeklinde görülmektedir.
İrec’in ağabeyleri tarafından öldürülmesi ise, eserdeki ikili sistemin içindeki çatışmaya tamamen yeni boyutlar kazandırmıştır. İran ve Turan meselesi (İran- Turan arasındaki savaşlar) bu noktadan sonra eserin olay örgüsüne girmiştir.
Şehnâme’deki kahramanları genel olarak üç grupta inceleyebiliriz:
1. İyi nitelikli olan kahramanlar: Bu kahramanlar yaratılış itibariyle iyiliği seven,
insanlara ve insanlığa hizmet eden, ahlakî değerlere, mertlik ve dürüstlüğe bağlı olan
insanlardır. Feridun, Siyavuş ve Keyhüsrev gibi şahsiyetlerden iyi kahramanlar olarak bahsedebiliriz. Şehnâme’deki bazı iyi kahramanlarda, her ne kadar iyilik ilkesine
bağlı olsalar da, kimi zaman kusurlar ve eksiklikler söz konusudur. Örneğin,
Şehnâme’nin kahramanlık bölümünün hemen hemen bütün sahnelerinde birinci
kahraman olarak yer alan Rüstem’in de sıradan insanların yaptığı hataları vardır.
Cesur ve bilge olsa da oğluyla karşılıklı savaştığında deneyimsiz ve genç bir çocuğa
579
SOMAYEH EASY CENGİZ
karşı kendisi zayıf hissedip insani bir hataya düşüp oğlunu hile yaparak alt eden
Rüstem, can parçasını kaybettikten sonra pişmanlık duyup kan ağlar.
2. Kötü nitelikli olan kahramanlar: Bu grup kahramanlar, yaratılış itibariyle kötü
niyetli ve varlıkları, yokluk, bedbahtlık ve savaşa sebebiyettir. Dahhak, Selm, Tur ve
Kadınlardan Sûdabe kötü mahiyetli kahramanların en iyi örnekleridirler.
3. İyi ve kötü nitelikli olan kahramanlar: Bu grupta yer alan kahramanlarda ise bazen
iyiliğe bazen de kötülüğe karşı eğilim görülmektedir. Bu grup Şehnâme’de nabza
göre şerbet veren tiplerdir. İran’dan Kavus ve Turan’dan da Piran’ı bu grup için
örnek gösterebiliriz (İslami Neduşen, 2012, ss. 111-113).
Bu üç grupta yer alan iyi ya da kötü mahiyetli tüm kahramanların ortak özelliği, her
zaman olaylara karşı fiziksel ve ruhsal olarak çok güçlü durmalarıdır. Dahhak’ın
hayat felsefesi yanlış olsa da son nefesine kadar teslim olmayıp yaptıklarının arkasında durması, yanlışlığına rağmen kararlı ve güçlü olduğunun bir göstergesidir.
Yani Firdevsi eserinde kötü mahiyetli ve kötü ruhlu kahramanlar yaratmış olsa da
onları hep güçlü tutmayı başarmıştır.
Şehnâme’deki kadın kahramanlardan bahsedecek olursak da, ilk başta bunu söylememiz gerekir ki Şehnâme, kadın karşıtı bir eser değildir. Yani Şehnâme’de yer alan
tüm kadınlar- biri hariç- akıllı, iyi niyetli, vefalı, güzel ve bazen de savaşçı olarak
tasvir edilmişlerdir. Rûdabe, Sinduht, Tehmine, Ferengis, Cerire, Menije, Gürdaferid,
Ketayun ve Şirin’de hem aşk var hem saygınlık. Şehnâme’nin kahramanlık döneminde, şahlar ve şehzadelerle evlenen kadınların çoğu yabancı kadınlar olmalarına
rağmen İran ve İranlılara pek vefalı kalmışlardır. Kocalarına karşı aşk dolu bu kadınlar, kritik durumlarda da politik düşünüp sosyal görevler üstlenmişlerdir. Başka bir
ifadeyle Şehnâme’nin önemli olaylarında genellikle bir kadının izi vardır.
Şehnâme’deki çıplak ve net aşklar aynı zamanda saf ve temizdir. Rüstem ve Zal’ın
eşlerinin, aşklarına itiraf etme cesareti ve aşk uğruna yaptıkları fedakârlıkları, dünya
çapındaki epik eserlerde nadiren rastlanan hususlardan biridir (İslami Neduşen,
2012, ss. 113-119).
Şahlar, şehzâdeler, kadın ve erkek kahramanlarından oluşan Şehnâme’nin geniş
kahraman kadrosunda pilten (fil gövdeli), cihan pehlivan ve tehemten (İri gövdeli ve
güçlü) sıfatlarıyla tanımlanan Rüstem’in yeri bambaşkadır. Daha önce değinildiği
üzere Şehnâme mitik, kahramanlık ve tarihi olmak üzere üç farklı dönemin epizodik
destanlarını içermektedir. Rüstem ise, Şehnâme’nin kahramanlık dönemine ait olan
hikâyelerinin en büyük savaşçısı ve eserin de başlıca kahramanıdır.
Rüstem’in Şehnâme’deki diğer kahramanlara göre ayrıcalıklarını tespit etmek için
onun doğması, büyümesi, kahraman olarak halk arasında bilinmesi ve onun savaşlarından bahsetmek yerinde olacaktır. Rüstem’le ilgili her şeyden önce, onun olağanüstü bir insan olduğunu bilmek gerekir. Diğer insanlar gibi et, deri ve kemikten vücut
bulması ve sıradan insanlar gibi bazen hataya düşmesine rağmen, canavarlar ve
devlerle savaşıp onları yenmesi, çok uzun bir ömür yaşaması, Ekvan Dev’le savaşırken denize düşüp ölmemesi, beş adamın yemeğini yemesi, gürz-i giran (ağır gürz)
olarak adlandırılan gürzü savaşırken kaldırıp defalarca döndürüp düşmanının kafasına indirmesi ve bunlara benzer olaylar Rüstem’in olağanüstü özelliklere sahip
olduğunu kanıtlamaktadır (İslami Neduşen, 2012, s. 250).
580
OĞUZNÂME VE ŞEHNÂME’NİN BAŞKAHRAMANLARININ ÖZELLİKLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
Rüstem, Kâbil padişahın kızı, Rûdabe ve Sam oğlu Zal’ın evliliklerinin meyvesidir.
Rüstem’in sülalesi baba tarafından, Sam, Neriman, Gerşasb’a, anne tarafından da
Dahhak’a dayanmaktadır. Yani Rüstem Şehnâme’de İran ve Arap milletlerini birbirine bağlama açısından da çok önemli bir rol oynamaktadır. Rûdabe ve Zal, iki sülalenin arasındaki eski düşmanlığa rağmen birbirine âşık olup evlenmeye karar verirler.
Rûdabe, Destan sıfatıyla bilinen beyaz saçlı Zal’dan hamile kalır. Fakat hamileliğin ilk
başından beri bebeğinin farklı olacağını hisseden Rûdabe, doğum sırasında bir hayli
zorlanır. İriliğinden dolayı bebeğini doğuramayan genç kadın, şarapla bayıltılıp
karnı yarılır ve bebeğin doğumuyla birlikte Şehnâme’de ilk kez sezaryen operasyonu
gerçekleşir.
Yaşlı bir görüntüyle doğduğu için, babası tarafından dağa bırakılıp Simurg tarafından yetiştirilen Zal, doğum sırasınca Simurg’un ona verdiği tüyü yakarak onu yardıma çağırır. Simurg bebeğini doğuramayan Rûdabe için tek çareyi karnının açılması
ve bebeğin bu şekilde çıkartılmasında görür. Rüstem doğduktan sonra, sancılardan
kurtulan annesi, kurtuldum anlamında “Rüstem” diye bağırır ve çocuğun adı bu
şekilde Rüstem olur.
Rüstem’in çocukluğu da diğer çocuklardan bir hayli farklı geçer. Onu emzirmek için
iki dadı görevlendirilir, sütten kesildikten sonra ise beş adamın yemeğini yiyen Rüstem hızlı bir şekilde büyür. Sekiz yaşındayken dedesi Sam onun ziyaretine geldiğinde, çocuğun kasları, baldırları, göğsü ve gövdesini görünce şaşırır. Daha çocukken
dedesinden savaş aletleri ve gürzünü talep eden Rüstem’in savaşçı özellikleri bu
şekilde ailesi ve dedesi için anlaşılır.
Rüstem’in hayatında, onu sıradan bir kişiden bir kahramana dönüştüren üç husus
söz konusudur:
1. Daha bir çocukken halkına eziyet eden beyaz fili (pil-i sepidi) öldürmesi.
2. Pil-i sepid’i (beyaz fili) öldüren Rüstem’in dedesi tarafından Neriman’ın intikamını
almak için vahşi insanlar tarafından kuşatılmış Sepend dağına gönderilmesi.
3. Zal’ın at sürüsünden “Rahş” adlı asi atı alıp onu ehlileştirip ona binmesi.
Rahş, Zal’ın binlerce attan oluşan at sürüsünün en seçkin dişi tayıdır. Rüstem Efrasiyab’la savaşmaya gitmeden önce Zal’ın sürüsünden at seçmeye gider. Değişik atlara
binmeye çalışan Rüstem, elini hayvanların sırtına koyduğunda, Rüstem’in kuvvetinden dolayı, hayvanların sırtı eğilir. Bu kuvvete dayanan tek hayvan Rahş’tır. Rahş
sadece çok güçlü bir at değildir, aynı zamanda bilinçli ve savaşlarda Rüstem’e yardım eden bir yol arkadaşıdır.
Rüstem’in hayatındaki tek yenilme deneyimi, oğluna karşı savaşıp oğlunu öldürmesidir. Her savaş meydanından başarılı çıkan Rüstem, bu savaşta kazanmış görünse
de, savaşın sonunda, Sührab’ın kolunda karısıyla ilk buluştuğu gecede ona verdiği
kolluğu görünce yıkılır. Rüstem, Sührab’ı tanımadan onunla savaşa girer, ilk etapta
onun sırtını yere getiremediği için hileye başvurur ve ikinci savaşta Sührab’ı öldürmeye başarır. Genç Sührab babasının kucağında can çekişirken Rüstem’e “ister balık
ol suya gir ister karanlık gecede kaybol cihan pehlivanı Rüstem (babam) gelip seni bulur ve
intikamımı senden alır.” diyen sührab son anda babasıyla savaştığını anlar. Bu savaş
dışında Rüstem’in Şehnâme’deki savaşlarını şu başlıklar altında toplayabiliriz:
581
SOMAYEH EASY CENGİZ
1. Haft Han savaşlar: Rüstem’in kahramanlık hayatındaki en önemli olaylarından,
Mazenderan şehrine varmak için geçtiği yedi zor aşamadır. Bu yedi zor aşama,
Şehnâme’de Haft Han olarak adlandırılmaktadır. Kavus Şah’ın Mazenderan şehrinde
mahsur kalmasıyla birlikte başlayan bu süreçte, Rüstem babası tarafından şahı kurtarmak için görevlendirilir. Zal oğluna Mazenderan’a gidebilmek için iki farklı yol
sunar; biri tehlikesiz uzun yol, öteki ise tehlikeli kısa yol. Tehlikeli kısa yolu Mazenderan’a varmak için seçen Rüstem bu yolun ilk aşamasında aslanla savaşır, bu savaşta Rahş da Rüstem’e yardımcı olur. İkinci aşamada susuz ve kuru bir çölde sınanan
Rüstem üçüncü aşamada ejderha ile savaş verir. Dördüncü aşamada Rüstem, güzel
bir kadın kılığına giren cadıyı yener. Beşinci aşamada Rüstem Mazenderan Kahramanını yendikten sonra onu yol gösterici olarak yanına alır. Altıncı aşama, Erjeng
Dev ile savaşarak geçer ve son aşamada Rüstem, bir mağarada yaşayan beyaz devi
yenerek öldürür.
2. Haft Gürdan savaşı: Bu savaşın asıl sebebi, Rüstem’in İran kahramanlarından yedi
kişiyle Efrasiyab’ın av yerine gitmesidir. Rüstem’le diğer kahramanlar yedi gün
Efrasiyab’ın av yerinde kalıp av avlayıp eğlendikten sonra Efrasiyab İranlıların o
bölgeye geldiklerinden haberdar olur. Otuz bin kişilik ordusuyla av yerine gelen
Efrasiyab, Rüstem’in zekâsının ve cesurluğunun mağlubu olur.
3. Ekvan Div (Dev) ile savaş: Bir gün Keyhüsrev’in at sürüsünde bir zebra görülür.
Sözde zebra olan bu canavar ara sıra at sürüsüne vurup pek çok atı öldürür. Bilgeler
toplanıp bu canavarın aslında bir zebra olmayıp da Ekvan Div (Dev) olduğunu tespit
ederler. Kahramanlar arasında Rüstem’den daha güçlü biri olmadığı için Sistan’dan
Rüstem çağırılır. İki aşamada Ekvan Div ile çok girift bir savaş veren Rüstem nihayet
Ekvan Div’i tutuklayıp kafasını kesip ve padişahın huzuruna götürür.
4. İntikam almaya yönelik savaşlar: Şehnâme’nin ana fikirlerinden birini (İran-Turan
çatışmaları) ve Rüstem’in savaşçı ruhunu en iyi şekilde ortaya koyan savaşlarından
en önemlileri, kahraman’ın Siyavuş’un intikamını almak için verdiği savaşlardır.
Siyavuş’u çok küçükken yanına alıp yetiştiren, ona savaş tekniklerini öğreten Rüstem
İran’dan kaçıp Turan’a giden genç Siyavuş’un suçsuz halde öldürüldüğünü duyunca
kahrolur ve onun intikamını almak için birkaç savaşa katılır. Bütün bu savaşları
kazanan Rüstem Siyavuş’un haksızlıkla dökülen kanının intikamını almayı ve son
savaşta da Efrsiyab’ı kaçırmayı ve pek çok ganimet elde etmeyi başarır.
Sıra Rütem’in ölümüne geldiğinde, onun üvey kardeşi- Zal’ın cariyelerinden biriyle
yaptığı çocuk- Rüstem’le yaşadığı bir tartışma neticesinde kendisini ona karşı ezik
hissettiği için kayınpederiyle birlikte bir entrika düzenleyip Rüstem ve Rahş’ı içi
oklar ve dikenlerle kaplanmış bir kuyuya düşürüp öldürür. Yani cihan pehlivanı
olarak bilinen, Şehnâme’nin baş savaşçısı Rüstem, korkak ve entrikacı bir insanın
tarafından öldürülebilir. Bu da Şehnâme’nin ana temalarından biri olan dünyanın
vefasız olup yiğidin gücü, kuvveti ve ihtişamının daimi olmadığını tekrar vurgulamaktadır.
BENZERLİKLER- FARKLILIKLAR
İki eserin başkahramanlarının hayatları ve özelliklerini karşılaştıracak olursak, Oğuz
Kağan ve Rüstem’in benzerlikler ve farklılıklarını şu şekilde özetleyebiliriz:
582
OĞUZNÂME VE ŞEHNÂME’NİN BAŞKAHRAMANLARININ ÖZELLİKLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
BENZERLİKLER:
1. Oğuz Kağan’ın da doğumu olağanüstü bir doğumdur, Rüstem’in de. Oğuz Kağan
ağzı kırmızı, yüzü mavi ve gözleri ela doğar. Rüstem de çok cüsseli bir bebek olduğundan dolayı, annesinin karnının yarılmasına sebep olur.
2. İki kahramanda da gelişip hızlı büyüme ilkesi söz konusudur. Oğuz Kağan bir
çocukken halkına eziyet eden gergedanı, Rüstem ise beyaz fili öldürür.
3. İki kahramanın için de ad alması, epik kahramanın geleneksel bir özelliği olarak
eserlerde yer almıştır. Oğuz Kağan kendi adını bir yaşındayken kendi seçer, Rüstem
ise doğar doğmaz, annesinin sancılardan kurtuluşunun neticesinde ad alır.
4. İki kahramanın hayatlarında evlenmek önemli bir yer tutmaktadır. Evlenmek ve
çocuk sahibi olmak iki kahramanın da hayatında üzerinde durulmuş hususlardır.
5. İki eserde yer alan kahramanların savaşçı ruhları, Oğuz Kağan ve Rüstem’in arasında bir başka benzerliğe sebep olmuştur. Yiğit ve korkusuz olduklarından kaynaklanan bu savaşçı ruhları, kahramanların çocukluklarından beri davranışlarında ve
hayata karşı yaklaşımlarında kendini göstermeye başlar.
FARKLILIKLAR
1. Oğuz Kağan, hükümdardır. Rüstem hükümdar ve padişah değildir, Şehnâme’nin
baş savaşçısıdır. Görevi de padişahların tahtlarını korumaktır.
2. Oğuz Kağan hüküm sürdüğü toprakları genişletmek üzere yola çıkıp gerektiğinde
savaş verir. Çıktığı yollarda çeşit çeşit insanlar ve boylarla karşılaşıp savaşan Oğuz
Kağan, ona eşlik eden çevresine ad vererek Türk boylarının temellerini atar. Rüstem’in hüküm sürdüğü bir toprak söz konusu değildir. Rüstem padişahın sülalesi ve
şahlık sistemini korumaktan sorumludur. Rüstem toprağa bağlı olduğu için ihtimali
düşmanlar karşısında toprağını savunmak için yetiştirilmiştir.
3. Oğuz Kağan, Reşideddin Oğuznâmesi’nde bile atlı- göçebe bir hayat sistemini
yansıtır. Uygurca Oğuz Kağan Destanı’nda Oğuz Kağan, Ormandan çıkan gergedanı
öldürür. Cihanı fethetmek için yola çıkar ve hareket ilkesini her aşamada idealize
eder. Rüstem’in hayatı, savaşları ve savaşların niteliği de farklı aşamalarda yerleşik
hayatın özelliklerini yansıtmaktadır. Oğuz Kağan’ın hayatında fetih çok önemli bir
ilkeyken, Rüstem’in kahramanlık hayatının tek ilkesi İran için Turan karşısında savaşıp kimi zaman ise intikam almaktır.
4. Oğuz Kağanın bindiği attan eser boyunca olağanüstü ve şuurlu bir hayvan olarak
bahsedilmemiştir. Oysaki Rüstem’in bindiği at, insanlaştırılmış bilinçli bir hayvan
olarak tasvir edilmiştir. Rüstem’in Tehmine ile ilk buluşma gecesinde, Rahş da aniden ortadan kaybolup ormana girip çiftleşir. Tahmine’nin rahminde Rüstem’in çocuğu döllenirken Rahş da hamile kalır. Sonra da Rahş’tan doğan tay, Rüstem’in oğlunun atı olur. Böylelikle kahramanın hayatındaki önemli evreler, (çiftini bulma ve
çiftleşme gibi olaylar) bir nevi kahramanın atı için yaşanan olaylarla özdeş gösterilmiştir. Rahş’ın ayrıca Rüstem’in kritik dönemlerinde tehlikelere karşı koruması,
gerekli yerlerde sahibini uyarması ve olaylara karşı bilinçli olması da göz ardı edilmemesi gereken hususlardandır.
583
SOMAYEH EASY CENGİZ
5. Oğuz Kağan’ın hayatında, anne ve baba tarafından iki düşman sülaleye ait olma
gibi bir durumu söz konusu değildir. Rüstem’in annesi, babası ise iki düşman sülalenin çocuklarıdır. Evlilikleri ölümlerine sebep olabildiği halde ne Zal ne de Rûdabe
aşklarından vazgeçmez. Rüstem Zal ve Rûdabe’nin aşkın meyvesidir.
6. Reşideddin Oğuznâmesi’nde Oğuz Han’ın temel gayelerinden biri, İslamiyet’i
vurgulayıp Müslüman olmayanları dine davet etmektir. Rüstem’in de bu şekilde
islamî bir gayesi söz konusu değildir. Rüstem’in Allah’a inancı vardır. Savaşa başlarken Allah’ın adıyla başlar. Fakat bu inanç uğruna verdiği bir mücadele söz konusu
değildir. Oğuz Kağan İslam dini için babası ve amcalarıyla savaşır, babasını öldürür.
7. Uygurca Oğuz Kağan Destanı’nda Oğuz Kağan gökten gelen ve ağaçtan çıkan
kızlarla evlenirken, Reşideddin Oğuznâmesi’nde Oğuz Han amcakızlarıyla evlenmiştir. Reşideddin Oğuznâmesi’nde akraba evliliği (iç evlilik) söz konusuyken, Rüstem’in sülalesinde iç evliliği görülmemektedir. Rüstemin babası, Zal Kâbil padişahın
kızıyla evlenip iki düşman ırkın arasındaki tarihi bir bağa sebep olur. (Rûdabe dahhak’ın torunu ve Arap- Tazi kökenli biridir.) Rüstem ise Semengan padişahın kızı,
Tahmine ile evlenir.
8. Reşideddin Oğuznâmesi’nde baba-oğul çatışması, Oğuz Han ve babası arasındaki
din konulu bir savaş olarak görülürken, Şehnâme’de baba-oğul çatışması başka türlü
ve Rüstem’in babasıyla değil, Rüstem’in babası (Zal) ve Rüstem’in dedesi (Sam)
arasında olan bir çatışma şeklinde kendini gösterir. Rüstem’in babası, Zal, doğduğunda yaşlı bir insanın görüntüsüne sahip olduğu için Sam tarafından dağa bırakılır.
Dağa bırakılmış çocuk da Simurg tarafından yetiştirilir. Yine de Sam, oğluyla birebir
savaşmamıştır.
9. Reşideddin Oğuznâmesi’nde Oğuz Han’ın altı oğlundan bahsedilirken
Şehnâme’de Rüstem’in çocuklarından pek bahsedilmemiştir. Rüstem’in tek oğlundan- sührab’dan- detaylı bir şekilde bahsedilmiştir. Şehnâme’nin en hüzünlü hikâyelerinden biri ise Rüstem ile Sührab’ın savaşıdır. Bu savaşın sonunda Rüstem kendini
genç bir çocuğu karşı zayıf hissettiği için hileye başvurup Sührab’ı bu şekilde alt
eder.
10. Oğuz Kağan Destanı, sadece Oğuz Kağan’ın yaşadıkları ve yaptıkları etrafında
toplanırken Şehnâme’de Rüstem dışında pek çok kahraman ve Rüstem’in savaşları
ve yaşantılarından başka pek çok epizoda yer verilmiştir. Bunu da unutmamak gerekir ki Şehnâme’nin şahıs kadrosu her ne kadar geniş olsa da, Rüstem’in sülalesine ait
olaylar (Zal’ın doğumu, dağda bir kuş tarafından büyütülmesi, Zal’ın Kâbil padişahın kızıyla evlenmesi, Rüstem’in sıra dışı doğumu, Rüstem’in evliliği ve çocuğuyla
savaşı ve Rüstem’in diğer savaşları) Şehnâme’nin kahramanlık olaylarının başında
yer almaktadır.
11. Oğuz Kağan, eceliyle ölüp ondan sonra oğulları hükümdarlığı sürdürürler. Rüstem ise kardeşinin entrikasıyla Rahş ile birlikte kuyuya düşürülüp öldürülür. Rüstem’den sonra her hangi bir vazife devredilmesi söz konusu değildir. Hiçbir kahraman da Rüstem’den sonra onun yerini tutamamıştır.
584
OĞUZNÂME VE ŞEHNÂME’NİN BAŞKAHRAMANLARININ ÖZELLİKLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
SONUÇ
Görüldüğü üzere, Oğuznâme ve Şehnâme’deki başkahramanlar, Oğuz Kağan ve
Rüstem, birkaç noktada benzerlik göstermekle beraber, pek çok hususta farklılıklar
arz etmektedirler. Oğuznâme’de Oğuz Kağan’ın babası, eşleri ve çocukları kahraman
kadrosunun önemli bir bölümünü oluştururken Şehnâme’nin farklı epizotlarında yer
alan farklı ırklara ait, farklı özellikler taşıyan kahramanlar, bu eserin şahıs kadrosunu
bir hayli kalabalıklaştırmıştır. Bunun yanı sıra Şehnâme’de kadın kahramanların da
rolü Oğuznâme’ye göre daha belirgindir. Oğuznâme’deki kadın kahramanlar ister
sosyal ve siyasal hayatta ister savaş meydanında çok önemli roller oynamazken
Şehnâme’de kadın kahramanların sosyal ve ailevi özellikleri üzerinde etraflıca durulmuştur.
Şehnâme’deki kimi kadın güzellik bakımından, kimisi zekâ ve sosyal yönetim bakımından örnekken, bazıları ise savaşçı ruhlarıyla öne çıkmışlardır. Bu kadınlar, her ne
kadar zeki, savaşçı ve güzel olsalar da, hep ailelerine, eşlerine ve topraklarına bağlı
kadınlar olarak tasvir edilmişlerdir. Şehnâme’de tasvir edilen bütün kadınlar Sûdabe hariç- iyi mahiyetli kahramanların kategorisine girmektedirler. Sûdabe ise
kötü mahiyetli ve entrikacı bir kadın olarak tasvir edilip Siyavuş’un İran’ı terk edip
Turan’a sığınması ve nihayetinde Efrasiyab’ın planıyla öldürülmesi konusunda bir
numaralı suçludur.
Sonuç itibariyle, İranlılar ve Türklerin sözlü destan geleneklerine bağlı olarak ortaya
çıkmış olan Şehnâme ve Oğuznâme’nin kahraman kadrosu ve bu kahramanların
özellikleri hakkında söylenmesi gereken daha çok şey kalmış olsa da, bu çalışmanın,
Oğuznâme ve Şehnâme hakkında yapılacak karşılaştırmalarının bir başlangıcı mahiyetinde olduğunu da göz ardı etmemek gerek.
KAYNAKÇA
Aça, M. (2011). Oğuznamecilik Geleneği ve Andalıp Oğuznamesi (2. bs.). Konya: Kömen
Yayınları
Aça, M. (2007). “Reşideddin Oğuznâmesi”nde Kadın. Milli Folklor, 76, 76-92.
Bahar, M. (2008). Pejühişi Der Esatir-i İran (İran Mitolojisi Üzerine Bir İnceleme). Tahran:
Agâh Yayınları.
Bakeri, M. (2006). Dinha-yi İran-i Bâstân (Eski İran’ın Dinleri). Tahran: Katre Yayınları.
Bars, M. E. (2008). Oğuz Kağan Destanı Üzerine Yapılan Çalışmalar. Turkish Studies,
3/4, 224-240.
Bars, M. E. (2013). Metinlerarası İlişkiler Bağlamında Oğuz Kağan Destanı’na Bir
Bakış. Uluslararası Türkçe Edebiyat, Kültür, Eğitim Dergisi (TEKE), 2/4, 181-197.
Bayat, F. (2013). Oğuz Destan Dünyası, Oğuznâmelerin Tarihî, Mitolojik Kökenleri ve
Teşekkülü (2. bs.). İstanbul: Ötüken Yayınları.
Çobanoğlu, Ö. (2003). Türk Dünyası Epik Destan Geleneği. Ankara: Akçağ Yayınları.
Debirsiyaki, M. (2011). Bergerdan-i Rivayetgune-yi Şahnâme-i Ferdovsi Bi Nesr (Firdevsi
Şehnâmesi’nin Rivayî Nesri). Tahran: Katre Yayınları.
585
SOMAYEH EASY CENGİZ
Debirsiyaki, M. (1986). Çehre-yi Zen Der Şahnâme (Şehnâme’de Kadın Rolü). Babol: Kitabserayi Babol Yayınları.
Dehbaşi, A. (2008). Suhanha-yi Dirineh, Mecmueyi Makale Der Bare-yi Firdevsi ve
Şahnameh (Eski Sözler, Firdevsi ve Şehname İle İlgili Makaleler). Tahran: Efkar
Yayınları.
Dehbozorgi, J. (2009). Mazamin-i Hemasi Der Metnha-yi İran-i Bastan ve Mukayise-yi An
Ba Şahname-yi Ferdovsi (Eski İran Metinlerindeki Epik Kavramlar ve bu kavramların Firdevsi Şehnamesi’ndeki Epik Temalarla Karşılaştırılması). Tahran: Emir Kebir Yayınları.
Demirel H. (1995). Türk Destanlarında Güzellik, Destan, Moral ve Din Unsurlar. İstanbul:
Ötüken Yayınları.
Elçin, Ş. (1986). Halk Edebiyatına Giriş. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
Ekici, M. (2002). Destan Araştırma ve İncelemelerinde Kullanılan Bazı Terimler Hakkında-I- Milli Folklor, 53, 27-33.
İslamî Neduşen, M. (2012). Zendegi Va Merg-i Pehlevanan Der Şahname (Şehname’deki
Kahramların Hayatları ve Ölümleri). Tahran: Sehami Enteşar Yayınları.
Kaplan, M. (1979). Oğuz Kağan Destanı. İstanbul: Dergah Yayınları.
Minevî, M. (2007). Ferdovsi ve Şi’re U (Firdevsi ve Onun Şiri) (4. bs.). Tahran: Tus Yayınları.
Sakıpfer, M. (2008). Şahname-i Fredovsi Va Felsefe-i Tarih-i İran (Firdevsi’nin Şehnamesi
ve İran Tarihin Felsefesi). Tahran: Katre- Moin Yayınları.
Oğuz, M. Ö. (2004). Detsan Tanımı ve Eski Türk Destanları. Milli Folklor, 62, 5-7.
Ögel, B. (1993). Türk Mitolojisi I. Ankara: TTK Yayınları.
Togan, Z. V. (1972). Oğuz Destanı, Reşideddin Oğuznâmesi, Tercüme ve Tahlili. İstanbul:
Ahmet Sait Matbaası.
586
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
TARİHSEL OĞUZ AŞİRET GRUPLARI BAĞLAMINDA
KONAR-GÖÇERLİK VE AŞİRET SORUNU
SUAV İ A YD I N
Bu tebliğde iki kritik konuya değinilecektir. Önce Türkmen konar-göçerliğinin niteliği ve Anadolu’daki değişimi üzerinde durulacak, ardından da bununla bağlantılı
olarak konar-göçer örgütlenmesinin aldığı tarihsel biçimin, efsanevi Oğuz/Türkmen
kurgusundan kaynaklanan özcülükle uyuşmayan yanları ve Yörük-Türkmen
ayrışması üzerinde durulacaktır. Bildirinin başlığında “tarihsel Oğuz Aşiret grupları” ifadesi, bu iki kritik konuyla bağlantılı olarak okunmalıdır. Tarihsel olarak
geçmişi Ortaçağ’a kadar izlenebilen Oğuz kütlesine bağlanan Türkiyeli konar-göçer
aşiretler, aşiret olmaları ve aşiret örgütlenmesinin sosyo-politik bağlamı itibariyle,
aynı zamanda bu tarihsel bağlamdan kopuşu da temsil ederler. Zira 19. yüzyılın son
çeyreğine kadar canlılığını korumuş olan bu hayat tarzı, süregeldiği coğrafyanın
koşullarına uyumlanmış ve “tarihsel Oğuz bağlamı” dışında gelişmiş başka sosyokültürel etkiler eşliğinde dönüşmüş bir formun içinde dönüşüm geçirmiştir.
Transhümans ve Kimlik
Türkiye tarihyazımında genellikle konar-göçerliğin “Asyatik” bir özellik olarak ve
Anadolu göçerliğinin İç Asyalı, dolayısıyla “Türklere özgü” bir miras olarak ele
alındığı görülür. Oysa konar-göçerlik, çeşitli formlarıyla, temelde bir geçim biçimi
olması nedeniyle, bu geçim biçimini mümkün kılan
bütün coğrafyalarda, Neolitik dönemden beri yaygın biçimde var olmuştur1.
1
Holosen başlarından itibaren, özellikle Güney Avrupa (Akdeniz Avrupası), Anadolu, Doğu
Akdeniz, Mezopotamya, İran ve Kafkasya, yerleşik yaşamın başladığı bölgeler olmalarının
yanısıra, köylü-tarımcı hayat tarzına alternatif konar-göçer hayvancı hayat tarzına da elverişli
ortamlar sunmuştu. Konar-göçer hayvancılık İÖ. üçüncü binyılın sonlarından itibaren eski
587
SUAVİ AYDIN
Fernand Braudel bize İspanya’dan İtalya’ya, Dalmaçya’dan Yunanistan’a, Cezayir’den Lübnan’a kadar geniş bir Akdeniz coğrafyasında transhümansa2 dayalı bir
konar-göçerliğin var olduğunu göstermiştir (Braudel, 1986, ss. 85-102). Ancak
Braudel’in üzerinde durduğu, Pirenelerden başlayıp Zagroslara kadar devam eden
Alp silsilelerine has dikey transhümans, başka bir deyişle Alp tipi transhümanstır.
Bu tür transhümans, Akdeniz havzasında Braudel’in bize anlattığı tarihlerden çok
daha eskilere gider. Çok daha eski, örneğin epipaleolitik kaynakları olmakla birlikte,
Hititler çağında, İÖ. ikinci bin yılın sonlarında bile bu tür göçerliğin Toroslara, Karadeniz kıyılarına ve Anadolu’nun batısına hâkim olduğunu görürüz. İÖ. 15.
yüzyılda Hititlerle Kizzuwatna (bugünkü Çukurova) kralı arasında yapılan antlaşmada yer alan en önemli konulardan birisi iki ülke arasında yaşayan göçebe kavimler
sorunu idi. Antlaşmaya göre, eğer Hitit ülkesi tarafında yaşayan göçerler Kizzuwatna’ya girerlerse kral onları yakalayıp Hititlere iade edecekti; aksi durumda da Hititler
ülkelerine giren Kizzuwatna’lı göçerleri yakalayıp Kizzuwatna’ya teslim edecekti.
Sadece Toroslarda değil, Anadolu’nun Karadeniz dağları ve batı Phrygia (bugünkü
Yukarı Porsuk havzası) gibi pek çok yerinde de göçer yaşam tarzı sürmekteydi. Muhatap devletlerle sorunlarını antlaşmalar yoluyla çözmesini bilen Hititler açısından
sorun, bu konar-göçer aşiretleri kontrol altında tutacak antlaşmaları yapabilecekleri
muhatap bulamamalarıydı. Göçerlerin tek bir lideri veya kralı yoktu; onlara aşiret
reisleri hükmediyordu. Hititler bunların hangisiyle karşılıklı antlaşma yapmaları
gerektiğini bilemiyor; herhangi bir reisle anlaştıklarında, antlaşmayı bağlayan
ziyafetin ve yeminin hemen ardından göçerler bu antlaşmanın hükümlerini
çiğnemeye başlıyorlardı. Onlar ne böyle kurallara itibar ediyor ne de yemin
tanrılarının gazabından çekiniyorlardı (Ünal, 2002, ss. 129-31). Keza İÖ. 1. yüzyılda
Anadolu’ya hâkim olmaya başlayan Romalıları en çok uğraştıranlar da Torosların,
özellikle Pisidia’nın (bugünkü göller bölgesinin) dağ halklarıydı. Alman araştırmacı
von Luschan’ın Lykia bölgesinde karşılaştığı Yörük ve Tahtacıları, antik Anadolu
halklarının ardılı sanması da aslında bu tarihle ilişkilidir (bkz. Petersen ve von Luschan 1889).
İç Asya ve Avrasya göçerleri Anadolu’da ve Akdeniz coğrafyasında hâkim olan
dikey transhümans yerine geniş çaplar içinde cereyan eden ve daha çok dairesel
düzlemde hareket edilen bir yatay transhümansı sürdürüyorlardı. Ancak İran, Kafkasya, Mezopotamya ve Anadolu’da bu tür transhümans, ekolojik ve topografik
koşullar nedeniyle mümkün değildi. Dolayısıyla Anadolu’ya gelenler, özellikle
Anadolu’nun batısına ilerledikçe, buralarda hâkim olan dikey transhümans biçimine
uyarlandılar (adapte oldular). Örneğin Moğol yayılması ile birlikte Anadolu’ya giren
ve İç Asya’nın yatay transhümans biçimini uygun bir örgütlenme içindeki konar-
2
Yakın Doğu ekonomisinin önemli bir bileşeni hâline geldi (bu konuda bkz. Porter, 2012). İÖ.
ikinci binyıla gelindiğinde Yukarı Mezopotamya’da ticaret yolları artık neredeyse tamamen
konar-göçer aşiretler tarafından kontrol ediliyordu (bkz. Klengel, 1977). Bundan sonra bu
bölgelerde büyük yerleşik uygarlıkların yeşermesine karşılık, konar-göçer hayat tarzı ve ona
bitişik hayvancı ekonomi hiçbir zaman ağırlığını yitirmedi.
Transhümans, otlak arayışına bağlı olarak insanların hayvanlarıyla birlikte yürüttükleri
mevsimlik göçlerini ifade eden bir kavramdır.
588
TARİHSEL OĞUZ AŞİRET GRUPLARI BAĞLAMINDA KONAR-GÖÇERLİK VE AŞİRET SORUNU
göçerler burada tutunamadılar ve bu tarza daha uygun olan İran’a ve oradan da
tekrar İç Asya bozkırlarına geri döndüler3.
Türkmen Transhümansı ve Osmanlı-Türkmen İlişkisinin Tarihsel Özgüllüğü
Erzurum-Kars yaylaları ile Yukarı Mezopotamya arasında daha uzun mesafeli
transhümans yapmaya çalışan ve bildikleri bu tarzı uygulamakta ısrar eden Türkmenler ise, 17. yüzyılın başlarından itibaren bu bölgedeki rekabete dayanamayarak
çözüldüler ve batıya doğru hareket ederek büyük ölçüde yerleşik hayata geçtiler4.
Kürt aşiretler ve Bedevilerle rekabetin yanısıra, Osmanlı İmparatorluk bürokrasisinin
baskısı bu aşiretleri yıldıracaktı. Osmanlılar Kürt aşiretlerini kontrolleri altına almaya
kalkmadılar ve onları büyük oranda özerklik tanıdıkları Kürt emirlerinin kontrolüne
terk ettiler. Ancak buradaki Türkmenler öyle değildi ve daima merkezin vergi
kaynağı olarak görüldüler. Bu bölgedeki Türkmenlere Yeni-İl Türkmenleri veya
Üsküdar Türkmenleri denmesinin altında yatan neden de budur. Hemen tamamen
“Yeni-İl” tâbir edilen vergi çevresinin gelirleri ile veya Üsküdar vakıflarının gelirleriyle özdeşleştirilmişlerdi5. Bu zümreye mensup olup vergi tâkibinden ve Osmanlıların
iskân siyasetinden kaçmaya çalışanlar için ise hayat hiçbir zaman kolay olmadı ve
tükendikleri yerde yerleşmeyi tercih ettiler. Bir kısmı da Alp tipi göçerliği sürdüren
ve Osmanlı iktidarının hareketlerine pek karışmadığı Yörüklerin içine katılarak,
konar-göçer hayatlarının süresini uzattılar. Esasen Türkmen zümresi içinde görülen
Afşarların bir kısmının, Toroslarda “Afşar Yörüğü” hâline gelmelerinin hikâyesi
budur.
Şu hâlde konar-göçer Türkmenleri yerleşmeye ve köylüleşmeye zorlayan iki önemli
etken vardı, diyebiliriz. Birincisi yatay ve uzun-mesafeli transhümansı sürdürme
zorlukları ve buna bağlı olarak yaylak ve kışlak rekabeti baskısı altındaki yeni otlak
Moğolistan’da ve İç Asya’nın büyük bölümünde Moğollar ve aynı yaşam biçimini sürdüren
diğer halklar “yatay göçerlik” hareketini uygulayabilmekteydi. Bu hareketin itici gücü otların
kıtlaşmasıydı ve buna bağlı olarak yazları kuzey yönünde, kışları ise güney yönünde göçülüyordu. Moğollar, dikey transhümansın hâkim olduğu Anadolu’ya ve İran’a geldiklerinde kolay ve uygun göç yollarını kendi tekelleri altına aldılar ve Türkmenlerle İranlı göçebeleri buralardan sürdüler. Ancak “ordu” (tümen) düzeninde göç etme alışkanlığı nedeniyle mevcut rotalar Moğol göçerlerinin ihtiyaçlarını karşılayamadığından, Türkmenlerden ve İran göçerlerinden daha geniş göç çevrimleri yaratmaya yöneldiler. Ne var ki Ortadoğu’nun topoğrafyası ve
ekolojisi kalabalık göç topluluklarının ve hayvanlarının böyle çevrimler yaratmasına izin verecek boyutta değildi. Bu yüzden önce tümen’lerinin insan ve hayvan sayılarını azaltmak zorunda kaldılar. Bu göçerlik tarzı, Ortadoğu koşullarında her çadırın beslediği at sayısını azalttığı gibi, İlhanlı hükümdarlarının önemli bir gelir kaynağı olan tarımsal iktâ’nın, tarım alanlarının göçerlerce baskı altına alınması nedeniyle, düşmesine yol açtı (bkz. Smith, 2000).
4 Bu çözülme ve sonuçları için bkz. Gündüz, 1997.
5 Bu tür tasniflerin bir öz-adlandırma olmadığı, Yörük ve Türkmen cemaatlerinin bu şekilde
gruplanmalarının (tevhid) veya ayrıştırılmalarının (ifrazının) herhangi bir iç rekabet veya siyasî
müdahale sonucunda olmayıp, devletin dağılmaya eğilimli olan ya da vergi kontrolü bakımından sorunlu gördüğü aşiretleri belli bir idarî statüye bağlama çabasından ibaret olduğu,
Osmanlı dönemi Türkmen tarihi üzerinde çalışan otoritelerden biri olan Tufan Gündüz tarafından da benimsenmiş bir görüştür (bkz. Gündüz, 2012a, s. 123).
3
589
SUAVİ AYDIN
arayışlarının Türkmenleri batıya, Anadolu içlerine itmesi ve burada bir kısmının
dikey ve kısa-mesafeli transhümansa uyarlanarak Türkmen varlığını ve kimliğini
sürdürmeye çalışmaları; ikincisi ise Osmanlı devlet aygıtının yerleşik hayata zorlamasıdır. Bu “zorlama” iki şekilde olmuştur. Birincisi yerleşikliği cazip, konargöçerliği zahmetli bir uğraş hâline getiren koşulların ortaya çıkması şeklindedir.
Ronald Jennings’in daha 16. yüzyılda Türkmen cemaatlerinin Kapadokya’da
köylüleşmesini irdelerken özellikle sicillerden bulguladığı yerleşme hareketi, bu tarz
bir cazibenin varlığına işaret eder6. Kayseri bölgesinde dar bir transhümans alanını
kullanan konar-göçerlere ait kışlak yerlerinin 16. yüzyılın ortalarından itibaren önce
mezralaştığı, sonra da köyleştiği gösterilmiştir (bkz. Gündüz, 2012b, ss. 140-4). Daralan otlaklar ve rekabetten usanmış cemaatlerin yerleşmeye ikna edilmesi ve
köylüleşmesi bu şekilde sağlanmıştır7. Ya da Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın
Nevşehir’i kurduğu zamanlarda burayı şenlendirmek için civardaki Yörüklere yerleşmeleri halinde pek çok vergi muafiyeti ve avantaj tanınacağını vaad etmesi de
benzer bir özendirme şeklidir (bkz. Gül, 2013, ss. 244-50; Aktuğ 1993, s. 447). Osmanlı
“zoru” kendisini, 17. yüzyılın başlarından itibaren Toroslar civarında, Niğde’den
Sivas’a ve Malatya’ya kadar yaylak-kışlak hareketi içinde olan ve yukarıda bahsedilen “cazibenin” veya konar-göçerliğin usandırıcı koşullarının etkisi altında kalmayan aşiret ve cemaatleri, özellikle Kuzey Suriye’deki kışlaklarında yerleşmeye
zorlamak şeklinde göstermiştir. Bu Osmanlı devlet aygıtının konar-göçerlere dönük
ceberrut yüzüdür. Bu baskı çok başarılı olmasa da, Türkmenleri zayıflatan ve bir
kısmının bu kaç-göçten sıkılarak yerleşmesine neden olan bir etki yaratmıştır. Bütün
baskı veya özendirmelere rağmen, devletin hareketine göz yumduğu Yörüklere göre
daima devletle çatışma halinde bulunan veya tarihsel tecrübeye istinaden daima
böyle bir potansiyel taşıdıkları düşünülen Türkmenlerin zora dayalı nihaî iskânları
1862-1866 yılları arasındaki bastırma ve zorla iskân operasyonlarını bekleyecektir. Bu
operasyon Aydın, Halep ve Hüdavendigâr Vilâyetlerinde çok sert uygulanmıştır.
Tarih özcülüğü reddeder. Bütün bu tarihsel devinim içinde aşiretlerin içinden
aşiretler çıkmış; kimisi diğerinin içinde erimiş ve cemaat ve aşiretlerin yokolma ve
oluşma halleri, bu devinim içinde sürüp gitmiştir. Bu yüzden efsanevi bir değeri
olmakla birlikte tarihsel hakikate pek de uygun olmayan Oğuz/Türkmen boy
teşkilâtı şemalarından yola çıkan çalışmaların, eğer bu şemaya uygunluk aranıyorsa,
6
7
1523 tarihli defterle 1550 tarihli ve izleyen tarihlere ait diğer defterleri karşılaştıran Jenning,
1523 tarihli defterde göçer olarak görülenlerin “binlercesinin” köylere yerleşmiş olduğunu
söyler. Devletin bu dönüşümü tamamen askerî yöntemlerle sağlamış olduğu düşünülemez.
Jennings’in verdiği bilgilere göre Erciyes Dağı çevresinde transhümans yapan cemaatlerin
hızla yerleşik hayata adapte olarak kısa zamanda köylüleştikleri, fakat Maraş, Zamantı ve
Göksun bölgesinde daha uzun mesafeli transhümans faaliyetini sürdürenlerin yerleşmeye ve
dolayısıyla devlete direndiği görülmektedir (bkz. Jennings, 1984).
Tufan Gündüz, Kayseri civarındaki sert iklim koşullarının konar-göçer hayvancılığı giderek
zorlu bir uğraş hâline getirdiğini, bu durumun açık alanda kışlamayı zorlaştırdığını ve konargöçerleri mezraalar şeklinde örgütlenmiş, kapalı mekânlarıbulunan (in ve/veya inşa edilmiş
ağıllara sahip) yerleşimlerde kışlamaya mecbur bıraktığını söylemektedir. Mezraaların devlet
tarafından daha 15. yüzyılın sonlarından itibaren ekip-biçmeleri için doğrudan aşiretlere tahsis edilmesi de köyleşmeyi kolaylaştırmıştır (bkz. Gündüz, 2012b, ss. 142-4).
590
TARİHSEL OĞUZ AŞİRET GRUPLARI BAĞLAMINDA KONAR-GÖÇERLİK VE AŞİRET SORUNU
tarih içinde tümdengelimsel ve çözümsüz bir bulmaca çözme işine dönüşeceğine
kuşku yoktur.
Aşiretlerin birer siyasal örgütlenme olarak, özcü/jeneolojik açıklamalarla anlaşılmasına imkân yoktur. Özellikle son derece dağılmış ve yerleşme sürecinde ve yerleşme hareketinden kaçarak transhümansı sürdürme gayreti esnasında un-ufak
olmuş Türkmenler söz konusu olduğunda aşiret veya cemaatlerin adlarını izleyerek
tarihsel bir süreklilik veya jeneolojik bir birlik yakalamak çok zordur.
Osmanlı devlet aygıtı, Türkmenleri kendi idarî tasarruflarına göre sınıflandırmaya
çalışmıştır. Bu idarî birimler içindeki cemaat ve aşiretlerin zaman zaman bu idarî
birimlerin dışına çıkmalarına veya kaçmalarına rağmen, başlangıçta oluşturan veya
daha önceki emirliklerden devralınan idarî sahalar korunmaya çalışılmıştır. Örneğin,
Osmanlı yayılması sırasında Osmanlıların kayda geçirip kendi idarî sistemleri içinde
benimsediği veya zaman zaman yeni idarî düzenlemelere gitmek gerektiği için yeniden yapılandırdığı, “Bozulus”, “Ankara Yörükleri”, “Yeni-İl” ve “Eski-İl” Türkmenleri gibi idarî sınıflandırmalar bu tasarrufun ürünüydü. Örneğin “Yeni-İl” içinde
yer alan geniş zümrede birbirinden çok farklı aşiretler vardı. Osmanlı’nın tasnifi bu
bakımdan mekânsal ve idarî olup aşiret konfederasyonlarını veya cemaat hiyerarşilerini esas almamıştı. Yeni-İl içinde yaylayan Türkmenler kışlak olarak Halep bölgesini
kullandığı için onlara “Halep Türkmeni” de deniliyordu. Ayrıca eski Dulkadırlı
emaretine bağlı aşiretler de “Yeni-İl” içindeydi. Halep Türkmenleri içinde en büyük
grup Beğdili aşiretine mensup cemaatlerdi. Malûm, Beğdili, klasik Oğuz şemasında
yer alır. Bunun gibi Bayat, Peçenek, Döğer, İmir, Yıva, Çepni, Kızık ve Afşar da
böyledir. Lakin İnallı, Harbendelü, Şah Meleklü, Kösecelü, Acurlu, Kaçılı gibi Oğuznâmelerden referansı olmayan aşiretler de bu kütle içinde görülür. Üstelik sayılan
24’lü şemaya mensup aşiretlerle aynı isimde olup başka yerlerdeki konfederasyonlara dahil olan gruplar da söz konusudur. Diğer büyük zümreyi oluşturan ve
teşekkülleri 12. yüzyıldan itibaren başlamış olan Dulkadırlılar, transhümans alanını
daraltmış ve kısmen tarım da yapar hale gelmişti. Dulkadırlılar içinde yer alan Baraklar gibi bazı gruplar da, zaman zaman hem Ceritlere, hem Zâkirli Yörüğüne, hem
de Bertiz taifesine mensup sayılmaktaydı (Bkz. Aydın, 2011, ss. 156-67). Osmanlı
idarî sistemi, daima bu hareketliliği kavramaya ve kontrol etmeye çalışmış; ancak
defterlerden de görüldüğü gibi kimi zaman bu hareketlilik karşısında çaresiz
kalarak, aynı isimli bir cemaati farklı zamanlarda farklı aşiretler içinde göstermek
durumunda kalmıştır.
Bu adlandırma karmaşasının ortaya çıkışında en önemli etken, kışlak ve yaylak
kullanımında bazı grupların zamanla beraber hareket eder hâle gelmeleri ve bazılarının da nüfus artışı nedeniyle, hayvanlarıyla mensup oldukları gruptan ayrılarak
başka gruplara nüfuz etmeleri veya tek başına hareket etmeleridir. Yörükân-ı Türkmân, Ekrad Türkmânı veya Ekrâd Yürüğü gibi adlandırmalarda da aynı sürecin etkisi
vardır. Kimi zaman Türkmen ve Yörüklerin bazı yerlerde Kürt aşiretleriyle birlikte
hareket ettiği veya aksi durumların ortaya çıktığı vakidir. Bu durumda bu gruplar
genellikle birlikte kaydedilmişlerdir. Osmanlı tahrircilerinin zihnini etnik-jeneolojik
kategorilerden ziyade, vergiye konu olan iktisadî iştigal sahasını imleyen kategoriler
591
SUAVİ AYDIN
meşgul etmektedir. Bu yüzden Türkmân ile Ekrâd arasında iktisadî iştigal bakımından
hiçbir fark yoktur. Ancak neden yer yer ikisi birlikte anılmaktadır?
En başta şunu kabul etmek gerekir: Osmanlı memurları, kayıt tutarken bir tür
etnografya yapmaya veya kayıt altına aldıkları grupların etnik mensubiyetlerini
tespit etmeye çalışmıyorlardı. Dinî gruplar için de bu böyledir. Osmanlı memuru,
vergi hesabı açısından düşünür ve dinî mensubiyeti de bunun için kayda geçirir. O
zaman şu soruyu sormak gerekiyor: Neden tahrirciler, burada Türkmân, Ekrâd gibi
adlandırmaları ayrı ayrı ve/veya birlikte kullanma ihtiyacı duydular? Bu ihtiyacın
kaynağı, esasen tahrire tâbi aşiretlerin birer vergi birimi olarak açık bir biçimde
tanımlanması zaruretidir. Aynı isimde bir aşiretin hem Türkmen topluluğu hem de
Kürt topluluğu içinde bulunması bu bakımdan önem arz eder ve ayrı ayrı
kaydedilmeleri gerekir. O zaman Osmanlı memuru Türkmân ve Ekrâd sıfatlarını ayrı
ayrı kullanmak zorunda kalır. Yahut Osmanlı leksikolojisinde Yörük ve Türkmen
kavramlarının aynı zamanda konar-göçerliği imliyor olması, Ekrâd tâbirinin, konargöçer Kürt aşiretlerini izhar etmek üzere Yörük ve Türkmen kavramlarıyla birlikte
kullanıldığını düşündürmektedir. Aşiret ele avuca sığmaz, tâkibi zor bir zümredir.
Kürt federasyonların içine giren Türkmeni veya Türkmen federasyonu içine giren
Kürdü ayırt etmek, Osmanlı egemenliğinin yayılıp yerleşiklik kazandığı yüzyıllar
içinde gittikçe daha zor hâle gelmiştir. Bu noktada iktisadî kategoriler ile etnik kategoriler arasında, idarî ve malî tedbirler ile aşiret ve cemaatlerin aktüel mekânsal
dağılımları arasında geçişlilikler ortaya çıkmaktadır. Buna bağlı olarak nominalist
açıklamalar, ikna edici sonuçlar doğurmuyor. Burada etnisitenin, tıpkı aşiret gibi
jeneolojik/soysal bir fenomen olmadığını vurgulmak gerekiyor. Etnisitenin doğası,
tıpkı aşiret gibi değişkenlik ve görecelik arz eder. Tıpkı burada Osmanlı memurunun
bu göreli, durumsal hâli tanımlamak kaygısıyla “Türkmen Ekrâdı” gibi şimdi bize
bugünden baktığımızda tuhaf gelen kavramlar yaratmak zorunda kalmalarında
görüleceği gibi... Burada sorulması gereken soru, yerleşik nüfusu sadece dinine göre
tasnif etmekle yetinen Osmanlı bürokrasisinin neden konu göçerler olunca böylesine
ayrıntılandırılmış kategoriler yarattığıdır?
Yörük Sorunu
Gelelim Yörüklere… tarihyazıcılığında yanlış ve yaygın biçimde Türkmenlerin
Kızılırmak kavsinin doğusunda, Yörüklerin ise batısında yaşayan konar-göçerleri
adlandırdığı görüşü kabul görmüştür. Bu yanlış bir açıklamadır. Yörüklük, yine
Osmanlı devlet aygıtının atfettiği bir yakıştırmadır. Osmanlı devletinin genişleme
sahası içinde yer alan konar-göçerler, Osmanlılar tarafından “Yörük” olarak
adlandırılmıştı. Osmanlı öncesinde hiçbir kaynakta bu adlandırmanın bulunmamasının sebebi budur. Zira “Yörük” sıfatı sadece konar-göçerliği değil, aynı zamanda devlet hizmetindeki bir sınıfı da kastetmekteydi. Osmanlı devletinin yayılma
sahasındaki Batı Anadolu ve Rumeli’de yaşayan konar-göçerler, çok daha önceden
bu bölgelerin topografyasının ve ekolojisinin zorladığı Alp tipi dikey transhümansa
adapte olmuşlardı. Üstelik muhtemelen bunlar arasında Türkmenlerin Anadolu’ya
gelmesinden önce benzer hareketi sürdüren ve gelenlerle birleşen gruplar da vardı.
Zira Ortadoğu ve Akdeniz kıyısının sanayi öncesi toplumlarında temel çelişki göçer
ile yerleşik arasındaydı. Dikey transhümans gereği sadece küçükbaş hayvancılık
592
TARİHSEL OĞUZ AŞİRET GRUPLARI BAĞLAMINDA KONAR-GÖÇERLİK VE AŞİRET SORUNU
yapan ve hayvan sürerken at gibi binek hayvanları pek kullanmayan bu göçerler,
Osmanı devlet aygıtı tarafından kolayca evcilleştirilmiş ve devlet hizmetine
koşulmuştur. Kimi durumlarda konar-göçerlerin varlığı, ordunun lojistik ihtiyaçları
ve ulaşım sisteminin gerektirdiği hâller itibariyle zorunlu olarak korunması gereken
bir varlıktır. Bu hizmete karşılık onların yaşam biçimine pek dokunulmamıştır8.
Ancak Türkmenler böyle değildir. Onlar görece daha geç tarihlerde Osmanlı
hükümranlığı altına giren bölgelerde cevelan eden ve yukarıda anıldığı gibi uzunmesafeli transhümansa eğilimli gruplardı. Osmanlı onlarla “uğraşmak” zorunda
kaldı ve köylüleştirmeye çalıştı. Büyük ölçüde de başarılı oldu. 1862-66 operasyonları
Türkmen göçerliğine neredeyse tamamen son vermiştir. Ancak Yörüklük, kendi
dinamiğini bir süre daha devam ettirebilecek bir coğrafi marjda sürdüğü için, biraz
daha yaşama şansı bulmuştur ve halen tamamen yok olmamıştır.
“Türkmen Heterodoksisi” Sorunu
İkinci bir husus, Türkmenlerin heterodoks inanç yapılarını, köylüleşmelerine
rağmen, koruyabilmeleridir9. Yörükler arasında benzeri heterodoksi, muhtemelen
yine Osmanlı markajı ve yürüttükleri göçerlik biçiminin zorlamasına bağlı olarak
fazlasıyla ufalanmış olmaları nedeniyle, çok erken tarihlerden başlamak üzere, neredeyse tamamen kaybolmuştur. Kimlik düzeyinde buna ilişkin çatışmalı bir durumu Edremit körfezi çevresindeki köylerde görmekteyiz. Yörüklerin Sünni, Türkmenlerin Alevi olduğu bu bölgede, iki grup arasında keskin bir etnik sınır mevcuttur.
Balıkesir çevresindeki Çepni ve Tahtacı Türkmenlerin neredeyse tamamı Alevidir;
ancak Karadeniz Çepnileri büyük ölçüde Sünnileşmiştir. Bu iki grup arasında hiçbir
etnik ilişkinin bulunmaması ve Karadeniz Cepnilerinin Balıkesir’dekilere göre çok
daha erken tarihlerde köylüleşmesi bunun nedeni olabilir.
8
9
Hatta Tufan Gündüz’ün vurguladığı gibi bu kontrol edilebilir konar-göçer varlığın yerleşik
hayata geçmesinden dolayı ortaya çıkabilecek vergi kayıplarını önlemek için devlet, bazı yerlerde onların konar-göçerliğini teşvik bile etmiştir (Gündüz, 2012a, ss. 132-3; Gündüz, 2012b, s.
144).
Türkmen aşiretlerinin, Yörüklerin aksine, Ortodoks İslam inanç dairesine girmeleri geç tarihlerde olmuştur. Türkmen geçmişinin heterodoks niteliğini muhafaza ederek 17. yüzyıldan
itibaren Bektaşi-Alevi dairesine dâhil olan aşiretlerin Sünnileşmesi bu bakımdan zaman almıştır ve bu kitlelerin heterodoks niteliği Bektaşi-Alevi inanç dairesi içinde, kimi dönüşümler
yaşasalar da, muhafaza edilmiştir. Bektaşilik Türkmen heterodoksisini “ıslah etmek” ve “evcilleştirmek” amacıyla bizatihi Osmanlılar tarafından teşvik edilmiş ve korunmuştur. Bu konuda Suraiya Faroqhi’nin çığır açıcı makalesi yeterince fikir vermektedir (bkz. Faroqhi, 1975).
Alevilik ise daha kontrol-dışıdır ve heterodoks grupların Alevileşmesi, Safevi-Osmanlı rekabetinin sonrasında, doğrudan doğruya Şah İsmail Safevî’nin yarattığı liturji üzerinden ve heterodoksiye İslâmî motiflerin katılmasıyla meydana gelmiş yeni bir senkretizmin bu grupları
etkilemesinin bir sonucudur. Gözlenebilir tarih diliminde bile bazı Alevi Türkmenlerin Sünnileştiğini görmek mümkündür. Bazı Antalya Türkmen köylerinde ve Barak Türkmenlerinde bu
husus etnografik olarak izlenebilmektedir (Barak Türkmenleri için bkz. Aydın, 2011).
593
SUAVİ AYDIN
Sonuç Yerine
Türkmenlerin tarih içinde sosyal örgütlenmelerindeki değişmeyi izlediğimizde önce
köylüleştiklerini, sonra Sünnileştiklerini söyleyebiliriz. Bunun istisnaları olmakla
birlikte genel kaide budur. Yerleşik hayata geçip Sünnileşenleri bekleyen üçüncü
tarihsel sonuç ise Türkmen kimliğinin kaybıdır. Bu nedenle Heterodoksiye bağlı
kalanlarda Türkmen kimliği daha öne çıkabilmektedir. Sünnileşen Türkmenlerin
büyük bölümü ise Türkmen kimliğini kaybetmiştir. Ancak özellikle 1980’lerden
itibaren başlayan “kimliklerin geri çağırılması” hareketi içinde, özellikle devletin ve
milliyetçi çevrelerin destekleri ve bu aktörlerin halka inerek kimlikleri geri çağıran
“yeni bir tarih bilinci” yaratmaya çalışmaları sonucunda, Anadolu’nun pek çok
köyünde kendi geçmişini Türkmenlikte arama girişimi öne çıkmış görünmektedir.
Ancak 20. yüzyılın başlarına kadar, Sünnileşseler bile, Türkmen kimliği ve hafızası
canlıydı. Bu canlılık Cumhuriyet dönemi içinde dinî cemaatlerin sahaya inmeleri,
standart yurttaş yaratma faaliyetinin özellikle örgün eğitim ve kitle iletişim araçları
eliyle başarıyla uygulanması ve köylerin hızlı kentleşme karşısında dağılmaları ile
birlikte, hızla sönümlenmiştir. Oysa Türkmenlerin Sünnileşenleri bile 20. yüzyılın
başlarında hâlâ eski hayat tarzlarına yakın özellikleri korumaktaydı. 1930’larda ünlü
etnolog Abdülkadir İnan’ın Gaziantep’teki bir Elbeyli köyünde işittikleri çok
çarpıcıdır. 1934 yılında Keferbostan köyünden İbiş Kâhyaoğlu, İnan’a şunları söyler:
“Türkmen köylülerinin yanında oturursan aşiret isimlerini saymağa başlarlar, kimin
nesi olduğunu, babasının nasıl döğüştüğünü, filan aşiretle nasıl kavga ettiğini
söylerler. Biz ise aşiret ismi bilmeyiz. Biz Türküz, kan alıp vermemiz de yoktur,
köyümüz yirmi, yirmibeş evden ibarettir. Düğünlerimiz de Türkmenlere benzemez.
Aşiretlerde kadın erkek beraber olur. Bizde böyle değildir, bilâkis bizde bir kızın
elinden bile tutulamaz. Köroğlu destanını ve buna benzeyen diğer destanları da
bilmezler. Başka köylere nazaran Keferbustanlılar sofudurlar, rakı filân da içmezler”
(akt. İnan, 1968, s. 14).
Habil Adem’in çevirdiği ve İttihat Terakki hükûmetlerine bağlı Aşâir ve Muhacirîn
Müdüriyet-i Umumîsi’nce 1912’de basılan Türkmen Aşiretleri kitabında da çok açık
bir biçimde Türk-Türkmen ayrımı yapılır (Frayliç ve Ravlig, 1334, ss. 14-6):
1) Türkmen aşiretleri, Anadolu’nun ilk Türkleridir; bunların bir kısmı, gerek
târihî ve gerek coğrafî sebebler dolayısıyle tavattun ederek, bugünkü Anadolu
halkını vücuda getirmişlerdir (…) Anadolu ahâli-yi asliyesi belki Türklerdir.
Lâkin, Türk ile Türkmen’i tefrik eden farkların hal–i hazırdaki şekillerine nazaran, bu iki kavim arasında ittihad yokdur. Sonra Anadolu ahâli-yi asliyesinin
Türk olması, Türkmen’in bugünkü Türk’ün bir mâ-kablı olduğunu isbât etmez… Göçebelik, hiçbir zaman mütavattın Türk olabilmek için bir basamak
olmamışdır… Türklerin ta‘kîb ettikleri tarîk-i inkışâfı, Türkmenler ta‘kîb
edemezler. Bunlar, ayrı bir tarîk-i inkışâf ta‘kîb etmek mecbûriyetindedirler.
Çünkü, ayrı bir hayât-ı medeniyenin te‘sîrâtına tâbi‘ bulunuyorlar. Bu halde,
Türkmen ile Türk arasında harsî mâzîlik veya mâ-bâ‘dlık aranamaz
2) Türkmenler başka, Türk başka mıdır? (…) Türkmen aşiretiyle Türk dâ‘ima
ayrı ayrı yaşamağa muvaffak oluyorlar. Fi‘l-hakika, Türkmenlerin de şehirlere
594
TARİHSEL OĞUZ AŞİRET GRUPLARI BAĞLAMINDA KONAR-GÖÇERLİK VE AŞİRET SORUNU
hicret eden ve şehirlileşen ferdleri vardır. Lâkin bu mesele bazı esbâb-ı tâliye
neticesi olarak tevellüd ediyor: Ez-cümle, ya bir cinayet, ya hükûmetin idarî
bir mecbûriyeti veya aşiret içinde adem-i ülfet veyahûd aşiret şu‘ûruna
tecavüz edebilecek malûmat sahibi olmak gibi sebebler te‘sîriyle Türkmenlerin şehirlere indiği görülüyor. Böyle bir zarûret mevcûd olmadığı takdîrde,
aşiretin Türklerle münâsebât-ı sıhriyede bulunması veya şehre hicret etmesi
vâki‘ değildir.
KAYNAKÇA
Aktuğ, İ. (1993). Nevşehir Damat İbrahim Paşa Külliyesi. Ankara: Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları.
Aydin, S. (2011). Baraklar: Antep’in İskân Halkı “Ta Ezelden Taşkındır…” Antep. der.
M. Nuri Gültekin, İstanbul: İletişim Yayınları, 155-234.
Faroqhi, S. (1975). XVI.-XVIII. Yüzyıllarda Orta Anadolu’da Şeyh Aileleri. Türkiye
İktisat Tarihi Semineri, Metinler/Tartışmalar (8-10 Haziran 1973). der. O. Okyar,
Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yayınları.
Frayliç, Dr. ve Ravlig, Müh. (1334). Türkmen Aşiretleri. İstanbul: Aşâir ve Muhacirîn
Müdüriyet-i Umumisi Neşriyatı.
Gül, M. F. (2013). Nevşehirli Damâd İbrahim Paşa’nın İskân Faaliyetleri: Lâle
Devri’ninŞanslı Şehri Nevşehir. Tarihi Peşinde: Uluslararası Tarih ve Sosyal
Araştırmalar Dergisi. 10, 237-54.
Gündüz, T. (1997). Anadolu’da Türkmen Aşiretleri: “Bozulus Türkmenleri 1540-1640”.
Ankara: Bilge Yayınları.
-------, (2012a). Osmanlı Ekonomisi İçinde Konar-Göçerler. Bozkırın Efendileri: Türkmenler Üzerine Makaleler. İstanbul: Yeditepe Yayınları, 121-33.
-------, (2012b). XVI. Yüzyılda Kayseri’de Mezraaların Köye Dönüşmesinde KonarGöçer Aşiretlerin Rolü. Bozkırın Efendileri: Türkmenler Üzerine Makaleler. İstanbul: Yeditepe Yayınları, 135-50.
İnan, A. (1968). Gaziantep Vilayetinde Elbeyliler. Makaleler ve İncelemeler. Ankara:
Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Jennings, R. (1984). The Population, Society, and Economy of the Region of Erciyeş
Dağı in the 16th Century. Contrubitions à l’histoire économique et sociale de
l’Empire Ottoman. Collection Turcica III Louvain, 1984, 149-250.
Klengel, H. (1977). Nomaden und Handel. Iraq. 39, 163-9.
Petersen, E. ve F. von Luschan (1889). Reisen in südwestlichen Kleinasien, vol. 2: Reisen
in Lykien, Milyas und Kibyratis. Viyana: Gerold.
Porter, A. (2012). Mobile Pastoralism and the Formation of Near Eastern Civilizations:
Weawing Together Society. Cambridge: Cambridge University Press.
595
SUAVİ AYDIN
Smith, J. Masson Smith, Jr. (2000). Mongol Nomadism and Middle Eastern Geography: Qīshlāks and Tümens. The Mongol Empire and Its Legacy. der. Reuven
Amitai-Preiss ve David O. Morgan, Leiden: Brill, 39-56.
Ünal, A. (2002). Hititler Devrinde Anadolu. cilt I, İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları.
596
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
AZƏRBAYCAN AYDINLARINDA
OĞUZLUQ VƏ TÜRKLÜK DUYGUSU
TƏ NZİ LƏ RÜS TƏM XAN L I
Azərbaycan Oğuzların əsas yurdlarından biri olsa da ayrıca Oğuzların tarixi, dili,
mədəniyyətinə həsr olunmuş əsərlər o qədər də çox deyil... Çünki, Oğuz varlığı türk
varlığından ayrı düşünülməmişdir. Türklüklə bağlı bütün araşdırmalar daha çox
Oğuz türklərinin tarixi, dili, folklor materialları əsasında aparılmışdır. Türk dili, türk
tarixi, türk folkloru adıyla onlarla əsər var ki, Oğuz coğrafiyasından kənara çıxmır.
“Kitabi-Dədə Qorquddan” bəri ümumtürk adına araşdırılan ədəbi irsimiz
bütövlüklə Oğuzlara aiddir. Bu Oğuzların ümumtürk tarixindəki böyük rolunu
aydın göstərir.
“Türkçülük Türk millətini yüksəltmək deməkdir” söyləyən və türkçülüyü nəzəri
cəhətdən əsaslandırıb müstəqil ideoloji cərəyana çevirən, sosioloq Ziya Göyalpın
fikrincə türkçülüyün başlanğıcını Rusiyada yaşayan türk ziyalıları qoymuşlar. Bu
haqda Göyalp yazırdı: “Türkiyədə sultan Əbdülhəmid bu müqəddəs axını
dayandırmağa çalışarkən Rusiyada iki böyük türkçü yetişirdi. Bunlardan biri Mirzə
Fətəli Axundzadədir ki, azəri türkcəsində yazdığı orijinal komediyaları Avropa
dillərinə çevrilmişdi. İkincisi isə Krımda “Tərcüman” qəzetini buraxan Qaspiralı
İsmayıldır”.
Türkçülük tarixində yeni mərhələ açan naşir, mühərrir, filosof-dinşünas İsmayıl
Qaspiralı hələ 19-cu yüzilliyin ikinci yarsında yeni yaratdığı qəzetinə “Tərcüman”
adı verməklə illərlə səpələnmiş, parçalanmış, hüquqları əlindən alınmış türkdilli
xalqları biləşdirmək, onların istəyini, arzusunu, iradəsini ifadə etmək kimi tarixi və
şərəfli missiyanı öz üzərinə götürdü. Bununla da “Millətin atası” (Ş. Əfəndizadə)
adlandırılan İ. Qaspiralı türkdilli xalqlar üçün həmişəyaşar olan “Fikirdə, dildə,
əməldə birlik!” şüarı altında bütün türkləri birliyə səsləyərək bu müqəddəs ideyanın
təməlini qoydu.
597
TƏNZİLƏ RÜSTƏMXANLI
Türkçülük hərəkatının öncülü İsmayıl Qaspiralı bütün türk dünyasını əhatə edən
milli oyanışı nəzərdə tutaraq “Tərcüman”da yazırdı: “Millətin tərəqqisi üçün hər
şeydən əvvəl fikir lazımdır. Fikirlər oyanmadan tərəqqi etmək imkansızdır”. Bu
fikirləri yaradan və oyadan İ. Qaspiralının xidmətlərini türkoloq alim professor Fuad
bəy Köprülüzadə belə qiymətləndirirdi: “Bütün həyatını Türklüyün yüksəlməsinə
sərf edən bu böyük adam Türk xalqının əbədi şükranına layiqdir”.
Əksər tədqiqatçıların “bütün türk dünyasının iftixar, şərəf qaynağı” adlandırdığı İ.
Qaspiralı kimi qələm və söz sahiblərimizin uzun illər apardığı mücadiləsinin,
mübarizəsinin nəticəsi olaraq bu gün də bir millət olaraq kimliyimiz, keçmişimiz,
soy-kökümüz yaşanmaqdadır.
Çox təəssüf ki, sovet dövründə bu böyük şəxsiyyətlərimizi “pantürkist”, “millətçi”
damğası ilə xalqın hafizəsindən, tarixin şərəfli səhifəsindən silib atmaq istədilər.
Sovet təbliğat maşını onları gözdən salmaq üçün canfəşanlıq edərək sanki yarışa
başladı. Təəccüblüsü və təəssüflüsü o idi ki, bu canfəşanlıq edənlərin arasında
əksəriyyəti öz həmvətənlərimiz idi. Və uzun illər, bu səhv fikirlərini nümayiş
etdirərək özlərinə haqq qazandırırdılar.
19-cu yüzilin ikinci yarısından başlanan Türk-İslam birliyi ideyası Azərbaycanda Əli
bəy Hüseynzadə, Əhməd Ağaoğlu, Əlimərdan bəy Topçubaşlı, Cəlil
Məmmədquluzadə, Mirzə Ələkbər Sabir, Məmməd Əmin Rəsulzadənin fəaliyyəti və
yaradıcılığında böyük bir yola çevrildi.
“Molla Nəsrəddin” jurnalında 14 iyun 1908-ci il tarixli 28-ci sayında çap olunan
məqaləsində ”İnsan üçün böyük dərslərin biri də tarixdir. Aç qabağına tarixin
səhifələrini və əgər gördün ki, bir vaxt insanlar bir para işlərdə səhv eləyiblər-dəxi
sən həmin səhvi eləmə” yazan Cəlil Məmmədquluzadə milətini əski çağlardakı
yanlışlıqları təkrar etməməyə, birliyə çağırırdı.
Şərqdə ilk demokratik cümhuriyyətin qurucularından olan Məmməd Əmin
Rəsulzadə Azərbaycan aydınlarının oyanan türklük şüurunu belə ifadə edirdi;
Mən bir türkəm dinim, cinsim uludur,
Sinəm, sözüm atəş ilə doludur.
Şair Abdulla Şaiq türk birliyinə çağırırdı;
Birləşəlim, türk oğlu, bu yol millət yoludur,
Ünlü zəfərlə, şanla tariximiz doludur.
Dahi dramaturq Hüseyn Cavid diqqəti tarixə çevirirdi;
Nerdə kişnərdisə türkün atı,
Qırılar bir ölkənin qanadı.
Düşmənlərin türkü məhv etmək siyasəti gücləndikcə türklərin birləşmək və özünü
müdafiə hərəkatı da genişlənirdi.
19-cu yüzilin əvvəllərində Türkçülük bir savunma, qorunma yolu idi. Tarxə dönüş,
öz kimliyini dərk etmək zərurəti də burdan yaranmışdı.
598
AZƏRBAYCAN AYDINLARINDA OĞUZLUQ VƏ TÜRKLÜK DUYĞUSU
Doğrudan da “tarix misilsiz sərvətdir, onu dəyişmək və danmaq olmaz” deyənlər
çox haqlıdırlar. Uzun-uzun illərin, qərinələrin sınağından çıxaraq yaranmış olan bu
tarixin gedişini və gərdişini heç kəs dəyişməyə qadir deyil.
Bizi yaxınlaşdıran ən etibarlı yol türk xalqlarının zəngin tarixi-mədəni keçmişidir.
Bunu bir türk olaraq gəncliyimdən dərk etdim. Türkiyə-Azərbaycan ədəbi
əlaqələrinin yaradılmasında müstəsna rolu olan Rafiq Zəka Xəndan demiş:
Mən cocuqkən düşünüb türklüyümü dərk etdim,
Ruhumu varlığımı, mənliyimi türk etdim!
Türkçülük ideologiyasının əsas amalı milli əsarətə qarşı mübarizədə milli tərəqqi
idealı ətrafında milli birlik yaratmaqdır. Türkçü-Turançı Əli bəy Hüseynzadə yazırdı
ki: “Ancaq o taifə, o millət fəlah və nicat yolunda olur ki, özünü tanıya. Yəni hər
qövm və millət öz qövmiyyətinə, lisanına, dininə, tarixinə, adətinə, əxlaqına, vəlhasil
özünün bütün keçmiş, hazırki və gələcək halına vaqif olmalıdı...”.
Elə bu zaman milli özünüdərk və milli özünəqayıdış ideyaları ilə aşılanan türkçülük
hərəkatı milli şüurun yaradılmasını, formalaşmasını sürətləndirirdi. Məhz buna görə
də türkçülüyün yaranma tarixini türk millətinin milli şüurunun yarandığı tarixlə
bağlamaq lazımdır.
20-ci yüzilliyin əvvəllərində Azərbaycanda türkçülük hərəkatının təbliği başqa
müsəlman ölkələrində olduğundan daha kəskin xarakter almışdır desək, məncə, heç
də yanılmarıq.
Məhz buna görə Əli bəy Hüseynzadə, Əhməd bəy Ağaoğlu, Məhəmməd Əmin
Rəsulzadə kimi mübariz qüvvələr xalqın azadlığı, istiqlaliyyəti uğrunda türkçülük
şüurunu əsas vasitəyə çevirdilər və xalqı səfərbər etmək üçün ilk növbədə güclü
mətbuatın inkişafına çalışdılar. Mətbuat o dövrdə “ictimai rəyi formalaşdıran yeganə
kütləvi informasiya vasitəsi idi” ki, məhz mili şüur, milli kimlik, milli məfkurə də
mətbuat səhifələrindən yayılaraq təkmilləşirdi. “Millətə aid siyasi mətləblərin milli
mətbuat və milli məktəbdən uzağa getmədiyi” (M.Ə. Rəsulzadə) bir zamanda milli
mətbuatın fəaliyyəti milli məfkurənin formalaşmasında aparıcı rol oynadı.
Dövrün tanınmış publisisti Ö.F. Nemanzadə “İrşad” qəzetində çap etdirdiyi
“Mətbuat” adlı məqaləsində mətbuatın böyük gücə malik olmasını belə vurğulayırdı:
“Millətlərin dərəceyi-tərəqqiləri məhz belə bir şeylə ölçülür ki, o da ancaq
mətbuatdır. Hansı məmləkətdə çoxlu nəfli, davamlı, nüfuzlu mətbuat var isə, ən
mütərəqqi və mədəni məmləkət də oradır. Mətbuatı olmayan millətin mövcudiyyətiistiqbalı qətiyyən yoxdu”. Deməli, istər dünən, istər bu gün milli ideologiyanın
yaranması, formalaşması və milli ideoloji konsepsiyanın haızırlanmasında milli
mətbuatın rolu böyükdür və danılmazdır.
Əli bəy Hüseynzadə ilk dəfə Azərbaycan mətbuatında Böyük Türk Dünyasının
Birliyi, ortaq Türk mədəniyyəti məsələsini qoydu. Sonra isə bu müqəddəs ideya milli
istiqlalımızın bayraqdarı olan Məhəmməd Əmin Rəsulzadənin siyasi fəaliyyəti ilə
davam etdirilərək yeni ortaq türk mədəniyyətinin gələcək təşəkkülü üçün zəmin
hazırlayan bir mənəvi dayaq oldu.
Məhz bu gün müstəqilliyimizin inkişafı prosesində bu möhtəşəm tarixin öyrənilməsi
və türkçülük ideologiyasının təbliği çox mühüm əhəmiyyət kəsb edir. “İdeologiya
599
TƏNZİLƏ RÜSTƏMXANLI
cəmiyyətdə milli birliyi və ümumxalq münasibətlərini qorumaq, millətin tarixindəki
mövqeyini izah və təsdiq etmək üçün yararlıdır” fikri bir daha sübut edir ki,
ideologiya xalqın milli-mənəvi varlığının ilkin əlamətlərindəndir.
Unutmayaq ki, türkçülük ideologiyası 20-ci yüzilliyin əvvəllərində olduğu kimi, 21ci yüzilliyin əvvəllərində də türk xalqlarının birliyinə çağırış olan bir ideologiyadır.
“Bu ideologiyanın zaman keçdikcə məzmunu dəyişsə də, mahiyyəti, yəni türk birliyi
amalı dəyişməz qalmışdı” ki, M.Ə.Rəsulzadə türklərin vahid dövlətdə birləşməsi
ideyasının perspektivsizliyini anlamışdı və müstəqilliyini əldə etmiş türk elləri
arasında federasiya yaradılması fikrini irəli sürmüşdü. Bu klassik Turançılıqdan
fərqli, yeni bir Turançılıq idi.
Akademik Yaşar Qarayev “Tarix: yaxından və uzaqdan” əsərində yazırdı ki: “Eradan
dörd min il əvvəldən islama qədər vahid türk dil və mədəniyyət məkanında vahid
xalq yaşayıb- türklər!... hələ çeşidlərə parçalanmamış ümumtürk ədəbi dili bərqərar
olub. “Xəzər-Balkan ellipsi” daxilində fasiləsiz hərəkət qapalı dövriyyə şəklində baş
verib və ona görə də vahid bədii məkan pozulmayıb.
İndi əsas məsələ həmin vahid məkanı kültürdə yenidən bərpa etmək, ortaq türk
keçmişindən ortaq türk gələcəyinə doğru körpü salmaq, gələcək nəsilləri babaların
yaratdığı milli-etnik mənlik şüuruna sahib çıxaraq tərbiyə etməkdir”. Bax elə buna
görə də məqsədimiz dünənimizə sahib çıxaraq yalnız tarixi, dünəni öyrənmək, ortaq
türk mədəniyyətinin milli dəyərlərinin müasir, aktual elmi əhəmiyyətini göstərmək
yox, həm də Böyük Türk Dünyasının birliyinə, tərəqqisinə, azadlığına mane olan
ünsürlərə qarşı birgə mübarizə aparmaqdır.
Yüz il bundan öncə Əli bəylərimizin başladığı bu Türk Milli Davası bu gün bir
türkçü-turançı kimi Azərbaycan və Türkiyə aydınları tərəfindən şərəf və ləyaqətlə
davam etdirilir. Əslində TÜRK MİLLİ DAVAsı yalnız Azərbaycanla məhdudlaşmır,
bura bütün türk xalqları daxildir. Ona görə də türkün haqqını yemək istəyən, onun
haqqına qarşı çıxanlar üçün bu savaş heç vaxt bitməyəcək böyük bir savaşdır. Bu
savaşı milli mədəniyyətimizin böyük abidəsi olan, türk xalqlarının milli əsarətə qarşı
mübarizə tarixinin siyasi və bədii salnaməsinə çevrilən “Həyat” və “Füyuzat”dan
öyrənərək, əxz edirik. Amma bu o demək deyil ki, 20-ci yüzilliyin əvvəllərində yalnız
türkçülük ideologiyasını bu iki mətbu orqan təbliğ edib. Yox! “İrşad”, “İqbal”,
“Şəlalə”, “Dirlik”, “Açıq söz”, “İstiqlal” kimi qəzet və jurnallar da bu ideologiyanın
təbliğatçısı kimi xalqın milli oyanışına, mili özünüdərkinə səbəb olublar. Əvvəlcədən
də qeyd etdiyimiz kimi, ilk addımları məhz “Həyat” və “Füyuzat” atıb. Yeri
gəlmişkən bir faktı da vurğulayım ki, bəzi tədqiqatçılar Əli bəyin bu ideologiyanı
məhz ilk olaraq “Həyat” qəzeti və “Füyuzat” jurnalında təbliğ etməsi ilə bağlayırlar.
Z. Göyalp yazırdı ki, “Azərbaycan türkü Əli bəy Hüseynzadə hələ XIX əsrin 90-cı
illərində İstanbulda ali hərbi tibb məktəbində oxuyarkən, onun “Turan” adlı şeiri
“Turançlıq” ideyasının ilk ortaya qoyuluşu idi. Əli bəy Rusiyadakı millətçilik
axınlarının təsiri ilə türkçü olmuşdur”. Sonra isə Əli bəy “ilk turançı”, “ilk türkçü”
(Y. Akçuraoğlu) kimi türk aləminə gəlişini 1904-cü ildə Qahirədə “Türk” qəzetində
çap etdirdiyi “Məktubi-Məxsusi” məqaləsində bəyan etmişdir. 1905-ci ildə isə
çarizmin milli əsarətinə qarşı turançılıq məfkurəsilə mübarizəni Azərbaycanda ilk
olaraq “Həyat” qəzetində başlamış, “Füyuzat” jurnalında isə davam etdirmişdir.
600
AZƏRBAYCAN AYDINLARINDA OĞUZLUQ VƏ TÜRKLÜK DUYĞUSU
Digər turançılardan və türkçülərdən fərqli olaraq milli ictimai fikir tariximizdə ilk
dəfə olaraq açıq şəkildə “Hüriyyət və müsavat” süarını irəli sürən Əli bəyin bu
fəaliyyəti təkcə mənsub olduğu Azərbaycan türkünün deyil, ümumən bütün türk
xalqlarının tarixində mühüm əhəmiyyət kəsb edir. O, türkçülüyün, turançılığın
əsasını qoymuş, türk birliyi ideyasını (ittihad-türk) elmi-nəzəri cəhətdən
əsaslandırmışdı. Bəzi tədqiqatçı alimlərin fikrincə: “Vaxtı ilə Böyük Turan dövlətini
yaradan türk qövmlərinin yeni dövrdə düşdükləri ağır vəziyyətdən xilas olmağını
Əli bəy bu birliyin bərpasında görürdü”.
Əli bəy bu birliyi, bütövlüyü “Füyuzat”da ona görə daha gözəl təbliğ edə bilirdi ki,
bu jurnalın yazarlarının əksəriyyəti o zaman Türkiyədən Bakıya gələrək jurnalda
məhz bu ideologiyanın təbliği yolunda yazıb-yaradan türkçü-turançı qələm əhli idi.
Əhməd Kamal, Sirət Əfəndi, Tofiq Fikrət, Əbdülhəqq Hamid Tarhan, Abdulla
Cövdət, Xalid Ziya, Xalid Xürrəm Səbribəyzadə və başqa jurnalist və publisistlər
Böyük Türk Dünyasının yaranması və qorunub saxlanılması üçün qələmləri, kəlamları
ilə gərgin, ardıcıl mübarizə aparırdılar.
“Füyuzat”ın nəşrini alqışla qarşlayan türk qardaşlarımız bu münasibətlə Türkiyədən
yazırdılar: “Füyuzat” meydani intişara qonuldu. Bizə bu lazım idi. “Füyuzat”ın tülü
ilə Asiya qövmünün və Rusiya müsəlmanlarının məsud və bəxtiyar olmalarını təfaüb
edəriz”.
Bu gün türk ideoloqlarının çox yüksək dəyər verdikləri və “Türkçülüyün proqramı”
adlandırdıqları “Türklər kimdir və kimlərdən ibarətdir” məşhur əsərini Əli bəy ilk
dəfə silsilə şəklində “Həyat”da çap etdirib. İlk olaraq bu əsərdə türk xalqlarının dil,
soy etibarilə vahid bir millət olduğu “elmi-tarixi aspektdə” tədqiq olunmuşdur.
Müəllif ilk olaraq türk xalqlarının ictimai, siyasi fikir tarixinə milliözünüdərk
məramını gətirərək, onların “müsəlman”, “osmanlı”, “tatar”, “azərbaycanlı”
adlarının şüurlara hakim kəsildiyi bir vaxtda buna etiraz edərək, bu millətin “türk”
adını dilə gətirmiş. Və elə ilk dəfə də bu qəzetdə “Mən türkəm, qafqazlı bir
türkəm...” deyərək bəyan etmişdir.
Bir necə il sonra Əli bəyin bu çıxışının böyük əhəmiyyəti olduğunu vurğulayan Əli
Abbas Müznib “İqbal” qəzetinin 31 oktyabr 1913-cü il tarixli sayında yazırdı ki: “Əli
bəy həzrətləri... millətinə milliyyətini anlatdı, farslaşıb bilkülliyyə bərbad olan
Qafqazdakı türk balalarına türklüyü bildirdi, həsəb-nəsəbini öyrətdi, əbabü əcdadını tanıtdı”. Deməli “Həyat”da başladığı türkçülük, turançılıq mövqeyini
“Füyuzat”da daha geniş şəkildə davam etdirən Əli bəy Hüseynzadə “türkləşmək,
islamlaşmaq, avropalaşmaq” söyləməklə mübarizəyə başladı. Bu mübarizə türk
xalqlarının mənəvi birliyi- turançılıq ideologiyasının mübarizəsi idi. Beləliklə Əli
bəyin turan ruhu bütün füyuzatçların ruhuna, iliyinə, amalına işləyərək türkçülük
ideologiyasını siyasi cərəyan kimi ön plana çıxardı.
Sağlığında müasirlərinin “Böyük türk dünyasının mücahidi” adlandırdığı Əli bəy
Hüseynzadə amalları və əməlləri ilə bir daha sübut etdi ki, türk dünyasının
yetişdirdiyi nəhəng filosof və ədəbi şəxsiyyətdir. “İttihada doğru tərəqqi” deyərək
bütün türk dünyasını tərəqqiyə, elmə səsləyən Əli bəy 1889-cu ildə Türkiyədə
yaratdığı cəmiyyətə “İttihad və Tərəqqi” adını heç də təsadüfdən vermədi. Onu da
deyək ki, bu cəmiyyət, türk xalqlarının ilk siyasi təşkilatı idi. Hər zaman “Maarif,
ittihad, hürriyyət” söyləyən ideoloq Türk xalqlarını bu yolla getməyə səsləyərək
601
TƏNZİLƏ RÜSTƏMXANLI
“Şüunat” adlı məqaləsində yazırdı: “Bu yolda biz hürriyyət, ədalət, müsavat deyədeyə, fəryad edə-edə qanuni-əsasiyə doğru dərəcə-dərəcə yüksələrək tərəqqi
edəcəyik”.
Bütün bunların kökündə Əli bəyin bir fikri, bir məqsədi var idi ki, təkamül yolu ilə
türk xalqlarını “ittihada doğru tərəqqi” məramı altında birləşdirərək BÖYÜK TÜRK
DÜNYASI, ortaq türk mədəniyyəti yaratmaq. Əlbəttə Əli bəy haqlı idi. Çünki, xalqı
“ittihadi-türk” uğrunda mübarizəyə hazırlamaq üçün ilk növbədə onun milli
şüurunu elmi baxımdan oyatmaq lazımdır.
“Türkləşmək, islamlaşmaq, avropalaşmaq”- bu ümumbəşəri dəyərlərə söykənən şüar
o zaman təkcə Azərbaycan türklərinin deyil, bütün türk xalqlarının milli şüurunun
inkişafında böyük rol oynadı. Azərbaycanın istiqlalı uğrunda ideoloji mücadilə
aparan məşhur türkoloq, “Azərbaycan yurd bilgisi” jurnalının redaktoru Əhməd
Cəfəroğlunun təbirincə desək: “Bu ixtiyar və imanlı türkçü, bu üçlü məramla milli
istiqlalın fikri mücadiləsinin “Ana Yasası”nı meydana qoymuşdu”. Heç də təsadüfü
deyil ki, Amerikalı alim Tadeuş Sviyataxovs yazırdı ki: “XX əsrin əvvəllərində türk
xalqlarına kimliyini bildirən bir nəfər var idi. O da Ə.Hüseynzadə idi”.
Deməli “ilk dəfə olaraq Ə. Hüseynzadə türk xalqlarına milli özünüdərk məramı ilə
dil, soy, kültür bağlığını tanıdaraq onları oyatmaq, hərəkətə gətirmək, onları qüdrətli
millət olduğuna inandırmaq üçün şanlı tarixlərini, şərəfli keçmişlərini yada salır”.
Türk dünyasında tanınmış ideoloqların Əli bəydən bəhrələndiyini iddia edərək onu
bu işin “memarı” adlandıran ədəbiyyatşünas alim Yaşar Qarayev təkidlə söyləyirdi
ki: “Əli bəy yalnlz Azərbaycanda yox, bütün türklük miqyasında qövmü
özünüdərkin, istiqlal düşüncəsinin təkcə rəssamı deyil, həm də memarıdır... Məhz bu
mənada nəinki Məhəmməd Əmin və Nəriman Nərimanov, üstəlik Ziya Göyalp və
Kamal Atatürk də Əli bəy Hüseynzadədən başlayır”.
Əli bəy Hüseynzadə başda olmaqla 20-ci yüzilliyyin əvvəllərində türkçülükturançlıq ideologiyasını və Böyük Türk Dünyası Birliyini təbliğ edən M. Hadi, Ə.
Cavad, H. Cavid, Ə. Ağaoğlu, S. Hüseyn, F. Ağazadə M.Ə. Rəsulzadə, M.B.
Məhəmmədzadə və onlarla klassiklərimizin ədəbi, bədii, siyasi, elmi irsini öyrənmək,
bəşər mədəniyyətinə çox qiymətli sərvət vermiş, zəngin və qədim mədəniyyətə sahib
olan Böyük Türk Dünyasının təfəkkür xəzinəsini öyrənmək deməkdir. Əzəmətli və
yenilməz türk birliyini yenidən yaratmaq və yaşatmaq deməkdir. Bax buna görə də bu irsi
öyrənməli və dünyaya təbliğ etməliyik!
Yüzilliyin sonunda isə bu məfkurəni Sabir Rüstəmxanlı, Məmməd Araz, İsmayıl
Şıxlı, Bəxtiyar Vahabzadə, Xəlil Rza Ulutürk kimi aydınlar gerçəkləşdirdi,
dərinləşdirdi və xalqına, millətinə azadlığın yolunu göstərib, onun uğrunda
mübarizəyə qalxmağa səfərbər etdi.
Unutmayaq ki, müqəddəslərimiz də insanları hər an azad yaşamağa səsləyiblər.
Həzrəti Əli Əleyhissalam deyirdi ki; “Ey insanlar! Adəmdən nə bir qul törənib, nə də
bir kəniz.Bütün insanlar azaddır”. Bu azadlığı qorumaq, yaşatmaq və gələcək
nəsillərə təhvil vermək millətin ən müqəddəs borcudur. Müdriklərimiz,
klassiklərimiz bu borcu şərəflə yerinə yetirmək üçün illərlə amalları, əməlləri ilə
mübarizə aparıblar. Xüsusən də 20-ci yüzilin əvvəllərində bir daha milli azadlığa nail
olmaq üçün milli oyanış, milli dirçəliş ruhunu xalqa da aşılamağa başladılar. Azadlıq
aşiqi Ə. Hüseynzadə deyirdi ki; “Azərbaycan türkləri türklərin ən
602
AZƏRBAYCAN AYDINLARINDA OĞUZLUQ VƏ TÜRKLÜK DUYĞUSU
hürriyyətpərvərləridir”. Bu hürriyyətpərəstliyi həmin zaman xalq arasında
yorulmadan təbliğ edən milli ruhlu mətbuatımız və onun başında duran söz, amal
sahiblərimiz oldu. “Həyat”ın açdığı cığıra “İrşad” işıq saldı, ”Füyuzat” zəka verdi,
“Tərəqqi” inkişaf etdirdi, “Molla Nəsrəddin” cəhalətdən cıxardı, “Açıq söz” fikrinizikrini açıq bəyan etməyi öyrətdi...
1915-ci ildə “Açıq söz” qəzetində türkləşmək barədə M.Ə. Rəsulzadə yazırdı: “Dilcə
biz türkük, türklük milliyyətimizdir. Binaən əleyh müstəqil türk ədəbiyyatı, türk
sənəti, türk tarixi və türk mədəniyyətinə malikiyyətimiz məqsədimizdir. Parlaq bir
türk mədəniyyəti isə ən müqəddəs qayeyi-amalımız, işıqlı yıldızımızdır”. Milli
tərəqqini sosial tərəqqinin əsası hesab edən M.Ə. Rəsulzadə yazırdı ki: “Xalq sosial
sahədə azadlıq əldə etməzdən əvvəl özü azad olmalı, milli istiqlala çatmalıdır. Ona
görə ki, məhkum xalq, məhkum millət heç bir zaman sosial azadlığa, demokratiyaya
nail ola bilməz”. Ə. Hüseynzadə kimi, M.Ə. Rəsulzadə də istiqlala gedən yolu
müasirləşməkdə, elmin inkişafında, millətin tərəqqisində görürdü və millilik,
türkçülük anlayışını ortaya qoymaqla onlar istiqlala doğru ilk addımlarını atırdılar.
İstər M.Ə. Rəsulzadə, istərsə də onun məslək, amal yoldaşı olan M.B.
Məhəmmədzadə məqalələrinin əksəriyyətində bir sıra tarixi məqamlara toxunaraq,
milli kimliyimizi dönə-dönə qeyd edərək “türk” olmaqlarını şərəflə qeyd edirdilər.
Uzun müddət öz kök–soyundan və tarixindən, milli şüurundan ayrılaraq “manqurt”
laşan, millət kimliyini bir “müsəlman”, “tatar” kimi qavrayan millətə öncə
“milliyyət, millət” kəlmələrinin mənasını anlatmaq lazım idi ki, onlarda əksər
məqalələrində bu məsələyə toxunurdular. Məqsədləri isə xalqı milli ruhda tərbiyə
etmək, onları tarixin sınaqlarına hazırlamaq idi. Odur ki, hər iki ədib mətbu
fəaliyyətləri ilə yanaşı siyasi fəaliyyətlərində də vətən, millət sevgisi anlayışlarına
daha çox önəm verirdilər. Bunun nəticəsi idi ki, Azərbaycan Xalq Cümhuriyyəti
dövründə Azərbaycan mətbuatında milli şüurun inkişafı, milli tərəqqi, milli azadlıq,
ortaq türk mədəniyyətinin yaranması məsələləri diqqət mərkəzində olmuşdu.
Bəzən mənə millətçi, türkçü deyə müraciət edəndə qürur duyuram. Yadıma təpədəndırnağa millətçi olan, bütün varlığı ilə millətini sevən, onun azadlığı və xoşbəxtliyi
uğrunda illərlə mübarizə aparan, vətənindən didərgin düşən, ömrünün sonuna kimi
vətən həsrəti ilə yaşayan, lakin amalından dönməyən Əhməd Ağaoğlu düşür.
Əhməd bəy “Bizim Millətçilər” adlı məqaləsində yazırdı ki: “Millətçilik hörmətə
layiq, möhtəşəm bir hadisədir. O, hər bir xalqın həyatında labüddür. Məncə,
bəşəriyyətin təkamülü tarixində insan qəlbinin dindən sonra ikinci böyük məbədi
millətçilikdir. Millətçilik, tarix boyu misilsiz hünərlər qaynağı olmuş və olacaqdır
deyə düşünməkdəyəm”. Bəli bu doğru və sağlam düşüncədir. Çünki, vətənini,
millətini sevməyən insan anasını, övladını da sevə bilməz.
Mənim bu millətçiliyimin, türkçülüyümün icində təkcə mənim yox, milyonlarla
soydaşımın üzünə həsrət qaldığı bir yurd həsrəti, ağrı-acısı, el-oba sevgisi durur.
Ömrün ən saf, təmiz, qayğısız, xoşbəxt çağlarında doğma yurd-yuvadan didərgin
düşərək, vətən həsrəti ilə qübar etdik. Ziya Göyalpın gözəl bir sözü vardı: “... türk
hara getsə də, əsas doğma yurdu unutmazdı... çünki, uşaqlıq çağı, ata ocağı, ana
qucağı orada idi”. Çörəyimizi yeyib, suyumuzu içən, süfrəmizin başında böyüyən,
çörəyi dizinin üstündə olan naxələf qonşularımız milyonlarla mənim kimlərini öz
doğma yurduna, ata ocağına həsrət qoydular.
603
TƏNZİLƏ RÜSTƏMXANLI
Diqqət yetirin. Təkcə yola saldığımız 20-ci yüzillikdə Azərbaycan türkləri ermənilər
tərəfindən dəfələrlə 1905-06, 1918-20, 1948-53, 1988-90-cı illərdə qətliama, qırğınlara,
faciələrə, dəhşətli işgəncələrə məruz qalıblar, yurd-yuvalarından qovulublar, elləriobaları yandırılıb yerlə-yeksan edilib, torpaqları işğala məruz qalıb. Ermənistan
dövləti tərəfindən azərbaycanlılara qarşı aparılan etnik təmizləmə siyasəti SSRİ-nin
yarandığı ilk gündən, dağıldığı son günə kimi davam etmişdi. SSRİ-i hökuməti
kollektivləşmənin sərt dövründə Ermənistandan azərbaycanlıları ailəliklə Sibirə və
ya Qazaxıstanın dəhşətli çöllərinə sürgün etməklə “təmizləmə” aparırdı.
“Türksüz Ermənistan”a nail olmaq üçün 1948-53-cü illərdə bunu “könüllülük
prinsipi” əsasında aparan hökumət təkcə iki ildə, 1948-ci ildə 6298, 1949-cu ildə isə
12.306 ailəni Ermənistandan deportasiya etdi. Yüzlərlə insan iqlim şəraitinə dözə
bilməyib xəstələnib, məhv oldu. Bəli. Bu faciənin adını da qoydular “könüllü”
köçürülmə.
Əslində, Tarix boyu düşmən basqılarına qarşı savaşan qoca Qafqaz artıq 400 ildi
vəhşi imperiyaya qarşı mücadilə aparır. Bu 400 il müddətində adını üç dəfə dəyişən,
lakin mahiyyəti dəyişməyən rus imperiyası müqəddəs Qaf dağlarını qarşısında
əyilməyən Qafqaz igidlərinin qanıyla suvarır. Öz sərhədləri çərçivəsində Qafqaz
xalqlarını kiçik federal subyektlərə bölən, özünəxas “parçala –höküm sür” siyasəti ilə
vaxtaşırı dost və qardaş xalqlar arasına nifaq toxumu səpən rus imperialist ruhu
yenidən baş qaldırıb və yenidən dünyaya sahib olmaq niyyətindədir. Rusiya strateji
və iqtisadi baxımdan onun üçün böyük əhəmiyyət kəsb edən Qafqazdan barışla
ayrılmaq fikrində deyil. Bu gün öz azadlığı uğrunda Rusiya hərb maşınına qarşı
qəhramancasına mücadilə aparan çeçen xalqına terrorçu, quldur adıyla divan tutur.
Günahsız insanlar kütləvi surətdə məhv edilir. İstər Gürcüstanda, istər
Azərbaycanda, istərsə də digər Qafqaz respublikalarında törədilən cinayətlər də
mahiyyət etibarilə eyni məqsəd daşıyır.
Qarabağ savaşını törətməklə Azərbaycanı bu təsir dairəsində saxlamağa çalışan RusSovet imperiyası təkcə Azərbaycan xalqını deyil, eləcə də öz qanlı siyasətində
vasitəyə çevirdiyi erməni xalqını da fəlakətə sürükləmiş və Qafqaz xalqlarının
birliyinə ciddi zərbə vurmuşdu. Rusiya Qafqazı əsarətdə saxlamaq üçün bundan
sonra da yeni münaqişə ocaqları yarada bilər və bundan heç bir xalq
sığortalanmayıb. Bu kumıkın da, avarın da, ləzginin də və başqa xalqların da başına
gələ bilər. Və imperiya öz maraqları naminə əsrlərlə bir yerdə yaşayan xalqları birbirinə qarşı qoya bilər.
...Sisyanovun ölümündən sonra Qafqaza baş komandan təyin edilən Qudoviç daha
amansız bir siyasətə əl atmışdı. “Türksüz-Ermənistan” dövləti yaratmaq üçün
Azərbaycanı xəritədən tamam silmək xəyalına düşmüşdü. Bu məqsədlə də
imperatora müraciət edir ki; “Böyük Ermənistan dövləti yaratmaq üçün
Azərbaycanda ermənilərin sayı kifayət qədər olmalıdır. Azərbaycanlıları isə qovmaq
lazımdır. Başqa imkan yoxdur. Xristianlıq naminə bu işi sürətləndirmək lazımdır”.
...1906-cı ildə Çar Rus hökuməti Qafqaz çanişini Voronsov-Daşkova tapşırır ki,
ermənilərlə azərbaycanlıların nümayəndəsini çağırıb onların arasında olan
münaqişənin səbəbini öyrənsin.
Çanişin Azərbaycan nümayəndələrindən Əhməd bəy Ağaoğlu və Əlimərdan bəy
Topçubaşovu qəbul edir. Onlar çanişinə bildirirlər ki; “ermənilər zorla bizim
604
AZƏRBAYCAN AYDINLARINDA OĞUZLUQ VƏ TÜRKLÜK DUYĞUSU
torpaqlarımıza sahib olmaq istəyirlər. Buna görə də azərbaycanlılara qarşı qırğına əl
atırlar. Hökumətin isə bu qırğına laqeyd qalması çox təəccüblüdür. Tələb edirik ki,
bu barədə çanişinlik ciddi tədbirlər görsün”.
Əhməd bəyin yazdığına görə uzun-uzadı söhbətdən sonra çanişinin onlara son sözü
bu olur ki; “Dövlət bu milli münaqişəyə qarışmayacaq, gedin, öz aranızda olan
münaqişələri özünüz həll edin!”.
Hər hərəkətində ermənilərə dəstək olmağı ilə fərqlənən Vorontsov-Daşkov (onun
arvadı Liza erməni idi) bizim nümayəndə heyətini yola salandan sonra çara məktub
yazır ki: “Ermənilər ən etibarlı rəiyyətlərdəndir. Xiristian olduqları üçün bizə
sədaqətlidirlər. Onları silahlandırmaq lazımdır”.
Bu, çox uzaq tarixdə deyil, yenicə yola saldığımız 20-ci yüzilliyin əvvəllərində edilən
müraciətdir. Bəs bu gün neçə? Bu gün də bütün bu olaylar Rus hökumətinin gözü
qabağında, onların xeyir-duası ilə baş vermirmi?
Bircə faktı qeyd edim ki, təkcə “son 200 ildə indiki Ermənistan ərazisində 2 mindən
artıq azəri-türk yaşayış məskənləri müxtəlif yollarla (rəsmi köçürmələrlə, silah
gücünə qovmaqla, soyqırım törədərək kəndləri yandırıb xaraba qoymaqla) siyahıdan
silinmiş, tarixi Azərbaycan torpaqlarında monoetnik Ermənistan dövləti
yaradılmışdı”.
Haqsız axıdılan qanların bahasına yaradılıb bu dövlət. Bunu özləri də təsdiq edirlər.
Erməni yazıçısı Zori Balayan “Dirilmə” əsərində Xocalıda ermənilərin törətdiyi
soyqırımı “qəhrəmanı” Xaçaturun diliylə belə təsvir edir: “Biz Xaçaturla zirzəmiyə
girdikdə bizim əsgərlər 13 yaşlı bir qız uşağını pəncərənin çərçivəsinə mıxlamışdılar.
O çox səs-küy salmasın deyə Xaçatur uşağın öldürülmüş anasının döşünü kəsdi və
uşağın ağzına dürtdü.
Sonra mən onun başını tükü ilə birlikdə dərisini çıxardıb, sinəsinin və qarnının
dərisini soydum. O, 7 dəqiqədən sonra qanaxmadan öldü. Xaçatur onu doğradı və
itlərə atdı. Axşam biz eyni şeyi daha üç türk uşağı ilə etdik”.
Erməni vəhşiliyini, eybəcərliyini bəyan edən belə tükürpədici faktlar yüzlərlə yox
milyonlarladı. İndi biz neynəyək, bir millət olaraq haqqımız uğrunda mübarizəyə
qalxmayaqmı? Yoxsa bütün bu haqsızlıqlara baş əyməliyikmi? Axı biz haqqımızı
qorumağı bacaran millətik...
Bu bir faktdır ki, ermənilər əsrlərlə bütün ağılagələn və ağılagəlməz vəhşilikləri
milliyətcə türk olan müsəlmanların başına açmışlar. Əslində, “müsəlman anlayışı çox
geniş anlayış olub, təkcə türkləri özündə əhatə etmir”. Ermənilər isə, yalnız
milliyyətcə türk olan müsəlmanlara qarşı belə soyqırım siyasətini həyata keçirirlər.
Görünür ona görə ki, türk döyüşkənliyi, mübarizliyi hər an canlarına qorxu salır...
Hətta istəməsələr də bunu özləri və havadarları etiraf etməyə məcburdular. 1914-cü
ildə müttəfiqlərin Çanaqqalaya ordu çıxarmasının təşəbbüskarı olan Çörçill türk
əsgərinin igidliyi haqqında yazırdı: “Bağrımda ingilis qüruru olmasaydı, türkləri
alnından öpmək, onları ayaq üstə alqışlamaq istərdim”.
Bu gün Çanaqqalada –Gelibolu yarımadasında min hektar ərazidə salınmış Milli
Parkda qəhramancasına şəhidlik zirvəsinə çatan türk əsgərlərinin məzarı ilə yanaşı,
1200 şəhid Azərbaycan-türk döyüşçüsünün məzarının olması da milli iftixar
doğurur.
605
TƏNZİLƏ RÜSTƏMXANLI
Ruhu şad olsun, qəbri nurla dolsun, Əhməd bəy Ağaoğlunun. Təkcə sözü ilə deyil
əməli ilə də mübarizə aparan “Difai”nin yeri bu gün necə görünür?! Türkçü-publisist
Akçuranın təbirincə desək: “Türklərin ermənilərə qarşı mübarizə aparmaq üçün bir
təşkilata böyük ehtiyacları vardı. Bu ehtiyacı təmin etmək üçün Əhməd bəy Ağaoğlu
1905-ci ildə Bakıda “Fədai” adlı gizli bir cəmiyyət təşkil etməyə müvəffəq oldu”.
O cəmiyyət ki, cəmi üç-dörd ay sonra daima ermənilərə dəstək olan Rusiya
İmperiyasının maraqlarına zərbə vuracaq dərəcədə açıq cəsarət nümayiş etdirərək
çanişinləri açıq-aydın qorxuya salmışdı. Nağı bəy Şeyxzamanlının yazdığına görə:
“Bu hadisələrdən sonra rus idarəçiləri qorxu içində hərəkətlərini ölçüb-biçərək
addım atırdılar”. Arxiv materiallarından belə bəlli olur ki, artıq “Difai”nin
bölgələrdəki fəaliyyəti nəticəsində Qarabağ, Bakı və Şamaxı vilayətlərində döyüş
təşəbbüsü Azərbaycan türklərinin əlinə keçir. Bölgələr üzrə isə daha çox “Difai” -nin
Gəncə şöbəsi fəal olub. Gəncə şöbəsinə xalq arasında böyük hörmətə-izzətə malik
olan vətənpərvər millətçi Ələkbər bəy Rəfibəyli rəhbərlik edirmiş. Təşkilatın
şöbəsinin Gəncədə yaranması Gəncə qubernatorunun müşaviri Kreşçinskini yaman
narahat edibmiş.
“Azərbaycan İstiqlal Mübarizəsi Tarixi” əsərinin müəllifi Hüseyn Baykara bu haqda
yazırdı: “Gəncə vali müşaviri Kreşçinski çox kobud və qaba adam idi. Gəncədə
türklərdən kiməsə salam verməz və yerli türk camaatı ilə kobud rəftar edərdi. Hələ
Şuşada olduğu zaman ermənilərə köməklik etmişdi. “Difai” firqəsinin ilk qurbanı da
Gəncə qubernatorunun müşaviri Kreşçinski oldu. O, Gəncədə öz evində qətlə
yetirilir. Bu rus məmurlarını böyük qorxuya salır”.
Beləliklə, “Difai”nin fəaliyyəti tezliklə Azərbaycanda yeni milliyyətçi ruhlu
təşkilatların meydana gəlməsinə səbəb oldu. Bu təşkilatların az bir zamanda belə
böyük nüfuza və uğura imza atmasının bircə səbəbi var idi-Vətənə, millətə olan
sonsuz sevgi, sayğı. Əhməd bəyin təbirincə desək “Millətçilik-sevgisi”.
...Əslində ermənilərin iştahası daha böyükdür. Anadoluda müstəqil erməni dövləti
yaratmaq. Bu xülya ilə hələ 1906-cı ildə dünya ermənilərinə kömək üçün Misirin
Qahirə şəhərində qurulan “Ümumi Erməni Yardımlaşma Birliyi” Türk dünyasına
qarşı əks təbliğata başladı.
Bu təbliğatın nəticəsi olaraq bu gün də Türkiyə və Azərbaycana qarşı cəbhə yaradan
erməni diasporu hər il erməni “soyqırımı” günü kimi qəbul etdikləri 24 aprel
tarixində yaşadıqları ölkələrdə bu mövzunu gündəmə gətirir, dünyanı Türkiyə
əleyhinə qaldırır. Ermənilər özləri də çox yaxşı bilirlər ki, əslində 24 aprel günü
“erməni soyqırımı” hadisəsi baş verməyib. Çünki, ortalığa bu “soyqırımı” təsdiq
edəcək bir sənəd qoya bilmirlər. Qoyduqları da saxta çıxmışdır. Belə ki, I Dünya
müharibəsinin sonlarında İstanbulu işğal edən İngilislər erməni patriarxlığının
raportlarına əsaslanaraq “qətliam” törətməkdə ittiham etdikləri Osmanlı dövlətinin
yüzdən çox məsul işçisini mühakimə etmək üçün Maltaya sürgün etmişlər. Ancaq nə
qədər çalışsalar da bunu sübut edə biləçək bir dəlil belə tapa bilməmişlər və məcbur
olaraq sürgün etdikləri şəxslərin hamısını azad etmişlər. Bu gün də sübut edə biləçək
bir sənədi ortaya qoya bilmədikləri üçün yalnız qışqır-bağıra əl atan ermənilər
bununla da bütün dünyaya yayılmış erməni diasporunun əli ilə türk düşmənçiliyini
təbliğ etmək və uydurulmuş “soyqırım”nın intiqamını almaq xülyası ilə yaşayır.
606
AZƏRBAYCAN AYDINLARINDA OĞUZLUQ VƏ TÜRKLÜK DUYĞUSU
2006-cı ildə “Dialoq-XXI əsr” adlı jurnalın birinci sayında “Türk Dövlətləri Birliyi və
ya “ÜMUMTÜRK EVİ”nin yaradılmasını şərtləndirən səbəblər” adlı bir məqalə
oxudum. Türk Dünyasının çox əhəmiyyətli və aktual problemlərinin həllinə həsr
edilən məqalədə: “Azərbaycan və Türkiyənin birgə fəaliyyəti nəticəsində şərti olaraq
“Ümumtürk Evi”nin və ya Türkdilli Ölkələtin İqtisadi Birliyi kimi güclü bir qurumun
yaradılmasına ehtiyac duyulur” söyləyən müəllif nə qədər haqlıdır. Məqalədə məni
daha çox cəlb edən müəllifin bütün varlığı ilə oxucusunu BÖYÜK TÜRK DÜNYASI
BİRLİYİnin yaranmasına sövq etməsi oldu. Müəllif kecmişdəki səhvləri təkrat
etməmək üçün üzünü türk gənclərinə tutaraq yazır: “...türklər hələ də Əmir
Teymurun və Sultan İkinci Mehmetin, Sultan Səlimin və Şah İsmayıl Xətainin
səhvlərindən nəticə çıxarmayıblar. 250 milyonluq bir xalq xırda problemləri kənara
qoyub vahid ittifaq haqqında ümumi fikirə gələ bilmirlər”.
Bir faktı da qeyd edək ki, Sovet İttifaqı dağıldıqdan sonra öz müstəqilliyini yenidən
bərpa etmiş Türk dövlətlərinin Birliyi üçün bəlkə də heç bir zaman ələ düşməyəcək
tarixi bir şərait yaranıb. Bu tarixi şəraitdən istifadə edib birləşməsək, BÖYÜK TÜRK
DÜNYASI BİRLİYİ yaratmasaq gələcək nəsillər bizi çox haqlı olaraq bağışlamayacaq!!!
Cəmi 6-7 milyon civarında olan ermənilər isə bu gün sarsılmaz birliklərinin və
beynəlxalq aləmdə olan lobbilərinin maddi resuslarının hesabına əzəmətli Türk
dünyasının əleyhinə kütləvi təbliğat aparırlar. Millətimə, vətənimə qarşı edilən bu
haqsızlıqlar bir türk olaraq məni də için-için yandırır. Lakin bu gün ağlamağın,
sızlamağın vaxtı deyil. Bunun üçün mübarizə aparmaq, mücadilə etmək lazımdır.
Dahi Üzeyir bəyimizin “birləşməliyik” deyə bütün ömrü boyu gözlədiyi arzusunu
cin etməliyik. Özümüzü, kökümüzü tanımalıyıq. Cümhuriyyətimizin liderləri demiş:
“Biz özümüzü tanımasaydıq, təbii, bizi tanımazdılar və bugünkü günə qovuşa
bilməzdik”. Sabah da BÖYÜK TÜRK DÜNYASI BİRLİYİNƏ qovuşmaq, milli
kimliyimizə, mədəniyyətimizə, tariximizə, mənəviyyatımıza, sərvətlərimizə,
dünənimizə və bu günümüzə sahib olmaq üçün BİRLƏŞMƏLİ və bu yolda bütün
varlığımızla inamla, inadla mübarizə aparmalıyıq. Axı biz bir soy-kökdən
pöhrələnən, eyni atanın, eyni ananın övladlarıyıq. Bizim qardaşlığımız, dostluğumuz
əbədidir, sarsılmazdır. Türkiyə-Azərbaycan birliyi tarixi həqiqətdir!
Bütün bunlar bir daha sübut edir ki, “Türkçülük Azərbaycan xalqının milli idealıməfkurəsidir”. Onun əsasında kökünə-soyuna və bütün dünya türklərinə sonsuz
sevgisi, sayğısı durur. Bu sayğı, bu sevgi niyə bizi MİLLİ BİRLİYƏ qovuşdura bilmir?
Yoxsa “milli birliyimizin taleyi burulğana düşüb?”. Yadıma Atatürkün müqəddəs bir
kalamı düşür: “Milli birliyə nail olmayan milləti başqalarına şikar olmaq qisməti
gözləyir”. Bəlkə bu həqiqəti dərk etmək üçün təbliğat nümayiş etdirək. Yox türklər
dünyanın yeganə millətidir ki, ona cəsarət nümayiş etdirmək üçün hər hansı bir
ideologiyanı aşlamağa ehtiyac yoxdur. Fanatizm Türkün ruhuna yaddır. Onu
ideologiyaların əsrinə çevirə bilməzsən! Türk azaddır dünyaya baxışında, sevgisində,
nifrətində, qəzəbində..., hətta qəhramanlığında da! Onu sənələrlə qəfəsdə saxlasan
da ruhu əsir düşməyəcək. Türkə haqqın yerini nişan verməzlər haqq türkün
durduğu yerdədir.
Bütün bunlar məni əmin edir ki, uzun bir tarixin sınağından çıxan Türk DünyasıTuran sevdalısı olaraq hər bir çətinlikləri dəf edəcək və bu birliyi yaradacaq. Böyük
öndər Atatürkün ideyalarını bir əsrə yaxın ləyaqətlə daşıyan Böyük Türkiyəmiz607
TƏNZİLƏ RÜSTƏMXANLI
Azərbaycanımızın hər zaman yanındadır, arxadır, dayaqdır. Təsadüfü deyil ki,
xalqlarımız arasında “Bir millət-iki dövlət” deyimi artıq aforizmə çevrilib. Dönməz,
sarsılmaz, əbədi olan bu qardaşlıq, dostluq çox-çox dərin tarixi köklərə rişələnir. Hələ
20-ci yüzilliyin əvvəllərində Azərbaycan bir dövlət kimi məhv olmaq, dünyanın
siyasi xəritəsindən silinmək təhlükəsi ilə üz-üzə qalanda da Türkiyə ona həm maddi,
həm də mənəvi dəstək oldu.
Unutmayaq ki, Azərbaycan-Türkiyə qardaşlığının ən böyük simvolu Nuru Paşa
hərəkatıdır. Türk dünyasının fəxr etdiyi qəhrəman övladlarından olan Nuru Paşanın
qoşunları 1918-ci il sentyabrın 15-də Bakını ermənilərdən və rus bolşeviklərindən
azad edərək tarixə böyük bir qəhrəmanlıq səhifəsi həkk etdi.Bu böyük qələbə zamanı
Nuru paşa deyirdi; “Qardaş Azərbaycan türkünün mənafeyi hər bir türk üçün
müqəddəsdir. Əgər Azərbaycanın azadlığı yolunda yeni qurbanlar lazım olarsa ona
da hazırıq”. Onların Bakını yenidən Azərbaycan Türklərinə qaytarması bir daha
dünyaya sübut etdi ki, Türkiyə kimi yenilməz bir qüvvə var arxamızda.Bax budur
qardaşlıq, budur təmənnasız sevgi. Azərbaycan və Bakı uğrunda döyüşlərdə səkkiz
yüz, bəzi mənbələrdə hətta min bir yüz türk əsgər və zabitinin şəhid olduğu
göstərilir. Çox yaxşı olardı ki, hər il 15 sentyabr “Paytaxt günü” olaraq TürkiyəAzərbaycan dostluğu və qardaşlığı günü kimi xalqımız tərəfindən böyük təntənə ilə
yad edilsin.
Bu gün də sevinirik ki, özünü suveren, bağımsız bir dövlət kimi bütün dünyaya
tanıdan, sübut edən Böyük Türkiyəmiz yenə də yanımızdadır və yenə də bu
dəstəyini bizdən əsirgəmir. Ona görə də əminliklə deyə bilərik ki, tarixlərin
sınağından çıxmış bu dostluq, qardaşlıq əbədidir, sarsılmazdır. Axı biz qanı bir, canı
bir qardaşıq... Böyük Mustafa Kamal Atatürk “Türk gənclərinə” məşhur
müraciətində deyirdi ki, “dünyada türkün dostu azdır, türkün dostu türk özüdür...”.
Bu gün, sabah, hər zaman arxalana biləcəyimiz və etibar edə biləcəyimiz yeganə
qüvvət damarlarımızdan axan türk qanıdır.
Mən də bir türk olaraq dünyaya türk millətinin kimliyini göstərmək, bəyan etmək
üçün bütün varlığımla bu mübarizəyə qoşulmuşam. Elə bu məqsədlə də Azəri-Türk
Qadınlar Birliyini təsis edib daha əhatəli fəaliyyət göstərmək, sözümü daha uca
kürsülərdən söyləyə bilmək, haqqı nahaqqa qurban verməmək üçün bir millətçi,
türkçü aydın olaraq mücadiləyə başladım. Və bu mücadilədə millətimə “dərin
kökümüz, şərəf sözümüz, əmanət yükümüz, qeyrət gücümüz olan MİLLİ RUH”
arzulayıram.
608
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
BAYINDIRLAR
T U FA N GÜN DÜZ
Kâşgarlı Mahmud’un Oğuz boyları listesinde Bayındırlar üçüncü sırada yer alır.
Bütün Oğuz ellerini dolaştığı ve Oğuzlar hakkında epey zengin bilgiler topladığı
bilinen Kâşgarlı’nın boylar listesini onların nüfus gücüne ve siyasal etkinliklerine göre
sıraladığını tahmin edebiliriz. Nitekim o eserini yazdığı dönemde iktidarda olan
Selçuklulara atfen Kınık maddesini hem ilk sıraya almış hem de “Zamanımızın
hakanları bunlardandır” diye belirtmişti. Kaşgarlının listesinde Osmanlıları çıkaran boy
olan Kayı ise ikinci sırada yer almaktadır1.
Reşidüddün Oğuznâmesinde ise bu sıralama bütünüyle değişmiş ve daha sistematik
bir şekilde düzenlenmiştir. Buna göre Bayındırlar Gök Han’ın dört oğlundan biri olup
ilk sırada yer almaktadır. Diğerleri Peçenek, Çavundur ve Çepni’dir2. Ebu’l-Gazi de
aynı sıralamaya sadık kalır; ama fazladan Bayındır’ın sol kolda yer aldığına işaret
eder.3
Reşidüddin Bayındır kelimesini “Her zaman bolluk içinde olan” şeklinde açıklar ki bu
tanımlamayı destanda yer alan ve Bayındırlı vezir Dönker’e atfedilen bir olaya
dayandırmış olmalıdır4. Destan’a göre Ala Atlı Kiş Donlu Kayı İnal Han’ın
hükümdarlığı sırasında Bayındırlardan Dönker, vezirlik ve naiplik makamında
bulunuyordu. Kayı İnal Han’ın ölümü üzerine Dönker’in oğlu Erki büyük bir yuğ
töreni ve gösterişli ölü aşı tertip etmişti. Öyle ki, sofraya konulan kımız ve yoğurt
neredeyse göl; at, sığı ve koyun etleri ise dağ büyüklüğündeydi5. Ebu’l-Gazi herhangi
bir örneklemeye gitmeden doğrudan “nimetli” diye açıklar.
Kaşgarlı Mahmud, Divanu Lügati’t-Türk, çev. Besim Atalay, Ankara 1985, c. I, s. 55 vd.
A.Zeki Velidi Togan, Oğuz Destanı, Reşidüddin Oğuznamesi Tercüme ve Tahlili, İstanbul 1982, s. 51.
3 Ebu’lgazi Bahadır Han, Şecere-i Terakime, neşr. Zühal Kargı Ölmez, İstanbul 1996, s. 245.
4 Yine de bu açıklamanın Türkler arasında genel kabul gördüğünü ve zaman içinde mamur ve
abadan beldeler için Bayındır kelimesinin kullanıldığı herkesin malumudur.
5 Oğuz Destanı, s. 55.
1
2
609
TUFAN GÜNDÜZ
Ebubekir Tihrani’nin de Kitab-ı Diyarberiyye’de bu hikâyeden esinlendiği görülüyor.
Tihrani, Bayındır Han’ı izah ederken: “ O padişahlığı sırasında İran, Turan, Mısır, Şam,
Frenk, Hıtay ve Deşt-i Kıpçak memleketlerinin tamamını aldı. Küçük Kardeşi
Becenak’ı Sayram’a vilayetine kendi yerine vekil yaptı. Kendisi Karabağ kışlaklarına
Gökçedeniz yaylaklarına gitti. Büyük bir kurultay düzenledi. Önemli bir topluluk
meydana getirdi. Büyük bir ziyafet (toy) çekti. Türkçe “iv” dedikleri büyük bir çadır
kurdu. O ziyafette 120 bin baş koç, 9 bin kısrak, 18 bin sığır kesti. Türkçe’de göl
dedikleri üç havuzun birini şerbetle, birini sütle, birini de saf balla doldurup hayır yolu
ile onlardan halkın faydalanmasını sağladı. Sayısız altını ve gümüşü, 15 işlemeli
kemeri, bundan daha çok altın ve gümüş kılıçları bağışlarına kattı.” diye anlatır6.
Ebubekir Tihrani’nin Reşidüddin’in Camiü’t-Tevarih’inden istifade ettiği anlaşılıyor.
Ancak O, Akkoyunluların şeceresini izah ederken Reşidüddin’in listesine sadık
kalmak yerine başka bir hikâyeye başvurup, Bayındır Han’ın babası olarak Gök Han
değil Gün Han’a yer vermiştir. Üstelik Yıldız Han, Salur, Eymir, Bükdüz, Bayat,
Çavuldur gibi Oğuz boy isimleri Bayındır Han’ın torunları arasında görülür. Gök
Han’ın Türkmenlerin atası olduğuna dair dağınık bilgilere ise örneğin Osmanlı
hanedanının soy şecerelerinde rastlanır ve Kayı boyunun atası olarak Gün Han’ın
kaydedilmesi gerekirken Gök Han’a yer verilir. II. Murat zamanında Karakoyunlu
Cihan Şah’a elçi olarak giden Şükrullah da, Cihan Şah’ın Moğol harfleriyle yazılı bir
kitaptan Oğuzlara ait bilgiler naklettiğini ve kendisine Osmanlıların atalarının Gök
Han’a dayandığını, kendileri ise Deniz Han’ın ahfadı olduklarını gösterdiğini
anlatarak, şecere kayıtlarını Cihan Şah’ın anlatısıyla tevsik etmeye çalışır7.
İlki Selçuklular, ikincisi Moğol istilası zamanında batıya doğru yaşanan iki büyük
Türkmen göçü esnasında Bayındırların da parçalanarak Türkmenistan, İran, Kuzey
Suriye ve Anadolu’ya serpildiği anlaşılmaktadır. Türkmenistan’da kalanların Göklen
oymağı içinde yer aldığı ve günümüz İran’ında Türkmen Sahra diye adlandırılan
bölgeye yerleştiği tespit olunmaktadır8. Ama bunların İran’ın batı ve iç kesimlerinde
yer alan Bayındırlardan lehçe ve dinî inanç bakımından farklılaştığını; Batı yakasında
bulunanların Batı Oğuz lehçesini konuştuğunu ve Şiileştiğini belirtmekte fayda vardır.
Bu farklılaşma şüphe yok ki Akkoyunlu Devleti’nin tarihinde yaşanan bir dizi
olaylarla ilgilidir.
Akkoyunlular Bayındır boyundandı. Kaynaklarda Bayındırlı veya Bayındırıyye diye
de anılmaktadır. Dede Korkut Destanlarının Akkoyunlu sahasında yaygın söylenişi
ve yazıya geçirilişinin bir neticesi olarak destanların esas olarak Bayındır Han’a
anlatılması onun Akkoyunluların atası sayılması ile alakalıdır. Üstelik, destan
kahramanların asıl mücadele sahasında bulunan Trabzon ve Gürcüstan, gerçekte
Akkoyunluların siyasi ve askeri açıdan mücadele halinde olduğu bölgelerdir. Destan
kahramanlarının Trabzon tekfurunun kızına âşık olmaları teması ise Akkoyunlu
beylerinin Trabzon İmparatorluk ailesi ile hısımlık kurmasının destana yansıyan
şeklinden başka bir şey değildir. Ayrıca Basat Boyu’nun Akkoyunluların ecdadı
arasında görülen Bisut ile ilgili olduğu ya da destana tarihten sızdığı yolunda görüşler
Ebubekr-i Tihrabi, Kitab-ı Diyarbekriyye, çeviren Mürsel Öztürk, Ankara 2001, s. 30.
Şükrullah, Behçetü’t-Tevarih, neşreden Atsız, İstanbul 1949, s. 51.
8 Faruk Sümer, s. 318.
6
7
610
BAYINDIRLAR
de bulunmaktadır. Bu cümleden Dede Korkut detsnındaki Beyrek ile Akkoyunlu
emirlerinden Pürnekli Barik/Bayrik Bey arasında da isim benzerliği bulunduğunu
ifade etmek gerekir. Bununla birlikte Bayındırların, Akkoyunlularla sıhrî bağı sadece
destanî mahiyetteki rivayetler ile sınırlı değildir. Bayındırlı aşireti devletin önemli
kademelerini işgal etmiş, önemli bir askeri unsur olarak da etkinliğini devam
ettirmiştir9.
Akkoyunluların çöküş döneminde, Sultan Murat ile Şah İsmail arasında cereyan eden
savaşta Bayındırlı beylerin birbirleriyle rekabeti yüzünden tam bir felakete dönüşmüş,
Akkoyunlu ordusunda on bine yakın adam savaş meydanında kalmıştı. Şah İsmail’in
Tebriz’e hâkim olmasından sonra ise şehirdeki tüm Bayındırlılar kılıçtan geçirilmiş,
hanedan ailesinin mezarları bile yerinden sökülüp yakılmıştı. Akkoyunluların son
zamanlarında Tebriz, İsfahan, Yezd, Irak-ı Acem, Bağdat gibi merkezler Bayındır
beylerinin idaresinde bulunuyordu. Şah İsmail’in ilerleyişi karşısında Irak
beldelerinde tutunamayan Bayındırlılar, Cihanşahlu Murat Bey’in liderliğinde Ebr
Kuh’a
sığındılarsa
da
Kızılbaşlar
tarafından
kılıçtan
geçirilmekten
kurtulamamışlardır. Keza Yezd’i elinde bulunduran Bayındırlı Murad Bey de Şah
İsmail’in üzerlerine geldiğini öğrenince şehri bırakıp Horasan’a kaçmıştı10.
Bayındırların yaşadığı bu felakete rağmen Safevî Devleti içinde varlıklarını
sürdürdükleri tespit edilebiliyor. Türkmen Bayındır Muhammet Zaman Sultan,
Yezd’de iken Şah İsmail’e itaatini bildirmiş; bir süre Hamza Mirza’nın hizmetinde
kalmıştı. İskender Bey Türkmen onun dededen babadan Safevi tarikatına
bağlılığından ve ölünceye kadar devlet hizmetinde bulunduğundan övgüyle söz
etmektedir.
Ünlü beylerden Şamlu Durmuş Han Şamlu torunu Ali Kulu’nun eşi Can Ağa Hanım,
Türkmen Bayındır Bey’in kızlarından biriydi. Öte yandan Safevî hizmetinde bulunan
beyler ve kumandanlar arasında Bayındır adlı şahıs adlarının kullanıldığına tanık
olmaktayız ki, bu adın Akkoyunlu soyuna bir atıf olduğu şüphe götürmemektedir.
Keza Sehend yaylakları Safevîler zamanında bile Bayındırlı Yurdu olarak biliniyordu.
Akkoyunluların bakiyeleri olan Bozulus Türkmenleri içinde Bayındır boyuna tesadüf
edilmemesi, bunların bütünüyle İran ve Azerbaycan’ın idaresinde bulundukları
inancını kuvvetlendirmektedir. Bunun dışında Anadolu sahasında XVI. yüzyılda
tespit olunabilen Bayındır oymaklarının Akkoyunlularla bir bağı bulunmamaktadır.
XVI. yüzyıla ait tahrir kayıtlarından anlaşıldığına göre Bayındırlar Bolu, Hamid,
Ağlasun, Eğirdir, Kastamonu, Çirmen, Silifke, Sivas, Çorum, Aydın, Halep, Menteşe,
Adana, Maraş, Konya, Ankara, Eskişehir, Saruhan, Kütahya, Sultanönü, Malatya,
Antalya, Karesi, Bursa, Tarsus, Trablusşam ve Hınıs sancak veya nahiyelerinde olmak
üzere geniş bir alan dağılmış görünmektedir. Bu tablodan çıkarabileceğimiz ilk sonuç
Bayındırların hem ilk fetih dönemlerin de hem de Moğol istilası sırasında olmak üzere
Anadolu’ya iki kademeli olarak gelmiş olduklarıdır. Artık biliyoruz ki, ilk fetih
yılarında gelen Oğuz boyları XV. yüzyılda Yörük diye anılmaktaydı ve Osmanlılar
zamanında bu isim daha çok Batı Anadolu’daki konargöçerleri tanımlamak için
9
Bu hususta Ebubekir Tihranî’nin Kitab-ı Diyarbekriyye adlı eserinde geniş bilgiler bulunmaktadır.
Geniş bilgi için şuna bakınız: Tufan Gündüz, Son Kızılbaş Şah İsmail, İstanbul 2010.
10
611
TUFAN GÜNDÜZ
kullanılmaktaydı. Evliya Çelebi günümüzde İzmir’e bağlı Bayındır ilçesini tavsif
ederken Orhan Gazi döneminde bölgeye Bayındırların iskân edildiğine ve isminin de
buradan alındığına dikkat çekmektedir11. Bu izah bize yerli ahalinin Bayındır boyuna
mensup olduğuna dair bir belleğe sahip olduğunu göstermesi bakımından ayrıca
önem taşımaktadır. Ayrıca o, Bolu sancağına bağlı, Bayındır kazasından da geçmiş,
burayı yüz elli akçelik sarp ve geçit vermez bir yer olarak tarif etmiştir.12 Anadolu’nun
doğu yarısında kalanlar, yani Trablusşam ve Halep’ten Erzurum’a kadar uzanan
sahadaki Bayındırların ise Moğol istilası esnasında gelen gruplar arasında yer aldığı
kolaylıkla tahmin edilebilmektedir. Bunların zaman içinde Çukurova’ya girdiği ve
orada Bayındır kazasını meydana getirdiği de vakıadır.
XVI. yüzyılda Bayındır adlı yerleşme sayısının ve konar göçerlerin sayıca çokluğuna
rağmen günümüzde sadece 34 köy ve 2 ilçede Bayındır adı yaşamaktadır. Ama daha
önemlisi günümüz Türkçesinde mamur, abad, abadan, kalkınmışlık ve gelişmişlik
anlamında Bayındır kelimesi, Reşidüddin’in ilk izahına uygun olarak Türkçenin söz
varlığı içinde yaşamaktadır.
Evliya Çelebi, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, neşr. Y. Dağlı, S.A. Kahraman, R. Dankoff, İstanbul
2005, c. IX, s. 92.
12 Seyahatname, c.II, s. 92.
11
612
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
ANADOLU VE RUMELİ’DE OĞUZ BOY VE
YER ADLARI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
TUN CER GÜ LEN SOY
Giriş
Anadolu’nun kapısı 1071 Malazgirt zaferinden önce Türk boylarına açılmış, MÖ
Roma İmparatorluğu döneminde, Anadolu topraklarını Fars ve Arap istilâlarına
karşı korumak üzere, Rumeli’den “lejyoner” olarak getirilen Peçenek Türkleri, Çanakkale Boğazı üzerinden Anadolu’ya getirilmiş ve Doğu’da “Karacadağ” yörelerine
yerleştirilmişlerdi.
Roma’nın ikiye bölünmesi ve Bizans’ın kurulmasından sonra, bu defa Anadolu topraklarına Balkanlar’dan Kuman-Kıpçak Türkleri getirilmiş ve İstanbul Boğazı üzerinden Karadeniz sahillerine geçirilerek Bartın’dan Hopa’ya kadarki uzun sahil şeridine
yerleştirilmişlerdi. Bugün buralarda yaşayan beyaz tenli, mavi ya da yeşil gözlü
insanların bu Türk boylarının torunları oldukları tarihî bir gerçektir.
Bunların dışında Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya ve buradan da Şam’a kadar Hunlar’dan bazı boyların ve daha sonra İskitler ile Avarlar’dan bazı boyların Doğu ve
Güneydoğu Anadolu’da yurt tuttukları hakkında bilgiler bulunmaktadır.
Malazgirt’ten sonra Orta Asya’nın Otrar ve Sayram yörelerinden Anadolu’ya gelen
Türk boyları, Oğuz Türklerinin “24 Oğuz Boyu”na mensuptular. Kaşgarlı Mahmud’un
büyük eseri “Dîvânu Lugâti’Türk”, Reşidüd-din’in eseri “Câmi’üd-Tevârih” ve Ebülgâzi
Bahadır Han’ın eseri “Şecere-i Türkî”de verilen bilgilerden hareketle Anadolu’ya hangi
Oğuz boylarının geldikleri, hangilerinin nerelere yerleştikleri ve hangi boy mensuplarından soy, oymak, cemaat ve aşiretlerin Rumeli’ye göçürüldükleri üzerinde durulacaktır.
***
Anadolu ve Rumeli yer adları bakımından çok ilgi çekicidir. Bu ilginçliğin en önemli
özelliği Türklerin Anadolu’ya girişlerinin hem 1071 Malazgirt Zaferinden önce hem
de Batıdan (Çanakkale ve İstanbul Boğazlarından) ve Kafkaslardan girmiş olmalarıdır.
613
TUNCER GÜLENSOY
Anadolu toprakları henüz Doğu Roma sınırları içinde iken Doğu Avrupa topraklarında devlet kurmuş olan Peçenek Türklerinden pek çok boy Çanakkale Boğazı üzerinden Anadolu’ya geçirilerek Doğu Anadolu’nun “Karacadağ” yörelerinde Fars ve
Arap ordularına karşı “lejyoner” olarak yerleştirilmişlerdir. Avrupalıların Polevest
(sarışın) olarak adlandırıldıkları “mavi, elâ gözlü, savaşçı” vasıflara sahip konargöçer Türk boyu genellikle bugün Basarabya adı ile anılan coğrafyadan getirilmişlerdi. Basarabya adı Türkçe (bas-ar “basar”+apa “amca”)’nın bozulmuş biçimidir. Romanya’nın en verimli topraklarına sahip bu coğrafyada Tatar ve Nogay Türkleri yaşamaktadır.
Bizans İmparatorluğu zamanında bu coğrafyada konar-göçer olarak yaşayan KumanKıpçak adlı Türk boylarını İstanbul Boğazından geçirerek Bartın’dan itibaren Hopa’ya
kadar uzanan Karadeniz sahillerine yerleştirilmişlerdir. Özellikle Karadeniz bölgesinde Kuman (it), kuman (ovacık), Kuman (yurdu), Koman (ondoz), Koman (deresi), Koman
(Tepe/Köyü) gibi yer adları Kuman Türklerinden kalmadır. Peçenekler gibi sarışın,
mavi gözlü olan bu Türk kavmi de kendilerine ‘Laz” denilen Kafkas kavminden farklıdır. Öte yandan Kafkasya üzerinden Anadolu’ya giren bir Türk boyu da Batı tarihçileri tarafından Hind-Avrupalı (İranî) olarak vasıflandırılan fakat son yıllarda “İskitler (Sakalar)” (Ankara, 1993, TKAE yay.) adlı eseri ile İlhami Durmuş ve “Atlı Kavimler Medeniyeti İSKİTLERİN TARİHİ” (Ankara, 2012) adlı eseri ile Ekrem Memiş tarafından Türk oldukları ispatlanan İskit (Saka) Türkleri’nin en büyük boyu Partlar’ın
Anadolu’daki akrabaları olan Zazalar’dır. Azerbaycan’da bu Türk boyunun mensuplarına Saklar adı verilir. Kafkas Dağlarının İsmailli şehri ve civarında yaşayan Saklar
Azerbaycan Türkçesinden farklı bir Türk şivesi konuşmakta olup sarışın ve mavi
gözlüdürler. 1988 yılında bu yöreye yaptığımız gezi sırasında bizi TUZ ve EKMEK’le
karşılamışlar, bize hâlâ o yörede yaşayan “Tuz-Ekmek Hakkı” geleneğini göstermişlerdi. Kütahya’nın SAKLAR adlı köyünün adındaki “sak” üzerinde de ayrıca durmak gerekir. Bu yörede ÇAVDAR Tatarlarının yurt tuttukları bilinmektedir.
Oğuzlar ve Anadolu’daki Oğuz boyları üzerine en kapsamlı çalışmayı yapan ve
Anadolu’yu karış karış dolaşarak onların yerleştikleri yerleri tespit eden Faruk Sümer’dir. Önce DTCF Dergisinde yayımladığı makalelerini daha sonra kitaplaştıran
Sümer Hoca, Türk tarihi ve kültürüne abide bir eser kazandırmıştır. Türkiye Selçukluları üzerine çalışan Osman Turan, Mehmet Altay Köymen, İbrahim Kafesoğlu, Ali Sevim
gibi Türk tarihçilerinin yazdıkları eserler de konuya açıklık getirmektedir.
Bu tarihçilerimizin yazdıkları eserlerden öğrendiğimize göre 1041 yılında bugünkü
Suriye’nin Bayır-Bucak, Lazkiye ile kuzey bölgelerine yerleştirilen Kınık boyları
Anadolu’ya gelen ilk Oğuzlardır.
Demek ki 1071 Anadolu kapısının Türklere açıldığı tarih değildir. Türkler Anadolu’ya en az 2-3 yüz yıl önce girmişler ve çeşitli coğrafi bölgelerde yurt tutmuşlardır.
Fetihten sonra Anadolu’ya giren Oğuz boyları, Kâşgarlı Mahmud ve Reşidü’dDin/Yazıcıoğlu’na göre şunlardır;
( ) Parantez içindekiler Reşidü’d-Din ve Yazıcıoğlu’na göredir.
[ ] içindekiler bugünkü durumu gösterir.):
1. KINIK (Kayı) [KINIK]
2. KAYIĞ (Bayat) [KAYI]
3. BAYINDIR (Alka-Evlı) [BAYINDIR]
4. İWA, YIWA (Kara-İvli) [YIVA / YUVA]
614
ANADOLU VE RUMELİ’DE OĞUZ BOY VE YER ADLARI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
5. SALGUR (Yazır) [SALUR]
6. AFŞAR (Döğer) [AVŞAR / AFŞAR]
7. BEG-TİLİ (Dodurga) [BEYDİLİ / BEYTİL / BEGDİLİ / BEDİLİ / BADILLI / BADILI /
BADİ “Malabadi” Köprüsü]
8. BÜGDÜZ (Yaparlı) [BÜĞDÜZ]
9. BAYAT (Afşar) [BAYAT]
10. YAZGIR (Kızık) [YAZIR]
11. EYMÜR (Beg-Dili) [EYMÜR / EYMİR / EĞMİR / İĞMİR / İMİR]
12. KARA-BÖLÜK (Karkın) [KARA-EVLİ]
13. ALKA-BÖLÜK (Bayındır) [ALKA-EVLİ / ALKARAVLI / HALKA-EVLİ / HALKAAVLU / EVLİDERESİ / HALKAHAVLU]
14. İĞDİR (Beçene) [İĞDİR / IĞDIR / İYDİR]
15. ÜREGİR, YÜREGİR (Çavuldur) [ÜREĞİL / YÜREĞİL / İREGÜL / ÖREĞİL /
ÖREGEL]
16. TOTIRKA (Çebni) [DODURGA / TOTURKA / TÖDÜRGE]
17. ULA-YUNTLUĞ (Salur) [ALAYUNDLU]
18. TÖKER (Eymür) [DÖĞER / DÜVER / DÜĞER]
19. BEÇENEK (Ala-Yuntlı) [PEÇENEK / BEÇENE / BECENEVÎ / BEÇENELİ / BEÇENEVİYYE]
20. ÇUVALDAR (Üregir) [ÇAVULDUR]
21. ÇEPNİ (Yigdir) [ÇEPNİ / ÇETMİ]
22. ÇARUKLUĞ (Bügdüz)
23.
---------- (Yıva)
24.
---------- (Kınık)
Yukarıdaki sıralamadan da görüldüğü üzere Kâşgarlı’da 22, Reşidü’d-Din’de ise 24
Oğuz boyunun adı görülmektedir.
Anadolu’daki 24 Oğuz boyu yer adları üzerine yaptığımız araştırmalara göre KAYI’dan KINIK’a sayıları şöyledir. İlk rakamlar F. Sümer’e, ikinci rakamlar Gülensoy’a
göredir:
1. KAYI (25-36);
2. BAYAT (32-37);
3. ALKA-EVLİ (yok – 2);
4. KARA-EVLİ (6-5);
5. YAZIR (19-18);
6. DÖĞER (6-12);
7. DODURGA (12-15);
8. YAPARLI (yok-2);
9. AVŞAR (53-53);
10. KIZIK (21-27);
11. BEĞ-DİLİ (9-13);
12. KARGIN (34-27);
13. BAYINDIR (28-34);
14. PEÇENEK (10-6);
15. ÇAVULDUR (17-12);
16. ÇEPNİ-ÇETMİ (36-32);
17. SALUR (22-17);
615
TUNCER GÜLENSOY
18.
19.
20.
21.
22.
23.
24.
EYMÜR (28-33);
ALA-YUNTLU (1-2);
YÜREĞİR (9-13);
İĞDİR (14-24);
BÜĞDÜZ (6-7);
YIVA/YUVA (yok-25);
KINIK (46-44).
XIV. yüzyıldaki kayıtlara göre “Alka-Evli”, “Döğer”, “Yaparlı”, “Kızık”, “Beğ-Dili”
ve “Kınık” boyunun henüz Anadolu’ya gelmedikleri görülür. XVI. yüzyıldaki kayıtlara göre de bu boylardan yalnız “Alka-Evli” ve “Yaparlı”nın adları yoktur.
Zaman içerisinde Anadolu’ya gelen çeşitli Oğuz boylarının önlerine ve sonlarına
getirilen (Kürtler-, -han, Zir-, -sopran, -çivi, -ören, Çapar-, Kurt-, Şam-, Küçük-, Yaka-, köyü, Gemen-, Yağlı-, Kalın-, Kumluca-, Yukarı-, Yeni-, -gıdırıç, -gidriç, -evvel, -sani, -özü,
+cık, -ağzı, -alanı, Ravlı-, Araban-, Dere-, -Meşe, -Selimağa, -Yenice, Dede-, -Işıklar, Kapu-, kürü, Demeni-, Aşağı-, Aşğa-, Yukarı-, +şabanlı, Yeni-, +dere, -çiftliği, Kır-, Nefsi-, +lılar,
+cık, +lar, +köy, Sazak-, Susuz-, +yeri) gibi bazı kelimeler görülür.
Cumhuriyet döneminde zaman zaman yer adları üzerinde yapılan değiştirme operasyonları sonucunda (Kürtler-Kayı Karaçavuş, Balakayı Kayı, Zir-Kayı Yeni
Kayı, Kayı Demirli, Kayırbekir Kayılar, Selmik Kayı, Yukarışingirik Kayı,
Merzuklar Kurt-Kayı, Hedil Kayı, Hambarcın Bayat, Bayatatik Küçük Bayat, Bayat Zümrütova, Füseyin Bayat, Yüreğil Yeşilköy, İregür Karademir,
Atik Yüreğil Eski Yüreğil, İydir Yazırı Kumluca, Yazır Kınık Kızık) adları ile
değiştirilerek Türk yerleşme tarihi zor duruma sokulmuştur.
Anadolu’nun fethi tamamlandıktan sonra Balkanlar’a ve Rumeli’ne yönelen Türkler,
bu coğrafyada yeni zapt ettikleri ve fethettikleri topraklara özellikle Konya, Karaman
ve Kayseri yörelerinden göçürülerek iskân edilmişlerdir. Oğuz boylarının torunları,
Rumeli Yörükleri, Tanrıdağı Yörükleri, Kocacık Yörükleri ve Naldöken Yörükleri adları ile
hâlâ bu topraklarda yaşamaktadırlar. Dimetoka, Gümülcine, Ferecik, İpsala, Keşan, Yanbolu yörelerine ait emlâk, evkaf ve timarları içine alan “tahrir defterleri”ndeki “Bergamalu, Obacılar, Çekirdeklü, Balaban, Denizlü, Çobanlu, Çakırlar, Bulduklu, Kozluca, Soğanlık, Sarı Hızırlı, vb.” gibi yüzlerce köy adı bu konuda geniş bilgi vermektedir.
KAYNAKÇA
Gülensoy, T. (1979). 24 Oğuz Boyunun Anadolu’daki İzleri. Türk Halkbilim Araştırmaları Yıllığı-1977. Ankara. 73-98.
Gülensoy, T. (1981). Anadolu’da Moğolca Yer Adları ve Rumeli’ndeki İzleri. Türk
Dünyası Araştırmaları. II/11, Nisan.
Gülensoy, T. (1988). ‘Alka-Evli’ ve ‘Beğ-Dili’ Boy Adlarının Anadolu’daki İzleri.
Uluslar arası Türk Dili Kongresi. Ankara, 26 Eylül-3 Ekim 1988.
Köylerimiz (1981). T.C. İçişleri bakanlığı.
Sümer, F. (1971). Oğuzlar-Türkmenler. Ankara.
Şahin, G. (2010). Türkiye’de Yapılmış Toponomi Çalışmaları. Adıyaman Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 3, Sayı: 4, Haziran 2010, 134-156.: (Bu
makalede 284 künye yer almaktadır. Bunlardan 152’si kitap ve makale, 69’u
bildiri, 63’ü lisans, yüksek lisans ve doktora tezidir. Bu bibliyografyada T.
Gülensoy’un 9 makale, 11 bildiri künyesi vardır.)
616
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
DENİZLİ VE YÖRESİNDE OĞUZ YERLEŞİMİNE
DAİR BAZI TESPİTLER
T U R GU T TO K
Denizli ili, Anadolu coğrafyasının güneybatısında, Batı Anadolu ve Akdeniz
bölgelerinde yer alan bir ilimizdir. Coğrafi konumu, Batı Anadolu, Akdeniz ve İç
Anadolu bölgeleri arasında bir geçit görevi üstlenmektedir. Doğuda Afyonkarahisar,
Burdur ve Isparta; kuzeyde Uşak; güneyde Muğla; batıda Manisa ve Aydın illeri ile
komşudur (bk. Resim 1.).
Denizli ilinin bugünkü sınırları, tarih boyunca bir uç ve geçiş bölgesi olması
nedeniyle son yüzyılda ortaya çıkmış siyasi sınırlar olarak düşünülmelidir. Yazının
başlığında “Denizli ve yöresi” kavramının kullanılma nedeni budur.
Denizli merkez, Honaz, Akköy, Bozkurt, Çardak, Çal, Çivril, Bekilli, Baklan, Buldan,
Sarayköy, Babadağ ilçeleri bir dönem Kütahya’ya; Beylikler Dönemi’nde Denizli
merkez ilçe, İnançoğulları Beyliği’ne; Denizli merkez ilçe, Buldan ve Sarayköy bir
dönem Aydın’a; Buldan ve Güney ilçeleri Manisa’ya; Acıpayam, Çameli ve
Serinhisar ilçeleri Hamid Oğulları; Tavas, Kale ve Beyağaç ilçeleri Menteşe Oğulları
idari yapısına bağlıdır. Yani “Denizli ve yöresi” günümüzün Denizli,
Afyonkarahisar, Burdur, Isparta, Muğla, Aydın, Uşak ve Manisa illerinin komşu
yerleşimlerini de içine alan bir tanımlamadır.
Bu tarihi gerçeklik, bölgenin kültürel dokusunun ve yerleşim haritasının
oluşmasında birinci etken olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bugünkü coğrafi sınırlara, tarih boyunca olduğu gibi, günümüzde de varlığını
devam ettiren komşu illerin bazı ilçeleri ile olan sıkı ekonomik, kültürel ve tarihî
dokuyu da eklemek sureti ile bölgenin coğrafi sınırlarını daha net çizme ve
muhayyilemizde oluşturma imkanı sağlanmış olacaktır. Özellikle Afyonkarahisar’a
bağlı Dinar, Dazkırı, Evciler ve Başmakçı yerleşimleri; Aydın iline bağlı Buharkent,
Karacasu, Horsunlu, Pamukören ve Nazilli yerleşimleri; Burdur iline bağlı Tefenni,
Karamanlı, Beyköy, Salda, Yeşilova (Erle nahiyesi, önceden Acıpayam’a bağlıdır.),
Gölhisar ve Çavdır yerleşimleri; Muğla iline bağlı Köyceğiz, Dalaman, Fethiye ve
617
TURGUT TOK
Ortaca yerleşimleri; Uşak’a bağlı Sivaslı, Karahallı yerleşimleri bölgelerin kültürel
dokusu, yerleşim özellikleri ve tarihî birliktelikleri nedenlerinden dolayı bir bütün
olarak ele alınmalıdır.
Türklerin Yöreye Gelişi: Selçuklular, Beylikler ve Osmanlılar Dönemi:
Türklerin yöreye gelişleri, kaynaklarda genellikle 1070’ten sonra gösterilir. Ancak
son yıllarda farklı görüşler de ortaya konulmaktadır. Bilhassa bölgede sıkça
rastlanılan tamga ve kaya resimlerinden (bk. Resim 2, 3, 4.). hareketle Türkler’in
yöreye gelişleri ile ilgili farklı tarihler dile getirilmektedir. 2013 yılında Rahmetli TRT
Belgesel Kanal yönetmeni Servet Somuncuoğlu tarafından hazırlanan ve yayınlanan
“Tamgalar-Tengizli” belgeseli yöredeki tamga ve kaya resimleri ile ilgili birçok
bilgiyi kamuoyu ile paylaşmıştır. Benzeri görüşleri, Prof. Dr. İ. Kafesoğlu (kendisi
yörenin insanıdır) kişisel söyleşilerinde aktarmıştır. Kafesoğlu hoca, 900’lü yılların
başında yörede Türk dilinin hâkim olduğunu söylemiştir.
Türkistan’dan Anadolu’ya büyük göçlerin başladığı 1000’li yıllarda ise, Oğuzlar diye
adlandırdığımız Türk grubunun Anadoludaki varlığından söz edilebildiği
görülmektedir. Türkler veya Oğuzlar, ilk kez Denizli ve yöresinde 1070 yılında
göründüler. Prof . Dr. Tuncer Baykara’nın, Denizli Tarihi adlı eserinde bahsettiği
üzere, Oğuz’un Yıva boyunun beyi Erbasganoğlu, Selçuklu Sultanı Alparslan’a karşı
isyankar tavırlar içerisine girer (bazı araştırmacılara göre bu anlaşmalı bir kavgadır)
ve Bizans’a sığınır. Sultan Alparslan, Erbasganoğlu’nu bulmak üzere Afşın Bey’i
görevlendirir. Afşın Bey, Yıva beyini bulmaktan umudunu kesince Anadolu
topraklarına dalar, devrin önemli ve korunaklı bir kenti olan Honaz’a kadar gelir ve
yöreyi fetheder. Honaz’la birlikte Laodikeia’yı alır ve Adalar (Ege) Denizi sahillerine
kadar ulaşır. Bu olay, Denizli topraklarının 1071 öncesi Türklerle buluşmasının ilk
basamağı olur.
1071 sonrası Denizli ve yöresi Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın uç beyleri tarafından
tekrar fethedilir. Bölge Selçuklularla Bizanslıların arasında defalarca el değiştirir.
1102 yılında Sultan Kılıçarslan bölgeyi tekrar fetheder. Sultan Kılıçarslan’ın orduları
çekildikten sonra bölgeye yerleştirilen Türkmenler, Bizanslılar tarafından büyük bir
vahşetle katledilir. Bu olay Anadolu’da derin bir üzüntü oluşturur. Bunun üzerine
Çukurova’da bulunan Atabeğ Hasan 24.000 kişilik ordusu ile tekrar bölgeyi ele
geçirir.
1109 tarihinden itibaren Denizli’nin ilk Türk komutanının adı ile karşılaşıyoruz.
Bilinen ilk Denizli komutanı Alpkara’dır. Alpkara bölgeyi üs olarak kullanır ve
sürekli Bizans topraklarına seferler yapar. 1119 yılında bölge, tekrar Bizans’ın eline
geçer ve yaklaşık 80 yıl Bizans hâkimiyetinde kalır.
II. Haçlı Seferi, Denizli tarihinde önemli bir yer teşkil eder. Çünkü, 1147 yılında
Fransız VII. Louis’nin komutasındaki haçlı kuvvetleri Büyük Menderes ırmağını
geçerek bölgeye girerler. Almanlardan oluşan bir öncü haçlı ordusu Kazıkbeli’nde
bölgedeki Oğuz boyları tarafından yok edilir. 1148 yılında Fransız kuvvetleri
Antalya’ya geçmek üzere Kazıkbeli Geçidi’ni kullanmak isterler ve büyük bir
bozguna uğrarlar. Tarihe Kazıkbeli Savaşı olarak geçen bu savaş Denizli ile Menteşe
ve Karaağaç bölgesini biribirine bağlayan geçitte olmuştur.
Türk kuvvetleri 1158’de Karaağaç Ovası’ndan tekrar Laodikeia’ya inerler, 1190’da
Haçlılar tekrar bölgeyi geri alırlar. Denizli’nin kesin fethi 603/1206 tarihinde
618
DENİZLİ VE YÖRESİNDE OĞUZ YERLEŞİMİNE DAİR BAZI TESPİTLER
gerçekleşir. Afşın Bey’in ilk gelişinden itibaren bu dördüncü ve son fetih olur. Sultan
Gıyaseddin Keyhüsrev bölgeyi Türk yurdu yapar.
Karaağaç, Erle, Menteşe, Hambat yörelerinin fethinden sonra Denizli Çukuru diye
adlandırdığımız bölgenin fethi de tamamlanmış olur. Akabinde Baklan Ovası ve
Buldan yöresi fethedilmiştir. Bölge Türklerin eline geçtiği dönemlerde iki önemli
Bizans yerleşimi vardır; Honaz ve Laodikeia. Fetih sonrası Oğuzlar tarafından Ladik
adı verilen bugünkü Eskihisar yakınlarında bulunan Laodikeia’da kısa bir süre
kalınır. Kullanılamaz hâle gelmesi, su yollarının tahrip olması, güvenlik ve yaşam
şartlarına elverişsizliğinden ötürü yeni bir yerleşime taşınılmasına karar verilir.
Devrin yöneticisi Karasungur tarafından bugün Bayramyeri ve Kaleiçi diye
adlandırılan kale şehri kurulur ve buraya taşınılır. Böylece bölgede Türkler
tarafından oluşturulan şehir büyüyerek günümüze ulaşır.
Bölgenin fethi sürecinde yaptıkları ve mücadeleleri noktasında yöreyi bir Türk
beldesi yapan Afşın Bey, Alpkara, Karasungur, Ertokuş Bey, Eseüddin Ayaz Bey, Karaağaç
Baba, Hüsamettin Dede, Mahmut Gazi, Yatağan Baba, Mehmet Gazi, Server Gazi, İlyas Gazi
mutlaka anılmalıdır.
Denizli ve yöresindeki Oğuz boyları ile ilgili olarak bazı ilçelerin fethi bize ip uçları
vermektedir:
Acıpayam ve Serinhisar ilçelerine 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Türkistan’dan
Anadolu’ya gelen Oğuz boyları oymaklar hâlinde yerleşmeye başlamışlardır. Ali
Vehbi tarafından kaleme alınan Acıpayam isimli kitapta bölgenin tarihi hususunda şu
tespitlere yer verilir. Horasan’dan gelen Oğuz boylarından Avşar oymağına mensup
Karaağaç Baba’nın önderliği altındaki bir obanın Eşeler Yaylası’nın batı eteklerinde ve
Kumkısık sırtlarına bitişik olan düzlükteki Kumavşarı’nda, bunlardan diğer bir kolunda Elma
Dağı’nın batısındaki Karahüyükavşarı’nda yerleştikleri bu köylerin aynı adı taşıdıklarından
anlaşılmaktadır. (Vehbi, 1951, s. 145).
Karaağaç Ovası, tam anlamı ile Türk fethinin intizamının görüldüğü bir süreç
yaşamıştır. Ovanın üç ana girişi bulunmaktadır. Bu girişlerden biri Gölhisar
üzerindendir ve Kumkısık adı ile anılır. Bu giriş, fetih sürecinde Karaağaç Baba
tarafından tutulur ve bugünkü Kumavşarı köyü kurulur. Ovanın ikinci girişi
Yeşilova (Erle) üzerinden Köpek Beli’dir. Köpek Beli’nin ovaya girişi de aynı
oymaktan Semerkentlı Süleyman Bey tarafından tutulur ve bugünkü
Karahöyükavşarı köyü kurulur. Ovaya üçüncü giriş Denizli üzerinden Kazıkbeli
Geçidi’dir ki, bugünkü Serinhisar bölgesidir. Bu giriş de Yoran Beli’ne yerleştirilen ve
uzun yıllar bölgede iskan eden Avşar boyuna bağlı Kızıl oymağı tarafından
tutulmuştur.
Çameli İlçesine, 1277 yılında Karamanoğulları’nın Selçuklular’a yenilmesi üzerine,
bir kısım Karamanlılar yerleşmişlerdir. Bölgede ve civarında bulunan Karaman,
Karamanlı gibi isimlerin açıklanması bu gerçeğe dayanmaktadır.
Kaledavaz (Tavas, Kale ve Beyağaç) 12. yüzyılın başlarında Cafer Paşa’nın
komutanlarından Mirza Bey, Tabae Kalesi’nin surlarına kadar gelmiştir. Fakat
arazinin sarp olması ve şehrin savunmaya elverişli olması nedeniyle kuşatma uzun
sürmüştür. 12.-13. yüzyıllar arasında Selçuk hâkimiyetinde kalan bölge, 1243
Kösedağ Savaşı’ndan sonra Menteşe Oğulları Beyliği’nin hâkimiyetine girmiştir.
Anadolu’nun fethi sırasında akıncı ve sancaktar olarak Horasan Türkleri’nin
Kaledavaz’a yerleştirildikleri burada bulunan mezarlardan anlaşılmaktadır.
619
TURGUT TOK
Tarihte merkezi Demirci Köyü olan Çal yöresi, adını bulunduğu bölgenin coğrafî
konumu itibarıyla almıştır. Çal, Türkçede yüksek yer anlamında kullanılan bir
kelimedir ve bu anlamı ile yöreye ad olmuştur. Çal yöresi, Oğuz Türkleri tarafından
XI. yüzyıl başlarından itibaren yurt tutulmaya başlanmıştır. Yöreyi, Mahmut Bey
(Mahmut Gazi), İsa Bey, Hüsamettin Bey, İlyas Bey, Seyit Bey, Kutalmışoğlu
Süleyman Şah’ın uç beylerinden Yahya Bey ve Bekir Bey Kurt Ali gibi uç Oğuz
beyleri fethetmiştir. 1176 yılındaki Kumdanlı (Miryakefalon) Savaşı’ndan sonra
yöreye yoğun bir Oğuz göçü olmuştur.
1402’de Timur’un Anadolu seferi sonrasında yöreye ikinci Oğuz göçü gerçekleşmiş
ve bölge tamamen Türkleşmiştir. Çal yöresi, Türk fethinden sonra Selçuklu,
Germiyanlı, İlhanlı ve Osmanlı hâkimiyetindedir. Osmanlı Devleti’nin iskân siyaseti
sonucunda yöreye 1700’lü yılların başlarında Danişmendli Türkmenleri’nin
yerleştirilmesi, bölgede bugünkü Oğuz yerleşimini şekillendirmiştir.
Buldan ve yöresinin Türk hâkimiyetine geçiş tarihi 1215 kabul edilir. Denizli’nin
kesin hâkimiyetinden 9 yıl sonradır. Buldan’da Türk hâkimiyeti Afşin Bey’in 1070
yılında Denizli ve havalisine akıncılarıyla beraber gelmesiyle başladı ve fetih 1215
yılında gerçekleşti. Buraya gelen Selçuklu boyları Çağış Mevkii ile Meğere Boğazı’na
yerleştiler. Çağış’taki bu yerleşim merkezi giderek gelişti ve uğrak yeri oldu. 14. ve
15. yüzyılında Germiyanoğlu ve Osmanlı kayıtlarında yöre Çarşamba, Cihar Şenbe,
Çağış ve Çarşamba-i Lazkiye isimleriyle geçmektedir. Doğu yolu üzerinde önemli bir
ticaret merkezi olan Çarşamba-i Lazkiye bir müddet sonra ilk yerleşimden 4-5 km.
uzaklıktaki korunması daha kolay olan bugünkü Buldan yöresine yerleşmişlerdir
Sarayköy ilçesi ve yöresi, yakın döneme kadar yörük kültürünün canlı olarak
yaşadığı bir bölgedir. Yerleşik hayat, geç dönemlerde gerçekleşmiştir. İlçe
merkezinin 14. yüzyılda Sarı Bey adında bir Yörük Beyi tarafından kurulduğu şifahi
anlatımlarda karşımıza çıkmaktadır.
Oğuz Türklerinin fethettiği bölgeler, Türkistan’dan gelen Oğuz boyları tarafından
gecikilmeksizin iskân edilmektedir. Bu iskân, planlı bir iskândır. Bu planlı iskânı
Denizli yöresinin birçok bölgesinde görmekteyiz. Bölgenin giriş yoları üzerine
oymaklar yerleştirilmekte, köyler oluşturulmakta, bir sonraki bölgenin girişlerine
tekke ve ribatlar kurulmaktadır. Akabinde bölgeye ticari canlılık kazandıracak
pazarlar inşa edilmektedir. Yerleşimlerde ise o bölgenin ve genelin ihtiyaçlarını
karşılayabilecek meslekler dağıtılmaktadır.
Bu planlı yerleşimin Denizli İli’nde ilginç örnekleri bulunmakta ve günümüzde de
sürmektedir. Kolonizatörlük ruhu diye adlandırılabilecek bu iskânı, Acıpayam
yöresinde net bir şekilde görmek mümkündür. İlçede, sıra halinde Kızılhisar
(bugünkü adıyla Serinhisar)’da toprak işleme, topraktan bardak, çanak, tencere
yapımı, urgancılık; Yatağan’da demircilik, bıçakçılık, barut üretimi; Yeşilyuva’da
deri işlemesi ve ayakkabıcılık; Sırçalık’da sırça, cam işçiliği; Tahtalı ve Avşar
köylerinde tahta işlemeciliği ve oyma işciliği yapılmaktadır. Geleneksel el sanatları
yörede organize ve planlı bir dağılım göstermektedir. Kızılcabölük, Nikfer bölgesine
geçildiğinde dokumacılık; Buldan ve Babadağ yöresinde de dokumanın çeşitleri
işlenmektedir.
BÖLGE’DE OĞUZ (YÖRÜK-TÜRKMEN) YERLEŞİMİ
1071’den sonra Anadolu’ya kümeler hâlinde gelen Oğuz boyları ve 1220’de başlayan
Moğol hücumunun etkisiyle Türkistan, Horasan ve Azerbaycan bölgelerinden
620
DENİZLİ VE YÖRESİNDE OĞUZ YERLEŞİMİNE DAİR BAZI TESPİTLER
Anadolu’ya büyük ve güçlü bir akış sağlayan Oğuz boyları Anadolu’da Oğuzların
ezici bir çoğunluğa sahip olmalarını sağlamıştır. Bu sürecin hareketli ve önemli bir
yerleşimi olan Denizli ve yöresinde Oğuz boylarının yoğun olarak yerleştiklerini,
tarihî kaynaklardan ve bölgede yaptığımız incelemelerden hareketle söyleyebiliriz.
F. Sümer’in, Oğuzlar isimli kitabında yer alan şu ifadeler bölgenin Oğuz yerleşimi
özelliğini gözler önüne sermesi bakımından önemlidir. “Bir Arab coğrafyacısı (XIII.
yüzyılın ikinci yarısında) batı uçlarındaki Türkmenler’den yalnız Antalya’nın kuzeyinde,
Denizli çevresinde yaşayan nüfuslarının 200.000 çadıra yakın olduğunu söylüyor”.
Bölgede yaşayan farklı zamanlarda ve coğrafyalarda Yörük-Türkmen-Oğuz adı ile
bilinen aynı kavmin boy, oymak, aşiret ve cemaat yapılanmasının tespitinde
öncelikle şu yollar takip edilmiştir:
1. Yazılı kaynakların taranması: Öncelikle temel bilgilerin tespiti noktasında konu
ile ilgili basılı eserlerin incelenmesi ve bölge ile ilgili olanların belirlenmesi
gerçekleştirilmiştir.
2. Arşiv belgelerinin incelenmesi: Selçuklular ve Anadolu Selçukluları dönemi ile
ilgili olarak arşiv belgesi bulunmamaktadır. Ancak Osmanlı Dönemi’ne ait arşiv
belgeleri mevcuttur. Özellikle, temettuat defterleri, şeriye-sicil defterleri, tapu
koçanları, ferman, berat ve icazetnameler, Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri,
kitabeler bize tarihî yerleşim ile ilgili bilgiler sunmaktadır.
3. Halk hafızasındaki bilgilerin tespiti: Kanaatimizce en mühim bilgi dağarcığı halk
hafızasında yer alan şifahi veya sözlü bilgi diye adlandırdığımız bilgilerdir. Türk
insanının kökü tarihin derinliklerinde bulunan çok güçlü bir sözlü anlatım geleneği
vardır. Bu birikim hafızası güçlü insanlar tarafından nesilden nesile aktarılarak
günümüze ulaştırılan bilgilerdir ve bizce oldukça mühimdir.
Denizli ve yöresinde Oğuz hâkimiyetinin ve yoğunluğunun oluşması belli tarihî
olaylara bağlı olarak gerçekleşmiştir. Ezel-ebed Türk yurdu Türkistan’dan
Anadolu’ya göçün belli aşamaları vardır. Bu tarihî olayları şöylece sıralayabiliriz.
1. Denizli ve yöresi, Oğuz Türkleri tarafından XI. yüzyıl başlarından itibaren yurt
tutulmaya başlandıktan sonra gerçekleşen ilk göçler: Bu göçler sürekli ve
inkitasızdır.
2. 1176 Kumdanlı (Miryakefalon) Savaşı’ndan sonra yöreye Oğuz’un birçok boyu
yerleşmiştir.
3. 1402’de Timur’un Anadolu Seferi sonrasında yöreye üçüncü Oğuz göçü
gerçekleşmiş ve bölge tamamen Türkleşmiştir.
4. Osmanlı Devleti’nin iskân siyaseti sonucunda yöreye 1700’lü yılların başlarında
Danişmendli Türkmenlerinin yerleştirilmesi, bölgede bugünkü Oğuz yerleşimini
şekillendirmiştir
5. Hayvancılığa dayalı bir hayat tarzı süren, göçebe ve yarı göçebe olarak yaşayan
Yörükler’in yerleşik hayat geçirilmesi ile yerleşim tamamlanmıştır.
Denizli ve yöresi ile ilgili olarak gerek yazılı kaynaklarda, gerekse tarafımızdan
bölgedeki
yerleşimlerde
yapılan
incelemelerde,
Oğuz
boylarından
belirliyebildiklerimiz şunlardır:
ÜÇOKLAR
Gök Han
: Çepni, Bayındır, Çavuldur, Peçenek.
Dağ Han
: Yüreğir, Salur, Eymir, Alayuntlu
621
TURGUT TOK
Deniz Han
: Kınık, İğdir, Yıva, Beydüz
BOZOKLAR
Gün Han
: Bayat, Kayı, Karaevli (Evkara )
Ay Han
: Döğer, Yazır, Dodurga, Yaparlı.
Yıldız Han
: Avşar, Beydilli, Karkın, Kızık
Yukarıda işaret edildiği üzere, Denizli’de Oğuz’un 24 boyunun 23’ü bulunmaktadır.
Sadece Alkaevli boyuna ait bir oymak veya aşiret tespit edilememiştir. Bu durum,
bölgeye Oğuz boylarının harmanlandığı yer denilmesinin haklılığının bir göstergesidir.
Bu boylar sırası ile, teker teker irdelendiğinde; bölgede yaşayan bazı oymak ve
aşiretler hakkında genel bilgiler edinilmiş olacaktır. Bu çalışmanın sınırları içerisinde
mutlak bütün boy, oymak, aşiret ve cemaatlerden söz etmek mümkün değildir.
Bizim yazılı eserler, arşiv belgeleri ve en önemlisi halk hafızasına müracaat ederek
elde ettiğimiz bilgilerin bir kısmı bu çalışmanın sınırları içerisinde ele alınacaktır.
Denizli ve yöresinde Oğuz boylarının tespit edilebilen oymak, aşiret ve cemaatleri
şunlardır:
Üçok-Gökhan Kolu
Çepni
: Demirci / Demirciler, Canikli, Oturak / Bayramoğulları.
Bayındır
: Tülü / Tülüce.
Çavuldur
: Sülüler / Sülübey / Süller.
Peçenek : Becenek / Becenekli.
Yüreğir
Salur
Eymür
Kınık
İğdir
Yıva
Beydüz
Üçok-Dağhan Kolu
: Kütüklü / Kütükler, Çelikler / Çellikler, Beşli / Beşler, Kayapınarlı,
Çağırgan / Çağırganlı.
: Ustalar, Akkoyunlu, Karakoyunlu, Özlü / Özlüler, Aksarıklı /
Aksarık, Keller, Hızırlar, Okçular, Salihler, Tekeli / Teke / Tekeliler,
Kantekeli, Ötemiş / Ötemişli, Kelleci, Ayak / Ayaklı, Burkaz, Kınalı,
Daş / Daşlı, Aşseki / Alsekili.
: Gündeş / Gündeşli, Güldeş / Güldeşli.
Üçok-Denizhan Kolu
: Atalı / Atalar, Atabeyler, Konuklar, Kalay / Kalaylar.
: Hadim / Hadimli, Bıçakcı / Bıçakçılar, Terziler, Tartar, Sipahiler,
Yağcı / Yağcılar, Işıklı, Sindel / Sindelli, Köşkerler, Bozdoğanlı.
: Avcılar, Garip / Garipler, Kızılca / Kızılcalu, Çeltikçi.
: Beydüzlü.
Bozok-Günhan Kolu
: İnallı, Koca / Kocacık, Kaçar / Gacar, Dulkadir / Dulkadirli, Bozca,
Şambayat / Şambayatlı, Ulular, Ulu Yörükler, Sıraçlı / Sıraçlar,
Alaylı, Sakallı, Ballı, Özlü, Çomaklı, Ekiz / Ekizli, Gencli Bayadı,
Kabasakallı, Turgud / Turgudlu, Koyunlu, Koyuncu / Koyuncular,
Tatlar, Alibeyler.
Kayı
: Karateke / Karatekeli, Sarıtekeli, Karakeçili, Sarıkeçili, Kızılkeçili,
Saçıkara, Kurtlar, Çobanlar, Hacılı.
Karaevli : (Evkara) Kökler.
Bayat
622
DENİZLİ VE YÖRESİNDE OĞUZ YERLEŞİMİNE DAİR BAZI TESPİTLER
Döğer
Yazır
Dodurga
Yaparlı
Bozok-Ayhan Kolu
: Döğerli / Düverli.
: Kırlar, Kulaksızlar, Yakuplar,.
: Karakuzulu, Kerkez, Bozca Esenli, Esenli, Kalaycılar.
: Yapraklılar, Yıparlılar.
Bozok-Yıldızhan Kolu
: Karahacılı, Cabar / Cafer, Deller / Deliler / Meller / Milliler, Toklar,
Karamanlı, Çıtak / Çatak, Cerit / Ceritli / Ceritler, Torun / Torunlar,
Balaban / Balabanlı, Kızılışık / Kızılışıklı, Haliller, Alpli, Solaklar,
Honamlı, Cingöz, Türkmenaliler, Çakal / Çakıl, Bardakçı /
Bardakçılar, Köseli / Köseler, Akbaş, Elvanlı, Gökçeoğulları, Sakızlı,
Gökçe / Gökçeler / Gökçeli, Süleymanlı, Hamzalar, Cimriler,
Kapanlı, Evliyalar / Evliyalı, Sofular, Yunuslar, Pirler, Şahinler,
Saraç / Saraçlar, Alatalılar, Kıllı / Kıllılar, Cumacıklı, Karahasanlı,
Çatalcalar, Arıklı, Kabakcı / Kabaklar, Mazılı, Rahmanlar /
Rahmanlı, Sarışeyhli, Küçükler, Sarbeyler / Sarıbeyli, Yahşibeyli,
Uçarılı.
Beydilli : Fakihler, Taşkın / Taşkınlar, Emirhacılar / Emirhacılı.
Kızık
: Bozatlı, Oturak Kızıklı.
Karkın
: Garkın / Garkınlı / Garkınlılar.
Avşar
Bölgelerin yerleşim haritasının çıkarılmasında en önemli izlerden biri yer adlarıdır.
İlk bakışta, Yazır, Avşar, Dodurga, Yüregil, Evkara (Karaevli), Karkın, Kınık, Eymür,
Beydüz ve İğdir boy adlarının yerleşim adı olarak korunduğu görülmektedir.
Bölgeler itibarıyla yer adları değerlendirildiğinde şu bilgilerle karşılaşırız:
Acıpayam ve Serinhisar ilçeleri ile Gireniz Bölgesi birlikte değerlendirilmelidir.
Acıpayam bölgesi Avşar oymağından Karaağaç Baba komutasındaki uç beyleri
tarafından feth edilmiştir. Fetih oymağı Kumavşarı ve Karahüyükafşarı köylerini
kurmuştur. Bölgedeki yerleşim adlarına bakıldığında da yoğun bir Oğuz-Türkmen
yerleşiminin izleri görülür. Yerleşim adında boy, oymak, aşiret adı taşıyanlar
şunlardır:
Kumavşarı, Yazır, Dodurgalar, Karahüyükafşarı, Evkara (Acıpayam’a bağlanan
Çamlık mahallesinin eski adı), Yüregil, Karkın doğrudan Oğuz’un boy adlarıdır.
Ayrıca, Kurtlar, Apa, Taraş, Oğuz, Gümüş, Bedirbey, Alaaddin, Yatağan, Çakır,
Hacıkurtlar, Sarıoğlu, Kızıllar, Hacıömerler, Karaismailler, Hacıahmetler, Fettahlar,
Ağalar gibi oymak, aşiret ve cemaat adları yer adında yaşatılmıştır.
Çameli İlçesi’nin eski adı Karaman’dır. Karamanoğlu Beyliği’nin dağılması ile bu
bölgeye Karamanlılar’ın yerleştikleri bilinmektedir. Çameli İlçesi’nde Kınıkyeri,
Kalaycı, Kızılyaka, Mehmetler, Sofular, Hacımehmetler, Cesirler, Karahasanlar,
Kavalcılar, Bayramlar, Bıçakçı, Taşçılar köylerinin oymak ve cemaatlerinin adlarını
yerleşim yerinde yaşattığı görülmektedir.
Beyağaç, Kale ve Tavas ilçelerinin birlikte ele alınması gereklidir. Bölgede
yaptığımız saha çalışmalarında, Avdan Dağı çevresindeki hem Tavas’ın hem de
Kale’nin köylerinde yaşayan insanların, sık sık, kendilerini Horzum ve Horasan
Yörüğü olarak ifade ettiklerini gördük. Bu hususun 1240 Moğol saldırısı ile ilgili
olabileceği
düşüncesindeyiz. Denizli’nin Osmanlılar tarafından Germiyan
623
TURGUT TOK
Oğulları’na verilmesinden sonra Tavas Beyliği 1365 tarihinde Menteşe Beyliği’ne
bağlanmıştır. Beylik önceleri Horasanlı Köyü’ne, sonraları Hırka Köyü’ne
yerleşmiştir.
Tavas-Gökçeler Köyü, oymak adını yerleşim bölgesine veren bir boydur. Gökçeler,
Mamalu aşiretine bağlı olan ziraatçi Türkmen taifesindendir. Yörede yoğun olarak
Teke Türkmenleri’ne rastlanılır. Teke Türkmenleri, Oğuz’un Bozokları’nın Salur
boyundandır. Yine köy adlarından hareketle, Tavas-Horasanlı ve Tavas-Kızılca
Bozoklar’ın Avşar boyudur. Tavas-Çağırgan ve Tavas-Kayapınar Üçoklar’ın Yüreğir
boyundandır. Tavas-Seki Köyü de boy adını yerleşim bölgesine veren, Teke
Türkmenleri’nden olup, Bozoklar’ın Salur boyundandır. Kale-Narlı Köyü-Çakallar
mahallesinin adı, Bozoklar’ın Bayat boyuna bağlı bir kolun adıdır. Yerleşim bölgesi
adı olarak kullanılan Ahmetler, Alpa, Akıncılar, Avdan, Aydoğdu, Baharlar,
Çakmak, Dereli, Emirler, Kadirler, Habipler, Hacıisalar, Hacımusalar, Kapuz,
Karahasanlar, Karahüseyinler, Karaşahanlar, Kayaca, Keçeliler, Kızılcabölük,
Kocabaş, Koyuncu, Ovacık, Sarıkırıklar, Sofular, Tahralar, Yağlılar, Yahşiler, Yorga
Oğuz’un cemaat adlarıdır.
Tarihte Menteşe olarak adlandırılan bölge hakkında F. Sümer şu bilgileri aktarır.
“Menteşe sancağında yarı göçebe olmak üzere, bazı oymaklar yaşamaktadır. Bu oymakları,
meydana getiren kollara, defterlerde tir (ok) denilmektedir ki, sadece bu sancağa mahsus bir
tabirdir. Menteşe sancağında yaşayan oymakların bazıları şunlardır: Kayı, Horzum, Barza,
Kızılca-Yalınc, Kızılca Keçilu, İskender Beğ. Burada adı geçen Barza oymağı Oturak-Barza ve
Göçer-Barza olmak üzere, iki kol halinde olduğu gibi, ayrıca bir de Güne-Barza kolu vardır”
(Sümer, 1980).
Çal, Bekilli, Baklan yöresi, 1176 Kumdanlı (Miryakefalon) Savaşı’ndan sonra yöreye
Oğuz’un Yazır, Kayı, Beydili, Avşar, İğdir, Kınık, Döğer, Peçenek, Yıva, Bayat,
Çavuldur, Yüreğir, Eymir, Salur gibi boyları ve bu boylara bağlı Karamanlı, Çakırlar,
Bahadınlar (Bahaeddinler), Kuyucak, Sülüler, Elvanlı, Kabalar, Hançalar, Alifakihler,
Cabarlar, Şapçılar, Dayılar, İcikler, Çatalobalılar, Kaçarlar, Horzumlar, Sakızcılar,
Toklar, Peynirciler, Sindeller, Kaplanlar, Demirciler, Köseliler, Seyitler, İkizli,
Sarıkeçililer, Sarıtekeliler, Karalar, Hadımlar, Meller (Deliler), Büberler, İnallı (Eyneli)
gibi oymaklar yerleşmiştir.
Yörede yukarıda sayılan boy, oymak ve aşiret adları yerleşim adı olarak
yaşatılmaktadır.
Çivril yöresi de 1176 Kumdanlı (Miryakefalon) Savaşı’ndan sonra oldukça yoğun
Oğuz göçünün yaşandığı bölgelerden biridir. Çivril ve yöresine Beydili, İğdir, Eymir,
Yıva, Avşar, Bayat, Yüreğil, Bayat, Kayı, Çepni, Çavuldur boyları yerleşmiştir.
Bölgede yer adlarına bakıldığında İğdir, Bayat, Beydilli, Yuva, Şenköy (Çöplü
Avşarı) boy adlarının, Karalar, Karabedirler, Menteş, Karamanlı, Bulgurlar, Çıtak,
Yahyalı, Karahacılı, Tokça, Bekirli, Seraserli, Irgıllı, Çandır, İshaklı, Çetinler, İbanlar,
Kaşıkçı, Çakallar, Ömerli, Işıklı, Kızılcasöğüt, Cabar, Karayahşiler gibi yerleşimlerde
oymak, aşiret ve cemaat adlarının yaşatıldığı görülür.
Buldan, Güney yöresinde yer adlarından hareketle birçok Oğuz yerleşimi olduğunu
görürüz. Genel bir bakışla yöreye Kayı, Afşar, Salur, Bayat, Kınık, Yazır ve Beydili
boylarının yerleştiği görülür. Ayrıca yörede, Çakallar, Memişler, Karaahmetli,
Karagözler, Karalar, Sarıtekeli, Karatekeli, Akçalar, Sarılar, Hüseyinler, Memişler,
Çorbacılar, Sarıveliler, Saltuklar, Mollaahmetler, Haylamazlar, Fakihler, Çakmaklar,
624
DENİZLİ VE YÖRESİNDE OĞUZ YERLEŞİMİNE DAİR BAZI TESPİTLER
Parmaksızlar, Hacıbicikler, Ceritler, Gökoğlanlar, Süllüler, Sarımahmutlu,
Dımbazlar, Cabarlar, Çakırlar, Sakallılar, Curalar, Hatıplar, Kaşıkçı, Eldirekli,
Saraçlar ve Manavlı gibi cemaat, oymak ve aşiretlerin adlarını saymak mümkündür.
Çardak, Bozkurt, Honaz bölgesi Oğuz yerleşiminin ve son döneme kadar yörük
yerleşiminin olduğu bir alandır. Bölgede, Avdan, İnceler, İncelertekkesi, Çaltı,
Cumalı, Beylerli, Emirazizli, Kızılyer, Aydınlar, Akbaş, Menteşe, Karateke oymak ve
aşiret adları yer adı olarak yaşamaktadır.
Sarayköy’de Yörükhasanlar, Yörükler, Gerali, Tosunlar, Ahmetli, Caber, Babadağ’da
Oğuzlar, Kelleci, Mollaahmetler, Ahıllı, Bekirler yer adı olarak kullanılmıştır.
Denizli Çukurundaki diğer yerleşimlere bakıldığında birçok boy, oymak, aşiret ve
cemaat adı ile karşılaşırız. Haytabey, Eymir, Karahayıt, Develi, Yukarışamlı,
Aşağışamlı, Saliağa, Salihağaçiftliği, Şahinler, Kayalar, Şemikler, Karakurt, Turgut,
Koyunlu, Kayhan, Kınıklı, Kadılar, Hallaçlar, Saruhan, Gümüşler başlıcalarıdır.
Cevdet Türkay Osmanlı İmparatorluğunda Oymak Aşiret ve Cemaatlar adlı eserde on beş
yıllık çalışmaları neticesinde yazdığı sonuç bölümünde şunları dile getirir: “Büyük
Türk soyu, ilk ve eski anayurdu olan Orta Asya yaylalarından Batı’ya doğru göç etmiş,
birçok bölümlere ayrılmış, aynı anlama gelen boylar, oymaklar, aşiretler ve cemaatlar
meydana getirmiştir. Bunlar o kadar çoktur ki, toplam olarak sayıları 7230’u bulmaktadır. Bu
yoldaki araştırma ve incelemeler sürdürüldükçe, bu sayı çok, hem çok artacaktır” (Türkay,
1979).
C. Türkay’ın bakış açısıyla değerlendirme yapıldığında, Anadolu’ya Türkistan’dan
24 boy olarak gelen Oğuzlar pek çok oymak, aşiret ve cemaat meydana getirmişlerdir
ve bunlar aynı kavramlar olarak değerlendirilmelidir.
Denizli’de arşiv belgeleri ve saha çalışmalarımızda tespit edilen diğer cemaatler
şunlardır:
Abalıoğulları, Abanca, Acır-Acırlı (Bozoklardan), Aka-Akalar, Akyollar, Alakürk,
Alaplı-Alaplu, Alifakihler, Aydın Yörüğü, Bahadınlar (Bahaeddinler), Balabanlar,
Batra-Batralı-Batralar (Barza), Beğlili, Bozdağ Yörükleri, Buhurlar, Bulbuzlar,
Büberler, Büyükayaklı, Bekmezli, Caber (Musacalı aşiretine bağlı olup, Bozoklar’ın
Avşar boyundandır), Cura, Çatalobalılar, Çolak-Çolaklar, Çubuklu, Çulhalar, Çapan,
Çil-Çilli-Çiller, Danacılar, Dayılar, Demirci Yörüğü, Dereli, Eski Yörük, Eymiroğlu,
Fakıhlar, Gariban,
Gocubaşlar, Güccelioğulları-Gücceliler, Günce-Günceli,
Hacıbayramlar, Hacıkara, Hacıisaoğlu, Hacılı, Hançalar, Harmandalı, Harbendeli,
Hayıt, Hocaoğlu, İfraz Çakalı (Bozoklar’ın Avşar boyundandır), İcikler, İkizli, İnallı
(Eyneli), İncella, Kabalar, Kabaklar, Kadirli (Kâfirkıran cemaati, Beydilli boyu),
Karalar, Karabağılı, Kaplanlar, Karabeğli, Karaçakal, Karaçallı Karadepeli, Kaşlılar,
Kındıl-Kındıllar, Kısacık, Kızılcabörk-Kızılcabörklü, Köseler, Köseliler, Kurdoğlu,
Kurtlar, Kuyucak, Macarlar-Macarlı, Manav, Manavlı Yörükleri, Manavgat Yörüğü,
Marmaris Yörüğü, Mollasarılar, Mozaklar, Muğla Yörükleri Oturak-Oturaklar, OkçuOkçular, Peçin Yörükleri, Peynirciler, Piroğlu, Sakalsızlar, Sakızcılar, Sarıkeçilili
(Bozoklar’ın Kayı boyundandır), Sarıkırıklar,
Sarıoğlanlar, Sarulus-Serulus,
Seraseroğulları, Seyitler, Solaklar, Sungurlar, Şapçılar, Şeyhli Türkmanı, Tahtacı,
Şatırlı, Tartar-Tartarlı, Tekeli Yörüğü, Tığraklı, Tilkili, Tokur-Tokurlar, Topçu,
Toroman-Torapan, Türkemiş, Umaş, Yağlıoğulları, Yahşibeğler-Yahşibeğli,
Yanbeşler, Yetimli-Yetimler, Yörük Hasanlar (Kızkapanlu aşiretinden), gibi Oğuz
boyları da bölgemizde bulunmaktadır.
625
TURGUT TOK
KAYNAKÇA
Altınay, A. R. (1930). Anadolu’da Türk Aşiretleri. İstanbul.
Atalay, B. (1939-1941). Divanü Lügat-it Türk. Ankara: TDK Yay.
Aydoğdu, H. (1969). Kızılhisar Tarihi. Muğla: Muğla Gaz. ve Matb.
Baykara, T. (1969). Denizli Tarihi. İstanbul.
Çay, M. A. (1983). Anadolu’da Türk Damgası, TKAE Yay. Ankara.
Denizli İli Köyler ve Belediyeler Listesi, (1996). Denizli Valiliği.
Ebul Gazi Bahadır Han, (1996). Şecere-i Terakime, Haz. Zuhal Kargı Ölmez, Ankara.
Eröz, M. (1991). Yörükler. İstanbul: TDAV Yay.
Gökçe, T. (2000). XVI ve XVII. Yüzyıllarda Lâzıkıyye (Denizli) Kazâsı, Ankara: Türk
Tarih Kurumu Yayınları.
Gündüz, T. (1997). Anadolu’da Türkmen Aşiretleri. Ankara.
Halaçoğlu, Y. (1997). 18. yy.da Osmanlı İmparatorluğu’nun İskan Siyaseti ve Aşiretlerin
Yerleştirilmesi. Ankara.
İnanç Dergisi, Denizli Halkevi Dergisi, 105 sayı
Kaptan, Ş. T. (1988). Denizli Halk Kültürü Ürünleri-I. Denizli: Denizli Yenigün Mat.
Komisyon. (1997). Ekonomik Yönü İle Denizli. Denizli: Denizli Graf Art.
--------. (2001). Denizli Turizm Envanteri. Denizli: Yeni Merhaba Mat.
--------. (1989). İlçemiz Kale. Denizli: Özden Ofset.
--------. (1998) Türkiye’nin Parlayan Yıldızı Denizli. İzmir: TC. Denizli Valiliği.
Kurgun, L. (2002). Denizli İli Yer Adları. Basılmamış Dr. Tezi, PAÜ Sos. Bil. Ens.,
Denizli.
Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri, (1993). T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel
Müdürlüğü, (937/1530), I, Ankara.
Orhunlu, C. (1963). Osmanlı İmparatorluğunun Aşiret İskân Teşebbüsü, İstanbul.
Öztuna, Y. (1978). Türkiye Tarihi. Cilt II, İstanbul.
Saraçoğlu, (1989). H. Akdeniz Bölgesi. İstanbul: MEB Yay.
Seyirci, M. (1999). Batı Akdeniz Bölgesi Yörükleri. Antalya.
Sümer, F. (1980). Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri-Boy-Teşkilatları-Destanları. Ana Yay.
--------. (1953). Avşarlara Dair. Fuat Köprülü Armağanı. Ankara. 453-478.
--------. (1991). Çepniler. Türk Dünyası Tarih Dergisi. 4-25.
Tarhan, T. (1968). Denizli Tarihi.
Togan, Z. V. (1981). Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul.
Tok T. (2002). Boy, Oymak, Aşiret ve Cemaat Adları Çerçevesinde Tavas, Kale, Beyağaç Yöresi Yörükleri ’ne Genel Bir Bakış. Yörük ve Türkmenlerde Günlük Hayat Sempozyum Bildirileri. Ankara. 210-213.
--------. (2002). Denizli İli Güney ve Güneybatı Ağızları. Basılmamış Dr. Tezi, PAÜ Sos.
Bil. Ens., Denizli.
Türkay, C. (1979). Başbakanlık Arşivi Belgelerine Göre Osmanlı İmparatorluğu’nda Oymak, Aşiret ve Cemaatler. İstanbul.
Vehbi, A. (1951). Acıpayam. Ankara: Ankara Çankaya Matbaası.
Wittek, P. (1986). Menteşe Beyliği. Ankara: TTK Basımevi.
Yalgın, A. R. (2000). Cenupta Türkmen Oymakları, Cilt I-II. Ankara: MEB Yay.
626
DENİZLİ VE YÖRESİNDE OĞUZ YERLEŞİMİNE DAİR BAZI TESPİTLER
EKLER:
Resim 1. Denizli ve yöresi haritası
Resim 2. Yörede bulunan kaya resimlerinden bir örnek.
627
TURGUT TOK
Resim 3. Yöredeki mezar taşlarındaki tamgalar.
Resim 4. Saha çalışmasından.
628
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
OĞUZLUĞUN BATI TEMSİLCİLERİNDEN: BERENDİLER
U MU T ÜRE N
XI-XIII. yüzyıllarda Karadeniz’in kuzey bozkırlarında faal Türk kavimlerinden birisi
olan Berendiler, Rus kaynağı Povest’de ilk olarak 1094 yılındaki gelişmelerin bahsedildiği satırlarda, bölgedeki Peçenek ve Torklarla birlikte karşımıza çıkmaktadır
(Yücel, 2007, s. 50). Povest’te Berendilerle birlikte Tork, Torky ve nadiren Türkmen
olarak anılan diğer kavim Bizans kaynaklarının Uzlar olarak zikrettiği, Oğuz boylarının batı kanadını teşkil eden halk idi. Berendiler ile Uzlar bölgedeki bütün gelişmelerde birlikte anılmışlardır. Kaynaktaki ifadeler Berendilerin ilk anıldıkları tarihten
itibaren önemli bir güce sahip olduğunu gösterir niteliktedir. Rus knezlikleri himayesinde hizmet gören Berendlilerin seferlere 1500-2000 kişilik bir orduyla destek
verdiğine dair kayıtlar mevcuttur (Yücel, 2007, s. 50). Kavmin bazı durumlarda
30.000 kişilik bir orduyu da çıkarabildiğini söyleyen satırlar ise Karadeniz araştırmalarının ülkemizdeki yol başçısı rahmetli Kurat tarafından mübalağalı bulunmuştur.
Ancak ilerleyen satırlarda da görüleceği üzere Rus knezlerinin yanlarına çekmekten
mutluluk duydukları hatta dostluklarını kaybetmeme pahasına antlaşma tekliflerini
geri çevirdikleri bu kavim için söylenen sayılar pek de abartılı olmayabilir (Rasovskii, 2012, s. 26).
Genel olarak Peçenek ve Uzlarla ilgili hadiselerle ve aynı çevrelerde anılan kavmin
menşei konusunda yapılan çalışmalarda farklı öneriler sunulmuştur. Kafesoğlu ve
Rasonyi’ye göre Berendiler bir Peçenek kavmidir (Kafesoğlu, 2005, s. 194; Rásonyi,
1993, s. 132). Kurat, kavmin Peçeneklerden tamamıyla ayrı olduğu kanısındadır
ancak bununla birlikte kökenleri konusunda herhangi bir öneride bulunmamıştır.
Pritsak, Berenderi Uzların en büyük kolu olarak değerlendirir (Pritsak, 2002, ss. 518519). Golubovskiy de onların Uzların bir kolu olduğunu iddia eder. Hazar çalışmalarının önde gelen isimlerinden Artamanov ise onları Kıpçak bünyesinde değerlendirerek, Uzlarla farklı köklere sahip olduklarını düşünmektedir (Artamanov, 2004, s.
538). Bize göre şimdiye kadar öne sürülmüş tekliflerden en güçlüsü Uzlar çerçevesindeki değerlendirmelerdir. İsimlerinin sürekli olarak Uzlarla beraber Galiç ve Kiev
629
UMUT ÜREN
Knezliği sahasında ve Suzdal-Rostov çevresinde anılmış olması da bu görüşü destekler mahiyettedir. Peçeneklerin hareket sahası genel itibari ile Kiev dolayları olmuş,
daha kuzeye çıkmamışlardır. Bundan başka Rus kaynaklarında Peçeneklerin ilk
zikrediliş tarihi 915, Berendilerin ise 1094’tür. Yıllıkların yaklaşık 200 yıl gibi uzun bir
süre böyle bir birlikteliği kaçırması düşünülemez. Bozkırlı kavimlerde, isimlerinin
zaman zaman yükselmesine paralel olarak rollerin değiştiği defalarca görülmüştür.
Muhtemelen burada da böyle bir ilişki söz konusu olmuş, vaktiyle Uz birliği içerisinde yer alan Berendiler güçlenerek isimlerini onların önüne geçirmişlerdir. Ancak
her iki kavminde üstte Oğuz çatısında birleştiği ve Oğuzluğun batı kanadını temsil
ettikleri gerçeği açıktır.
Berendi isminin kökeni ve anlamı meselesi tıpkı menşei tartışmaları gibi farklı teklifleri beraberinde getirmiştir. Rasonyi, ismin –ber’den (vermek) ber-in-di (verilen) hâline dönüşümü üzerinde durmuş, bu yaklaşım Golden tarafından da kabul görmüştür.
Bu teklifi reddeden Pritsak, “ber-in” şeklinin çok nadir olduğunu ve özel isimlerde
kullanılmadığını, Beren adının Macarcada da olduğu gibi fiil değil isim köklü olduğunu belirtmiştir (Pritsak, 2002, s. 519). Kelimenin anlamının altın kartal olduğundan
şüphe duymayan Pritsak, kavim adının altın kartallı olarak değerlendirilmesi gerektiği düşünmektedir.1 Prtisak, aynı zamanda kelimenin anlamının en iyi, Kırgız Türkçesinde korunduğunu söyler. A. N. Baskakov, sondaki –dey ekinin benzetmeyi (gibi)
karşıladığını söyleyerek Beren kelimesinin izahını üç şekilde yapmıştır. Bunlar; hançer-kılıç, akıllı-kuvvetli-cesur, kartal-aslandır (Yücel, 2007, s. 36). Kazak Türkçesinde
de Beren kelimesi cesur, sağlam, hançer anlamını korumaktadır.2 Son olarak J.
Brutzkus da Berendi kelimesinin anlamının “güneyliler” olabileceği üzerinde durmuştur. Rus dilinin etimolojik sözlüğünü hazırlayan M. Vasmer kelimenin etimolojisinin net olmadığını belirtmiştir (Vasmer, 1986, s. 155).
Uz ve Berendilere nazaran bölgeye daha erken gelenler Peçenekler idi. Rus yıllıklarına göre Peçeneklerin Rus topraklarına ilk geliş tarihleri 915’tir (Yücel, 2007, s. 36).
Onları batıya kovalayanlar Uzların bizatihi kendisi olmuştu. Vaktiyle IX. yüzyılda
Yayık nehri boylarında Hazar komşuluğunda yaşayan Peçeneklerin, Hazar ticaretine
ve yerleşik halka zarar vermeye başlaması, Hazarların Uzların yardımına başvurmasına vesile olmuştur. Uz hücumları karşısında yerlerinden olan Peçenekler 860-880
civarında İdil’in batısına geçmek zorunda kaldılar. Yurtlarında kalan Peçenekler ise
esir edilerek başka yerlere satılmışlardır (Orkun, 1933, s. 10). Eski yurtta kalan Peçeneklerin içinde bulundukları durumu 921 yılında İdil Bulgar ülkesine meşhur seyahati gerçekleştirmek üzere yola çıkan İbn Fadlan’ın satırlarında da görmek mümkündür. Oğuz yurdundan geçen seyyah Peçeneklerin, bu sıralarda Oğuzlara nazaran
daha fakir olduklarını ve otlaklarının daraldığını anlatmıştır.3
Kırgız Türkçesine göre Beren; bir kartal türü, güçlü, kuvvetli veya kahraman anlamını taşır.
Yudakin K. K., Kirgizsko Russkiy Slovar’, İzdatel’stvo Sovetskaya Etsiklopediya, Moskva 1965.
2 Kazak Türkçesi Sözlüğü, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1984, s. 44.
3 İbn Fadlan Seyahatnamesi, (aktaran; Ramazan Şeşen), İstanbul: Yeditepe Yayınları, 2012, ss. 1819.
1
630
OĞUZLUĞUN BATI TEMSİLCİLERİNDEN: BERENDİLER
Peçeneklerin İdil ötesine geçtiği sıralarda Bizans İmparatorluğu bir diğer Türk kavmi
olan Bulgarlarla mücadele hâlinde idi. Bizans, Çar Simon önderliğindeki Bulgarların
Trakya istilasından kurtuluş ümidi olarak yeni gelen Peçeneklere başvurmada gecikmemiştir. Peçenekler öncelikle yardım etmeyi kabul etmişlerse de müşterek hareket esnasında Bizans ordu kumandanlarının kendi aralarındaki ihtilafı görerek bundan vazgeçmişlerdir (Kurat, 1937, s. 85).
Peçeneklerin batıya göçü, kaynakların vermiş olduğu tarihlere göre 915’ten 1036
yılına kadar sürecek olan Peçenek-Rus mücadelelerini başlatmış oluyordu. Rus topraklarında geçen yaklaşık 121 yıl boyunca Povest’de tam on bir Peçenek akını kaydedilmiştir. Geçen sürede Peçenekler sadece Ruslarla savaşmamışlar, knezlerle müttefik hâlde başka milletlere karşı da mücadele vermişlerdir. Rus knezi Yaroslav’ın
Peçeneklere son darbeyi indirmesinden biraz önce, doğudan gelen yeni bir Uz baskısı onların esas kitlesinin Tuna boylarına inmelerine sebep olmuş ve knez yurtlarında
kalan Peçenek bakiyelerini mağlup emiştir. Rus yıllıklarında 1036 yenilgisinden
sonra Peçenekler tamamen kaybolup gittiği ifade edilir ki bu Kiev Rusya’sı sahasından çekildiklerine işarettir. Bu son hücumla Kiev Knezliği için Peçenek bahsi kapanmış oluyordu, bölgede bulunan az sayıdaki Peçenek daha sonraki tarihlerde
hudut bekçiliği görevini üstlenmişlerdir. Peçeneklerden boşalan yerlerde ise ağırlıklı
olarak Uzlar görülmeye başlamıştır.
Tuna boylarına çekilen esas kitle de peşlerini burada da bırakmayan Uzların baskısıyla Bizans sınırlarına girmişlerdir. Balkanlardaki Peçenek serüveni 1091 yılında
Meriç Irmağı kıyısındaki savaşla son bulmuştur. Bu son savaşta Kumanların desteklediği Bizans ordusuna4 mağlup olan çok sayıda Peçenek’in Bizans hizmetine girdiği
ve Anadolu’ya yerleştirildiklerini biliyoruz (Baştav, 1989, s. X). Bizans için bir dış
tehdit unsuru olarak Peçeneklerin son kez görünmeleri 1122 yılındadır. Bu son akın
da İmparator II. Ioannes tarafından bertaraf edilerek artık Bizans için Peçenek bahsi
kapatılmıştır (Ostragorsky, 1999, s. 349).
Tıpkı Anadolu sahasına yönelen Oğuz boylarının ortak hareketi gibi Berendiler ile
Uzlar Hazar batısına birlikte geçmiş olmalıdırlar. Bunlar arasında Peçenekleri kovalamada Uzların daha istekli olduğunu ve Berendilerin esas kitlesinin Azak’ın kuzeyindeki sahada kalarak, Ruslarla bozuşmadıkça ve Kuman baskısı gelmedikçe, bölgeden ayrılmadığını düşünmek yerinde olacaktır. Uzlar, Peçeneklere karşı giriştikleri
savaşlarda nüfus kaybı yaşarken Berendiler bu sırada adeta bir istirahat dönemi
geçirmişlerdir.
1060 yılı civarında artık Orta Dinyeper boylarında olduğunu bildiğimiz Uzların
knezlik topraklarına yaptıkları baskınlar Rusları harekete geçirmiştir. Knezliğin sayıca üstün orduları karşısında tutunamayan Uzlar bunun üzerine Tuna boylarına çekilmek zorunda kalmışlardır. Uzların güney Rusya ovalarından çıkarak Balkan ara4
Bizans İmparatoru I. Aleksios İstanbul’un hem karadan hem de denizden kuşatıldığı müşkil
durumdan kurtulma çaresi olarak Kumanları görmüştür. Bizans kaynaklarına göre burada
katliam gibi bir savaş olmuş Peçeneklerin tamamına yakını imha edilmiştir. Ayrıntılı bilgi için
bk. Ostrogorsky, G. (1999). Bizans Devleti Tarihi, Çev. Fikret Işıltan, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 333.
631
UMUT ÜREN
zisine girmelerinin bir diğer büyük nedeni de doğudan gelen Kuman baskısı idi
(Ostragorsky, 1999, s. 317).
Uzlar, Tuna sevahiline indikten sonra eski düşmanları Peçeneklerin arkasından
Trakya ve Makedonya’ya saldırmışlar, Peloponezos’a kadar ilerlemişlerdir. Ancak
1065 yılı civarındaki bu hareket büyük bir felaketle neticelenmiştir5 (Mikhail Psellos’un Khronographia’sı, 1992, s. 212 ) Şiddetli soğuklar, hastalıklar ve Peçeneklerle
mücadeleden kırılan Uzların bir kısmı Macaristan’a akın etmişse de başarılı olamamışlardır. Esas gücünü kaybeden Uzların bir kısmı Bizans hizmetine girerken bir
kısmı geri dönerek Rus knezliği hizmetine girmişler ve birlikte geldikleri Berendilerle yan yana yaşamaya başlamışlardır. Uzların 1068 yılındaki son Macaristan saldırılarına Berendilerin de bir kısmı iştirak etmiştir (Yücel, 2007, s. 51).
Bu karışık ilişkiler çerçevesinde Rus yıllıklarında zaman zaman Berendilerle anılan
Peçeneklerin, yukarıda bahsettiğimiz 1036 yenilgisi sonrasında, Tuna’ya inmeyerek
Kiev sahasında kalan küçük grup olduğunu düşünmekteyiz. Hâlihazırda Berendilerin Peçenek grubu dâhilinde olduklarına dair ne Rus ne de Bizans kaynaklarında
herhangi bir işaret bulunmamaktadır. Vaktiyle İdil’i geçerek Don ve Kuban boylarından, Kırım hatta Tuna sahasına kadar oldukça geniş bir sahaya yayılan Peçeneklerin sekiz boydan ibaret olduğu bilinmektedir.6 Yazar İmparator Konstantin
Porphyrogennetos bu uruğ isimlerini nakleder. Bunlar; Ertim, Çor, Yula, Kulbay,
Karabay, Tolmaç, Kaban ve Çoban’dır (Porphyrogenitus, s. 167). Bu sekiz uruğun
ayrıca kırk oymağa bölündüğü de kaynakta belirtilmiştir. Peçeneklerle oldukça yakından ilgilenen Konstantinos’un burada, Peçenekler’e bağlı, Berender gibi güçlü bir
boyu kaçırması mümkün değildir.
Rus Knezlerinin askeri hizmette tercihi nispeten daha kalabalık ve aktif olduğunu
düşündüğümüz Berendi’ler olmuştur. Yüksek ihtimalle Peçenek ve Ruslarla mücadelelerde Uzlar’ın büyük bir nüfus kaybına uğraması da bunda etkili idi. Bunun
haricinde fırsat buldukça knezlik topraklarına akın düzenlemekten geri durmayan
Uzlara nazaran Berendiler daha ılımlı bir müttefik görünümündedir.
Kiev knezliğinin zaman zaman bu güçlü müttefiki kaybetmeme uğruna gayret sarf
ettiği kaynaklara yansımıştır. 1154 yılında Rus sınırlarına yapılan Kuman akınları
sırasında Berendilerin çok sayıda Kumanı esir aldıkları bilinmektedir. 1155 yılında
barış yapmak üzere gelen Kumanların, Berendlilerin elinde bulunan esirlerini geri
istemesi Knez Yuri tarafından reddedilmiştir. Berendlilerin Kneze “biz senin ve
Bizans Kaynağı, Konstantinos Dukas’ın fazla gayret sarf etmeden savaşı kazandığından bahsetmektedir. Tuna’yı geçen Oğuz boyunun, Bizans kumandanlarından Basileios ve Nikephoros Botaneiates’i esir almalarından sonra, Dukas’ın Uzlar üzerine yürümeye kalktığı ancak bu
sıralarda açlık ve hastalıklar yüzünden Uzların büyük kısmının Tuna ötesine çekildiği kaydedilmiştir. Bk. Mikhail Psellos’un Khronographia’sı. (1992). Çev. Demirkent I., Ankara: Türk Tarih
Kurumu, s. 212.
6 Bizans kaynağı da Peçeneklerin vaktiyle Hazar ve Oğuz komşuluğunda yaşadığını ve Uzlarla
giriştikleri savaşta mağlup olarak İtil’i geçtiklerini anlatmaktadır. Bu satırlarında devamında
Peçeneklere dair haberleri aktaran Konstantin, Peçeneklerin boylar halinde yaşadıklarından
bahsetmektedir. Constantine Porphyrogenitus, De Administrando Imperio, s. 167.
5
632
OĞUZLUĞUN BATI TEMSİLCİLERİNDEN: BERENDİLER
oğullarının namusu için kendimizi feda ediyoruz” şeklindeki itirazı üzerine Yuri,
Kumanlara hediyeler sunarak bu isteklerini geri çevirmiştir (Yücel, 2007, s. 386).
Rus kroniğindeki bilgiye göre 1177 yılındaki Kuman seferi esnasında, Kumanlar,
Berendilerin altı şehrini alarak Rostovtsev’e doğru ilerlemişlerdir. (Yücel, 2007, s.412)
Bu kısa bilgi söz konusu tarihlerde Berendilerin Rusya topraklarında hatırı sayılır bir
nüfusa sahip olduklarına işaret etmektedir. Bir başka yerde Uzların ve bütün KaraKalpakların, Berendi topraklarından geldiklerinin söylenmesi de oldukça dikkat
çekicidir (Yücel, 2007, s. 132). İki bilgi de Berendilerin köklü bir şekilde iskânına
işaret ettiği gibi Peçenek ve Rus savaşlarından kalan Uz bakiyelerinin tekrar Berendilerin yanına döndüklerini de kanıtlamaktadır.
Rus knezliklerine gerek dâhili gerekse harici savaşlarda askerlik hizmeti sunan Berendiler doğudan gelen yeni göçlerle giderek güç kaybına uğramışlardır. Önce Kuman-Kıpçak ardından Moğol istilaları kavmin adının yavaş yavaş unutulmasına yol
açmıştır. Bu istilalar karşısında yurtlarında tutunamayan Berendilerden bazıları
Romanya ve Bulgaristan arazisine göç etmişler, kalan az sayıdaki kısım ise doğu
Slavları arasında erimişlerdir. Günümüzde hala daha Bulgaristan ve Romanya topraklarında Berendi adının izlerini taşıyan yer isimleri ve soy isimlerine rastlamak
mümkündür. Rasonyi, Rumen asilzadelerinde Berendey gibi soyadlarına rastlandığını ve bunun Kıpçaklar aracılığıyla geçtiğini öne sürmektedir (Rásonyi, 1993, s. 151).
Bunun haricinde Anadolu’da da Berendi adını taşıyan köy isimlerine rastlanmaktadır. XVII. yüzyılda Çukurova dolaylarında Dulkadirli oymakları arasında Berendi
adı geçer (Sümer, 1980, s. 192). Günümüzde ise Antalya’nın Serik ilçesine bağlı bir
köy ile Karaman’a bağlı bir köyün adı Berendi’dir. İlk bakışta bu isimler Anadolu’ya
gelen Oğuz Boylarının en güçlülerinden biri olan Bayındır’la alakalı görülebilir.
Ancak isimlerin yakınlığına rağmen dikkatli bir biçimde ayrı olarak kaydedilmişlerdir. Abdülkadir İnan, Ali Rıza Yalman’ın Cenupta Türkmen Oymakları isimli çalışmasında Berendi adındaki bir köyü Bayındır7 olarak izah etmesini tenkit ederek
vaktiyle Berendi isminde bir Oğuz grubunun var olduğunu belirtir (İnan, 1935, ss.
305-307). Bayındır boyu ile Berender’in aynı olabileceğini düşünen bir diğer âlim
Barthold’dur (Karataev, 2002, ss. 379-380). Ancak buna delil olarak gösterilebilecek
herhangi bir tarihî kayıt yahut iz mevcut değildir. Anadolu topraklarındaki bu yer
isimlerinin sahipleri tıpkı Peçenekler gibi yine Bizans eliyle bölgeye yerleştirilen
Türk unsurlarıyla ilgili olsa gerekir.
7
Yalman, A. R. (2000). Cenupta Türkmen Oymakları, Cilt-1, Ankara: Kültür Bakanlığı, ss. 230-231.
Bulgar Dağının kuzeyindeki köyden bahseden Yalman, köyün asıl adının Yerendi iken sonradan Berendi hâline dönüştüğünü söyler. Ona göre köyün isminin iki şekilde düşünülmesi
gerekmektedir ki bunlardan ilki bir aşiret adı olma ihtimalidir. Buradaki teklifi Bayındır olmuştur. Diğer ihtimal ise bölgede sıklıkla toprak kayması yaşandığından adın Yerendi’den
gelmiş olabileceği ihtimalidir.
633
UMUT ÜREN
KAYNAKÇA
Artamanov, M. I. (2004). Hazar Tarihi. İstanbul: Selenge Yayınları.
Baştav, Ş. (1989). Bizans İmparatorluğu Tarihi, Son Devir (1261-1461). Ankara: Türk
Kültürünü Araştırma Enstitüsü.
Constantine Porphyrogenitus, De Administrando Imperio. (ed. Gy. Moravcsik, İngilizce
ed. J. H. Jenkins). 1967.
İbn Fadlan Seyahatnamesi. (2012). (Akt. Ramazan Şeşen). İstanbul: Yeditepe Yayınları.
İnan, A. (1935). Tahlil ve Tenkidler. Türkiyat Mecmuası. Cilt: 3
Kafesoğlu, İ. (2005). Türk Milli Kültürü. Ötüken Yayınları.
Karataev, O. (2002). Eski Türk Devrindeki Kırgız Etnik İsimleri. Türkler Ansiklopedisi.
Cilt: 2. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.
Kazak Türkçesi Sözlüğü (1984). İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı.
Kurat, A. N. (1937). Peçenek Tarihi. İstanbul: Devlet Basımevi.
Mıkhael Psellos’un Khronographıa’sı, (1992). Çev. Demirkent I., Ankara: Türk Tarih
Kurumu Basımevi.
Orkun, H. (1933). Peçenekler. İstanbul: Remzi Kitaphanesi.
Ostrogorsky, G. (1999). Bizans Devleti Tarihi. Çev. Fikret Işıltan. Ankara: Türk Tarih
Kurumu Yayınları.
Prıtsak, O. (2002). Türk-Slav Ortak Yaşamı: Güneydoğu Avrupa’nın Türk Göçebeleri.
Türkler Ansiklopedisi. Cilt: 2. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.
Rásonyı, L. (1993). Tarihte Türklük. 3. Baskı, Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları.
Rasovskii, D. A. (2012). Polovitsi, Çernie Klobuki: Peçenegi, Torki i Berendei na Rusi i v
Vengrii. Moskva.
Sümer, F. (1980). Oğuzlar (Türkmenler: Tarihleri- Boy Teşkilatı-Destanları). İstanbul.
Vasmer, M. (1986). Etimologiçeskii Slovari Ruskogo Yazika. Moskva.
Yalman, A. R. (2000). Cenupta Türkmen Oymakları. Cilt-1, Ankara: Kültür Bakanlığı.
Yudakin, K. K. (1965). Kirgizsko Russkiy Slovari İzdatel’stvo Sovetskaya Etsiklopediya.
Moskva.
Yücel, M. U. (2007). Rus Yıllıklarına Göre Türkler. Ankara: Türk Tarih Kurumu.
634
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
İRAN’DA OĞUZ / TÜRKMEN BOYLARI
YA GH O OB R AH İM İ DAS HL İ BORO O N
İran Türkmenleri
Oğuz Türkleri batıya doğru yaptıkları büyük tarihî göçlerinde, Maveraünnehir ve
Horasan bölgeleri yoluyla İran, Azerbaycan ve Anadolu’ya gelmişler; ama onların bir
kısmı da, Hazar denizinin doğusunda, kendilerinin eski ülkelerinde kalarak, şimdiki
Türkmenistan ve onun civarındaki Türkmenleri oluşturmuşlar. Bu tarihî süreci, Prof.
Dr. Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) eserinde detaylı şekilde göstermektedir.
Kaşgarlı Mahmut’un açıklamasına göre, 10. yüzyılda bütün Oğuzlara Türkmen
denilmekte ve bu iki kelime eş anlamlı şekilde kullanılmaktaymış. Hâlbuki şimdi,
Türkmen ismi sadece Hazar ötesi Türkmenlerinde, Irak, Suriye ve Türkiye ile
Azerbaycan’ın bazı yerlerinde yaşayan Oğuz kökenli etnik gruplar tarafından
kullanılmaktadır.
Coğrafi konum açısından, Türkmenistan cumhuriyeti Türkmen nüfusunun
odaklandığı merkez sayılır. İran, Afganistan ve Özbekistan ülkelerinde yaşayan
Türkmenler,
genellikle
Türkmenistan
sınırında
oturarak,
boy
açıdan
Türkmenistan’ın içinde bulunan Türkmen oymakların uzantısı niteliğindedirler.
1873 yılında İran Merv savaşında Ruslara yenildikten sonra, Türkmenlerin son
direndikleri yer olan Göktepe de 1880’de Rusların eline geçti. Hazar denizinin
doğusundaki sınırları belirlemek için, İran Dışişleri Bakanı Mirza Saidhan Ensari ve
Rus büyükelçisi İvan Zinovyev’in arasında 14 Aralık 1881’de Ahal Antlaşması
imzalandı. Bu antlaşmaya göre Etrek ırmağı, Çat adlı Türkmen köyünden doğuya
doğru Songı dağı, Çendir ve Sumbar ırmakları ve Aşgabad’ın güneyinde Köpet dağı
sınır olarak belirlenip, Batıya doğru da Sumbar’ın Etrek ırmağına biriktiği yerden
şimdiki İnçe Burun şehrine kadar Etrek ırmağı ve oradan Hazar denizine kadar,
kırsal sınır ilan edildi. 30 sene civarında bu antlaşmaya iki devlet tarafından önem
verilmiyordu ve yörük Türkmenler yaylak-kışlak yaparak sınırın iki tarafına gidip
geliyorlardı. Rıza Şah Pehlevi, Türkmenleri Tahta kapı siyasetiyle yerleşik hayata
geçirdi ve sınırın ötesine geçenleri cezalandırdı veya sürgün etti. Bu antlaşma
635
YAGHOOB RAHİMİ DASHLİBOROON
tarihinden sonra İran Türkmenlerinin coğrafya konumu ‘’Türkmensahra” olarak
bilindi. Böylece, İran Türkmenleri, sınırın güney kısmında, eskilerden beri kendi
yaşadığı bölgede yeni sınırın İran kesiminde kaldılar. Bunlar Yomutlar, sonra
Göklenler ve Nohurlar biraz da Salır, Teke ve Mürçeli boylarından oluşmaktadırlar.
İran’ın İslamî devriminden sonra, Türkmenlerin arasında dil, edebiyat kültür ve
sosyoloji alanlarda bilimsel çalışmalar artmıştır. Birçok ilmi ve edebi eser
yayımlanmıştır.
Kültürel açıdan İslam medeniyetinin etkisinin yanı sıra, İslamiyet öncesi unsurlar da
İran Türkmenlerinin kültüründe görülmektedir. Örneğin hastaları tedavi etme ve
çeşitli sorunları halletme amacıyla Porhancılık adında olan efsun ve sihirle şiir
okuma yöntemi vardır. Zikr-i hançer oyunu da eski zamanlarda savaşlara coşkunluk
katmak için türemiştir denilmektedir. Ancak İslam dinini kabullendikten sonra
tasavvufî şiirler de etkili olmuştur şeklinde görüşler de bulunmaktadır.
İran Türkmenlerinin yaşadığı bölge, geniş bir düzlük olup, 54/15-56/20 boylam ve 3638 coğrafi enlemde yerleşmiştir. Genişliği 37,516 km2 olup, Hazar denizin kıyıları
açık denizden alçak ve doğuya doğru yükselmektedir. Günbed-i Kavus şehrinde bu
yükseklik 38 metre olur. Bu düzlüğün kuzey sınırı Etrek ırmağı, Güneyde ise
Hākrizi, Şahmerz Fars ve Türkmen köylülerin ortak sınırıdır (Gorgâni, 1980, s. 1).
Haritada görüldüğü gibi, Yomutlar, Hazar denizinin Güney-doğu kıyısından
başlayarak doğuya doğru, Bender-i Türkmen, Kümüştepe, Simin Şehir, Akgalā,
Günbed-i Kavus, İnçe Burun ve Maravatepe şehirlerinde ve onlara bağlı köylerde
yaşamaktadırlar.
Tekeler Günbed-i Kavus’da bir mahalle, şehrin yakınında bir köy ve biraz da
Nohurlular bölgesindedirler.
Göklenler, Yomutların en doğudaki yaşadığı yer Maravatepe’nin güneydoğu ve
güney tarafındaki Kelāle şehrinde ve ona bağlı köylerde yaşamaktadır.
Nohurlular ise, Göklen ve Yomut boylarının doğu komşusu olarak Kuzey Horasan
eyaletinin Raz ve Cergelân ilçesinde yerleşmişlerdir. Burada Mürçeli boyu tek bir
köyde vardır.
Biraz Salır topluluğu da Rezevi Horasan’a bağlı Türbet-i Cam şehrinde
bulunmaktadırlar.
Harita: İran’da Oğuz/Türkmen bölgeleri.
636
İRAN’DA OĞUZ / TÜRKMEN BOYLARI
Türkmenler çoğunlukla çiftçilik ve hayvancılıkla meşgul olup, yüksk seviyyedeki
tahsilin gelişmesiyle idāri, memurluk ve yeniçağ hayatının işleri olan eğitim, sağlık,
inşaat ve firma sektörlerinde de çalışmaktadırlar.
İran Türkmenlerinin boyları şunlardan ibarettir:
1. Yomut
2. Göklen
3. Nohurlı
4. Teke
5. Salır
6. Mürçeli
7. Kutsal Boy (Ata, Şıyh, Magtım, Hoca)
Yomut:
Yomut kelimesinin etimolojisi konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır. Türkmen
bilimadamı Nazar Yomudskiy, Salır Gazan’ın torunlarından 12. ve 13.yy.da yaşamış
olan Söyün Han’ın oğlu, Yomut adlı bir kişinin adından geldiğini söyler. Antropolog
Atacıykov, Yov-mut ‘’düşmanı yenen’’ anlamını öne sürmektedir. A. Vambery ise,
topluluk ve boy anlamındaki yom ve -ut çokluk ekinden olduğunu beyan eder.
Yom kelimesi günümüz Türkmencede bulunmamasına rağmen, yum şeklinde yumak
“yuvarlak toplanan ip”, yumruk, yumrı “yuvarlak”, yumurtga “yumurta” vardır.
Uygur Türkçesinde yumut nüfus ve toplum anlamına gelir. (Ataniyazov, 1994, ss.
143-4, )
Ebulgazi’nin Şecere-i Terakime’sinde Salır Gazan soyundan gelen Yomut ve kardeşi
Gultak, birer küçük aşiret olarak karşımıza çıkar (Yıldırım, 2009, s. 25). Yomut,
Balkan ve Mangışlak’ta Salırların küçük boylarının birleşmesinin sonucu olmalıdır.
Zira, Ebulgazi’nin Yomut’u Salır soyundan geldiğini söylemesine ilaveten, Ersarı,
Sarık, Teke ve Yomut Daşkı Salır birliğini oluşturmuşlar; ayrıca Yomut’un kardeşi
Gultak, şimdiye kadar Ersarı ve Salır tayfalarının alt grubu sayılmaktadır ve bu iki
boyda Yomut’un alt gruplarına adaş aşiretler bulunmaktadır (Ataniyazov, 1994, s.
143).
A. Vabiri’nin raporuna göre Atabay, Caferbay, Şeref-çunı ve Okurcalı olarak dört alt
guruba ayrılırlar. ( ﮔﻠﯽ1988, s. 222) İran’da yaşamakta olan Yomutlar iki topluluk
olarak Atabay ve Caferbay’a ayrılıp, onların alt grupları şunlardır:
A. Atabay: Akatabay ve Atabay
A.1. Atabay: Sähne, Sowgı, Yampı, Sarı çunı, Mämed Ālık, Temek, Hanlı, Gazılı,
Gaňırma, Tāna, Dügünçi, Kese, Kese arka, Aşır, Gara Daşlı.
A.2. Akatabay Uzıyn(uzun) Ak ve Gıysga(kısa) Ak olarak iki kola ayrılır:
A.2.1: Uzıyn Ak: Sakavı, Gök, Hebibli.
A2.2. Gıysga Ak: Yolma, Gözmämetli, Şirmämetli, Nurmämetli.
Yılgay, Daz, Diyeci, Badrak, Köçek, İgdir, Tatar, Gocık, Gān Yokmaz, Bähelke,
Eymir tayfaları da Atabaylardandır ve bunların bazıları sonradan boy birliğine
kabul edilmiş olup Urnat denir. ( ﮔﻠﯽ1988, s. 223)
B. Caferbay: Yomut hanın oğlu Şeref’ten gelirler ve ilk dört grup oluştururlar: Yarālı,
Nurālı, Mirālı, Şirālı.
Yarālı: İri Tumaç, Ovnık Tumaç, Arık, Kel, Köse, Gızıl, Sakgallı, Garagul, Burkaz,
Çövgen.
637
YAGHOOB RAHİMİ DASHLİBOROON
Nurālı: Kötükpaň, Kör, Kem, Turaç, Törrük, Gulgūruk, Kelte, Garaca, Gara incik,
Keçebaldır. ( ﮔﻠﯽ1988:224)
Pierre Galafassi’nin ağ sayfasında 2010’da yayımladığı, “Locations of Major Turkmen
Tribes (16th to 19th Centuries)” adlı makalesinde Yomutlar ve Tekeler Daşkı Salır
adıyla Mangışlak’ta İçki Salır ve Göklenlerin arasında bir Türkmen
konfederasyonunu teşkil etmekte idiler. Kalkukların ve sonra Kazakların saldırısına
uğradıklarında ikiye ayrılıp Bayram Şalı diye anılan bir bölümü küzeyde Harezm’e
ve Kara Çoka adlı başka bölümü de güneye doğru göçerek, Göklenleri doğuya ve
daha güneye ittiler. Böylece onlar Gürgen ve Etrek ırmakları arasında yerleşerek,
Farslarla komşu oldular (Galafassi, 2010, 3).
Yomutlar, Sarık, Ersarı, ve Teke ile birlikte Daşkı Salır adıyla anıldığına göre, Oğuz
boylarının Salır kolundan geldikleri anlaşılmaktadır ve İran Türkmenlerinin çoğunu
oluşturan Yomut boyunun da bu kola girdiği malumdur.
İran’daki Yomutların bir kolu olan Gara Daşlılar, Soltanşa Ataniyazov’a göre, soy
açıdan Oğuz boylarının Yazır koluna bağlı olduğu söylenmektedir (Ataniyazov,
1999).
İran’ın Gülüstan eyaletinde, Yomutların arasında İgdir ve Eymir olmak üzere iki
oğuz boyu daha yaşamaktadır. kendi adlarına Eymir Mämetgulı Ahun, Eymir Molla
Sarı, Eymir Abdılla, İgdir Olyâ (Yukarı İgdir) ve İgdir Soflâ (Aşagı İgdir) gibi
köylerde yaşamaktadırlar.
Göklen:
Göklen kelimesi gök ve -laň/leň mekan ekinden oluşmaktadır ve “yeşillik, ormanlık”
anlamına gelir ( ﮔﻠﯽ1988, s. 215). Ebulgazi Bahadırhan’ın Şecere-i Terakime’sinde de
kaydedilmemiş ve muhtemelen birçok Oğuz boyu yeşilllik biralanda yerleştikten
sonra diğer Türkmen boyları tarafından bu adla anılmışlardır.
Göklenler, Günbed-i Kavus’un doğusunda, Mravatepe’nin güneyinde Elburz
dağlarının doğu kesiminin eteğindeki Farsların yaşadıkları köylere komşu olarak,
Kelâle ve Güllüdağ’da yaşamaktadırlar. Göklenler diğer Türkmen boylarından daha
erken yerleşik olup çiftçilik, fidancılık, bal arısını besleyerek bal üretme, Ayçiçeği ve
Kolza ekmeyle uğraşmaktadırlar. ( ﮔﻠﯽ1988, s. 202).
A. Vambery’e göre Göklenler on alt gruptan oluşmaktadırlar: 1- Çakır 2-Begdili 3Gayı 4- Gara bal akan 5- Gūruk 6- Bayındır 7- Gerkez 8- Yangak 9- Sengrik 10Ayderviş
Abdürrahman Ahun Tengli Tâna, İran Türkmenlerinin din, dil, soyla ilgilenen ve çok
sayıda kitap yazan din hocalarından biridir. Türkmen boylarıyla ilgili Fazaili’tTürkemân adlı bir kitabı ve Şirin Beyan der Şecereyi Türk zebān adlı da bir soyağacı
yayımlamıştır. Ona göre Göklen, Oğuz hanın torunu ve Ay hanın oğlu, Dodurga’nın
soyundandır ve ikiye ayrılır: Dodurga ve Halka Dağlı. Gayı Gün hanın oğlu ve yine
bir yerde, Halka Dağlı’nın altına alınmıştır.
Dodurga dört grup olarak, Yangak, Sengrik, Gırık, Bayındır ve her biri alt gruplara
ayrılmaktadır. Hocanın tasarladığı Şirin beyan der Şecere-i Türk zebān adlı
soyağacında, ünlü şair Mahdumkulı Firakî’nin Gerkez aşireti Gırık’ın alt grubudur.
Halka dağlı beş dala ayrılır: Gayı, Garnas, Erkekli, Gara Balkan ve Begdili. Şirin
Beyan’da şu hususlar ilgi çekicidir:
• Dodurga, Reşideddin’in eserindeki gibi Ay Han’ın oğlu ve Oğuz Hanın
torunudur.
638
İRAN’DA OĞUZ / TÜRKMEN BOYLARI
Gayı, Reşideddin’in eserindeki gibi Gün Han’ın oğlu ve Oğuz Hanın torunudur.
Avşar, Reşideddin’in eserindeki gibi Yıldız Han’ın oğlu ve Oğuz Hanın
torunudur.
• Bayat, Reşideddin’in eserindeki gibi Gün Han’ın oğlu ve Oğuz Hanın torunudur.
• Çavdur, Reşideddin’in eserindeki gibi Gök Han’ın oğlu ve Oğuz Hanın
torunudur.
• Bayındır, Reşideddin’in eserindeki gibi Gök Han’ın oğlu ve Oğuz Hanın
torunudur.
• Begdili, Reşideddin’in eserindeki gibi Yıldız Han’ın oğlu ve Oğuz Hanın
torunudur.
Canmämmet Övezov, Göklen boyları konusunda, yazdığı makalede, Tüm Göklenleri
iki büyük tayfa olarak Gayı ve Dodurga’ya ayırır. Dodurga’nın alt gruplarında
Avşar, Bayat, Çavdır yer almaktadır (bayragh.ir/ )ﻣﺤﻤﻮد ﻋﻄﺎﮔﺰﻟﯽ.
Kaşgarlı Mahmud’un kaydettiği oğuzların 22 boyundan, şu yedi boy
Türkmensahra’daki Göklenlerde bulunmaktadırlar: Dodurga, Gayı, Avşar, Bayat,
Çavdur, Bayındır, Begdili.
P. Galafassi’nin verdiği bilgilere göre, Göklenler 16. yy.da Hazar denizinin doğu
kıyısında kuzeyde Ust Yurt’a kadar uzanan Mangışlak’taki dört Türkmen
konfederasyonun biri olan Sayınhanı birliğiydi. Kalmuklar ve Kazakların yarattığı
sıkıntıya maruz kalan konfederasyonlar, göç etmeye mecbur kaldılar. Daşkı Salırların
bir kısımı Sayınhanı yani göklenler birliğini güneye ve doğuya sürerek, Gürgen
ırmağının doğu kesimlerine ve Sumbar ırmağının kenarlarına ittiler (Galafassi, 2010,
s. 5).
Teke:
Şecere-i Terakime’den önceki eserlerde Teke boyuna rastlanmamaktadır ve Ebulgazi
bu konuda şölye der: “Salır ilinde bir kişi bar erdi, Toy Tutmaz; Teke ve Saruk ili
anıng oglanı turur.’’ (Yıldırım, 2009, s. 25).
Üstad Ahun Tengli Tāna, Oğuz Han’dan gelen soyu sayarak, Teke boyunu şöyle
gösterir:
Oğuz Han > Dağ Han > Temur> Arka > Argıl > Irmak > Bekeşci > Toka Han >
Kümüş Han > Temur Töre > Gara Han > Talip > Salur Gazan Baba > Ot Gözli
Ors > Haydar Gazi > Aynal Gazi > Kalal (Talal) Gazi > Boyçı Māzi (Burnuçı
Gazi) > Bişem Gazi > Gara Aç (Garaç Beg) > Öre Mazi (Gara Gazi Beg) >
Okurcık Ulug Beg > Böke > Ak Han > Garaca Islam > Abuka > Baka Pehlivan >
Teke, Teke boyu bu kişiden gelmektedir ( bayragh.ir/ )ﻣﺤﻤﻮد ﻋﻄﺎﮔﺰﻟﯽ.
İran’da Teke boyu Gülüstan eyaletindeki Günbed-i Kavus şehrinin bir mahallesi,
Tekeler köyü, Küzey Horasan’ın Cergelān bölgesinde, Bocnurd şehrinde ve az sayıda
Meşhed’de yaşamaktadırlar.
Teke boyunun da Kaşgarlı Mahmud’un belirttiği Oğuz boylarının Salur adından
geldiğini ve Dış (Daşkı) Salırlardan olduğunu yukarıda bilim adamlarının vardığı
sonuçlara göre söylemiştik.
Nohurlı:
Nohurlı Türkmenler, Göklenlerin kuzeydoğusunda ve Yomutların doğusunda olup
İran’ın Kuzey Horasan eyaletinin merkezi Bocnurd’a bağlı Râz ve Cergelân
ilçelerinde yerleşmektedirler.
•
•
639
YAGHOOB RAHİMİ DASHLİBOROON
Nohurlılar İran Türkmenlerinin büyük boylarından biridir. S. Ataniyazov’a göre,
Nohur Köpet dağda bir düzlük olup, orada tarımla uğraşan yerleşik topluluğa
Nuhurlı denir ve Nuhur kelimesini, kaynak, pınar ve çeşme anlamında Arapça
Nehirden getirmektedir (bayragh.ir/ )ﻣﺤﻤﻮد ﻋﻄﺎﮔﺰﻟﯽ. Ancak, bu kelime klasik
Moğolcada nağur şeklinde olup, göl, gölet ve kurumuş gölün yatağına denir. Bu gün
Moğolcada noūr olmuştur (Lessing, 1960, s. A558) Günümüz Türkmencesinin Yomut
ağzında navır biçimi, bir tarafından su girip diğer yandan su akarak çıkan göle denir.
Günbed-i Kavus’un Eymir Molla Sarı köyünün yakınında bir Navır vardır.
G.P. Vasiliyeva 1954’teki araştırmalarında Nohurlıyı ikiye ayırmıştır: Nohurlı ve
Zertli. 11. yy.a kadar Melik, Erban, Dencik, Sıgır, Cagılcugul alt grupları oluşmuş ve
18. yy.a kadar, Yüzbegi, Yüzbaşı, Evezgeldi, Bahar, Abdırahman, Hoca ve Işık Ata
onlara eklenmiştir.
Zertli 18. yy.da eklenmiş olup, Ogrı, Kör, Kem, Hoca Niyaz, Hiveli, Ayı, Çarıh, Gazı
kollarından oluşur (bayragh.ir/ )ﻣﺤﻤﻮد ﻋﻄﺎﮔﺰﻟﯽ.
Nohurlıların Oğuz boylarından geldiğine dair düşünce yoktur.
Mürçeli:
Mürçeli tayfası iki köy olarak Nohurlıların kenarında yaşamaktadırlar. S.
Ataniyazov’a göre, Avşar, bir uruğ ya küçük tire şeklinde Ersarı, Göklen, Esgi ve
Mürçeli boylarının içinde yer almıştır (S. Ataniyazov, 1999).
Bunların da Oğuz boylarından gelip gelmediğine ya dair kanıt yoktur.
Salır:
Salır boyundan küçük grup Sovyetler döneminde Sosyalist baskısından kaçarak,
Horasan Rezevi’de ilk Sarahs’ta ve sonralar geri gitme umudunu kaybedince,
Meşhed ve Türbet-i Cam’da yerleşmişlerdir (http://www.salirlar.blogfa.com).
Üstad Tengli Tâna Salır boyu ile ilgili Salır adlı üç kişiye işaret eder:
Oğuz Han > Dağ Han > Temur> Arka > Argıl > Irmak > Bekeşci > Toka Han >
Kümüş Han > Temur Töre > Gara Han > Talip > Salur Gazan Baba > Ot Gözli
Ors > Haydar Gazi > Aynal Gazi > Kalal (Talal) Gazi > Boyçı Māzi (Burnuçı
Gazi) > Bişem Gazi > Gara Aç (Garaç Beg) > Öre Mazi (Gara Gazi Beg) >
Okurcık Ulug Beg > Böke > Ak Han > Salır. Salır boyu Şu Salır’dan ya Salır
Gazan Baba veya Dağ Han oğlu Salır’dan gelmektedir (bayragh.ir/ ﻣﺤﻤﻮد
)ﻋﻄﺎﮔﺰﻟﯽ.
Salırlar, Oğuzların büyük boylarından biri olup, Sırderya boylarından dört bir yana
dağılıp Salı adlıyla bir çok Türk topluluğunu bünyesine almıştır. Bunların bir
bölümü Saltık Baba önderliğinde Selçukluların batıya göç ettikleri zaman, Kırım’a
göçerek şimdiki Salgir ırmağının boyuna yerleşmişlerdir. Başka bir bölümü, 1370
yılından önce Çine giderek, Pekin’in 50 km uzaklığında Sün Hua bölgesinde Salar
adlı bir topluluğu meydana getirmişlerdir.
Salırların büyük bölümü X-XI. asırlarda Sırderya boylarından Balkan’a (Ebulhan) ve
Mangışlak’a göçerek, İç (İçki) Salır ve Dış (Daşkı) Salır birliğini meydana getirmişler
(Ataniyazov, 1999).
Teke, Sarık, Ersarı, Yomut, Esgi, Olam, Göklen, Alili, Hıdırlı gibi topluluklarda
Salırların Dış Salır topluluğuna giriyordu (Ataniyazov, 1999).
Bunları göz önüne alan Faruk Sümer, günümüz Türkmenistan halkının yarısından
çoğunun Salırlardan ibaret olduğunu vurgulamaktadır (Ataniyazov, 1999).
640
İRAN’DA OĞUZ / TÜRKMEN BOYLARI
İran’daki Salırlar, Mangışlak’tan Harezm’e ve Köpet dağın küzey doğusuna
göçenlerin soyundandır ve doğrudan Oğuzlardan adını taşıyan Kaşgarlı
Mahmud’un belirttiği 22 boyun biridir.
Kutsal boylar:
İran Türkmenlerinin çeşitli bölgelerinde özellikle boyların ve alt grupların
sınırlarında kendilerini Hz. Pegamber efendimizin halifeleri olan Ebubekir, Ömer,
Osman ve Ali hazretlerinin soyundan geldiğini ileri süren ve ellerinde soyağacı
bulunduran boylar da vardır. Bunların köyleri, boylar arasındaki uyuşmazlık ve
anlaşmazlıkları halletmeye yönelik, onların sınırlarında yerleşmiş olup, Türkmenler
arasında barış sağlamak için büyük rol oynamışlardır. Türkmenlerin tümünün
arasında yüksek seviyede saygı gören bu boylar, kutsal kişilerin neslinden olduğu
için ‘’evlād’’ denir ve şunlardan ibarettir: (http://menegsahram.persianblog.ir ﻣﺤﻤﺪ
) ﻣﺨﺘﻮﻣﯽ.
A. Şiyh: Hz. Ebubekir’in soyundan gelmektedir.
B. Magtım: Hz. Ömer’in soyundan gelmektedir.
C. Ata: Hz. Osman’ın soyundan gelmektedir.
D. Hoca: Hz. Ali’nin soyundan gelmektedir.
Amerikan antropolog V. Ayronz 1960’lı yıllarda Türkmensahra’nın Yomutları
arasında yaşayarak araştırma yapmış ve kutsal boyların fonksiyonunu şöyle
değerlendirmiştir:
“Birbiriyle savaşta olan boyların arasında barış sağlamak veya başka maksatlar için,
devamlı bir iletişim kanalı korunmaktadır. Bu kanal kendilerini peygamberin dört
halifesinin neslinden geldiğini iddia eden küçük tayfalardan ibatettir. Türkmen
tayfalarının tümü bunlarla barış içersinde yaşamaktadırlar. Zira, Türmenlerin
inancına göre bu kutsal soydan gelenlere inat etmek, malını almak veya her türlü
zarar vermek, Tanrının ağır cezasına maruz kalmak anlamındadır.”
(www.bayragh.ir ) ﺳﺎرﻟﯽ طﺎھﺮ.
Sonuç:
İran Türkmenlerinin oğuz boylarıyla olan ilişkisini Kaşgarlı Mahmud’un Divânü
Lügati’t-Türk’te gösterdiği 22 boy ve Reşideddin’nin Camii’t-tevarihi esasında şöyle
özetleyebiliriz:
Divan’daki boyların adları şunlardan ibarettir:
Kınık, kayıg, Bayundur, Iwa/Yıwa, Salgur, Afşar, begtili, Bügdüz, bayat, Yazgır, Eymur,
karabölük, Alkabölük, İgdir, Üregir/Yüregir, Totırka, Ulayundlug, Töger, Beçenek, Çuvaldar,
Çepni, Çaruklug (Sadigh, 1383/2005, s. 107).
Kaşgarlı Mahmud, Türkmen maddesinde, iki Halaç boyunun da bunlara sonradan
katıldığını belirtir (Ercilasun, 2010, s. 360).
Reşideddin’in Câmi’it-Tevarih’inde ise Oğuz Hanın altı oğlundan gelen 24 boyu şöyle
verilmiştir: (http://gunxan.blogspot.com.tr/)
Qayı
Gün Hān
Bayat Algaravlı Qara
Evli
Gök Han
Bayındır Beçene Çavuldur Çepni
Boz Oklar
Ay Hān
Yazır Döger Dodurga
Salır
Yaparlı Avşar
Üç Oklar
Dāg Hān
Eymur Alayuntlı Üregir
Yiğdir
Ulduz Hān
Qızıq
Begdili
Deňiz Hān
Bükdüz
Yıva
Garqı
Kınıq
641
YAGHOOB RAHİMİ DASHLİBOROON
•
En çok Oğuz boylarını kendinde barındıran Türkmensahra’daki Göklen
boyudur. Dodurga, Gayı, Avşar, Bayat, Çavdur, Bayındır, Begdili.
•
Yomut ve Teke boyları Salırların Mangışlak’taki iki ayrılan İç (İçki) Salır ve
Dış (Daşkı) Salır boy birliklerinin Dışki salırlarından gelmektedir.
•
Rezevi Horasan’daki Meşhed ve Türbet-i Cam şehirlerinde yaşayan Salır
Türkmenleri Oğuzların İçki salır konfederasyonundan gelir.
•
İran’daki Yomutların Caferbay kolunna giren Gara Daşlılar’ın, Oğuz
boylarındaki Yazırlar olduğuna dair düşünce vardır.
•
İran’ın Gülüstan eyaletinde, Yomutların arasında İgdir ve Eymir olmak
üzere iki oğuz boyu yaşamaktadırlar ve kendi adlarına Eymir Mämetgulı
Ahun, Eymir Molla Sarı, İgdir Ulyā (yukarı İgdir) ve İgdir Süflā (Aşagı
İgdir) gibi köylerde yaşamaktadırlar.
•
Nohurlı ve Mürçelilerin Oğuz boylarında yeri var olup olmadığı belli
değildir ve 24 boyun birine mensup oldukları söylenemez.
•
Kendilerini Hz. Peygamberin halifelerinden olduğunu söyleyen ve
bazılarının ellerinde soyağacı bulunan Ata, Şıyh, Magtım ve Hoca adlı dört
kutsal boy da İran Türkmenlerinin içinde vardır.
•
İran Türkmenlerinin arasında başka Türk soylulardan olup, Türkmen
birliklerine kabul edilen Tatarlar ve Düyeciler yaşamaktadır ve bunlara
Urnat aşiretleri denir.
KAYNAKÇA
Ataniyazov, S. (1999). Türkmen Boylarının Geçmişi, Yayılışı, Bugünkü Durumu ve
Geleceği, BİLİG-10/YAZ’99.
Gorgâni, M. (1980). Mes’ele-ye Zemin der Sahra-ye Türkmen. Tahran.
Ercilasun, A.B. (2010). Başlangıcından Günümüze Türk Dili Tarihi. Ankara: Akçağ Yay.
Yıldırım, M.S.R. (haz.) (2009). Ebulgâzi Bahadırhan, Şecere-i Terâkime. Mezār Şerif.
Kaşgarlı Mahmud, (2005). Divanu Lugati’t-Türk, Trc. H. Muhammedzade Sadık,
Tebriz.
Goli, E. (1988). Seyr-i der Tarih-i siyasi ve İctimai-i Türkmenha. Tahran: Neşr-i Alem.
Lessing, F. D. (1960). Mongolian-English Dictionary. Berkeley: Los Angeles: University
of California press.
Karakçı, A. A. T. (1364/1986). Fezail-i Türkmen, Nşr. N. Ahund Bazyar, Kümbet-i
Kabus.
642
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
ANADOLU TÜRKMEN/OĞUZ FES VE DÜĞÜN BAYRAKLARINDA
MİTOLOJİK İZLER ARANABİLİR Mİ? (SIRAÇLAR-TÜLEKLERABDALLAR-SALURLAR-DADALİLER-BEKTİKLER)
YAŞ AR KAL AFA T
“Nerden geldin hatun kızım, Sırtında sırmalı işlik
Dayın sana kına yaksın, Başında püsküllü başlık –
Âşık Elvan Çeşit”
GİRİŞ
Bu bildiride seçilmiş belirli bir coğrafi bölgede veya sadece bir halk kesiminde yapılmış alan çalışması verilerini içermemektedir. Keza bu bildiri, alandan derlenmiş
muayyen verilerin edebiyatla desteklenmiş tez veya tezleri de tamamen içermemektedir. Ayrıca kullanılan resimler fikir verebilmek içindir.1
Bu bildiri Anadolu’nun çeşitli Türkmen/Oğuz aşiretlerinin giyim ve kuşamları ile
ilgili bazı gözlemlerden hareketle yapılmış ilişkilendirmeleri anlatmaya çalışmaktadır. Gözlemler, tüm Anadolu Türkmen aşiretlerini içermediği gibi giyim ve kuşamın
tüm türlerini de içermemektedir. Ayrıca anadili Türkçe olmayan Anadolu aşiretlerinde de teşhisimize yol açabilecek bu özelliklerin bulunmadığı gibi bir iddiamız da
yoktur. Karşılaştırılmaları üzerinde durulan bulgular etnografyanın tüm alanlarını
da içermemektedir.
Konu; “Giriş” bölümünden sonra, “Konunun Seçimi”, “Alan Derlemesi-Baş Bezeme
Ongun”, “Alan Derlemesi-Bayrak Bezeme-Ongun”, “Mitolojik Arka Plan”, “Ara
Değerlendirme”, “Sorguç-Tuğ-Telek-Ongun Bağlantısı” ve “Sonuç” sıralaması ile
incelenmiştir.
1
Sabiha Tansuğ, “Gelin Başlıkları ve Giyimleri” Sanat, Yıl 3 Haziran 1977, S. 6, s. 91–98; Kültür
Bakanlığı, a.g.e.
643
YAŞAR KALAFAT
Resim 1. Sivas-Zara Gelinbaşı2
Resim 2. Sivas-Zara Gelinbaşı3
Resim 3. Ödemiş4
METİN
Konunun Seçimi
Etnografya ürünleri üzerinde çalışma yaparak, mitolojik izler arama fikri bizde ilk
defa, ayı esir tuttuğu için gürültü yapılarak kaçırılması istenilen Yelmauz/Ay Basan
Cin diye bilinen kara iye ilgili verdiğimiz bildiride gündeme geldi. Bu bildiride Yelmauz/Ay Basan Cin’i resmedildiği bazı kaya üstü resimlerin de izahı yapılıyordu5.
Bildiri münasebeti ile söz alan Başkurdistan’dan katılan Asiya Guynullina, bu iye ve
ay kültü ile ilgili bazı inançların Başkurt giysilerinde bilhassa bayanlara ait olanlarda
göğüslüklere yansıdığı ve göğüslükteki her motifin bilhassa boncuk, değerli taşlar ve
deniz kabuklarının inanç içerikli özel anlam ifade ettiklerini açıkladı6. Bu sempozyumda, Gülzura Cumakunova da Yelmauz ile yaptığı açıklamalarda Kırgızistan halk
inanmalarından benzeri bilgileri aktarıyordu.
O tarihlerde Anadolu’da başka benzerleri olmayan Damal Dadali Türkmenleri kadın
giysilerinin göğüs bezeklerinin anlamını irdelemeye çalışıyorduk7. Hakas Ressam
Aleksey Ulturgaşev’in “Tanrı” isimli tablosundaki kareler8 arasında Dadali Türkmenleri kadın göğüslüğü de vardı. Muş-Güroymak’ta tespitini yaptığımız mavi
boncuk ve deniz kabukları ile işlenilmiş göğüslere kadar inebilen bir kadın gerdanlığı aynı zamanda duvara da nazarlık olarak asılabiliyordu.
Bu kültür şölenini takip eden günlerde Amasya9, Yozgat10, Kırşehir11, Samsun12, Bolu,13 Bodrum14 ve Ereğli-Konya15 kırsalınsa fazla doyurucu olmasa alan çalışmalarınKültür Bakanlığı, Türk El Sanatları, Ankara, 1993, s. 31
Kültür Bakanlığı, a.g.e. s. 32
4 a.g.e.
5 Yaşar Kalafat, Türk Halk İnanmalarından Hayvan Üslubu’nda Mitolojik Devidayım-1, Berikan,
Ankara, 2013, s. 103-117
6 III. Bilgi Şöleni, 17–19 Mayıs 2013, Erzurum
7 Yaşar Kalafat, Balkanlardan Uluğ Türkistan’a Türk Halk İnançları, V-V, Berikan, Ankara, 2006, s.
89–103
8 Aleksey Ulturgaşev, “Tanrı”, 70x50, Akrilik, yağlı boya, TÜRKSOY Ressamlar Buluşması ve
Katalogu, Girne, ( 19 Ekim–02 Kasım 2007), Ankara, 2008, s. 69
9 Yaşar Kalafat, “Amasya Monografisinden Mitolojik Veriler”, www.yasarkalafat.info
10 Yaşar Kalafat, “Yozgat Yöresi Halk İnançlarında Mitolojik Şifreler”, www.yasarkalafat.info
11 Yaşar Kalafat, “Amasya … a.g.m.”
2
3
644
ANADOLU TÜRKMEN/OĞUZ FES VE DÜĞÜN BAYRAKLARINDA MİTOLOJİK İZLER ARANABİLİR Mİ?
da bulunduk. Sıraçlar, Abdallar, Bekdikler, Tülekler ve Salular’ın gelin başlıkları ve düğün bayrakları ile ilgili bazı tespitler yapabildik.
Türk kültür coğrafyasında kadın baş bağlama şekillerine dair B. Ögel bilgi vermişti
ama Anadolu baş bağlama biçimleri arasında mitolojik izler bakımından bir ilişki
aranabilir mi idi?
Çalışmamız ilerledikçe, alana atılmış ellerin izlerini aydınlanarak gördük16 Konu
farklı boyutları ile ele alınmıştı. Ancak, biz gene de bulgularımızı dillendirmek istedik.
Resim 4. Burdur17
Resim 5. Tahtakuşlar-Edremit18 Resim 6. Rize19
Resim 7. Sivas-Zara20
Baş bağlamak; bebek başı bağlamak, çocuk başı bağlamak, eşi kurbette kadın başı
bağlamak, gelin başı bağlamak, boşanmış kadın başı bağlamak, dul kadın başı bağlamak, çocuğu olmayan kadın başı bağlamak, kaynanası ile arası açık kadın başı
bağlamak, kocası ile arası açık kadın başı bağlamak, kaynana başı bağlamak, nene
başı bağlamak farklılık içerebilirken;21baş bağlamak, başını bağlamak, başı bağlı
olmak, mitolojik boyutu olan bir olgudur. Bağlı olmak, adaklı olmak, sahipli olmak,
sahiplenilmiş olmak bakımından günümüz halk inanmalarında da önemli yer tutar.
Bağ ve bağlılık sadece çiftler arasında değil mesela adanılmış yaşamayan bebekler
itibariyle, adanan ile adanılan arasında aynı zamanda bir ilişki şeklidir. Bir sahiplenilme, sahip edinebilme biçimidir. Bu inanç, kara ve ak iyeler itibariyle de söz konusudur22.
Yaşar Kalafat, “Amasya … a.g.m.”
Yaşar Kalafat, “Karşılaştırmalı Salur Halk İnançları” www.yasarkalafat.info
14 Yaşar Kalafat, “Anadolu Türk Mitolojisinden Yapraklar-Karşılaştırmalı Bodrum Halk İnançları”, www.yasarkalafat.info
15 Yaşar Kalafat, “Ersarı-‘Türkmenistan’ Bektik ‘Türkiye’ Türkmenleri Halk İnançlarında Hayvanlar”, www.yasarkalafat.info
16 Örcin Barışta, Cumhuriyet Dönemi Türk İşlemeciliği Desen ve Terminolojisinden Örnekler, Kültür
Bakanlığı, Ankara, 2001; Neriman Görgünay, Geleneksel Türk Giyim Tarihi 8, Milattan Önce
Binyıllardan Günümüze Kadar), İzmir, 2008; Sabiha Tansuğ, Giyimde Çiçeğin Dili, Sanat
Dünyası, Ankara, 1973, s. 9-13
17 Kültür Bakanlığı, a.g.e. s. 18
18 Kültür Bakanlığı, a.g.e. s. 25
19 Kültür Bakanlığı, a.g.e. s. 27
20 Kültür Bakanlığı, a.g.e. s. 30
21 E. Yeşilyurt, “Baş Bağlamanın İletişimdeki Dili”, Halk Kültürü’nde Giyim- Kuşam ve Süslenme
Uluslar arası Sempozyum Bildirileri, Editör, M.T. Koçkar, Eskişehir, 2008, s. 4.
22 Yaşar Kalafat, “Kocaeli ve Çevresi Örnekleri İle Türk Halk İnançlarında Adanmışlık/Sahiplilik” I. Uluslar arası Kocaeli ve Çevresi Kültür Sempozyumu, (Kocaeli, 20–22 Nisan 2006)
12
13
645
YAŞAR KALAFAT
Resim 8. Adıyaman-Kâhta23
Resim 9. Niğde-Çiftlik24
Resim 10. Niğde25
Halk inanmalarında, nişanlılığı, sahipliliği, adanmışlı,26 kavillenmişliği gösteren bazı
adeta simgeler vardır. Daha ziyade bayan kişinin evli, bekâr veya nişanlı olduğunu,
hatta dul veya yaslı olduğu gösteren giyim kuşama yansıyabilen göstergeler vardır.
Bunlar saç bağlama şekilleri, saç örükleri, bezekler, kullanılan renkler gibi şeylerdir.
Bu türden ilişkilendirmeler, etnografya objelerinden hareketle bir karşılaştırma ve
ilişkilendirmeden ziyade, objeler etrafında oluşmuş inançların içerik ilişkilendirmeleri şeklinde olmaktadır. Duranlı, Saha Türklerinin 2–3 asır evvelki giysilerine dair
bilgi verirken27 kadının kilisede başı açık veya küpesiz gezmesinin günah olduğunu
belirtmektedir. Küpe, yüzük, başörtüsü Anadolu halk kültüründe de nişanlılığı,
aidiyeti anlatır.
Resim 11. Adıyaman-Kahta28
Resim 12. Manisa-Yuntdağı29
Resim 13. Manisa-Gördes30
Sahalarda giysi giymeğe çalışılırken bir yerini veya giysisini yaralayan kimse yara
iyileşinceye kadar giysiyi tamir etmez. Erkek yüzük takıyor ise atış sırasında silahı
ateş almaz. Bu inanç Anadolu’da ocağa konulmuş odunun, yarasının yanıp diğer
yarısının yanmaması halinde o odun parçası artık yakılmaz, kırık ayna kullanılmaz,
Kültür Bakanlığı, a.g.e. s.22
Kültür Bakanlığı, a.g.e. s. 42
25 Kültür Bakanlığı, a.g.e. s. 43
26 Yaşar Kalafat, “Kocaeli… a.g.m.”
27. M. Duranlı, XVIII-XIX. Yüzyıllarda Saha Türklerinde Giyim ve Süslenme”, Halk Kültürü’nde
Giyim- Kuşam ve Süslenme Uluslar arası Sempozyum Bildirileri, Editör, M.T. Koçkar, Eskişehir,
2008, s. 157–165
28 Kültür Bakanlığı, a.g.e. s.32
29 Kültür Bakanlığı, a.g.e. s. 36
30 Kültür Bakanlığı, a.g.e. s. 37
23
24
646
ANADOLU TÜRKMEN/OĞUZ FES VE DÜĞÜN BAYRAKLARINDA MİTOLOJİK İZLER ARANABİLİR Mİ?
yanık giysi giyilmez, yere düşen patates veya elma tekrar alınıp yenilmez inancı ile
örtüşmektedir.
Alan Derlemesi-Baş Bezeme-Ongun
Bodrum gelin başlığında tepeliği sarı kordan ipten bükülerek yapılmıştır. Çiçek motifleri ile bezenmiş tavşankanı renginde allı pullu yazma kullanılmıştır. Yazmanın üst
kısmında dikey vaziyette çeşit çeşit taze çiçekler olur. İki ucunda pembe karanfil diğer
iki ucunda mavi karanfil bulunur. Yanak üzerindeki motife Tavukayağı denir31.
Tavukayağı motifi için mitolojik bir izah getiremiyoruz. Ancak kazayağı motifinin
Anadolu halk inanmalarında yatay ve dikey inanç alanı vardır. Bilhassa Tahtacı
Türkmenleri arasında çok yaygındır32. Sibirya halklarından Mentslerde, kam çerespleçnki üzerine 70 tane kaz gagası dizilmiş olan bir kayış vardır33.
Antep Taç başlığında sarkıntıların altında ve kırmızı çuhanın üzerinde kefiye sarılır.
Alın üzerinde mavi taşlı bir hilal vardır34.
Mavi, halk inanmalarında nazara karşı koruyucu, zararları nazarları yansıtıcı, kırıcı
olarak bilinir. Ayrıca mavi vuslatın, huzurun, müsterih olmanın, olgunluğun rengidir.35. Giysi renk bağlantılı çalışmalar geliştikçe mitolojik anlamlandırma daha kolaylaşabilecektir36.
Bolu yöresinde, kaynana yeni geline çeyiz olarak “üzüm oyası” diye bilinen bir iğne
oyası yapar, bununla gelinlin yeni evinde tatlı olması dilenmiş olunur. Yörenin ünlü
oya türlerinden birisi de “sarıkız” oyasıdır. Bölgede Sarıkız-Hüsnüm Âşık Pınarı diye
bilinen bir de pınar ve Sarıkız’ın Sarısaltuk’un kızı olduğuna dair de bir efsane vardır. Sadece geceleri ve Nevruz’da ortaya çıktığına inanılan Sarıkız’ı, gençler pek
göremezler görenlerin muratların olacağına inanılır. Gençler muratları yerine gelsin
diye,
Sarı Kız Sarı Kız Sarı Kız
Hüsnün Âşık Hüsnüm Âşık
Sarı Kız duy benim dileğimi
Bahtım açılsın varayım sevdiğime”
gibi okuntularda bulunurlar ve Sarı Kız’ın hüsnüniyet sahibi kimselerin dileklerini
yapacağına inanılır37.
Mehmet Ziya Binler, “Türkiye’de Düğünler”, Türk Dünyası Araştırmaları, Haziran 1997, S. 108,
s. 40–43
32 Yaşar Kalafat, Türk Halk İnançlarında Hayvan Üslubunda Mitolojik Devridayım -1- Anakara, 2013,
Berikan, s. 187–199,
33 Y.D. Prokofyeva, Şamanskiye Kostümı Narodov Sibiri/Sibirya Halklarının Şaman Kostümleri, Tercüme; A. Bağcı
34 Mehmet Ziya Binler, “Türkiye’de Düğünler… a.g.m.”
35 Yaşar Kalafat, Türk Halk İnançlarında Renkler, Ankara, 2012, Berikan, s. 111–142
36 Y. Göktan, D. Göktan, “Türk Kültüründe Renkler ve Antakya Evlenme geleneğinde Renklerin
Giyim Kuşam Üzerindeki etkileri”, Halk Kültürü’nde Giyim- Kuşam ve Süslenme Uluslar arası
Sempozyum Bildirileri, Editör, M.T. Koçkar, Eskişehir, 2008, s. 559–564
37 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Bolu Halk Kültürü 2012–2013 Meral Ozan Yönetimindeki Saha
Çalışması
31
647
YAŞAR KALAFAT
Mengen’de nişanda kıza götürülen bohçanın üzerine al örtülür. Örtünün al renkli
olarak seçilmesinin sebebi bu rengin sıcaklığı samimiyeti temsil etmesindendir. Böylece, inanca göre gelinin yeni evine çabuk ısınacağına anlatılmış olunur.38
R. 14. Niğde-Altınhisar39 R. 15. Niğde-Altınhisar40
R. 16. Alacahöyük41 R. 17. İzmir42
Al rengin Türk kültürlü halkların halk inanmalarındaki anlamlarından birisi de hareketlilik, canlılık, aktivitedir.43
Gerede’de kına gecesinde Al örtü yerine Kara örtü örtülür. Kına gecesinde kızın ağlaması ‘mesut günlerim de gelecek’ anlamındadır.44
Doğu Anadolu’nun bazı köylerinde gelin yeni evinin eşiğinden girmeden evvel “yüzün ak olsun” denir ve gelinin yüzüne un serpilir45.
Halk inanmalarında her ne kadar ak renk mutluluğun ve kara renk de mutsuzluğun
simgesi ise de, her iki renkte de manevi kuvvenin olduğuna inanılır. İstiareye yatan
kimse rüyasında Ak ve yeşil görür ise hayır anlamına ve Al ve kara görür ise şer anlamına yorumlanır. Bu noktada ala, boz, kır adeta iki aykırı kuvvetin tevhidi gibidir46.
Keles gelin başlığında zülüfler top top karanfil boncukla süslenir. Bu tolumda yanak
döven ile başı bağlanmış kadının evli olduğu anlaşılır47.
Türkmen düğünlerinde hayır işlerde görevli “Yiğitbaşı” olur. Bu şahıs yetkilendirilmiş sorumlu becerikli bir kimsedir. Sağdıç ile de ilişki halindedir. Bu şahıs elinde bir
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Bolu Halk Kültürü 2012–2013 Meral Ozan Yönetimindeki Saha
Çalışması
39 Kültür Bakanlığı, a.g.e. s.38
40 Kültür Bakanlığı, a.g.e. s.38
41 Sabiha Tansuğ, “Gelin… a.g.m.”
42 Sabiha Tansuğ, “Gelin.. a.g.m.”
43 Yaşar Kalafat, Türk Halk İnançlarında Renkler, Ankara, 2012, s. 27–65
44 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Bolu Halk Kültürü 2012–2013 Meral Ozan Yönetimindeki Saha
Çalışması
45 Yaşar Kalafat, Ağrı Dağı ve Yakın Çevresi Örnekleri İle Türk kültür Coğrafyasında Ekmek/Nan Kültü, II. Uluslararası Doğu Anadolu Bölgesi Mutfak Geleneksel Mutfak Kültürü ve Van
Yemekleri Sempozyumu, Editör Prof. Dr. Oktay Belli, (24–26 Kasım 2010-Van), İstanbul, 2012,
s.205–224
46 Yaşar Kalafat, Türk Halk İnançlarında Renkler, Ankara, 2012, s. 27–65
47 Mehmet Ziya Binler, “Türkiye’de Düğünler… a.g.m.”
38
648
ANADOLU TÜRKMEN/OĞUZ FES VE DÜĞÜN BAYRAKLARINDA MİTOLOJİK İZLER ARANABİLİR Mİ?
bayrakla dolaşır ve bayrak Türk bayrağıdır48.Yiğitbaşının davetlilere davranışında
onların giysilerindeki simgeler ona yol gösterici olurlar.
Resim 18. Yozgat-Çayıralan49
Resim 19. Çocuk yanaklığı-Nazarlık50
Türkmen halk kültüründe telek, en fazla Tülek Türkmenlerinde dikkati çeker. Tarama Sözlüğünde Tülek, ava alıştırılmış demektir. Ayrıca bu kelime tüy değiştirmiş
manasına gelmektedir. Genelde kuşların ve özelde Togan ve Şahin gibi kuşların tüylerini değiştirmeye Tülek derler. Tülemiş kuşa da, Tülek denir. Tüleğe gelmek demek
ise, aynı sözlüğe göre, kıvama gelmek, uygun duruma gelmek manalarına gelmektedir.
Derleme sözlüğünün verdiği bilgiye göre " Tülek, Tölek ve Tüleh kelimeleri genel ve
ortak olarak, kurnaz, açıkgöz, düzenci manalarına gelmektedir.
Bizim Tülek Türkmen bölgesinde derleyebildiğimiz halkbilim verilerine göre kelimeye yüklediğimiz anlam, bizde kuşlar, onların yaşam biçimleri, vücut aksamları ile
ilgili olmalı, kanaatini uyandırmıştır.
Tülek bir kuş türü, daha doğru bir ifade ile avcıların avda yararlanmak üzere eğitimden geçirdikleri yeteneklerini geliştirip avda görevlendirdikleri kuşa verilen isimdir.
Bu isim Hasan Ağa ile ilişkilendirilmektedir51.
Kaynak Kişi; Kaynak Kişi; Senem Atasoy, Erikli Tekke Köyünden 55 yaşlarında ilkokul mezunu çiftçilik yapan Sıraç bir ev hanımı
49 Kültür Bakanlığı, a.g.e. s. 44
50 Kültür Bakanlığı, a.g.e. s. 52
51 Hasan Ağa/Pus Köylü Hasan Ağa/Deli Hasan Ağa/Avcı Hasan Ağa yaklaşık 150 yıl evvel
Tülek bölgesinde yaşamış bir kimsedir. Köyü olan Hacı Hasanlı ismini bu şahıstan almış Bu
köy Hasan’dan dolayı ağa köyü olarak bilinirmiş. Kardeşlerinden birisini çapanoğlu astırmış
Halay çekip keklik avlamakla ün yapmış. Avda keklik sesi çıkarır ve eğitilmiş kekliğinin sesi
ile kekliklerin av alanına gelmesini sağlamakla meşhur bir kimse imiş. Keklik avının müptezeli olarak ün salmış. Mahsenli Ali Efendi bu şahın dedelerinden Hacı Hasanlı Camiinin bahçesinde yatmakta olan Ali Bey Avşar için “Miracını kazanmış, ahretini kazanmış, ermiş bir
kimsedir, dermiş.
48
649
YAŞAR KALAFAT
Tülek Türkmenlerinde gelinlere telek takmak çok yaygın ve keklik teleği de pek makbuldür. Geçmişte gelin kalpağı, fesi altınlarla ve telekle süslenirmiş. Tavuk teleği pek
makbul değilmiş, kıymetli kuşların telekleri çok daha itibarlı imiş. Keklik teleği bu
türden kıymetli bir telekmiş. Bu inanç ve uygulama hala devam etmektedir.52
Orta Hacı Ahmetli Tülek köyünde Gelin Bayrağı olarak oklava hazırlanır. Bunun için
Ak tülbent üzerine al ve yeşil kurdele dolandırılır. Tülbentlerin uçlarına renkli boyanmış telek takılır. Oklavanın tepesine elma ve onun üzerine ayna ve elmanın üzerine de telek takılır53.
Gelin kofiklerine telek takmak, kuş teleği bulamayınca da tavuk teleği takmak bunun
için al ve yeşil telek bulunamayınca beyaz tavuk teleğini boyamak suretiyle renkli
telek yapmak, Tülek; Hasanlı, Yukarı Hacı Ahmetli, Orta Hacı Ahmetli, Aşağı Hacı
Ahmetli, Kırdök, Hacı Hasanlı, Hacı Duraklı, İbikli, Beşikli, Demirli gibi Tölek köylerinin yanı sıra, Sıraç, Salur, Abdal ve diğer Türkmen köylerinde hala yaygın bir biçimde uygulanmaktadır. Tüleklerde evvelce fes, ayna ve telek çok daha yaygındı54.
Topal Ali Türkmen köyü düğünlerinde gelin fesinin üzerine sadece Al tavuk teleği
bağlanırdı. Esasen başka kuş türü hayvan teleği bulmak kolay değilken ak tavuk teleği
çok kere al renge boyanırdı.55
Bahadın yöresi Töleklerinin mezarlarına Kaz tülü kazdırdıkları ifade edilir. Yörede
her ailenin hayvanları için farklı enleri vardır. Bunlardan hareketle hayvanın sahibi
bilinir56.
Bahadın Töleklerinin mezarlarına Kaz tülü kazdıkları tespiti, bizim Tüleklerle ilgili
olarak yapmaya çalıştığımız, değişik kuşların farklı Türk toplumlarına ongun oldukları görüşümüzü doğrular niteliktedir. Zira Kaz’ı ongun kabul etmiş Alevi Türkmen
boylarının mezarlarına Kaz Ayağı Damgası kazdıklarını biliyoruz57. Ege bölgesi kadın
giysilerinde kullanılan Aba parası, Armut, Bahar dalı, Bindirme, Çadır, Çam kozası,
Çam, Cıvı, çığa, Çipile, Çilek, Çiçek çıyanlı, Dalga, Dilek ağacı, Doğum, Çocuk, Eğri
kara, Eli belinde, El çırpma, Karnı yarık, Gelincik, Gelin tacı, Göbek, Göz, Gül Güneç
Gülü motiflerinin yanı sıra Kaz ayağı motifi de vardır58. Kaz-ongun bağlantısına başka
Türkmen boyları münasebetiyle de yer vereceğiz.
Kaynak Kişi; Mehmet Tahsin Say Hasan Ağa’nın torununun torunu halen 84 yaşında Hacı
Hasanlı Köyünde yaşamaktadır.
53 Kaynak kişi; Saniye Öztürk, Orta Hacı Ahmetli köyünden Tüleklerden 40 yaşlarında bir ev
hanımı.
54 Kaynak kişi; Saniye Öztürk, a.g.k.
55 Kaynak kişiler Hayrullah Aydın köy halkından emekli memur, 60 yaşında, Benzade Aydın 75
yaşında, köy halkından emekli memur.
56 Kaynak Kişi; Arif Baş, Eski Bahadın Belediye Başkanı, 70 yaşlarında, araştırmacı Bahadınla
ilgili yayınları olan Bahadın’lı bir kimse
57 Yaşar Kalafat, Türk Halk İnançlarından Hayvan Üslubu’nda Mitolojik Devridayın I, Ankara 2013, s.
187–189
58 F.S. Ünal, “Ege Bölgesi Kadın Kıyafetleri ve Kullanılan Bazı Motiflerin Anlamları” Halk Kültürü’nde Giyim- Kuşam ve Süslenme Uluslar arası Sempozyum Bildirileri, Editör, M.T. Koçkar, Eskişehir, 2008 s. 525–531
52
650
ANADOLU TÜRKMEN/OĞUZ FES VE DÜĞÜN BAYRAKLARINDA MİTOLOJİK İZLER ARANABİLİR Mİ?
Alan Derlemesi-Bayrak Bezeme-Ongun
Bahadınlı Salur düğünlerinde eskiden Gelin Bayrağı ve Damat Bayrağı olurdu. Damadın bayrağı al ve gelinin bayrağı ise Yeşil olurdu. Bu uygulama diğer Alevi kesimlerde de vardı. Bayrak Salavatlama’sı yapılır taraflar karşılıklı soru sorar, sorulu şiirlerle
yarışırlardı. Mesela;
Hey eller eller
Minare başını salladı
Minarenin başında karıncayı kim nalladı?
sorusuna Cebrail (a.s.) cevabı verilemez ise kayıp edilmiş olunurdu59.
Türk kültürlü halklarda bayrak, düğün bayrağı ve bayrak salavatlama etrafında bir
hayli inanç oluşmuştur. Bayrak salavatlama, bir bilgi, kültür, eğitim seviyesi yarışıdır. Söylenilen dörtlüklerde hamaset, dinî ve tarihi bilgi, görgü kuraları, edebi yetenek, hazır cevaplılık gibi birikim gerektirir. Bunlar bir nevi yarışmalardır ve sıradan
kimselerin harcı olmayan yarışmalardır60.
Damat bayrağı, damadın evinin önüne dikilir. Bunun için bir çatallı Çam Ağacı alınır,
onun çatallarından birinin ucuna yeşil diğerinin ucuna al cuval/Horoz teleği veya
bayrak bezi bağlanır her ikisinin ortasına bir çivi ile elma tutturulur. Bayrak direğinin
temeline bıçak gömülür. Bayrak indirilince; bayrağı, elmayı, cuvalı/horoz teleğini
damada götürebilen ondan bir hediye alır. Düğünlerde elma, Hz. Ali’yi simgeler. “Hz
Ali’ye elma gelmiştir”, inancı vardır. Şimdilerde Düğün Bayrağı olarak Türk Bayrağı
düğünlerde yer almaktadır.61 Damattan alınan hediyeler bize göre damadın yapmış
olduğu saçılardır. Türk kültür tarihinde tuğ ve bayrağa ileride değinileceği üzere
kanlı ve kansız kurban kesiliyordu.
Salur halk inanmalarında Nazar’a karşı alınmış tedbirler de vardır. İnsanların ve
hayvanların canlı cansız birçok varlığın nazar alabileceğine inanılır. Nazar için Nazar
Duası okutulur, taşınır saklanılır. Bu toplumun nazar inancında mavi olan nazar
boncuğunun yanı sıra ayrıca ak olan Tazı Boncuğu da vardır. Nazar koruyucu olarak
hazırlanan muskalarda Kara Ağaç ve İğde Ağacı dalı kullanılır.62
Sorgun Sıraç düğünlerinde Türk bayrağı olur. Ayrıca bir de düğün bayrağı hazırlanır.
Bunun için 3–4 çatallı bir çam dalı alınır, dallardan her birinin ucuna bir elma, elmalara püskül ve püsküllerin alt kısımlarına al ve yeşil yazma bağlanır. Bunların ortasında
ayna olur63. Püskül ile tuğ saçağı arasındaki ilişki, bildirideki tezimiz bakımından
önemli bir nokta olmalı.
59
60
61
62
63
Kaynak Kişi, Mustafa Doğan, Salur köyünden Alevi bir Salur. Çiftci, Ortaokul mezunu 70
yaşlarında
Yaşar Kalafat, Türk Kültürlü Halklarda Karşılaştırmalı Halk İnançları I, Ankara, 2009 Berikan, s.
175–197
Kaynak Kişi, Mustafa Doğan Salur köyünden Alevi bir Salur. Çiftci, Orta okul mezunu 70
yaşlarında
Kaynak Kişi; Mustafa Doğan Salur köyünden Alevi bir Salur. Çiftci, Orta okul mezunu 70
yaşlarında
Kaynak Kişiler, Dursun Demir, Demiralan köyünde, çiftçilik yapan orta yaşlı bir Sıraç, Murat
Akgün, Beyyurdu Köyünden orta yaşlı çiftçi, Ali Akdoğan, Demiralan Köyi nden 51 yaşında
İlkokul mezunu
651
YAŞAR KALAFAT
Sıraç Alevilerinde itibarlı, makbul renkler Ak ve yeşildir. Al’ın Hz. Ali’ye hürmeten
saygınlığı vardır. Hz. Ali’nin başına kırmızı bant bağladığı inancı yaygındır.
Mitolojik Arka Plan
“Yazılar Dil, Kültür Tarih Araştırmaları Dergisi”64 Anadolu Türk oyma runik yazılarını araştırıp yayımlamaktadır. Bunlar M.Ö. 1.500–2.000’li yıllara tarihlendirilen,
hangi Oğuz boyuna ait oldukları da tespit edilebilmiş, adak, kurban dilekleri içerikli
idiler. Bunlardaki ifade şekilleri ile günümüz Anadolu halkının benzeri durumlardaki yakarışları farklı değildiler. Bu tanışıklık cesaretimizi artırdı ve bu bildirideki tezi
güçlendirdi. Sonuç kısmında da açıklanacağı gibi bu çalışma gerek alan çalışması
bakımından ve gerekse de ilgili edebiyatın takibi bakımından ilk adımlar niteliğindedir. 3.500 yıl evvel bu topraklarda yaşadığı oyma yazıları ve damgaları ile takip
edilebilen Oğuzların başlarına veya bayraklarına taktıkları kuş teleklerinin, dinî ve
mitolojik bir içeriği olmalıydı.
Batı Türklüğünün halk inanmalarındaki devamlılık hayatın muhtelif safhalarındaki
yaşayan örneklerinden izlenebiliyordu. Mesela ölümle ilgili, tul, başına dönme, sine
yırtma, tavaf, saç yonma, ölü aşı gibi inançlarda bire bir aynılık sürmektedir. Özellikle
saçı inancı adeta değişen yeni dinle giysi değişerek varlığını sürdürmüş gibidir.65
Anadolu oyma yazılarındaki;
“Ey ay, dilek aşını al kabul et, iyileştir. Onun kısrağını kabul et Ay, andaç (tır) sana;
andacıyla kabul et dileği ey Ay!”66
“Ne yazık! (Şimdi) uykusunun alış yılı ejder (yılı) Aban ölüme razı değil (dünyaya
doymadı); (günahlarını) bağışlayıp kabul et (kurban) aşını!”67
(Tanrım) hastalığın ağrısı, pisliğiyle kötünün çaresi (bu) keçicik Az (‘ın) avı, ye iyileştir kötülüğü”68
“Kurtar avcıyı ey kabul et huzur mülkü geyiği!”69 Şeklindeki Eğmür, Yüregir gibi
Oğuz/Türkmen damgalarını taşıyan adak ve kurban yazıları bize göre inanç sistemindeki ak ve kara iyelere dair de ve sistemdeki Tanrının sıfatlarına dair de bilgi
verir özelliktedirler.
Anadolu runik yazılı mezar taşlarının okunmaları ve tarihlendirilmeleri konusundaki ihtilaf, halkbilimcilerin öncelikli sorunu olmalı mı? Bizim ilmî disiplinler arası
ilişkiler itibariyle bu konudaki görüşümüz, ihtiyatla yaklaşmakla birlikte yok da
sayılmayacakları noktasındadır70.
Runik yazılı Türk mezar taşları bulgusunu arkeolojik kazılarla geliştirip etnografya
bulgularına ulaşmak bu alandaki çalışmalara farklı bir içerik kazandırabilir. Eskiçağ
Anadolu’sundan günümüze ulaşan giysi tiplerini Oğuz/Türkmen giysileri ile karşı-
Yazılar, Dil-Tarih Kültür Araştırmaları Dergisi, 2013, İstanbul
Yaşar Kalafat, Türk Kültürlü Halklarda Ölüm, Berikan, 2011, Ankara
66 Fatih Turan, Yazılar, Dil-Tarih Kültür Araştırmaları Dergisi, 2013, İstanbul s. 81
67 Fatih Turan, a.g.m., s. 2
68 a.g.m., s. 54
69 a.g.m., s. 31
70 Fatih Turan, a.g.m.
64
65
652
ANADOLU TÜRKMEN/OĞUZ FES VE DÜĞÜN BAYRAKLARINDA MİTOLOJİK İZLER ARANABİLİR Mİ?
laştırma ancak bu yolla mümkün olabilir71. Osmanlı mezar taşları, bazı kadın başlıkları hakkında fikir verebilirken72 runik yazılar dönemi Türk mezar taşları dönemim
Türk giysilerine dair fikir veremezler mi?
Saha Türklerinin geçmişteki giyimleriyle ilgili materyalin bir bölümü arkeolojik
kazılar sonucunda elde edilmiştir. Şahurdin bölgesindeki bir Saha kadın mezarından
çıkarılmış olan giysiler bu türdendir73.
Etnografyada inanç izleri aranabilir mi konusunda üzerinde dururken, Altaylar,
Hakasya, Yakutlar ve yakın çevre Türk kültür coğrafyasında aradığımız ipuçlarını
bulduk. Bölgenin farklı halkları giysilerine farklı hayvanların kürklerinden adeta
özel parçalar ekliyorlardı. Bu durumu bilhassa şaman giysilerinde izleyebiliyoruz.
Bu teşhisimize Prokofyeva’nın Sibirya halklarının şaman giyimleri üzerinde yaptığı
çalışmalar şahitlik yapabilmektedirler.74 Biz Şaman giysilerine yansımış koç, koyun
Kürklerinin izlerini ararken Kaçin kamlarında, Sagay ve Kızıl kamlarında, Tuvinler ve
Tocinler’in kamlarında bu izleri tespit edebildik. Bunların Oğuz oldukları konusunda
iddiamız olamazdı. Ancak bunlarla Oğuzlar arkaik dönemde aynı inanç sistemine
mensuptular. Böylece, ongun olan hayvanın ilgili toplumun din görevlisinin giysilerine yansıyabilirliğini göstermiş oluyoruz. Bu tespitin kuşlardan hareketle de paralel
bulgularla izahı yapılabilmektedir.
Bekir Deniz, “Konya Yöresi Dokumalarında Hayvan Postu Motifi”75, başlıklı ayrıntılı
çalışmasında; Eski Türk İnançlarındaki bilhassa merasimlerdeki şaman- hayvan
bağlantısında yer verirken bu ilişkinin İslamiyet’ten sonra Alp-Erenlerde donuna
veya kisvesine girmek şeklinde devam ettiğini, Ahmet Yesevi’de Turna, Hacı Bektaş
Veli’de Güvercin, Abdal Musa’da Geyik, Dorul Baba’da Doğan, Abdulkadir Geylani’n de Ak Doğan donuna girdiklerini, Kuş donuna girmenin toplumun daha
tekâmül etmiş dönemlerine rastladığını, Bektaşi ve Melami Dervişlerinin post giyip
dolandıklarını belirtmektedir. B. Deniz, Tasavvuftaki Posta Oturmak, post nişin
olmak ile bu tespitini ilişkilendirmektedir. Türk geleneğindeki boğa, öküz ve kurt
gibi hayvanlara inanmanın, totem inancıyla, hayvan ata kültüyle ilgili olduğuna
vurgu yapmaktadır. Ak ve Kara koyunluların ongunları koç olduğunu, Azerbaycan
sözlü kültüründe; “Koyunlu evler gördüm Kurulu yaya benzer. Koyunsuz evler
gördüm, Kurumuş çaya benzer.” Gibi dörtlüklerin yer alması koyunun itibarına
işaret ettiğini, hayvan ve hayvan postunun dokumacılığa post motifli halılar olarak
yansıdığını açıklamaktadır.
Faruk Sümer ve Bahaettin Ögel, Oğuz boylarının ongunu olan hayvanlara ait isimlerin, itibarlı kimselere de ad olarak verildiklerini belirtirlerken, çıkış noktalarının
A. Tuba Köse, “Eskiçağ Anadolu’sundan Günümüze ulaşan Giysi Tipleri”, Halk Kültürü’nde GiyimKuşam ve Süslenme Uluslar arası Sempozyum Bildirileri, Editör, M.T. Koçkar, Eskişehir, 2008 s.
1–9
72
H.Ö. Barışta, “Osmanlı İmparatorluk Dönemi Kadın Mezar Taşlarından Başlıklar”, Halk
Kültürü’nde Giyim- Kuşam ve Süslenme Uluslar arası Sempozyum Bildirileri, Editör, M.T. Koçkar,
Eskişehir, 2008, s. 395–403
73 M. Duranlı, “XVIII-XIX. Yüzyıllarda Saha Türklerinde… a.g.m.”
74 Y.D. Prokofyeva, Şamanskiye Kostümı… a.g.e.
75 Bekir Deniz, “Konya Yöresi Dokumalarında Postlu Hayvan Postu Motifi”, Gazi Üniversitesi I.
Ulusal El Sanatları Sempozyumu, 24–26 Nisan 2008 Ankara, Ankara, 2008, s. 107–129
71
653
YAŞAR KALAFAT
inanç boyutuna da izah getirmektedirler. Şahin (Kayı, Bayat, Alka Evli, Kara Evli),
Kartal (Yazır, Döger, Dodurga, Yaparlı), Tavşancıl (Avşar, Kızık, Begdili, Kargın),
Sungur (Bayındır, Biçene, Çavındır, Çepni), Üç Kuş (Salur, Eymur, Alanyuntlu, Ülegir), Çakır (İğdir, Buğduz, Yıva, Kınık), bu türden isimlerdi76.
Ara Değerlendirme
Kuş-ongun bağlantılı inançları Anadolu Türk kültür coğrafyasından da takip edebiliyoruz. “Pülümür ve Ovacıktaki Bal Uşakları’nın totemi Karakuş cinsinden kartala
benzeyen bir kuştur. Erzincan ve Erzurum çevresinde bu kuşa Hel derler. Bal Uşağı’nda bir kadın savaşa giden oğlunun veya kocasının arkasından şöyle yakarır;
“ -Hel-i ocağ-ı seyyid-i, tu sero perora gero, yani Seyit Ocağının kartalı başının üzerine kanatlarını gersin, seni korusun”, der.
Bu yakarıştaki “hel” ocağın koruyucu iyesidir. Hel, Divanü Lûgat-it-Türk’te, “Elkuş”
olarak geçer, ongundur. Savaş yapılırken eğer bir Helkuş birliğin arkasından ileriye
öne doğru uçar ise, bu hal savaşın kazanılacağı anlamına gelir.”77
Türk şamanlar Kara Kuş’a yardımcı ruh gözüyle bakar ona itibar ederlerdi. Kumandin şamanlarında Kara Kuş olağanüstü güce sahip yardımcı ruhlardandı. Teleut
şamanlarının davullarında demir tırnaklı bir karakuş vardır. Şorların en büyük yardımcı ruhu, Kara Kuş’tu. Altay şamanlarında Ülgen’in bir oğlu Kara Kuş’tu. Manas’ta da Kara Kuş kurtarıcı konumdadır. Kara Kuş, yapısal özelikleri ile Simurg ile
aynıdır78.
E.Yavuz bu bulgusunu, Kartalla ilgili halk inançları ile ilişkilendirmektedir. O, “Yakut Türkleri de kartal’ı koruyucu ruh sayarlardı. Yakutlara göre en korkunç ant,
kartal adı ile içilen anttır. Kartal adı ile yalan yere ant içenlerin ocağının söneceğine
inanılır.” demekte ve kartal ongununun Anadolu’da yaşadığına da Muş-Karlıova’da
Kartal Dağları’nın doruğu olan Kartal Tepesi’nde Kartalık Şehidi’ni delil olarak göstermektedir. 79
Türkler ve diğer Bozkır kültürü mensubu toplulukların mitolojisinde yer alan Garuda/Kartal aslında Türk mitolojisinde Karakuş denilen yırtıcı kuş olabileceği ileri sürülmüştür. MÖ ikinci bin yılda bazı yırtıcı kuşlar ve su kuşlarının Gök Tanrı’nın
sembolleri olduğu inancından hareketle kurban sunuluyordu80.
Yozgat-Topal Ali Türkmenlerinde uğursuz hayvanı olarak baykuş bilinir. Baykuşun
tünediği ev virane olur” inancında81 olduğu gibi Türk kültür coğrafyasında genellikle uğursuzluğun simgesi olarak bilirken, biz, Kuzey Kafkasya Türk kültür bölgesinde
Baykuş’un kuşların bayı, en itibarlısı uğur kaynağı olduğu kanaatinde olan kesimlere
Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri- Boy Teşkilatı-Destanları, Türk Dünyası Araştırmaları, İstanbul 1992, s. 169–171
77 Edip Yavuz, Tarih Boyunca Türk Kavimleri, Ankara, 1968 s. 410–411
78 Celal Beydili, Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük, Yurt, Ankara, 2003, S. 296–297
79 Edip Yavuz, Tarih Boyunca Türk Kavimleri, Ankara, 1968 s. 410–411
80 Emel Esin, Y. Çoruhlu, “Nagyszentmiklos Hazinesindeki İki Sürahide Bulunan Yırtıcı Kuş
(Kartal/Goruda) Figürlü Kompozisyonların Türk Sanat ve İkonografisindeki Yeri”, Prof. Dr.
Yılmaz Önge Armağanı, Konya, 1993 s. 319–320
81 Kaynak kişiler Hayrullah Aydın köy halkından emekli memur, 60 yaşında, Benzade Aydın 75
yaşında, köy halkından emekli memur.
76
654
ANADOLU TÜRKMEN/OĞUZ FES VE DÜĞÜN BAYRAKLARINDA MİTOLOJİK İZLER ARANABİLİR Mİ?
de rastlamış bir anlam verememiştik. 2013 Bektik Türkmenleri Şenlikleri’nde tanıştığımız Kırgız araştırmacı Gulira Kasymkulova’nın şapkasındaki dört kuş tüyünün
baykuşa ait olduğunu öğrendik. Baykuş’un onların inancında en uğurlu kuş olarak
bilindiğini, şapkasındaki baykuş tüylerinin ona kut verdiğini söylediler. Baykuşla
ilgili bu çelişkili inanç tespiti, ongunun ait olduğu topluma göre ak veya kara özeliği
gösterdiğini mi anlatmaktadır? Nitekim Tuva’da trans halinde baykuş sesi çıkaran
şamanları olduğu bilinmektedir82.
Sorguç-Tuğ-Telek-Ongun Bağlantısı
B. Ögel araştırmamıza ışık tutabilecek Türk mitolojisi bağlantılı şu bilgileri vermektedir. Atilla’nın bayrağında bir Tuğrul kuşu görülmüştü. Oğuz boylarında da her
boyun bir avcı kuş ongunu vardı. Her oğuz boyunun avcı kuşlardan bir sembolü vardı. Ancak Oğuzların bayraklarında bu kuşları göremiyoruz. İlhanlılardan Ölceytu
Hanın savaş bayrakları arasında bir Şahinli Bayrak görülüyordu83. Devlet kuran Oğuz
boylarının bayrakları kabile dönemlerinin bayrakları idi.84 Resmigeçit türü merasim
yürüyüşlerinde Türk toplulukları kabile bayraklarının renklerine göre elbise giyerlerdi.85 Şaman bayraklarına Celas deniyordu. Uranbay şamanlarının en değerli eşyalarının tepesinde güneş, hilal ve yılan bulunuyordu. F. Köprülü bu bulguyu Mısır
Memluklarındaki çalışla ilişkilendirmektedir86. “Savaşta, Şaman töreleri ile Tuğ açma”87 vardı. “Yiğit Ak-Kübek’in kuşları aya ve güneşe ulaşan dalların üzerinde duruyorlardı”88 “Türklerin tuğ ve bayraklarının şekil ve renkleri dinlerini yansıtıyordu89 İslamiyet’ten evvelki Tuğlar da savaştan evvel çıkarılır, kurban kesilir, saçılar
yapılırdı. A. İnan’dan yapılmış alıntıda da “Tuğun özü ve kişiliğinde koruyucu bir
zafer bağışlayan ruhun olduğunu açıklamaktadır.90 Bu açıklama bize adeta bir ak
iyesi olduğu mesajını veriyor. Kurt Yatağı Tuğu, bir çeşit kutlu tuğdur91. Tuğ ve bayrak gökten bir bozdoğan ile inmiştir92.
Türk kültür tarihinde tuğa ve bayrağa kurban ve saçı vermek93 tuğun ve bayrağın bir
iyesinin olduğu inancı ile izah edilebileceği gibi tuğ ve bayrak manevi mertebesi olan
bir şahsın türbesinde ise, o türbede yatan şahsın ruhaniyeti adına da yapılmış olabilir.
Bu yaklaşım şekli düğünlerdeki bey/damat bayrağı, düğün bayrağı için de izah şekli
olabilir. Orada da yeni bir ocak kurulmaktadır, ocağın egemeni olan bir bey vardır.
Onlar için de kurban kesilir. Gagauz Türklerinde, Bey bayrağının gönderine düğüne
Kaynak Kişi; Özkul Çobanoğlu.
Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine VI, Türklerde Tuğ ve Bayraklar (Hunlardan Osmanlılara),
Ankara,1984, Kültür ve Turizm Bakanlığı, s. 17
84 a.g.e., s. 52
85 a.g.e., s. 52
86 a.g.e., s. 297
87 a.g.e., s. 65
88 a.g.e., s. 303
89 a.g.e., s. 299
90 a.g.e., s. 302
91 a.g.e., s. 302
92 a.g.e., s. 303
93 a.g.e., s. 31
82
83
655
YAŞAR KALAFAT
katılanlar, giysi, havlu, yazma, mendil bağlayarak yeni ocağa armağan ederler. Bunlar ile adak bezi arasında ilişki kurulabilir mi?
Türkmenistan’da Çoban Baba yatırının bulunduğu coğrafyada kutsal kabul edilir. Bu
yörede türbeler için kale veya şehir de tabir ediliyor. Birçok türbe gibi buralarda da
yatırın bayrağı ve gönderi var. Kars Kalesi’nde yatmakta olan Celal Baba bu türden
bayrağı olan yatırlardandır. Ziyaretçiler göndere adak bezi bağlarlarken adeta yatırın korunması altına girmiş oluyorlar. Buralarda kurbanlar da kesilebilirdi. Fatihalar
burada da Allah rızası için okunup yatırın ruhuna bağışlanıyor, ancak yukarıda da
belirtilmeğe çalışıldığı gibi, kale yakın çevresindeki her şeysi ile yatıra ait, sahibi
yatırmış gibi bir inanç var.
B. Ögel, tuğ ve bayrakları anlatırken F. Köprülü’ye atıf yaparak, “ölen hükümdarların cetr ve sancakları bir hürmet alameti olarak türbesine konuluyordu” demektedir.94 Türk kültüründe dinî olan ile millî olan iç içe geçmiş adeta bir birlerini tamamlamışlardır.
B. Ögel’in yayınlarından sadece bir yerde tuğda telek vardır ve bu fotoğraf değil
çizilme bir resimdir95. Tuğ, atkuyruğu bağlanmış, ucu altın yaldızlı top ile süslenmiş
bir çeşit mızraktır.96 Biz 1990’larda Belh’teki yatırlardan sadece birisinin gönderinde
telek gördük. Bu asılan bezler arasında yanılmıyorsak kara bir telekti.
Sorguçlar konusunda ayrıntılı bilgi veren çalışmalar, sorguçların süsleme unsurlarının kökeninde, taşıyana uğur getirdiğine inanılan bir takım majik güçlerin yattığına
inanılırdı. Bunların ava bereket getirdiğine, avlanacak hayvanın ruhundan ve diğer
kötü ruhlardan avcıyı ve taşıyanı koruyacağına da inanılırdı.97
Sorguçlar, sade insanların feslerindeki medeni hal gibi devlet
ricalinde de sosyal statü belirtiyorlardı. Kahramanlık sembolü de
olabilen bu süslerin takılmaya hak edilebilmesi için, hak edilebilmişliği de gerektiriyordu.98
Orta ve Kuzey Asya’da tüyler şaman giysisinin de bir parçasıdırlar. Şaman kötü ruhlara karşı verdiği savaşta bu tüyler savaş
giysilerinin bir parçası idiler99.
Resim 20. Ahmet III100
Tüylerin savaşçılar tarafından kullanılışı genellikle miğferlere takılmak suretiyle
olmaktadır101. Divanü Lügat-it-Türk; Beçem Alamet, belge savaş günlerinde yiğitlerin
belge almak üzere takındığı ipek parçası ya da dağ sığırı kuyruğu, oğuzlar buna
perçem de derlerler, demektedir102.
a.g.e., s. 65
a.g.e.
96 Erman Artun, Ansiklopedik halkbilimi/Halk Edebiyatı Sözlüğü Terimler-Motifler-Kavramlar, Karahan, Adana, 2014, s. 429
97 Nazan Tapan, “Sorguçlar”, Sanat, yıl 3 S.6, Haziran 1977, s. 99–107
98 A.g.m.
99 A.g.m.
100 A.g.m.
101 A.g.m.
102 Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lugat-it-Türk, (Besim Atalay), I, Ankara, 1939
94
95
656
ANADOLU TÜRKMEN/OĞUZ FES VE DÜĞÜN BAYRAKLARINDA MİTOLOJİK İZLER ARANABİLİR Mİ?
Yakut Şamanizminde geçmişte kara iyeleri, günümüzde sivrisinekleri kovmada
kullanılan Deybiir, Dopsalgam diye bilinen özel kamçının saçak kısmı at kılından
yapılır. Kırgızistan’da gözlediğimiz bir şaman tedavi Seyhansında, şaman kara iyelerin definde, birisi at kılından saçaklı olan iki ayrı kamcı kullanıyor ve kış kış kış
diyordu. Anadolu’da cin, şeytan, nazar türü güçlerin def edilmelerinde ellerin tersi
ile süpürür gibi yapılıp kış kış kış denir.
Kış kış kışlamaya çağırım yapan bir bulgu da fes türü giysilerdeki hareketli pullardır.
Bunların hareketleri sonucu çıkan sesin bazı kara iyelerin kovulmalarında etkili olduklarına dair, Güney Amerika Kızılderilileri ile ilgili yapılmış belgesellerde açıklamalara rastlanılabilmektedir.
Kabile ve boyların renklerine göre elbise giymiş olmak
tespiti de konumuzla yakından ilgilidir. Boyların temsileri, muhakkak ongunların resimleri ile olmamıştır.
Rengin önemli bir gösterge olduğu gerçeğine rağmen,
kabile boylarının renklerinin tespiti ve renk tercihinde
neyin esas alındığını bilmek o kadar kolay olmamaktadır. Yön-renk bağlantısı bu noktada çözüm olmaya
yetmemektedir.
Resim 21. Çanakkale-Ayvacık103
Hakasya’da katıldığımız bir El Oyun’da, çevre Türk topluluklarını karakterize eden
renkleri dikkatimizi çekti. Ancak bu renklerin tercih ediliş sebeplerini izah edebilecek
kaynağa ulaşılamıyordu104. Biz bu çalışma ile bir yerde Türk sembolizm çalışmalarına da katkıda bulunmayı amaçladık.
2013 yılında, Bolu’da yapılan Köroğlu Sempozyumu’nda; 100 yıl kadar evvel Bolu’ya
pazara gelen halkın giysilerinden ve giysi renk ve modellerinden, onların hangi
yöreden geldiklerinin anlaşıldığı ifade edilmişti.
Diğer taraftan, Şaman bayrağının tepesinde, yılanın güneş ve ay ile birlikte yer alması,
fazla şaşırtıcı olmamalı. Anadolu halk inançlarında ay ve yıldızı bir arada anlatan,
inançların varlığını bilinmektedir.
Bu çalışma kapsamında, yukarıda yer verilmeğe çalışılan örneklerden sonra, kodlanılması gereken diğer önemli bir husus da, düğün bayraklarında, gönderlerin tepesine konulan ve telek ile ayna gibi nesnelerin oturtuldukları elma, patates, nar ve nadiren de soğandır. Bunlardan nar ve elmaya yüklenilmiş anlamlar vardır. Patates ve
soğan kaide oluşturma zaruretten mi, konulmuştur? Yoksa bunların da farklı bir
anlamları var mıdır?
103
104
Kültür Bakanlığı, a.g.e. s. 39
Özlem Alp yaptığı alışma ile orta Asya ve Anadolu Türk kültür sembollerini mitoloji-sembol,
büyü-sembol, astroloji-sembol, inanç-sembol, hayvan ve bitki-sembol, yazı-sembol, damgalar-sembol, gelenek görenek-sembol başlıkları altında incelemiştir. (K. Özlem Alp, Orta Asya’dan Anadolu’ya Kültürel Sembollere Giriş, Ankara, 2009)
657
YAŞAR KALAFAT
Mengen’de evlenen oğlanın evinin çatısına Nar asılır. Bu yörede nar çocuk sayısının
çokluğunu ve bereketi gösterir. Nar asmak soyun devamını dilemek anlamına gelir105.
Nar Türk kültürlü halklarda elma da olduğu gibi zürriyeti çoğalmayı yayılıp büyümeği simgeler. Nar etrafında da bazı inançlar oluşmuştur. Nar tanelerinden hiç düşürmeden narı yiyip bitirebilen kimsenin cennete gideceği inancı vardır106.
Osmanlı saray Kumaşlarında çiçek motifleri, lale, karanfil, sümbül gül, elma ağacı,
bahar dalı hurma ve servi ağaçları ve nar motifi çok kullanılır. Anadolu işlemelerinde hayat ağacı ve nar motifine sık rastlanır. Anadolu inançlarında nar cenneti, haşhaş
ölüm ve ebedi uykuyu ve incir, asma ve zeytin bolluğu simgeler107.
Düğün bayrakları ile Hayat Ağacı ilişkilendirilmesi üzerinde duran Müjgân Üçer’in
çalışması etnografya-mitoloji bağlantısı itibariyle çalışmamıza derinlik kazandırmıştır. Nahıl hurma fidanı anlamına gelirken, gelinin önünden götürülüp gelinin odasına
veya Sünnet Düğünleri için hazırlanan üstü altın gümüş süsler, yapma çiçekler, şekerler ve meyvelerle bezenmiş süs ağacıdır. Nevşehir, Ürgüp yöresinde 1,5 m boyunda,
bilek kalınlığında süslü bir daldır. Kars yöresi düğünlerinde Şah Bezeme ve Şah Kaldırma âdeti vardır. Bu amaçla bir ağaç dalı Bey Şahı ve Kız Şahı olarak süslenir108. Bey
Şahı 7 veya 9 dallı olur ve Kız şahından daha uzun yapılır.
Resim 22. Ürgüp Sünnet Nahılı109
Resim 23. Ürgüp Düğün Nahılı110
Edirne ve yöresinde gelin evden çıkmadan evvel Ahret adı verilen ve en yakın kız
arkadaşı tarafından geline verilen süslenmiş ağaç dalı, yörede bolluk ve bereket
sembolü olarak görülür. Bu ağaca, Gaziantep’te Damat Ağacı, Güveyi Mumu, DiyarAbant İzzet Baysal Üniversitesi Bolu Halk Kültürü 2012–2013 Meral Ozan Yönetimindeki
Saha Çalışması
106 Yaşar Kalafat, Türk Halk İnançlarında Beslenme, Berikan, Ankara, 2012, s, 37, 48, 171, 261
107 K. Özlem Alp, Orta Asya’dan Anadolu’ya. a.g.e. s, 58
108 Müjgân Üçer, “Anadolu Selçukluları’nın Taş Bezemelerindeki Hayat Ağacı Motifi ve Kültürümüzdeki Yeri”, 1.Uluslararası Türk Tıp Tarihi Kongresi 10. Ulusal Türk Tıp Tarihi Kongresi Bildiri Kitabı, C.1. V.1 20–24 Mayıs 2008, s.69–83
109 Yavuz İşçen, Ürgüp Düşler Ülkesinde Bir Kültür Yolculuğu, “Ürgüp Folklorundan Bir Kesit
Nahıl ve Nahıl Övme”, Ürgüp Tanıtma Vakfı, Ankara, 2011 s. 143–152
110 Yavuz İşçen, Ürgüp Düşler.. a.g.e.
105
658
ANADOLU TÜRKMEN/OĞUZ FES VE DÜĞÜN BAYRAKLARINDA MİTOLOJİK İZLER ARANABİLİR Mİ?
bakır-Karaçalı, Konya-Çukurbağ-Kartalca’da Damat Ağacı, Kocadere’de Toyrak, Denizli-Çal-Ekse köyünde Gebere denir111.
Sıraç Türkmen Düğünlerdeki Kız Başı’nın nezaretinde gelinin başının yapıldığı gün
gezdirilir. Gelinden Kız Başı sorumludur. Gelin, akarsuyun başına götürülür orada
yunulur/yıkandırılır.112.
Sıraç düğünlerinde Anadolu’nun birçok yerinde olduğu gibi Türk bayrağının yanı
sıra bir de “Damat bayrağı”, Düğün bayrağı olarak bilinen bir bayrak vardır. Bu bayrağın gönderi için uzun bir ağaç kesilir. Bu ağacın ucuna bir kenarda al diğer kenarda
yeşil olan el kadar büyüklükte bezler asılır. Gönderin tepesine bir soğan konur. Bu
kelle/baş soğanın etrafına sıralı telekler takılır. Bunlar renk olarak da hayvan olarak
da karışıktır. Tavuk, kaz, hindi telekleri sıralanır. Bu düzenlemede soğanın anlamı
pek bilen yoktur. Al renk bez ve telek Hz. Ali (r.a) ye atfen konur. Yeşil İslam’ı ve
bereket anlamına da gelen çayırı temsil eder. Bu bayrağın konulacağı yer damadın
kapısıdır. Uygulama “Bu evde düğün var yeni bir ocak kuruluyor anlamına” gelir.
Bu bayrak uygulaması günümüzde yerini tamamen Türk bayrağına bırakmıştır.113
Resim 24. Düğün Alayı114
Resim 25. Düğün Alayı, Çamlı Köyü Balıkesir 115
Sıraçlarda daha eskiye gidildiğinde Gelin Bayrağı’nın üzerine soğanın yanı sıra sabun
da koyulurdu. Telekler onların üzerinde olurdu. Gençlerden onu vuran teleğe hak
kazanır bahşiş alır, teleği başına takabilme hakkını kazanırdı.116
Gelinin başına al önde ve yeşil arkada olacak şekilde çok kere ipek olan tülbent asılır.
Bir tülbent de katlanır, katlanır gelinin tepesine konur. Gelinin yüzü görünmez, gös-
Müjgân Üçer, “Anadolu Selçukluları’nın… a.g.m.”
Kaynak kişi: Veyis Gürbüz, 70 yaşlarında çiftçilikle geçinen, Erikli Tekke köyünde yaşamakta
olan bir Sıraç
113 Kaynak Kişi; Kaynak Kişi; Senem Atasoy, Erikli Tekke Köyünden 55 yaşlarında ilkokul
mezunu çiftçilik yapan Sıraç bir ev hanımı
114 Fotoğraflarla Halk Kültürü ve Nevruz, Kültür Bakanlığı, HAGEM, Ankara, s.23
115 TUBİKAM, Anadolu’nun Renkleri Doğum-Düğün-Evlilik, s. 8
116 Kaynak kişi: Veyis Gürbüz, a.g.k.
111
112
659
YAŞAR KALAFAT
terilmez. Gelinin duvağı al ve yeşil olur. Duvağın etrafını bir çember sarar buna Perpere/Pulluk/Çıngıl denir117.
Bayır-Bucak Türkmenlerinde düğün Bayrak Direği 7–8 m. uzunluğunda ve tepesi 3
dallı, alt ucu toprağa dayalı olur. Bu direğin yüksekliği düğün evinden yüksek olmalıdır. Ucundaki dallardan birisine nar, diğerine elma ve üçüncüsüne de soğan takılır.
Bunlardan elma tatlı dili, nar çoğalmayı ve sağan da bereketi simgeler. Bayrağın
yanına nakışlı bir mendil asılır. Bayrak direklerinden dokuz topaklı olan bayrak en
itibarlıdır ve geline verilen önemi anlatır.118 Tuğlar ile Toy bayraklarının yapım mahiyetleri ve fonksiyonları açık ortaklıklar aksettirmektedirler.
SONUÇ
Çalışmamızda doğal olarak yerel kıyafetlerden baş bağlama üzerinde durduk. Gerek
yerel kıyafetleri incelemiş olan ilgili edebiyat ve gerekse alandan yaptığımız tespitler
bakımından, görülmesi gereken çok daha fazla kaynağın olduğunun farkındayız.
Yerel kıyafetlerde, kadın başı bezeklerinde, yazmaların, alın çatkılarının, takke ve
terliklerin, başlıkların, berelerin, çarpıların, çemberlerin, çevrelerin, çitlerin, ebanilerin, ferahilerin, feslerin, hotozların, tepeliklerin, Kofilerin119 fonksiyonunun renk,
kullanım yeri ve şekli bakımlarından bu çalışma ile sınırlanamayacağı açıktır.
Bulgularımızın, mitoloji içerikli ilgili kaynak eserlerdeki yerlerine işaret edebilme
adına, yapabildiğimiz çalışmaların da şimdilik yetersizliğini gördük.
Bütün bunlara rağmen, etnografya mitoloji bağlantısının araştırılması adına atılmış
bu yeni adımla; Anadolu kadın baş kıyafetlerinde, düğün bayraklarında Türk kültürünün devamlılığının kut anlayışı, renk anlayışı, ak ve kara iyeler anlayışı gibi bakımlardan devam ettiğini söyleyebiliriz.
Özetle, Anadolu Türkmen etnografyasında bir dönemin bitki ve hayvan ongunlarına
ait izlerin aranması mümkündür. Özellikle düğün bayraklarının yanı sıra başlıklar, bilhassa gelin başlıkları, bu
gerçeğe şahitlik edebilmektedirler. İncelemeler derinleştirilebildikleri nispette, Türkmen etnografyasından hareketle, Dünya Türkmen coğrafyasında bu bağlantıdan
gidilerek de bir köprü kurulabilir. Kullanılan malzeme ve
onların simgesel anlamları, araştırmacıyı mitolojik döneme de götürebilecek güçtedir.
Sorguç, Miğfer ve Nahılların inanç mitoloji bağlantısı
konusu ayrıca çalışmayı düşünüyoruz.
Resim 26. Kozak120
Kaynak Kişi; İbrahim Atasoy, Erikli Tekke Köyünden 70 yaşlarında ilkokul mezunu çiftçilik
yapan devlet memuriyetinden emekli bir Sıraç
118 Yaşar Kalafat, Karşılaştırmalı Bayır-Bucak Türkmen Halk İnançları, Ankara, 1996, s. 43
119 Lale Özder, İç Anadolu Bölgesi Geleneksel Kadın Başlıkları, Ankara, 1999
120 Sabiha Tansuğ, “Gelin.. a.g.m.”
117
660
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
OSMANLI KONUŞMA DİLİNİN KAYNAKLARI
Y A V U Z KAR TA L L I OĞL U
Konuşma ve Yazı Dili İlişkisi
Osmanlı döneminde kullanılan dil ile ilgili filolojik incelemelerin özünü yazı
oluşturagelmiştir. Berke Vardar’ın yazı ve konuşma ile ilgili şu cümleleri sanki
Osmanlı dönemindeki dil için söylenmiş gibidir: Yazı, sözlü bildirişim aracı dili,
görsel ve tek boyutlu bir düzen içinde sunan, uzaktan bildirişim sağlamak,
bildirilerin yitip gitmesini önlemek gibi amaçlarla kullanılan bir düzgü, sözcüğün
geniş anlamıyla simgesel bir anlatım, ikincil bir dizgedir. Gerçekte dil olgusu
yazıdan bağımsız, seslerden oluşan bir düzleme bağlanır. Dil ve yazı birbirinden ayrı
iki göstergeler dizgesidir. Yazının biricik varlık nedeni dili göstermektir. Ne yazık ki
ikincil olan dizge, yani yazı dili, büyük bir önem kazanarak kendine özgü bir
gerçeklik düzlemi yaratır; geleneği korur, söyleyişi etkiler. Kültürel ve edebi
değerlerin başlıca aktarım aracı olarak kurumlaşır. Tarihi sebeplerin etkisiyle yazı ve
konuşma dili arasında kopukluk görülür; bu durumda yazı, dile uygun bir kalıp
olmaktan çıkarak neredeyse bir örtü görünümü alır (Vardar, 2001, ss. 82-83).
Filologlar daha çok yazı dili ile uğraşırken dilbilimciler inceleme nesnesi olarak sözlü
dile yönelir (Vardar, 2001, s. 40; Aydın, 2014, ss. 17-21). Osmanlı döneminde yazılmış
olanın; yüzyıllara, kişilere veya bölgelere göre nasıl söylenmiş olabileceği üzerinde
çok durulmayan bir konudur. Arap kökenli Türk alfabesinin bırakıldığı tarihe kadar
bazı kelime kökleri ve eklerin telaffuzu yazıya yansımamıştır. Bu noktada
araştırıcılar, zaman zaman yazılanın mı, konuşulmuş olanın mı incelenmesi gerektiği
konusunda tereddüte düşmektedirler.
Yazı Dili
İstanbul’un fethinden sonra yazı dili büyük bir gelişme göstermiş, konuşma dilinden
oldukça farklılaşmıştır. Yazı dili için de iki seviyeden söz edilebilir. Birisi konuşma
dilinden farklı olan ama geniş bir okuryazar kitlesi tarafından anlaşılan ve faydayı
amaç edinen seviye; diğeri ise sanat amaçlıdır, Arapça ve Farsça kelime kadrosuna
sahiptir, Farsça yapılı tamlamalar yanında İslam kültürünün bilgi ve kültür
661
YAVUZ KARTALLIOĞLU
unsurlarını barındırır. Yazının bu seviyesi konuşmadan kopmuş, yalnızca cümle
yapısı korunmuştur (Tulum, 2010, ss. 25-26). Hayati Develi de yazı dilini üst yazı dili
katmanı ve alt yazı dili katmanı olmak üzere ikiye ayırır. Üst yazı dili katmanı sanat
işlevli olup sanat için sanat içeriklidir; alt yazı dili katmanı ise iletişim ve sanat işlevli
olup toplum için sanat içeriklidir. Bu iki dil katmanı içinde alınma kelimelerin
(yapıların) yoğunluğu belirleyicidir (Develi, 2010, s. 87). Şemseddin Sami’ye göre
Arapça ve Farsçadan alınan bütün kelimeler Türkçenin söz varlığına tamamen
yerleşmemiştir ve bu kelimeler istenildiği zaman atılabilir (Yavuzarslan, 2004, s. 196).
Osmanlı döneminde kullanılan dil ile ilgili araştırmaların neredeyse tamamını yazı
dili oluşturur. Yine Osmanlı döneminde kullanılan dilin zaman zaman Türkçe,
Arapça ve Farsça karışımı bir dil olarak tanımlanmasının en büyük sebebi de
araştırmaların yazı dili üzerinde yoğunlaşmış olmasıdır.
Konuşma Dili
Sesli dil de denen konuşma dili, insanların günlük hayatta kullandıkları dildir. Bu
dilin tarihî dönemlerdeki durumunu, gelişim ve değişmesini tespit etmek oldukça
güçtür. Yazı aracılığı ile belirlenebildiği için “yazıya geçirilmiş konuşma dili” demek
de yanlış tespit olmayacaktır (Tulum, 2010, s. 26). Konuşma dilinin en önemli özelliği
aydın ve aydın olmayan insanları buluşturmasıdır, çünkü önce konuşma dili, yani
sözlü dil vardı (Duman, 1999, s. 332). Hem yazı hem de konuşma dili unsurlarını
içeren Osmanlı nesir dili eskiden beri Eski Türk edebiyatı araştırıcıları tarafından
sade, orta ve süslü nesir olarak sınıflandırılagelmiştir. Esas olarak kelime hazinesi ve
dilbilgisinin kontrolündeki, yani leksik ve sentaktik temelli bu sınıflandırmaya
Hakan Karateke itiraz eder; bazı faktörlere bağlı olarak üç nesir türü arasında
geçişler olabileceğini belirtir (Karateke, 2010). Gramer unsurlarına dayanmayan,
Osmanlı konuşma dilininin “Konuşma” başlığı altında “sohbet, mekân, muhataplar,
yabancılar ve gayrı müslimler, sohbet ve kadınlar, kadınlar arası sohbet, adab-ı
muaşeret, sohbet konuları, mükâleme rehberleri…” gibi konu başlıklarıyla iletişim
işlevi ön plana çıkarılarak incelendiği en önemli makale Johann Strauss’a aittir (bk.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Yaşamak).
Osmanlı Konuşma Dilinin Kaynakları
Ses ve görüntü kayıtlarının yapılamadığı dönemlerde, yazılanın nasıl söylendiği
çeşitli ölçütler kullanılarak ancak yazı üzerinden tahmin edilebilir. Osmanlı konuşma
dilini de duyma imkânı olmadığı için, konuşma sadece Osmanlı yazılı eserleri
vasıtası ile takip edilebilir. Bu noktada akla gelen ilk soru, Osmanlı konuşma dilini
araştırırken bakılması gereken ilk kaynakların neler olduğudur. Duman’a göre
standartlaşmaya zaman zaman aykırı özellikler gösteren yahut edebi kaygılardan
uzak telif edilmiş eserler konuşma dilinin kapısını aralamaktadır (Duman, 1999, s.
333). Makalede, Osmanlı konuşma dilinin kaydedildiği, mutlaka kullanılması
gereken kaynaklarından bahsedilecek; kaynaklarda geçen konuşma dili örneklerine
kısaca yer verilecektir. Yazı dili ile kıyaslandığında kolayca görüleceği üzere sonuçta
kabaca Osmanlı konuşma ilkelerinden bahsedilecektir.
I. Transkripsiyon metinleri,
II. Osmanlı kronikleri,
III. Şeriyye sicilleri,
IV. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi,
662
OSMANLI KONUŞMA DİLİNİN KAYNAKLARI
V. Galatat sözlükleri, Kamus-ı Türki, Persenk,
VI. Halk hikâyeleri, tiyatrolar, romanlar, gazeteler, mizah dergileri.
I. Transkripsiyon Metinleri
Fonetik olmaktan uzak olan, yani Türkçenin seslerini göstermede çoğu zaman
yetersiz kalan Arap harfli metinler üzerinde dil incelemesi yapan pek çok araştırıcı
öncelikle, yabancılar tarafından kaleme alınıp “çeviriyazılı metinler” olarak da
isimlendirilen genellikle Latin harfleri -az olarak Ermeni, Grek, Kiril- ile yazılmış
gramer ve sözlüklerden faydalanmıştır. Bu metinler Osmanlı devleti ile daha çok
ticari ve siyasi ilişkilerde bulunan devletlerin mensubiyetinde olan kimselerin XV.
yüzyıldan itibaren hazırladıkları sözlük ve gramer kitaplarından ibarettir. Bunların
hazırlanmasında asıl amaç, Türkçeyi öğrenmek ve ilgilenenlere öğretmektir. Bu
eserleri, sanki günümüz için çözümlenmiş ve yazıya geçirilmiş bir tür ses kaydı olarak
düşünmek gerekir (Kartallıoğlu, 2011, s. 20).
Transkripsiyon metinlerini yazanların en önemli amacı, yukarıda bahsedildiği üzere
Osmanlı zamanında kullanılan Türkçeyi ilgilenenlere öğretmek olmuştur. Bu yüzden
metin yazarları, özellikle gramerlerindeki bazı sayfaları “mükâleme”lere
ayırmışlardır. Bu mükâlemelerde metin yazarları Osmanlı topraklarında hayatın her
alanında, her zaman kullanmak zorunda kaldıkları Türkçe ifadeleri yazıya
geçirmişlerdir. Böylece Türkçe konuşma dili, özellikle de Osmanlı konuşma dili
tarihine çok önemli katkıda bulunmuşlardır. Mükâlemeler genel olarak “selamlaşma,
vedalaşma, alışverişte, giyinmek üzere, kahvaltı etmek üzere, yola gitmek üzere,
hasta bakmak üzere, karı ile koca arasında, yatmak üzere, kalkmak üzere...” gibi
tematik başlıklarla kurgulanmıştır. 19. yüzyıla gelindiğinde ise gramerlerin
sonundaki mükâlemeler, konuşma kılavuzlarına dönüştürülmeye başlanır.
Bahsedilen sebepler transkripsiyon metinlerini Osmanlı konuşma dilinin
kaydedildiği en önemli kaynaklar hâline getirir. Aşağıda 16 ve 19. yüzyıldan iki
konuşma metni verilmiştir:
Bir Türk ile bir Hristiyan arasında sorgulamalar
Handa gidersen bre ga(v)ur?
Stambol’a giderüm sultanum.
Ne işün var bu memlekette?
Bezergenlik ederüm affendi. Maslahatum var Anadol’da.
Ne habar sizünkilerden?
Hiç neste bilmezüm sa(n)a dimege.
Yoldaşun var mı senünle?
Yoh, yalanuz geldüm.
Benümle gelürmisün?
Irah mıdır senün yatağun?
Yahındır bundan güstere(y)im sa(n)a.
Gel güsteriver Allah’a seversün.
Kalh, yoharı tur bunda.
Hangi daraftandır bilmezüm.
Sag eline bah, gün dogusına.
Bir buş ev aşar gibi gürünür o mıdır?
663
YAVUZ KARTALLIOĞLU
Gerçeksün odır, yakın değil mi? (Georgiević, 1544, ss. 68-69)
Hamam Üzere
Hammama gidelim mi efendim?
Pekeyi efendim ben de lazımlığını añlayorum.
Rahatsız mısıñız?
Evet biraz vecaı mefasilim var.
Bu vecalar için hammamdan eyi şey yoktur.
İşte geldik.
Papuşlarımı çıkar.
Espapımı nereye koyayım?
İskemleniñ üzerine koyuñuz efendim.
Saatımı size teslim ederim, sakın ha ğayb olmasın.
Burada hiçbir şey ğayb olmaz efendim.
Hammamıñızıñ ismi meşhurdur.
Bütün İzmir’de bu hammamıñ misli yoktur.
Nalin geyiniñ ki mermerler ayağıñızı yakmassın efendim.
Şu peştemalı beliñize tutuñ.
Eliñizi baña veriñ ki kaymayasıñız.
Efendim şu tahtanıñ üzerine yatıñ ki sizi ovalassınlar.
Bir az ovuştur beni.
Çok ovuşturma.
Kemiklerimi gükrütme.
Başımı sabunla.
Çok sabunlama.
Su dök.
Su souk, sıcak su musluğunu aç.
Yetişir.
Yetişmez.
Burası pek sıcak.
Vecudumuñ menfeslerinden ter akıyor.
Çıkalım.
Şu futa ıla örtünüñ.
Şu peşkirleri başıñıza sarıñ.
Bir eyi yatak hazırla.
Hazırdır.
Hararetim var.
Bir limonata getir.
Bize kahve ile nargile getir.
Gel beni geydir.
Kaputumu ver.
Saatımı nerede koduñ?
664
OSMANLI KONUŞMA DİLİNİN KAYNAKLARI
İşte efendim.
Pekeyi işte hammam parası.
Daha bir ğuruş hizmetim için kerem ediñ.
Al.
Memnunum efendim (Mallouf, 1862, ss. 134-139).
II. Osmanlı Kronikleri
Çoğu zaman ağır bir dili olduğu söylenen Osmanlı kronikleri konuşma diline yer
verilen eserlerdendir. Yazı ve konuşma dili ilkeleri ile bu metinler değerlendirilirse
metinlerdeki konuşma dili açıkça görülebilir. Osmanlı kroniklerinde padişahtan
halka pek çok kişinin konuşmaları kaydedilmiştir. Bunlardan Tevarih-i Al-i Osman
gibi bazıları, transkripsiyon metinlerinden önce yazıldıkları için daha eski Osmanlı
konuşmalarını bu eserlerde görmek mümkündür. Aşağıda Tevarih-i Al-i Osman’dan
alınan iki metinde Osman Bey ve Bayezid Han’ın konuşmaları kaydedilmiştir:
Osman Gazi Karacahisar’ı aldıktan sonra Tursun Fakıh ile konuşuyor:
Osman Gazi: Her ne kim size gereklidür anı eyle idüñ.
Tursun Fakı: Hanum! Bu işe sultandan icazet ve izin gerekdür.
Osman Gazi: Bu şehri ben hod kendü kılıcumıla aldum. Sultanuñ bunda ne dahlı var
kim andan izin alam. Aña sultanlık viren Tañrı baña dahı gazayıla
hanlık virdi ve eger minneti şol sancagısa ben hod dahı sancak götürüp
küffar ile ograşmadum. Eger ol ben Al-i Selçuk neslindenven dirse ben
hod Gök Alp oglıyın dirin ve eger bu vilayete ben anlardan öñdin
geldüm dirse benüm dedem Süleyman Şah dedem hod andan evvel
gelüp turur (Yavuz, Saraç, 2007, s. 289).
Bayezid Han suç işleyen kadılar hakkında nedimi Ali Paşa ve Mashara Arap ile
konuşuyor:
Bayezid Han: Kadıları getürüñ. (Kadıları bir eve toplarlar.)
Bayezid Han: Varuñ ol eve od uruñ, içinde kadılar bile yansın.
Ali Paşa: (Hanın nedimi Mashara Arap’a) Eger şol kadıları handan kurtaracak
olursañ saña çok mal vireyüm.
Mashara Arap: Hanum, beni İstanbol’a ilçilige gönder.
Bayezid Han: Bire devletsüz, anda İstanbol’da neylersin?
Mashara Arap: Varayum tekürden keşişler dileyelüm.
Bayezid Han: Bire keşişleri neylersin?
Mashara Arap: Hanum kadıları kıralum keşişler kadı olsun.
Bayezid Han: Bire it Arap! Kadılığı keşişlere virince kendü kullaruma virsem ne!
Mashara Arap: Senüñ kullaruñ okumış degüllerdür, bu keşişler hod okuyup niçe
yıllar zahmet çekmişlerdür.
Bayezid Han: Ya bire Arap iş niçe olur?
Mashara Arap: Hanum! Anı padişahlar bilür ve anlaruñ hallarını ve kallarını ve
efallerini.
Bayezid Han: (Ali Paşa’ya) Ali, bu kadılar hep okumışlar mıdur?
Ali paşa: Ya sultanum, okumayan kişi kadı mı olur?
Bayezid Han: Ya çün okumışlar, niçün yaramazlık iderler?
Ali Paşa: Sultanum! Buñlaruñ düşelügi azdur (Yavuz, Saraç, 2007, s. 342).
665
YAVUZ KARTALLIOĞLU
III. Şeriye Sicilleri
Şeriye sicilleri pek çok açıdan özellikle tarih tezlerine konu edilmiştir. Bu defterlerde
Osmanlı toplumunun her kademesinden insanın mahkemedeki konuşmaları da
kaydedilmiştir, konuşmaların zaman zaman değiştirilerek kayda geçirilme ihtimali
de olsa şeriye sicilleri Osmanlı konuşma dilini en iyi yansıtan eserlerin başında gelir.
Aşağıda şeriye sicillerinden alınmış, çeşitli illere ait, çeşitli konularda örnekler yer
almaktadır:
KONYA
Mehmed, Ahmed Beşe’ye küfrediyor:
Mehmed: Hırsız, gidi, yosma, ırgat (Eroğlu, 2006, 81).
Mehmed, Satı’yı tehdit ediyor:
Mehmed: Bogazumda urgan, bögrümde kazık senüñ menzilüñi ateşle yakarum
(Eroğlu, 2006, 81).
ANKARA
Osman, Seydi Ahmed’den eşeğini geri istiyor:
Osman: Seydi Ahmed’üñ yedinde olan işbu gök, altı beyaz erkek eşek benüm
mülküm olup Salamon oglı nam şaki gasb eylemiş, taleb iderin.
Seydi Ahmed: İşbu Yusuf bin Abdullah’tan on üç guruş ile on beş akçaya iştira
eyledüm.
Yusuf: Ben bey eyledüm.
Şahitler: Seydi Ahmed’üñ yedinde olan gök ve altı beyaz eşek Osman’uñ mülk
eşyasından mütevellid mülkidür (Toğrul, 2010, 75).
IV. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi
Seyahatname sadece yazıldığı dönemde değil, bütünüyle Türk nesrinde önemli bir
yere sahiptir. Evliya Çelebi, eserini dönemin edebî modasına uyarak ağdalı bir dille
yazabilme kudretine ve maharetine sahiptir. Ancak kendisi, anlaşılır olmak için bu
yolu seçmez ve eserini sade bir dille yazar (Duman, 1999, s. 334). Fahir İz,
Seyahatname’nin üslubunu önce süslü, sonra orta nesir içinde değerlendirmiştir
(Aksoyak, 2010, s. 62). Aslında Seyahatname sade, orta, süslü, ağdalı veya yazı,
konuşma dili üslubu ile yazılmamıştır; Evliya Çelebi bu üslup türlerinin hepsini bir
arada kullanmıştır. Aşağıdaki örnekler, Evliya Çelebi’nin konuşma diliyle kaydettiği
örneklerdir.
Esnafların Konuşmaları
Lağımcılar: Aşa aşa.
Buğday navluncuları: Bereket senden ya Mevla, ganimet senden ya Allah.
İstanbul bekçileri: Bire koma, kaşdı ha, vardı ha, bire koma, gitdi gidi, vardı gidi, işte
gidi.
Kasaplar: Ala on vukıyye akçe, al canum eyisin ver canum, ala bir eyi kebablık, ala
bir ala kıymalık.
Ayıcılar: Kalka beri ya vasıl / Ye necisden bir fasıl / Seni dagda dutdılar / Âdem deyü
oynatdılar / Kur yayını divana /
Bahçada dolap döner /
Sen de döne
görsünler.
Kuru sarımsakçılar: Ey sarımsak, cana sarılsak.
Soğancılar: Her taama lezzet veren tuz sogandur sogan.
666
OSMANLI KONUŞMA DİLİNİN KAYNAKLARI
Şerbetçiler: Cana safa, ruha gıda verür şerbetüm canum.
Hamamcılar: Gele Vefa hammamına canum, gire Hacı Kadın hammamına hanum,
göre Çinili hammamı canum. (Bir başkası) Nilgun futaya sarmış bedeni
uryanın.
Lağımcı Ermeniler: Şurada bir kariz vardur, açup ayırdlasah, çoh kariz badamı
çıhardı, harnumuz acdur badam yisah (Dankoff vd., 2006, ss. 248-I 332).
V. Galatat Sözlükleri, Kamus-ı Türki, Persenk
Bu gruba giren kaynaklarda konuşma cümleleri yoktur. Bu kaynaklar, konuşmadaki
kelimelerin kaydedildiği, nitelikli eserlerdir. Bunlardan ilki olan galatat sözlüklerinde
galat olarak gösterilen kelimeler öncelikle konuşmada kullanılmış olmalıdır; bunların
bir kısmı zamanla konuşmadaki şekliyle yazıya da yansımıştır. Galat olarak dile
yerleşen kelimelerin çoğu zaman yanlış oldukları unutulmuştur (Kültüral, 2008, s. I).
Aşağıdaki örneklerde görüleceği üzere galat, alınma kelimenin Türkçeleşmesidir,
Türkçeleşme de konuşmada başlar:
ebdâl > abdal, emân > aman, ışk > aşk, mesel > masal, bûstân > bostan, pîş > peş, câdû
> cadı, mîve > meyve (Kültüral, 2008, ss. XXI-XXIII).
Galatat sözlüklerinde kelimenin asli şekli ve anlamı da yer alır:
iştah: Arapça’da «yemeğe istekli olmak» manasına olan iştiha kelimesinden
muharreftir (139).
taya: Fârisî dâyeden muharreftir (237)
Kamus-ı Türki, konuşma unsurları, yani hem Türkçe hem de alınma kelimelerin
telaffuzları hakkında çok önemli bilgiler içermektedir. Şemseddin Sami bu özellikleri
genellikle zebanzed kelimesiyle kaydetmiştir. Sami’ye göre zebanzed, “lâkırdı arasında
kullanılan, dilin alıştığı, me’lûf ve mütedavil söz”dür. Aslında zebanzed, yazı
dilindeki bir kelimenin halk arasındaki telaffuz şeklidir. Sami’nin zebanzed olarak
adlandırdığı terim Batılı araştırıcıların sözlük ve gramerlerindeki vulgarize terimi ile
aynıdır. Sami, hem yazı ve konuşma dili arasındaki ayrılığı görmüş hem de Batılı
araştırıcıların da eserlerini muhtemelen incelemiş olduğu için sözlüğünde özellikle
Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin asli ve değişmiş (Türkçeleşmiş) şekillerine yer
vermiştir.
Şemseddin Sami, madde başında büyük oranda aslını verdiği Arapça ve Farsça
kökenli kelimelerin zebanzedlerini madde içinde gösterir. Onun bu şekilde kaydettiği
bazı kelimeler şunlardır:
aktar: [zebanzedi galat olarak aktar] (Yavuzarslan, 2010, s. 43), bezistan:
[zebanzedi bedesten] (114), boru-zeden: [zebanzedi borazan] (Yavuzarslan,
2010, s. 142), ceyb: [zebanzedi cep] (Yavuzarslan, 2010, s. 176), çaşni:
[zebanzedi çeşne] (Yavuzarslan, 2010, s. 197), debbağ: [zebanzedi tabak]
(Yavuzarslan, 2010, s. 236).
Sami’nin zebanzed olarak kaydettiği Arapça ve Farsça kelimelerin Türkçeleşmiş
şekilleri günümüz konuşma dilinde de devam eden kelimelerdir. Bu kelimelerin asli
şekilleri kullanımdan düşmüştür.
Persenk, Feraizcizade Mehmet Şakir tarafından yazılan, Mustafa Koç tarafından
Persenk - Persenk Açıklaması ile yayımlanan bir eserdir. Bu eserin en önemli özelliği
Türkçenin bütün ünlülerini gösteren bir alfabe ile yazılmış olmasıdır. Böylece eski
667
YAVUZ KARTALLIOĞLU
kelimelerin nasıl telaffuz edildiği görülebilir, kullanımdan düşmüş veya az bilinen
Türkçe kökenli kelimeler doğru okunabilir (Koç, 2006, ss. 246, 247). Feraizcizade,
ﻛﺰدﯾﻚ، اودوﻧﺠﻮ، ﯾﻮزوﻧﺠﻮ، اوﻟﻮﻏﻮ، ﺳﻮروﯾﻮ، ﻛﻮﻣﻮرو، ﺑﻮزدو، ﻛﻮردوgibi örneklerde konuşulan
dili yazıya yansıtmıştır (Koç, 2007, ss. 24-27). Persenk, transkripsiyon metinlerinin
verilerini kontrol etmede kullanılacak en önemli eserlerden biridir.
VI. Halk hikâyeleri, tiyatrolar, romanlar, gazeteler, mizah dergileri
Başlıkta yer alan eserler 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı toplumunda
önemli bir yer tutar. Bu dönemde yazı dili, konuşma diline yaklaştırılmaya çalışılır.
Aşağıda Hayal ve Diyojen’den alınan iki kısa metinde Osmanlı konuşma dilini
görmek mümkündür.1
Hoca ile öğrencisinin konuşmaları (Diyojen 1872)
Hace: Dersini ezberlendi mi?
Şakird: Evet sigalar değil mi? Ezber etmekteyim.
Hace: Çek bakalım.
Şakird: Başüstüne. Dövüldüm, dövülürüm, dövülürüz, döverler,
dövüldüler, dövüldüm, daha bakalım ne vakte kadar dövüleceğiz?
Hace: Canım bu fiilin müteaddisi yok mu?
Şakird: Şimdilik hâlimiz meçhul üzerine bina olduğundan efalimizde de
taaddi kalmadı. Artık bu aralık böyle çekmek lazım geliyor.
Namık Kemal ile etrafındakilerin konuşmaları (Hayal, 1876)
1 Örnek konuşmalar, Alparslan Oymak’ın “Osmanlı Mizahında Teodor Kasap (Diyojen,
Çıngıraklı Tatar ve Hayal Gazetesi Üzerine Bir İnceleme” adlı tezinden alınmıştır (88, 248).
668
OSMANLI KONUŞMA DİLİNİN KAYNAKLARI
SONUÇ
1. Bugüne kadar tamamen yazıldığı şekle bakılarak bünyesinde bulundurduğu
yabancı ögelere göre değerlendirilen Osmanlı dönemindeki Türkçenin bir de yine
ancak yazı aracılığı ile incelenebilecek konuşulan varyantının olduğu
unutulmamalıdır. Türkiye Türkçesi konuşma dili, Cumhuriyet dönemindeki çeşitli
politikalar sonucu oluşmamıştır; Osmanlı konuşma dilinin çağdaş şartlar altındaki
devamıdır.
2. Osmanlı konuşma dilinin en önemli kaynakları transkripsiyon metinleri denen
gramer ve sözlüklerdir. 19. yüzyılda Osmanlı konuşma dili, özellikle FransızcaTürkçe konuşma kılavuzları ile tematik olarak kaydedilmeye başlar. Transkripsiyon
metinlerinden sonra Osmanlı kronikleri, şeriyye sicilleri, Evliya Çelebi’nin
Seyahatnamesi, galatat sözlükleri, Kamus-ı Türki, halk hikâyeleri, tiyatrolar,
romanlar, gazeteler, mizah dergileri Osmanlı konuşmasının kaydedildiği kaynak
eserlerdir.
3. Makalede sınırlı örnekleri verilebilen Osmanlı konuşma dili, kelime kadrosunun
Türkçe kökenli kelimelerden ibaret olması; alınma unsurlar denen Arapça ve Farsça
kökenli kelimelerin halklılaşmış şekillerinin kullanılması; yazı dilinin vazgeçilmezi
hâline gelen Farsça -az olarak da Arapça- yapılı tamlamaların; Arapça ve Farsça
yakın veya eş anlamlı kelimelerin yan yana neredeyse kullanılmaması; cümlelerin
fiilimsilerle uzatılmayıp kısa cümlelerden ibaret olması gibi özelliklerle yazı dilinden
ayrılır.
KAYNAKÇA
Aksoyak, İ. H. (2010). Eski Türk Edebiyatında Nesir Üzerine Bazı Belirlemeler, Nesrin
İnşası, Düzyazıda Dil, Üslûp ve Türler, Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları V,
İstanbul: Turkuaz.
Aydın, M. (2014). Dilbilim El Kitabı, İstanbul: Akademik Kitaplar.
Georgiević, B. (1567). De Tvrcarvm Moribvs Epitome, Lvgdvni.
Dankoff, R., Kahraman, S. A., Dağlı, Y. (2006). Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, 1. Kitap,
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Develi, H. (2010), Söze Boğulan Tarih: Osmanlı Tarih Yazıcılığının Dili, Nesrin İnşası,
Düzyazıda Dil, Üslûp ve Türler, Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları V, İstanbul:
Turkuaz.
Duman, M. (1999). Klâsik Osmanlı Türkçesinde Konuşma Dili, 3. Uluslar Arası Türk
Dili Kurultayı, 1996, Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
Türk Dil Kurumu Yayınları.
Eroğlu, Ö. (2006). 17. Yüzyılın Son Çeyreğinde Konya Şeriyye Sicillerine Göre Konya’da
İşlenen Adi Suçlar, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih
Anabilim Dalı, yayımlanmamış master tezi, Ankara.
Tulum, M. (2010). Osmanlı Nesrinin Dili, Nesrin İnşası, Düzyazıda Dil, Üslûp ve Türler,
Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları V, İstanbul: Turkuaz.
669
YAVUZ KARTALLIOĞLU
Karateke, H. (2010). Osmanlı Nesrinin Cumhuriyet Devrinde Algılanışı, Nesrin İnşası,
Düzyazıda Dil, Üslûp ve Türler, Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları V, İstanbul:
Turkuaz.
Kartallıoğlu, Y. (2011). Klasik Osmanlı Türkçesinde Eklerin Ses Düzeni 16, 17 ve 18.
Yüzyıllar, Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil
Kurumu Yayınları.
Koç, M. (2006). Cumhuriyet Döneminde Türkçe Etrafında Oluşturulan Dil Tezlerinin
Osmanlı Kökeni: Feraizcizade Mehmed Şakir’in Persenk Açıklaması,
Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları Dergisi, Sayı: 10, İstanbul.
Koç, M. (2007). Ferizcizade Mehmed Şakir, Persenk, Persenk Açıklaması, İstanbul: Kale.
Kültüral, Z. (2008). Galatât Sözlükleri, İstanbul: Simurg.
Mallouf, N. (1862). Grammaire Elementaire de la Langue Turque, Paris.
Oymak, A. (2013). Osmanlı Mizahında Teodor Kasap (Diyojen, Çıngıraklı Tatar ve
Hayal Gazetesi Üzerine Bir İnceleme, Marmara Üniversitesi, Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Yeni Türk
Edebiyatı Bilim Dalı, yayımlanmamış doktora tezi, İstanbul.
Strauss, J. (2011). Konuşma, Georgeon, F., Dumont, P., Osmanlı İmparatorluğu’nda
Yaşamak, İstanbul: İletişim.
Toğrul, N. (2010). 129 Numaralı Ayıntab Şer’iyye Sicili’nin (H. 1061, 1108, 1142 / M.
1650, 1696, 1729) Transkripsiyonu ve Değerlendirilmesi, Gaziantep Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, yayımlanmamış master tezi,
Gaziantep.
Vardar, B. (2001). Dilbilimin Temel İlkeleri, İstanbul: Multilingual.
Yavuz, K., Saraç, Y. (2007). Âşık Paşazâde, Osmanoğullarının Tarihi Tevârîh-i Âl-i Osmân,
İstanbul: Gökubbe.
Yavuzarslan, P. (2004). Türk Sözlükçülük Geleneği Açısından Osmanlı Dönemi
Sözlükleri ve Şemseddin Sâmî’nin Kâmûs-ı Türkî’si, Ankara Üniversitesi Dil
ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, 44, 2, Ankara.
Yavuzarslan, P. (2010). Şemseddin Sami, Kamus-ı Türkî, Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve
Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları.
670
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
XVI. YÜZYILDA ÇUKUROVA’DA OĞUZ BOYLARI
Y I L M A Z KUR T
Bu araştırmada Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyûd-ı Kadîme Arşivi’nde ve
Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde yer alan XVI. yüzyıla ait Osmanlı Tapu Tahrir Defterlerine dayalı olarak Çukurova’da yaşayan cemaatlerin taife ve boy teşkilatları
aydınlatılmaya çalışılacaktır. Değerlendirmeye aldığımız defterleri şu şekilde bir
tablo hâlinde gösterebiliriz.
Tablo 1: Çukurȃbȃd Eyaleti ve Adana Sancağı Tahrir Defterleri.
SIRA
TARİHİ
TÜRÜ
NAHİYELER
1
D.
NO
69
1519
Eyalet (AdanaTarsus- Sis- Üzeyir)
2
110
1521
Özer İli ve Kınık
3
450
1525
“Ordu-yı
Bulgarlu ve
Karaisalu”
Özer İli ve
Kınık
9 Nahiye
Cemaat
Sayısı
247
Neferen
17
563 ?
6818
(Adana-Tarsus- Sis351
13975
Üzeyir)
4
969
1530
(Adana-Tarsus-Sis9 Nahiye
392
15992
Üzeyir)
5
177
1536
Adana müstakil
9 nahiye
366
19932
6
254
1547
Adana müstakil
9 nahiye
393
15328
7
114
1572
Adana müstakil
9 nahiye
437
18020
8
134
1572
Tarsus müstakil
4 nahiye
355
16852
9
168
1563
Kars-ı Maraş
12 nahiye
472
15616
Çukurova 1084 sonrası Anadolu Fatihi Süleyman Şah zamanında Türk hâkimiyetine
geçmişse de Haçlı seferleri sırasında elden çıkmıştı. Çukurova’nın ikinci fethi
1250’den sonra Memlükler zamanında oldu. Suriye’de büyük çoğunluğu Halep
Türkmenleri olarak anılan Türkmen gruplar Memluk orduları ile birlikte hareket
ederek Adana, Misis, Tarsus gibi önemli şehirleri ele geçirdiler. Adana yöresinde
yerleşen Üçok’lu Türkmenler Ramazanoğulları Beyliği’ni ve Dörtyol çevresinde Özer
671
YILMAZ KURT
Oğulları (Üzeyir Oğulları) Beyliği’ni kurdular. Maraş yöresinde yaşayan Boz-ok’lar
ise bundan daha önceki bir tarihte Dulkadiroğulları Beyliği’ni kurmuşlardı. Her iki
beylik de Memlük devletine bağlı yarı bağımsız bir idareye sahipti. Karamanoğulları
ve diğer komşu Anadolu beylikleri ile ittifaklar yaparak her fırsatta Mısır’a olan
bağımlılıklarını azaltmaya, hȃkimiyet alanlarını genişletmeye çalışmaktaydılar.
Ramazanoğulları Beyliğine adını veren Yüregir oğlu Ramazan Bey hakkında bildiklerimiz İbni İyas, Aynȋ, Makrizȋ gibi yazarların eserlerindeki bilgi kırıntılarına dayanır. Yüregir adı ilk tahrirlerde kişi adı olarak çok az da olsa geçmekteydi. Ancak zamanla Yüregir boyunun kışlak yurtları olan Adana’nın güneyinde Ceyhan ve Seyhan
1
ırmakları arasında kalan bölgeyi ifade etmek üzere kullanılmaya başlanıldı . TD.110
2
(1521)’de Kınık kazasındaki bazı cemaatler için “Ramazanlu olmağla” kaydı düşülmüştü. Bölgeye adını veren cemaatlerin normal olarak Kınık boyundan olduklarını
kabul etmek gerekir. Bu durumda Kınık kazasında Ramazanoğullarının bağlı oldukları boy olarak kabul edilen Yüregir (Yüregil) boyunun ne oranda yer almış olabileceğini açıklamak oldukça zordur. 1525 yılında sancakbeyi Piri Bey’in yaşamakta
olduğu Adana nahiyesinde 6 nöker bulunurken Yüregir nahiyesinde 16 nöker bu3
lunması dikkat çekmektedir . Bu 16 nökerden 12’si Piri Bey’in, 4’ü ise kardeşi Kubad
4
Bey’in nökerleri idiler . Bu detay bilgiden iki sonuç çıkarılabilir: Birincisi “nöker”ler
sancakbeylerine bağlı saray hizmetçisi konumunda değillerdi. İkincisi ise bölgeye
adını veren Yüregir boyu XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde bu topraklarda beylerine “nöker” sağlayacak derecede etkin ve önemli bir konumda idiler. “Yüregirler” konusunda Sayın Mustafa Alkan tarafından hazırlanmış olan bir tebliğ bulunduğundan biz
bu konuda bu kısa bilgi ile yetinmek istiyoruz.
Bulgarlu Ordusu
Çukurova’nın ilk tahririne ait TD.69 (1519) Adana, Tarsus, Sis (=Kozan) Mufassal
Tahrir Defteri’nde “nâhiye” düzeni görülmez. Burada nâhiye yerine kullanılan deyim “ordu” kelimesidir. Bulgarlu ordusuna tabi olan Bulgarlu, Halil Beylü, Canlu,
Kıbçak, Yaycı, Çömlek, Yağma adlı 7 cemaatin toplam 148 nefer vergi nüfusu bulunmaktadır. Bunlardan en kalabalık olanı bölgeye adını veren 53 neferlik Bulgarlu cemaatidir. Bulgarlu cemaatinde ilk olarak Dündar bin Atlu Bey kayıt edilmiş ancak
görevi ve niteliği konusunda hiçbir açıklayıcı bilgi verilmemiştir. Cemaatin yazımına
Dündar Bey’den başlanılmış olması bile aslında Dündar Bey’in cemaat içerisinde
saygın bir konumu olduğu şeklinde değerlendirilebilir. Bulgarlu nahiyesi bazı kayıtlarda “Dündarlu ve Bulgarlu” olarak geçmektedir.
Karaisa Bey
Memlȗklerle birlikte Çukurova’nın fethine katılan Üç-ok koluna bağlı olarak Kınık5
lardan başka Yüregir, Bayındır ve Salurlar hâkim unsur konumunda idiler . Yüregir
boyu Seyhan ve Ceyhan nehirleri arasındaki bölgede yurt tutmuş ve bölgeye adını
1
Faruk Sümer, "Çukurova Tarihine Dair Araştırmalar (Fetihden XVI. yüzyılın ikinci yarısına
kadar)", DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi (TAD), I/1 (1963), s. 23.
2
3
4
TD. kısaltması Mufassal Tahrir Defteri anlamında kullanılmaktadır.
Nöker konusunda bkz.: Zerrin Günal, “Nöker”, DİA, s. 33, İstanbul 2007, s. 216- 217.
Yılmaz Kurt, XVI. Yüzyıl Adana Tarihi, Ankara 1992, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Tarih Bölümü, basılmamış doktora tezi, s. 68.
5
F. Sümer, Oğuzlar, s. 369.
672
XVI. YÜZYILDA ÇUKUROVA’DA OĞUZ BOYLARI
vermişti. Bayındır veya Kara Bayındır adı bugün Osmaniye’nin bir ilçesi olan Bahçe
6
(Bulanık Bahçe) yakınlarında bir nahiyenin adı olarak kayıtlara geçmişti . Salurlar ise
daha önce söylediğimiz gibi Karaisalı nahiyesinde küçük bir aşiret olarak varlıklarını
sürdürmekteydiler.
Defterde yer alan “Ordu-yı Kara İsalu” aslında daha sonraki tahrirlerde yer alan
“Nahiye-i Kara İsalu” ile örtüşmektedir. “Kara İsa”, Aşıkpaşazȃde Tarihi’nde sözü
edilen Çukurova fatihlerinden birisidir. Rivayete göre Anadolu Selçuklu Sultanı
Süleyman Şah, Caber Kalesi önünde boğulunca göçer evler etrafa dağılmışlardı.
Yüregir Bey, Kosun Varsakı, Kara İsa, Özer Bey, Gündüz Bey, Kuştemür Bey bu altı kişi
göçleriyle Çukurova’ya geldiler. Yüregir öldü, oğlu Ramazan Bey kaldı. Kara İsa Bey’e
7
bugünkü Karaisalı çevresini kışlak ve Kızıldağ çevresi yaylak olarak verilmişti .
Karaisa Bey’in ailesi hakkında kaynaklarda çok az bilgi var. 831 H./ 1427 M. yılında
Kara İsa oğlu Hamza Bey’in Kahire’ye gelerek Memlȗk sultanı Bars-Bay’a tȃbiiyetini
8
bildirdiğini Aynȋ, İkdu’l-cumȃn adlı eserinde açıklıyor . Aynı kaynakta Hamza Bey’in
Varsak beylerinden olduğu kaydı vardır. Ancak Karaisalu Türkmenlerinin Varsak
taifesinden olduklarını kanıtlayan kesin bir bilgiye sahip değiliz. Yusuf Halaçoğlu,
Karaisalu cemaatini, Karaisalu taifesinden ve Avşar boyundan olarak göstermekte9
dir . Ancak Tahrir kayıtlarında Karaisalı cemaatinin Avşar boyundan olduğunu gösreren bir kayıt yoktur.
Karaisalı çevresinde kışlayan taife yazın Ramazanoğulları ile birlikte Kızıldağ Yayla10
ğı’na çıkmaktaydılar . Osmanlı hakimiyetinin başlangıcında Kara İsalu Bey ailesinden Sevindik Bey’in adı tahrir kayıtlarına geçmiş ve topluluk “Ordu-yı Sevindik Beylü” olarak anılmaya başlamıştı. 1519 yılında Tarsus sancağında Ulaşlı taifesine bağlı
“Ordu-yı Sevindik Beylü“ adlı 17 hane ve 3 mücerredden oluşan bir topluluk yaşa11
maktaydı. Buradaki kayda göre Sevindik Bey’in babasının adı Mustafa Bey’di . Tarsus
Türkmenleri genel olarak Varsak olarak adlandırıldığından Sevindik Bey’in Varsak
boyundan olması iddiası bu kayıt sayesinde bir zemin bulmuş olmaktadır.
Elimizdeki ilk Osmanlı tahriri olan 1519 tahririnde “Ordu-yı Kara İsalu”yu oluşturan
52 cemaatte toplam 1394 nefer kayıtlı idi. Bu 52 cemaat içerisinde en kalabalık olanları Yahyalu (109 Hȃne/ 52 Mücerred), Şeyh Hacı Halife (84/ 0) ve Saru Çobanlu (58/ 8)
isimli cemaatlerdi. Yahyalu cemaati bugün Kayseri’nin Yahyalı ilçesi çevresinde yurt
tutmuş ve bölgeye adını vermiştir. Burada dikkat çekmek istediğimiz esas nokta ise
“ordu”ya adını veren Karaisalu cemaatinin konumudur. Ordu-yı Karaisalu’da ilk
cemaat olarak yazılan 12 neferli Karaisalu cemaati bey ailesinin hükmünü sürdüren
12
ana kitle olarak kabul edilmelidir . Bu ana kitleden ayrılan 4 neferli bir Karaisalu
6
TD.168 (1563), s. XXXVII.
7
Aşıkpaşazâde (Derviş Ahmed Aşıkî), Tevârîh-i Al-i Osmân (Aşıkpaşazâde Tarihi, Şahin Kitabevi
faksimile neşri, İstanbul 1332, s. 225.
8
F. Sümer, "Çukurova Tarihine Dair Araştırmalar", s. 29.
9
Yusuf Halaçoğlu, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650), c. III, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2009, s. 1304.
10
11
TD.69 (1519), s. 248.
TD.69 (1519), s. 545; Ali Sinan Bilgili, Osmanlı Döneminde Tarsus Sancağı ve Tarsus Türkmenleri,
Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2001, s. 256.
12
TD.69 (1519), s. 207.
673
YILMAZ KURT
cemaatinden başka 6 haneli bir Karaisalu teşekkülü daha vardı. 6 haneli Karaisalu
cemaatinin başında İnebey oğlu Kara İsa bulunmaktaydı. Bunun da Mehmed, Ahmed ve
13
Ümmet adlarındaki 3 oğlu vergi mükellefi olarak defterde kayıtlı idi . Toplam 22
nefer vergi nüfusu olan bu 3 Karaisalu cemaatinin kendi içlerindeki hiyerarşiyi bilemediğimiz gibi, kendilerine bağlı gösterilen diğer 49 cemaat üzerinde ne gibi bir
otoriteleri olduğu konusunda da birşey söyleyemiyoruz. Örnek olarak 109 nefer
vergi nüfusuna sahip Yahyalu cemaati ile 12 neferli Karaisalu cemaati arasındaki ilişkiler ne şekilde yürümekteydi? Tamamı konar-göçer Türkmenlerden oluşan Karaisalı
bölgesinde hiçbir köy yerleşimi görülmüyordu. Daha sonra bugünkü Karaisalı ilçesinin çekirdeğini oluşturacak olan Çeçeli (Çiçeli, Ceceli) köyü ise 1519 tarihinde 45
14
haneden oluşan Ceceli cemaatinin bu topraklara yerleşmesi ile bu adı almıştı . Çeçelü
15
cemaati aslında Kusun taifesine mensup olup 1543 yılında 2 obaya ayrılmıştı . Çeçeli,
küçük bir köy iken XVIII. yüzyıl sonlarında ortaya çıkan Menemencioğulları sülȃlesi16
nin buraya yerleşmesi sonucu büyüyerek XIX. yüzyılda bir kasaba olmuştu .
1519 yılında yukarıda saydığımız 6 cemaat dışında Koğaşad (15 hȃne), İsa Kocalu (17),
Bektaşlu (9), Salır (28), İlhanlu (15), Sarı Çobanlu (15), İlbeylü (9), Ali Beylü (28), Ulu Keçü
(18), Uzadan (7), Ebiga (17), Lala (19), Şeyh Mehmedlü (12), Kesric (19), Küldüğün (10),
Belnanlu (23), Avadanoğlu (6), İmir İlyaslu (5), Kestel (64), Emelciklü (36), Hatablu Diğer
(47), Yapalu (21), İlyaslu (4), Eğlencelü (12), Kaşıkcılar (9), Girce Oğullu (34), Keremcelü
(41), Turgudlu (26), Oruç Beylü (14), Canikler (15), Çömlek (51), Don Arslan (10), Günec
(14), Kengerlü (3), Kardanlu (11), Ürgüd Işık Oğlu (21), Arab Hasanlu (10), Kırdoy (39).
Burada adı geçen cemaatlerin hiç birisinde 24 Oğuz boyundan hangisine dâhil olduklarına ilişkin hiçbir açıklama yapılmamıştır. Yusuf Halaçoğlu’nun Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453- 1650) adlı eserinde hemen hemen bütün cemaatlerin
hangi Oğuz boyundan oldukları belirtilmiştir. Kullandığımız ortak kaynak TD. 69
(1519) Tapu Tahrir defteridir. Bu defterde bu cemaatlerin Kayı, Afşar veya Karkın
boyundan geldiklerine dair hiçbir bilgi yer almadığı halde Sayın Halaçoğlu bu bilgileri nereden alarak tamamlamıştır, bunu bilemiyoruz. Örnek vermek gerekirse:
TD.69 (1519)’da geçen 28 haneli Ali Beylü cemaati, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler,
Oymaklar (1453- 1650) adlı eserde “Bayad” boyundan olarak gösterilmiştir. Oysaki
defter kayıtlarında bu cemaatin “Bayad” boyundan olduğunu gösteren hiçbir kayıt
yer almamaktadır. Bu durumda Sayın Halaçoğlu bu cemaatin “Bayad” boyundan
olduğu bilgisini başka kaynaklardan almış, ama eserinde bunu bildirmeyerek sanki
defterin kendisinde bu bilgi mevcutmuş gibi aktarmada bulunmuştur. Halaçoğlu’nun eserinde Ali Beylü cemaati ile ilgili diğer kayıtlara baktığımızda tam 73 (yetmişüç) ayrı kayıtta Ali Beylü cemaatinin geçtiğini bunlardan 72’sinde boy sütununda
17
“Bayad” yazdığını görmekteyiz . Sadece Sis sancağında yaşayan 6 haneli Ali Beylü
cemaati, “Bayad” değil “Avşar” taifesinden ve “Avşar” boyundan olarak gösterilmiş13
14
15
16
TD.69 (1519), s. 235.
TD.69 (1519), s. 242.
A. S. Bilgili, Osmanlı Döneminde Tarsus Sancağı ve Tarsus Türkmenleri, s. 198.
Menemencioğlu Ahmed Bey, Menemencioğulları Tarihi, Haz.: Yılmaz Kurt, Akçağ Yay., Ankara, 1998, s. XXI.
17
Yusuf Halaçoğlu, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650), c. I, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2009, s. 103-108.
674
XVI. YÜZYILDA ÇUKUROVA’DA OĞUZ BOYLARI
18
tir . Bu durumda Halaçoğlu, Sivas, Bozok (Yozgad), Çorum, Tarsus, Adana, Maraş,
Karahisar-ı Sahib sancaklarında tesbit etmiş olduğu Ali Beylü cemaatlerinin tamamını “Bayad” boyundan saymış ve Karaisalu nahiyesindeki Ali Beylü cemaatini de Sis
sancağındaki Avşar olan Ali Beylü cemaatine değil çoğunluğa tabi kılarak “Bayad”
olarak işaretlemiştir. Aşiretler ve oymaklar konusunda aynı arşiv belgelerini kullanan Cevdet Türkay ise Ali Beylü (Alibeğ, Alibeğler, Alibeğli) cemaati için “Türkmȃn
19
YörükAnı Tȃifesinden” demekle yetinmiş hangi boydan olduklarını belirtmemiştir .
Bu konuda öncelikle şu hususun bilinmesinde yarar var: “Ali Beylü”, “Ahmed Beylü” gibi cemaat isimleri birbirleriyle ilgili olmayarak Anadolunun farklı noktalarında
isim benzerliği olarak karşımıza çıkabilirler. Bu cemaatlerin aynı teşekkülün kolları
olduğunu belirlemek son derece zor, belki de imkȃnsız bir şeydir.
Bizim Ebiga olarak okuduğumuz 17 hanelik cemaatin adı Halaçoğlu’nun ekibi tara20
fından Abaga olarak okunmuş ve “Karkın” boyundan olduğu yazılmıştır . Sadece
Karaisalı taifesinden olduğunu bildiğimiz bu cemaat ile ilgili olarak TD.450 (1525),
TD.969 (1530), TD. 254 (1547), TD.114 (1572) tahrirlerinin hiç birisinde bu cemaatin
“Karkın” boyundan olduğuna dair bir bilgi bulunmamaktadır. Faruk Sümer de
Oğuzlar isimli anıt eserinde Çukurova’da Kusun taraflarında Karkın adını taşıyan 24
21
haneli bir oba ve Dündarlı nahiyesinde bir oba görüldüğünü yazar . Ancak Abaga
veya Ebiga adlı bir cemaatten söz etmez. Böyle bir cemaat adı Anadolu’nun diğer
22
bölgelerine ait 41.295 cemaat arasında da görülmemiştir. Dolayısıyla bizim Ebiga,
Halaçoğlu’nun Abaga olarak okuduğu bu cemaatin Karkın boyu ile olan ilişkisi tarafımızdan açıklanamamıştır. Yusuf Halaçoğlu söz konusu kitabında tamamı Karkın
boyundan olan 199 adet Karaçayan cemaatinden söz etmektedir. Büyük çoğunluğu
Saruhan ve Karesi sancaklarında kayıtlı olan Karaçayan cemaatlerinin bir kısmı da
23
Mardin ve Diyarbekir’de yaşamaktadır . Saruhan ve Karesi sancaklarında yaşayan
Karaçayan cemaatleri için bir şey söyleyemiyoruz ama Diyarbekir ve Mardin sancaklarında yaşayanlar Karaçayan değil Karaçiyȃn cemaatleridir. Bunlar Hindistan’ın Karaçi şehrinden gelmiş çingenelerdir ve tabii ki Karkın boyu ile uzaktan yakından hiçbir
ilgileri yoktur. Halaçoğlu’nun anılan eserinde 199 defa geçen Karaçayan cemaatinin
24
Cevdet Türkay’ın eserinde hiç geçmemiş olması da ilginçtir . Karkın boyu ile ilgili
Doç. Dr. Sadullah Gülten’in bu sempozyumda sunmuş olduğu müstakil bir tebliği
bulunmaktadır.
1525 tahririnde Karaisalu adı artık “ordu” değil Adana livȃsına bağlı bir “nȃhiye”
dir. Nahiyede kayıtlı ilk cemaat “Cemȃ‘at-ı Ordu-yı Sevindik veled-i Karaisalu”
25
olarak karşımıza çıkmaktadır . Toplam 62 nefer ve 52 haneden oluşan bu cemaat
içerisinde Karaisa adıyla anılan bir kimse olmadığı gibi “Sevindik Bey”den veya bu18
19
Y. Halaçoğlu, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650), c. I, s. 105.
Cevdet Türkay, Başbakanlık Arşiv Belgelerine Göre Osmanlı İmparatorluğu’nda Oymak, Aşiret ve
Cemâatlar, 2. Bs., İşaret Yayınları, İstanbul 2005, s. 171.
20
21
22
23
24
Y. Halaçoğlu, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650), c. I, s. 3.
Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), 3.Bs., İstanbul 1980, s. 314.
Y. Halaçoğlu, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650), c. I, s. XXVIII.
Y. Halaçoğlu, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650), c.III, s. 1288- 1301.
C. Türkay, Başbakanlık Arşiv Belgelerine Göre Osmanlı İmparatorluğu’nda Oymak, Aşiret ve
Cemâatlar, s. 398- 400.
25
TD.450 (1525), s. 213.
675
YILMAZ KURT
nun nökerlerinden de söz edilmiyor. Ancak cemaat içerisinde sancakbeyi Piri Bey’in
mektubu ile “sipahȋ” kayıt edilmiş 4 sipahi bulunmaktaydı. Ayrıca cemaat kaydından hemen sonra, “Bȃc-ı bazar ve hakk-ı bisat ve resm-i penbe…” ile ilgili 1.000 akçalık vergi kaydı da bu cemaatin merkezȋ konumunu ve Karaisalı beyinin bu aşiret
içerisinde yaşadığını gösterecek bir kanıt olarak sayılabilir. Nitekim Üzeyir sancağında Gündüzlü adıyla da bilinen Derbsak nahiyesi’ne yerleşen Gündüzlü Avşarı beylerinin oturduğu kasaba da Ordu-yı Gündüzlü veya Gündüzlü kasabası haline gelmiş26
ti .
“Sevindik veled-i Karaisalu” anlatımı Sevindik Bey’in baba isminin “Karaisa” veya
“Karaisalu” olduğu şeklinde anlaşılabilir. Ancak Ramazanoğulları’nın ünlü beyi Piri
Bey bin Halil Bey için kayıtlarda “Piri bin Ramazan” ifadesinin kullanılış mantığından hareketle buradaki Karaisalu’yı da baba adı olarak değil Karaisaoğulları şeklinde
anlamak gerekecektir. 1525 tahririnde Karaisalı nahiyesinde yaşayan 56 cemaatin
27
2.541 vergi nüfusu bulunuyordu .
1525 yılında Karaisalı taifesini (nahiye) oluşturan cemaatler şunlardı: Balabanlu (23),
Şeyh Mehmedlü (13), Çiçelü (Cecelü) (35), Hatablu (21), Koğaşat (18), İsa Kocalu (18), Arab
Hasanlu (16), Karaca İsalu (24), Gerdeklü (20), Gömeç (90), Küldöken (13), Eymir (İmir)
İlyaslu Diğer (11), Kengerlü (13), İlhanlu (20), Yahyalu (140), Don Arslan (26), Güvenç
(19), Bektaşlu (26), Karaca İsalu (4), Eymir İlyaslu (11), Kırdoy (33), İlyaslu (8), Çömlek
(164), Ali Beylü (46), Lala (14), Uzadan (22), Ebiga (Abaga) (32), Ulu Keçi (58), Oruç Beylü
(15), Turgudlu (27), Hatablu Diğer (55), Emelciklü (39), Karaisalu Hargu (7), Kozanlu (8),
Nernak (10), Ürgüd Işıkoğlu (22), Çeneklü (15), Salur (17), Şeyh Hacı Halife (38), Eğlencelü
(26), Kaşıkcılar (13), Yapalu Oğlu (27), Tura Hanlu (13), Bayramlı (17), Saru Çobanlu (18),
İlbeylü (10), Kıf Oğlu (17), Kesric (15), Kestel (71), Girce Oğlanları (52), Saru Çobanlu (53),
28
Abadan Oğlu (8) .
Karaisalı nahiyesinden sonra gelen Hacılu nahiyesinde de ilk kayıt “Cemȃ‘at-ı Orduyı Hacılu” olarak başlamaktadır. Cemaat kaydının sonunda 2.100 akça geliri olan
29
“Bȃc-ı bazar-ı Ordu-yı Hacılu” yazılmış .
1525 tahririnde iki kişi “nesl-i Emir Meliklü” olarak muaflar zümresine kayıt edilmişlerdi. Adana nahiyesinde “Cemȃ‘at-ı Ordu-yı Emir Meliklü” içerisinde yaşayan Erdana veled-i Mahmud için “an nesl-i Emir Melik” kaydı düşülmüş ve vergi yazılmamıştı. 3 isim sonra gelen Mahmud veled-i Kılıç bin Emir Melik için de “nim” veya “çift”
gibi vergi ile ilgili bir işaret konulmamıştı. Genellikle “sipahi”lerde baba isminden
sonra dede ismi de yazılarak muafiyetleri bu şekilde açıklanmış olmaktaydı. Nitekim
30
Mahmud’un kardeşi Aziz için “sipahizȃde” kaydı düşülmüştü . Börklüce yakınlarındaki Ağak mezraasını ekmekte olan 42 haneli Ordu-yı Emir Meliklü cemaatinden
26
Enver Çakar, 17. Yüzyılda Haleb Eyaleti ve Türkmenleri, Fırat Üniversitesi Orta Doğu Araştırmaları Merkezi Yayınları, Elazığ 2006, s. 173.
27
28
Y. Kurt, XVI. Yüzyıl Adana Tarihi, s. 70.
Burada bazı cemaatlerin 2 veya 3 ayrı grup halinde yazılmış olması belki de sadece icmal
defteri kayıtlarındaki timar düzeni ile ilgilidir (Karaca İsalu, Saru Çobanlu gibi).
29
TD.450 (1525), s. 268. Bu durum, “ordu” deyiminin idari özelliğini ve belli bir yöreye aidiyetini gösterecek izler taşımaktadır. Bir başka deyişle bu cemaatin yaşadığı merkezȋ bölgede pazar kurulmakta ve buradan alınan bȃc da bir anlamda “niyabet” olarak anlaşılmaktadır.
30
TD. 450 (1525), s. 29- 30.
676
XVI. YÜZYILDA ÇUKUROVA’DA OĞUZ BOYLARI
sonra 1050 akçalık “Bȃc-ı Bazar ve Hakk-ı bisat” geliri kayıt edilmiş olması daha önce
Sevindik Bey ve Kara İsa Bey orduları için söylediğimiz “niyȃbet” hakkı meselesini
güçlendirmektedir. Emir Melik Bey’in ekip biçtiği mezraada hafta pazarı kurulmakta
ve buradan niyabet vergilerinden olan bac-i bazar alınmaktadır. Emir Melik’in ne
zaman yaşadığı ve tarihi şahsiyeti hakkında maalesef hiçbir bilgimiz bulunmuyor.
31
1536 yılı tahririnde 42 neferden oluşan 14 hanelik bir Kara İsalu cemaati geçmektedir .
Bu defterde “Ordu” adı ile anılan tek cemaat ise “Ordu-yı Sevindik Bey cemaatidir.
Sevindik Bey ordusu 1519 tahririnden sonra fazlaca artmamış 55 evli ve 22 bekȃr
vergi nüfusuna ulaşmıştı. Taifenin 3 ay yaylakta (Kızıldağ) ve 9 ay sahilde olduğu da
32
tahrir emini tarafından not edilmişti . Niğde ve Ankara/ Haymana taraflarında ya33
şayan Kara İsalu cemaatinin Adana’daki kadȋm cemaatle ilgileri konusunda şimdilik bir şey söyleyemiyoruz.
1536 yılında Sevindik Bey’in iki oğlunun dirlik tasarruf ettiğini görmekteyiz. Sultanşah adındaki büyük oğluna Budandı mezraası “zeamet” olarak verilmişti. Sevindik
Bey’in diğer oğlu İsa ise Sevindik Bey cemaatinin vergilerini “bir eyüce cebelü eşdir34
mek” şartıyla “timar” olarak toplamaktaydı . Adana sancağında zeamet sayısı çok
az olduğundan bu zeametler genellikle Sancakbeyi olan Ramazanoğlu beylerinin
oğullarına verilmekteydi. Sevindik Bey’in oğluna zeamet verilmesi Sevindik Bey’in
bölgedeki itibarını da göstermesi bakımından önemli sayılabilir.
Çukurova’da yerleşen Oğuz boylarının atalarının Halep Türkmenleri olduğu bilinmektedir. Halep Türkmen defterleri incelendiği zaman Halep Türkmen İli’nin Beydili, İnallu, Köpeklü Avşarı, Gündüzlü Avşarı, Beyliklü (Beylik Avşarı), Harbendelü, Bayad ve
Peçenek- Şah Meliklü olmak üzere 8 tȃifeden ve çok sayıda müstakil cemaatlerden
meydana geldiği görülmektedir. Bu müstakil cemaatlerin bazıları (mesela Eymir,
Döğer, Karkın, Kınık ve Kızık) geçmişte birer Oğuz boyunu teşkil eden ve XVI. Asırda
35
Halep Türkmenleri arasında yer alan teşekküllerdir . En eski tarihlisi 1520 yılı tahrirlerine dayalı olarak aktarılan bu cemaatler Çukurova’ya, Yeni İl’e vs. giden Türkmenlerden geriye kalmış olanlardır. XVI. yüzyılın hemen başlarında Kınık veya Kınıklı adı verilen bugünkü Osmaniye ve çevresinde yerleşmiş olan Türkmenler boy
36
beyleri olan Göçeri oğlu Hamza Bey’in önderliğinde Kınık kazasını ve merkezi olan
37
Kınık kasabasını meydana getirmişlerdi .
1572 yılı tahririnde Berendi nahiyesinde yer alan ilk köy olan 58 haneli Göl Pınarı
38
köyünün diğer adı Karkınlı idi . Dündarlı nahiyesinde 37 nefer, 31 haneden oluşan
39
bağımsız bir Karkın adlı cemaat bulunmaktaydı .
31
32
33
34
35
TD.177 (1536), s. 258.
TD.177 (1536), s. 241.
Orhan Sakin, Anadolu’da Türkmenler ve Yörükler, İstanbul 2006, s. 206.
TD.177 (1536), s. 238, 241; Y. Kurt, XVI. Yüzyıl Adana Tarihi, s. 40.
Enver Çakar, XVI. Yüzyılda Haleb Sancağı (1516- 1566), Fırat Üniversitesi Orta Doğu
Araştırmaları Merkezi Yayınları, Elazığ 2003, s. 167.
36
37
38
39
F. Sümer, Oğuzlar, s. 370.
Y. Kurt, XVI. Yüzyıl Adana Tarihi, s. 52
TD.114 (1572), v. 148b.
TD.114 (1572), v. 99b- 100a.
677
YILMAZ KURT
1572 yılında Ordu-yı Sevindik Bey cemaati 57 hane ve 64 neferli bir cemaatti. Artık
“Mahsul-ı bac-ı bazar-ı Ordu-yı Sevindik Bey…” geliri Çömlek cemaatinden sonra
40
kayıt edilmişti .
41
Karaisalı’da görülen Salur cemaati 1572 yılında 15 hanelik küçük bir cemaatti . Karaisalı cemaatinin Varsak asıllı olması ihtimali yanında Merhum Faruk Sümer bu cema42
atten dolayı Karaisalıların Salur boyundan olmaları ihtimalinden söz etmektedir .
1572 yılında Karaisalı kazasının ilk cemaati olarak kayıtlı 16 haneli İsa Kocalu cemaati
içerisinde ilk isim Ali veled-i Sevindik idi. Ali’nin kardeşi Hamza’nın oğlu da Sevindik
43
olduğu gibi Abdulkerim’in babası da Sevindik adıyla çağırılmaktaydı .
Karaisalı nahiyesinde Sarı Hacı, Göçerilü, Kayacı cemaatleri Çömlek taifesine, Yahşi
Hanlu cemaati ise Yahyalu tȃifesine bağlı olarak gösterilmiştir. Diğer cemaatler için
“tȃbi‘-i Karaisalu” kaydı düşülmüştür. Cemaatler yazılırken önce hass-ı şȃhȋ olan
cemaatler veya o cemaatten vergisini hass-ı şahȋ olarak ödeyenler yazılmıştır. Bu
yüzden aynı nahiye içerisinde iki tane “Cemaat-ı Diğer Hatablu nȃm-ı diğer Runkuş”
şeklinde kayıt görmek mümkün olmaktadır.
Tarsus Sancağı’nda Cemaatler
Bulgar Dağı ve Taşucu bölgesinde yaşayan ve belgelerde daha çok Tarsus Türkmenleri
veya Varsak Türkmenleri olarak geçen Türkmenler Bayındır, Salur, Todurga, İğdir, Ey44
mir, Peçenek, Beğdili ve Karkın gibi Oğuz boylarına mensuplardı . Tarsus Sancağı’nda
yer alan boy ve taife isimlerine baktığımızda bunlardan birçoğunun daha sonra coğrafi ad olarak kullanılmaya başlanıldığını görmekteyiz. Esenlü boyu (taifesi), Bayındır
taifesi, Salur boyu, Bozca Todurga taifesi, Esenlü-i Erdana taifesi, Elvan boyu, Orhan Beylü
taifesi, Yortan taifesi, Günerlü taifesi, Gökcelü taifesi (Ordu-yı Gökcelü) bunlardan birkaçıdır. Aslında birer nahiye adı gibi karşımıza çıkan, Ulaş, Kuştemür, Kosun adları da
birer tarihi şahsiyet olan Türkmen beylerinin akrabalarından oluşan “ordu”ların
hatıralarıdır.
1530 yılına tarihlenen 998 numaralı Muhasebe Defteri verilerine göre Tarsus sancağı
45
6.652 hane ve 2.190 bekȃr nüfustan oluşan orta büyüklükte bir sancaktı . 1543 yılında
46
13.962 nefer olan vergi nüfusu, 1572 yılında 16.852 nefere ulaşmıştı .
40
41
42
43
44
45
TD.114 (1572), v. 139b.
TD.114 (1572), v. 139b.
F. Sümer, "Çukurova Tarihine Dair Araştırmalar..”, s. 29.
TD.114 (1572), v. 118b.
A. S. Bilgili, Osmanlı Döneminde Tarsus Sancağı ve Tarsus Türkmenleri, s. 504.
Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, 998 Numaralı Muhasebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve Arab ve
Zü’l-Kâdiriyye Defteri (937/ 1530), II, Ankara 1999, s. 45.
46
A. S. Bilgili, Osmanlı Döneminde Tarsus Sancağı ve Tarsus Türkmenleri, s. 344.
678
XVI. YÜZYILDA ÇUKUROVA’DA OĞUZ BOYLARI
47
Tablo 2: Tarsus Sancağında Ulaş Taifesine Bağlı Cemaatlerin Sayısı .
Taifeler
1519
1523
1526
1536
1543
1572
Bayındır
34
32
30
30
34
34
Günerlü
4
4
5
5
5
5
Kaplancılu
3
3
2
2
2
2
Kutlu Hanlu
1
1
1
1
4
4
Orhan Beylü
11
11
0
0
0
0
Salur
10
10
10
10
10
10
Yortan
9
9
7
6
9
9
Ulaş
9
10
5
7
7
8
TOPLAM
81
80
60
61
71
72
Tarsus’un bir nahiyesine adını veren Kusun (Kosun) boyuna bağlı olarak yaşamakta
olan 1519 yılında 84 cemaat bulunmaktaydı. Nüfus artışı ve cemaatlerin kendi içle48
rinde bölünmeleri sonucunda bu sayı 1572 yılında %33’lük bir artışla 112’ye ulaştı .
1543 yılından sonra Osmanlı devlet politikasında belirli bir dönüm noktası yaşanmış
ve devlet, büyük taifelerin dağılarak küçük cemaatlerin ortaya çıkmasını arzulamış49
tır . Osmanlı Devleti Anadolu beyliklerinden gelen eski bey ailelerine çoğu zaman
kuşku ile bakmış ve bunların sancakbeyliğinden büyük makamlara gelmesini pek de
istememiştir. Osmanlı için ideal bey tipi “tımarlı sipahi” olduğu gibi cemaat olarak
da kolaylıkla kontrol altına alabileceği küçük cemaatler oluşturmak ve bunlara toprağa yerleştirmek politikası gütmüştür.
Esas yurtları İç-il ve çevresi olan Bozdoğan oymağı ise XVI. yüzyılda henüz Çukurova’ya akmaya başlamamıştı. 1530 yılında 2.359 vergi hanesine sahip olan Bozdoğan
oymağı XVII. yüzyıldan sonra artan bir tempoda Tarsus ve Çukurova yöresine gel50
meye ve bölgede etkinlik kazanmaya başlayacaktır . XVIII. yüzyıl sonundan başlayarak 1865’e gelinceye kadar bölge yönetiminde adından söz ettiren Menemencioğulları ailesinin de bu teşekkül ile ilişkili olduğunu bilmekteyiz.
Kars-ı Maraş Sancağı’nda Oğuz Boyları
Kars-ı Maraş ve Kars-ı Zulkadriye olarak adlandırılan bugünkü Kadirli, Andırın,
Göksun, Tufanbeyli, Saimbeyli ilçelerini kapsayan sancak, konar-göçerlerin yoğun
51
olarak yaşadığı bir eşkinci ve yörük sancağı idi . 1530 yılında Zakirlü taifesinin 1.353
nefer vergi nüfusu vardı. Sancağın bu tarihteki toplam vergi nüfusu ise 10.266 olarak
52
hesaplanmıştı . 1563 yılına gelindiğinde sancak 25.279 nefer vergi nüfusuna ulaşmış-
47
Bu tablo, A. S. Bilgili, Osmanlı Döneminde Tarsus Sancağı ve Tarsus Türkmenleri, s. 234.’den
alınmıştır.
48
49
50
A. S. Bilgili, Osmanlı Döneminde Tarsus Sancağı ve Tarsus Türkmenleri, s. 186.
A. S. Bilgili, Osmanlı Döneminde Tarsus Sancağı ve Tarsus Türkmenleri, s. 167.
Alparslan Demir, XVIII. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Anadolu’da Bozdoğan Yörükleri, Ankara 2012, s.
13- 14.
51
Yörük ve Türkmen deyimleri için bkz.:Tufan Gündüz, Anadolu’da Türkmen Aşiretleri “Bozulus
Türkmenleri 1540- 1640), Bilge Yayınları, Ankara 1997, s. 38- 42. Ancak burada yazarın “Çukurova’daki Türkmenlerin kısa sürede yerleşik hayata” geçtikleri yolundaki görüşüne (s. 42)
katılamıyoruz.
52
MD.998 (1530), s. 50- 51.
679
YILMAZ KURT
53
tı . Kars kazasına bağlı Eşkinciyȃn taifesi, Zakirlü ve Selmanlı taifeleri ile bu taifelere
bağlı cemaatlerden oluşmaktaydı. Kars kazası yörükleri ise cemaatlerden müteşekkildi. Bunlar eşkincilü yörükler olup, sayyȃdȃn, küreciyȃn, kürekciyȃn ve kȃnciyȃn
gibi hizmet gruplarında görevli idiler. İkinci kaza olan Andırın kazasında ise sadece
eşkinciyȃn grubuna dȃhil cemaatler yer almaktaydı.
54
Tablo 3: Kars-ı Maraş Sancağında Taife ve Cemaatler .
VRK
TA'İFE
BENNÂK
MÜCERRED
9b
17b
25b
27bII
34b
37a
39a
40a
Sayyȃdȃn (Avcılar)
Kürekçi (Çeltik işçileri)
Kȃnciyȃn (Madenciler)
Varsak
Zâkirlü
Karamanlu
Demürcilü
Müteferrika (Farklı gruplar)
543
660
367
965
327
109
122
275
0
0
0
573
221
43
47
110
0
0
0
342
102
61
76
156
43a
Eşkinciyân
188
68
104
46b
Karamanlu
2538
1530
813
70b
Selmanlu
726
291
223
77b
Kavurgalu
1200
647
496
89b
Zâkirlü
2097
996
941
106b
117a
124b
Demürcilü
Veledân-ı Seyyid Köse
Şeyh Lenk
1304
732
1098
621
396
494
599
261
532
133b
Müteferrika-i Yörügân-ı Kars
1310
811
398
146b
151b
Göksunlu
Küreciyân
431
624
265
350
113
253
156b
161b
177b
184b
195a
207a
TOPLAM
NEFS-İ KARS
KARAMANLU YAKASI
SAVRUN
SİNBAS
ÇOKAK
MAĞARA
15616
535
940
120
388
193
425
7463
0
320
17
119
120
318
5470
0
268
19
67
40
107
231b
GÖKSUN
398
127
148
242a
KÖSTERE
5522
2565
1961
308a
ANDIRUN
413
169
139
317a
GEBEN
163
83
46
325a
HARUNİYYE
285
75
76
336b
BAYINDIR
281
20
8
9128
25279
3933
11390
2879
8349
TOPLAM
GENEL TOPLAM
53
NEFEREN
Yılmaz Kurt, Çukurova Tarihi’nin Kaynakları V, 1563 Tarihli Kars-ı Maraş (Kadirli) Mufassal
Tahrir Defteri, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 2011, s. XXXVII.
54
Yılmaz Kurt, Çukurova Tarihi’nin Kaynakları V, 1563 Tarihli Kars-ı Maraş (Kadirli) Mufassal
Tahrir Defteri, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 2011, s. LIX’dan alınmıştır.
680
XVI. YÜZYILDA ÇUKUROVA’DA OĞUZ BOYLARI
Kars-ı Maraş sancağı Kars kazâsı dȃhilinde yaşayan en büyük taife olan Karamanlu
taifesi 72 cemaatten oluşmaktaydı ve 2.538 nefer vergi nüfûsunun 809’u bekârdı. 5
55
kethüda, 24 imam, 34 sipâhî ve sipâhîzâde bulunuyordu . Karamanlu taifesine bağlı
cemaatlerden Kızıl Hasanlu 172 nefer, Cankaze 169 nefer, Kızıl Keçilü 120 nefer, Kulkal
107 nefer, Başı Atlu 73 nefer, Ay Taşkınlu 66 nefer, Orcanlu 55 nefer vergi nüfûsu ile
56
önemli cemaatlerdi . Kızıl Hasanlu cemaati Kara Kütük’ü kışlayıp, Çokak’da Turna
57
Dağı’nı yaylıyordu . Cankaze cemaati ise Mal Deresi’ni kışlayıp Çokak’da yaylamak58
taydı .
Kazâ-i Kars’a bağlı yörügândan Demircilü taifesi Turfalu, Ak Turfalu, Ünyeddinlü, Dere
Ünyeddinlü, Karadepelü-i Kebîr, Küçük Karadepelü, Sarucalu, Yayla Hacılu, Cüllâhlar,
Targıl, Çarmık, Şeyhlü, Nayiplü, Halil Beylü, Kara Sakallu, Alagözlü, Altun Taşlu, Başlamışlu gibi 35 cemaatten oluşmaktaydı. Bunların toplam vergi nüfûsu 621’i bennâk,
599’u mücerred olmak üzere 1.304 nefer olarak hesaplanmaktadır. Bu 35 cemaat
Sinbas, Berendi, Kınık, Sis’de kışlıyorlar; Mağara (Tufanbeyli), Çokak ve Köstere’de
yaylıyorlardı. Yayla Hacılu cemaati ise Adana’ya bağlı yerlerde kışlayıp, yaylamak
için Niğde’ye gitmekteydi. 74 neferli Küçük Karadepeli cemaati ise Ceyhan ile Osmaniye arasındaki Berendi nâhiyesinde kışlayıp yazın Kayseri’nin Develi ilçesine git59
mekteydi .
Kars-ı Maraş sancağında yaşayan Halep Türkmenleri’nin Dulkadirli elinden olan
Kavurgalu taifesi Kars yörügân taifesinin üçüncü büyük topluluğunu oluşturmaktay60
dı . Sis (Kozan), Maraş ve Adana’da yaşamakta olan büyük Kavurgalı boyunun bir
parçası olan bu topluluk 43 ayrı cemaatten oluşmaktaydı. Bu cemaatler nefer sayıları
50’yi pek geçmeyen küçük topluluklardı. Bunlar genellikle Sinbas’da (Sumbas) kışlayıp Mağara’da yaylamaktaydılar. İçlerinde Kavurgalu-i Diğer adıyla kayıtlı 12 neferli
61
küçük bir cemaat taifenin adını taşıyordu . Sarı Selmanlu 66 nefer, Kabaklu 55 nefer,
Şadilü 54 nefer vergi nüfûslarıyla Kavurgalu’nun büyük cemaatlerindendi. Kars-ı
Maraş’daki Kavurgalu taifesinin toplam vergi nüfûsu 647’si evli, 496’sı bekâr olmak
62
üzere 1.200 nefer idi . Yusuf Halaçoğlu, Kavurgalu cemaatini Avşar boyundan ola63
rak göstermektedir .
Yörügân-ı Kars’ın ikinci büyük taifesi 2.097 nefer vergi nüfûsu ile Zâkirlü idi. 996
bennâk, 941 mücerred nüfûsa sahip bu taife Sis (Kozan, Adana/ Sarıçam ve Kars-ı
Maraş’da kışı geçirip, büyük bölümü yazı Meğelgin nâhiyesinde yaylamaktaydı.
55
56
TD. 168, 46b- 69a.
Y. Kurt, Çukurova Tarihi’nin Kaynakları V, 1563 Tarihli Kars-ı Maraş (Kadirli) Mufassal Tahrir
Defteri, s. XLVIII.
57
58
59
TD.168 (1563), 56b.
TD.168 (1563), 53a.
Y. Kurt, Çukurova Tarihi’nin Kaynakları V, 1563 Tarihli Kars-ı Maraş (Kadirli) Mufassal Tahrir
Defteri, s. L.
60
F. Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), s. 176. Sümer, Halep Türkmenlerinin Dulkadirli Eli’ne bağlı 21
boydan birisini de Kavurgalu olarak yazmakta, Kars-ı Maraş’ta yaşayan tâ'ifelerin sadece
isimlerini vermektedir.
61
62
TD. 168, 82a.
Y. Kurt, Çukurova Tarihi’nin Kaynakları V, 1563 Tarihli Kars-ı Maraş (Kadirli) Mufassal Tahrir
Defteri, s. L.
63
Y. Halaçoğlu, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650), c.III, s. 1353- 1354.
681
YILMAZ KURT
Önemli cemaatlerinden 265 neferli Kütünlü, diğer adı Evliyalu olan 141 neferli Toplu, 155 neferli Hoca Fakihlü, 118 neferli Seydi Hacılu, 172 neferli Kuduzlu, 152 neferli
Şemseddinlü cemaatlerini sayabiliriz.
Sis (Kozan) Sancağı’nda Oğuz Boyları
Sis Sancağı ve Adana Sancağı 1572 yılında aynı il yazıcı tarafından tahrir olunmuş
olmasına rağmen Sis Sancağında cemaatlerin bağlı bulunduğu taifeler daha ayrıntılı
olarak gösterilmiştir. Burada 24 Oğuz boyundan Afşar adı taife adı olarak geçmektedir. Faruk Sümer, Savcı Hacılu taifesi’nin Kayı boyunun oymaklarından Kutlu Bey
64
Hacılu’nun bir kolu olması ihtimalini öne sürmektedir . Ancak aşağıdaki tabloda
görüldüğü üzere Savcı Hacılu 1572 yılında 825 vergi nüfusuna sahip 24 ayrı cemaatten oluşan büyük bir taifedir. Kayı boyundan olan Kutlu Bey Hacılu taifesi ise her ne
kadar taife olarak adlandırılmakta ise de 42 haneden oluşmaktadır.
Tablo 4: Sis Sancağında Cemaatlerin Taifelere Dağılımı.
Taife
TD.178 (1536)
TD. 150 (1572)
Nefer
Hâne
Müc.
Cemaat sayısı
Nefer
Hâne
Müc.
1103
729
1510
765
101
4208
781
518
1006
628
79
3012
322
211
504
137
22
1196
24
19
18
10
3
20
94
825
807
1016
552
211
745
4156
641
614
797
398
147
588
3185
184
193
219
154
64
161
971
1. Savcı Hacılu
2. Kavurgalu
3. Avşar
4. Ayrudamlu
5. Eğlenlü
6. Diğerleri
Toplam
Tablo 5: Sis Sancağında Avşar Tȃifesine Bağlı Cemaatler.
64
SIRA
CEMÂ،AT
VRK
NEFER
HANE
1
ALEM BEYLÜ
86A
3
2
2
AYDOĞMUŞ OĞLANLARI
16A
67
59
3
AYDOĞMUŞLU
15B
160
146
4
BAHŞAYIŞLU
17A
37
26
5
CANBAZÂN
21A
9
6
6
ÇANDIK
36B
175
123
52
7
ELSÜZ OĞLANLARI
49B
33
22
11
8
ELSÜZLER DİĞER
77B
13
9
9
PAŞA OĞLANLARI
16B
38
32
10
PAŞALU DİĞER
81A
22
17
11
SÂ'AT
71B
50
38
12
TOYRANLU
75A
54
48
6
13
TUR ALİ HACILU
41B
147
112
35
14
TUR ALİ HACILU DİĞER
42A
75
56
15
UZUN İSÂLU
68A
25
18
16
YAHŞİHANLU
15A
31
28
3
17
ZEKERİYYALU
70A
41
30
11
18
ALIKIL OĞLU
74B
36
24
12 DEMÜR BUSTURA
F. Sümer, Oğuzlar, s. 219.
682
MÜC. MEZRAASI
1 KARATAŞ
8
14
11 YILANLUCA
3 ÇATAL
4 ALUGA BURC
6 İNE DEYRİ
5 ACUGEZ
12 SIR MEYMÛN
19 HAN DEYRİ
7 ÇELEBİ KİLİSE
XVI. YÜZYILDA ÇUKUROVA’DA OĞUZ BOYLARI
Tablo 6: Sis Sancağında Savcı Hacılu Tȃifesine Bağlı Cemaatler.
SIRA CEMA،AT
VRK
NEFER
1
AKDAĞLU
44A
33
24
2
AKSAK KOCALU
77B
38
30
8 KÖTÜ
3
ALİŞARLU
54A
22
18
4 KAMIŞLU
4
ALİŞARLU (DİĞER)
84A
10
8
5
ARIKLAR
53A
8
5
6
BEYLİK OĞLU
70B
24
21
7
BOYACI
45A
21
17
4 BAKLA GEDİĞİ
8
ÇAKIRLU
37B
70
46
24 TAVŞAN TEPESİ
HANE MÜC. MEZRAASI
9 TİLAN
2
3 KIZILCA SANDIK
3 SİPSAGUN
9
DARUCI SATI
38A
27
18
9 KUYUCAK
10
DARUCI SATI DİĞER
38B
29
20
9 TOKLU VİRAN
11
DÖĞERÜLÜ
39B
50
45
5 SİBGİRÜGÖZ VE KARA KOZA
12
KALAYCI ÜMMET
45B
15
12
3 KIZILHENDEK
13
KARA YAKUBLU
18B
18
15
3
14
KAYIRHANLU
20A
34
27
7 ILICA BURC
15
KAZANCI
20A
45
36
9 BAĞLUCA
16
KONUR SATI
66A
15
10
17
SATI OĞLU
46A
63
48
15 DOKSAN VİRAN
18
SÜLEMİŞLÜ
38B
91
76
15 NARLUCA
19
ŞEHLİK
44B
25
21
4 İSKELE
20
ŞEHLİK DİĞER
71A
17
15
2 İSKELE
21
TAHTALU
80B
38
24
22
YAZIR
83B
15
14
1 ÇAPER
23
ZENKLÜ
80A
22
15
7
5 KANADLU VİRAN
14 KEYGAN DERE
Savcı Hacılu taifesine bağlı Kayırhanlu cemaati Yusuf Halaçoğlu tarafından Avşar
olarak gösterildiği halde Adana, Karaman ve Maraş sancaklarında yaşayan Kayırhan65
lu cemaatleri Çepni boyundan olarak gösterilmektedir . Savcı Hacılu taifesinden Kalaycı Ümmet cemaati de aynı şekilde Avşar boyuna bağlı olduğu bildirilmektedir.
Burada sorulması gereken soru Sis sancağında Avşar bir taife olarak yer aldığı halde
Avşar boyuna bağlı Kayırhanlu, Kalaycı Ümmet gibi cemaatler niçin Avşar taifesine
bağlı olarak değil de Savcı Hacılu taifesine bağlı olarak gösterilmiştir? Diğer 3 eyalette
Çepni boyuna bağlı olan Kayırhanlu cemaati niçin Sis sancağında Avşar boyuna bağlanmıştır? Buradan çıkarabileceğimiz sonuç cemaatler arasındaki bağlılığın her zaman ve her yerde kesin bir boy birlikteliğine değil güvenlik ve ekonomik değişken
etkenlerle bir takım birleşmelere ve ayrılmalara yol açtığı hususudur.
Özer İli (Üzeyir) Sancağında Oğuz Boyları
TD.110 (1521) numaralı mufassal, Adana sancağına bağlı Özer İli sancağı ile başlamaktadır. Bir sancağın bir başka sancağa bağlı gösterilmesi Adana’nın “yurtluk ve
ocaklık” statüsü sebebiyle olabilir. 1521 tarihli bu defter Cemaat-ı Ordu-yı Ahmed Bey
ile başlamaktadır. “Ordu-yı Ahmed Bey” cemaatine adını veren Ahmed Bey Özeroğlu beylerinden olup kendi isteği ile Osmanlı egemenliğini kabul etmiş olduğu için
Üzeyir Sancağı beyliğinde bırakılmıştı. Ahmed Bey ordusuna tabi ilk cemaat 12 ha65
Y. Halaçoğlu, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650), c.III, s. 1379.
683
YILMAZ KURT
neli Gazzazoğlu cemaati idi. Sonra yine 12 haneli Kızoğlu cemaati gelmektedir. 71
haneli Kayapınar cemaatinden sonra Cihanşahbey cemaati kayıtlıdır. Toplam 206 haneyi bulan Ahmed Bey ordusuna tabi cemaatlerden Hüseyin Bey, Kaplan Bey de Ahmed Bey gibi Özeroğullarına mensup bey ailesinden kişilerdi. Cihanşah da Özer İli
beylerinden olup Ahmed Bey zamanında timar tasarruf etmekteydi.
66
Tablo 7: Cemaat-i Ordu-yı Ahmed Bey’e Bağlı Cemaatler ve Nüfusları
Sıra Cemaat
Hane
Tahminȋ Nüfus
1
Gazzazoğlu
12
60
2
Kızoğlu
14
70
3
Kaya Baytar
71
356
4
Cihanşah Bey
36
180
5
Bayram Hoca
8
40
6
Taşgun Hacı
6
30
7
Hüseyin Bey bin Özer
27
135
8
Hamza Bey
7
35
9
Gürdan
13
65
10
Ordu-yı veled-i Alan Bey
12
60
Toplam
206
1031
%
6
6
34
17
3
3
13
3
6
6
100
XVI. yüzyılda Anadolu’da yaşayan konar-göçer cemaatlerin sayısı ve toplam nüfusları konusunda farklı bölgelerde değişik çalışmalar yapılmış olmasına rağmen bunlar
birleştirilerek Anadolu için sağlam rakamlar maalesef ortaya konulamamıştır. Bugün
elimizdeki en sağlam nüfus tahmini yıllar önce Barkan tarafından yapılan çalışmadır.
Orada verilen rakamlara göre 1520- 1530 döneminde 160.564 olan Anadolu’daki
cemaat nüfusunun 1570- 1580 arasında 220.217’e çıkarak 50 yılda % 37 oranında
67
artmış olduğu bilgisini de ihtiyatla karşılamak gerektiğini düşünüyoruz . Özellikle
de Anadolu’yu tanımayan kişilerin yapmış olduğu nüfus tahminleri ve kimi değerlendirmeler kesin olarak kullanılamayacak kadar yanlış bilgilerdir. Örnek olarak
Britanya konsolosunun, “1849 yılında Kozanoğlu aşiretinin denetiminde 12.000 aşiret
bulunduğu” şeklindeki iddiası -bir harf yanlışlığından kaynaklanmıyorsa- son dere68
ce dayanaksızdır . 1830 -1840 yılları arasında bölgede yaşayan nüfus bellidir ve değil
Kozan’da bütün Çukurova’da 12.000 aşiretin yaşaması mümkün değildir. Aynı şekilde 1499- 1527 yıllarında Kızılbaşların Anadolu’da “onbinlerce üyesi, kadın, erkek,
çocuk öldürüldü” şeklindeki sözler de dil pelesengi olarak tekrarlanan dayanaksız
69
bir iddiadan başka bir şey değildir .
Sonuç
Çukurova’nın Türkleşmesini ve İslȃmlaşmasını sağlayan büyük çoğunluğu Oğuzlar’ın Üç-ok kolundan olan Türkmenler Adana’da Ramazanoğulları; Dörtyol- İskenderun yöresinde ise daha mütevazı‘ bir beylik olan Özeroğulları = Üzeyiroğulları
66
Kerim İlker Bulunur, 110 Numaralı Tapu Tahrir Defterine Göre Özer (Üzeyir) Sancağı, Sakarya
Üniversitesi Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya 2004, s. 55’ten alınmıştır.
67
Ömer Lutfi Barkan, “Research on the Ottoman Fiscal Surveys”, Studies in the Economic History
of the Middle East, Ed.: M. A. Cook, Oxford University Press, Londra 1970, s. 162.
68
Reşat Kasaba, Bir Konargöçer İmparatorluk Osmanlıda Göçebeler, Göçmenler ve Sığınmacılar, Çev.
Ayla Ortaç, Kitap Yayınevi, İstanbul 2012, s. 119.
69
R. Kasaba, Bir Konargöçer İmparatorluk Osmanlıda Göçebeler, Göçmenler ve Sığınmacılar, s. 46.
684
XVI. YÜZYILDA ÇUKUROVA’DA OĞUZ BOYLARI
Beyliği’ni kurmuşlardı. Özeroğulları Kınık ve Salur boylarına bağlı gösterilmekte iken
Ramazanoğulları genellikle Yüregir (Yüregil) boyuna nisbet edilmiştir. Ancak Adana
tahrir defterlerinde genellikle cemaatler ve bazen bunların bağlı olduğu taifeler yazılmışsa da taifelerin hangi Oğuz boyundan olduklarına dair açıklayıcı bilgi yazılmamıştır. Osmanlı Devleti Osmanlı hanedanın dışında güçlü bir hanedan istemediği
için Anadolu beyliklerinden gelen bey ailelerini de kendi bölgelerinin dışına taşıyarak etkisizleştirme yolunu seçmiştir. Ramazanoğulları “yurtluk ve ocaklık” statüsünde 1608’e kadar bölgede yönetimde kalarak beylikler içerisinde en uzun yaşayan
beylik olmak unvanını kazanmışlardır. Ancak onların da bağlı oldukları boy ve oymak teşkilatı korunamamış ve zamanla aileyi besleyen Yüregir boyunun hangi cemaatlerden oluştuğu belirsiz hale gelmiştir. 1572 yılında bile % 84’ü konar-göçer hayat
yaşayan cemaatlerden oluşan Çukurova’da hangi cemaatin hangi taifeye ve hangi
boya bağlı olduğunu aydınlatmak için elimizdeki belgeler çoğu zaman yetersiz kalmaktadır. Belgelerle desteklenmeyen bağlantılar ve buna bağlı bir takım rakamlar ve
listeler vermek ise meseleyi çözmek bir yana daha da çözümsüz kılmaktan başka bir
işe yaramayacaktır.
KAYNAKÇA
ARŞİV BELGELERİ:
TD. 69 (1519), TD.450 (1525), TD.969 (1530), TD. 114 (1572), TD. 168 (1563), TD. 150
(1572), TD.134 (1572).
BASILMIŞ ESERLER:
AŞIKPAŞAZADE, (Derviş Ahmed Aşıkî), Tevârîh-i Al-i Osmân (Aşıkpaşazâde Tarihi),
Şahin Kitabevi faksimile neşri, İstanbul 1332.
BARKAN, Ömer Lutfi, “Research on the Ottoman Fiscal Surveys”, Studies in the Economic History of the Middle East, Ed.: M. A. Cook, Oxford University Press,
Londra 1970.
BULUNUR, Kerim İlker, 110 Numaralı Tapu Tahrir Defterine Göre Özer (Üzeyir)
Sancağı, Sakarya Üniversitesi Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya 2004.
ÇAKAR, Enver, 17. Yüzyılda Haleb Eyaleti ve Türkmenleri, Fırat Üniversitesi Orta Doğu
Araştırmaları Merkezi Yayınları, Elazığ 2006.
ÇAKAR, Enver, XVI. Yüzyılda Haleb Sancağı (1516- 1566), Fırat Üniversitesi Orta
Doğu Araştırmaları Merkezi Yayınları, Elazığ 2003.
DEMİR, Alparslan, XVIII. Yüzyılın İlk Çeyreğinde Anadolu’da Bozdoğan Yörükleri, Ankara 2012.
DEVLET Arşivleri Genel Müdürlüğü, 998 Numaralı Muhasebe-i Vilâyet-i Diyâr-i Bekr ve
Arab ve Zü’l-Kâdiriyye Defteri (937/ 1530), II, Ankara 1999.
GÜNAL, Zerrin, “Nöker”, DİA, s. 33, İstanbul 2007, s. 216- 217.
GÜNDÜZ, Tufan, Anadolu’da Türkmen Aşiretleri “Bozulus Türkmenleri 1540- 1640),
Bilge Yayınları, Ankara 1997.
HALAÇOĞLU, Yusuf, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650), c.I, Türk
Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2009.
HALAÇOĞLU, Yusuf, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar (1453-1650), c.III,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2009.
685
YILMAZ KURT
KASABA, Reşat, Bir Konargöçer İmparatorluk Osmanlıda Göçebeler, Göçmenler ve Sığınmacılar, Çev. Ayla Ortaç, Kitap Yayınevi, İstanbul 2012.
KURT, Yılmaz, Çukurova Tarihi’nin Kaynakları V, 1563 Tarihli Kars-ı Maraş (Kadirli)
Mufassal Tahrir Defteri, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 2011.
KURT, Yılmaz, XVI. Yüzyıl Adana Tarihi, Ankara 1992, Hacettepe Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Tarih Bölümü, basılmamış doktora tezi.
MENEMENCİOĞLU Ahmed Bey, Menemencioğulları Tarihi, Haz.: Yılmaz Kurt, Akçağ
Yay., Ankara, 1998.
SAKİN, Orhan, Anadolu’da Türkmenler ve Yörükler, İstanbul 2006.
SÜMER, Faruk, "Çukurova Tarihine Dair Araştırmalar (Fetihden XVI. yüzyılın ikinci
yarısına kadar)", DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi (TAD), I/1 (1963), S. 1- 113.
SÜMER, Faruk, Oğuzlar (Türkmenler), 3.Bs., İstanbul 1980.
686
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
A FIELDWORK REPORT ON SALAR
YONG-SŎN G L I
I. Introduction
The Salar are one of 55 official ethnic minorities of China (see
http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_ethnic_groups_in_China, retrieved 14.04.2014).
The majority of them lives in Xunhua Salar Autonomous County (循化撒拉族自治县)
of the prefecture-level city of Haidong (海东市) of Qinghai Province (青海省). Some of
them live in the other parts of Qinghai Province such as Gandu Town (甘都镇) of
Hualong Hui Autonomous County (化隆回族自治县) of the prefecture-level city of
Haidong (海东市), Haixi Mongol and Tibetan Autonomous Prefecture (海西蒙古族藏
族自治州), Haibei Tibetan Autonomous Prefecture (海北藏族自治州), Hainan Tibetan
Autonomous Prefecture (海南藏族自治州); in the provincial city of Xining (西宁市); in
Jishishan Bonan, Dongxiang and Salar Autonomous County (积石山保安族东乡族撒
拉族自治县) of Linxia Hui Autonomous Prefecture (临夏回族自治州) of Gansu Province (甘肅省); and in Yining County (伊宁县) of Ili Kazakh Autonomous Prefecture (伊
犁哈萨克自治州) of Xinjiang Uyghur Autonomous Region (新疆维吾尔自治区) (Lín,
1985, p. 1; http://zh.wikipedia.org/wiki/%E6%92%92%E6%8B%89%E8%AF%AD,
retrieved 14.04.2014).
They are predominantly devout Hanafi Muslims (Hahn, 1988, p. 399). The number of
the Salars is given as 130,607 in the census of 2010 of China (see
http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_ethnic_groups_in_China, retrieved 14.04.2014).
Salar is the only representative of the taγlï-group according to the classification of
modern Turkic languages by Talat Tekin (Tekin, 1991, p. 13, 18). It is assumed that
Salar originated as an Oghuz Turkic language and during the course of its speakers’
gradual eastward migration acquired various influences from southeastern- and
northwestern-type Turkic languages as well as from non-Turkic ones such as Chinese,
687
YONG-SŎNG LI
Mongolic, and Tibetan (Hahn, 1988, p. 400). Salar is not a written language. Its
speakers tend to use Chinese in written communication (Hahn, 1988, p. 400).
In the present paper we gave a report of a fieldwork study on Salar carried out by the
Turkic team of the ASK REAL (The Altaic Society of Korea, Researches on the Endangered Altaic Languages) in August 2006.
II. General description of the fieldwork on Salar
1. Participants
The Turkic language team of the ASK REAL (The Altaic Society of Korea, Researches
on the Endangered Altaic Languages) was made up of three persons in this fieldwork
study: Yong-sŏng LI (male; overall process, transcription, audio recording),
Gyu-dong YURN (male; video recording), and Lu-xin FAN (范魯新, male, Chinese;
questioning).
There was also the Mongolic language team of the ASK REAL to investigate Bonan
and Monguor. The participants of the Mongolic language team were Jae-il Kwon
(male; overall process), Won-soo YU (male; tran- scription), Yun-shin KIM (female;
audio and video recording), Qing-fen WU (吴清芬, female, Chinese; questioning).
See Kim et al. 2011: 134-138, 131-144, 179-184,
http://altaireal.snu.ac.
kr/askreal_v25/fieldresearch/m_viewphotothumb_full.asp?rcode=rid0044&ccode=c11
&ecomment=China+Qinghai+Xining,+Researchers and http:// altaireal.snu.ac.kr/
askral_v25/fieldresearch/m_viewphotothumb_full.asp?rcode=rid0044&ccode=c14&ec
omment=China+Qinghai+Xining,+Researchers+and+collaborators
(retrieved
26.04.2014).
These fieldwork studies were a part of the second term research project ‘Building
Digital Archive of Altaic Languages for the Study of Genealogy of Korean’ supported
from 1 July 2006 to 30 June 2009 by the Korea Research Foundation Grant
(KRF-2006-322-A00054). The first term research project ‘Fieldwork Studies of Altaic
Languages for Genealogy of Korean’ was also supported from 1 September 2003 to 31
August 2006 by the Korea Research Foundation Grant (KRF-2003-072- AL2002). For
these research projects, see http://altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/ (retrieved
26.04.2014) and http://www. cld-korea.org/eng/archives/archives_1.php (retrieved
26.04.2014). Kim et al. (2008) and Kim et al. (2011) is the result of the first term and
second term research project respectively. For the Turkic languages investigated
during these research projects, see Li, 2011, pp. vii-xi.
2. Questionnaire, equipments, and method
We prepared a questionnaire to ask 2,788 words, 344 conversational expressions, and
379 sentences and constructions for the grammatical structure. It was prepared in
Chinese and Korean. The informants were requested answer in Salar twice for each
entry.
See
http://altaireal.snu.ac.
kr/askreal_v25/enqpdf/enq_0023.pdf
and
http://www.cld-korea.org/eng/ fieldwork/fieldwork3.php (retrieved 26.04.2014)
688
A FIELDWORK REPORT ON SALAR
A Marantz PMD670 recorder was used for voice recording, and a DSR-PDX10 camcorder for video recording. An AKG C420 headset microphone was used for informants, while the questioner used AT831b pin microphone.
See http://www.cld-korea.org/eng/fieldwork/fieldwork4_1.php,
http://www.cld-korea.org/eng/fieldwork/fieldwork4_2.php, and
http://www. cld-korea.org/eng/fieldwork/fieldwork4_3.php (retrieved 26.04.2014).
The 2,788 words are composed of 253 words in the first degree, 560 words in the
second degree, 1,323 words in the third degree, and 652 words in the fourth degree. If
the researcher has enough time, then all the 2,788 words can be questioned. If the researcher does not have enough time, then the words in the first (and the second) degree can be questioned. In other words, the researcher can use the questionnaire
flexibly.
These 2,788 words belong to 24 meaning groups as follows
www.cld-korea.org/eng/fieldwork/fieldwork3_2.php, retrieved 18.04.2014):
(http://
(1) astronomy / geography, (2) weather, (3) time / period / season, (4) relationship /
occupation, (5) politics / economy / culture, (6) military / transportation, (7) human
body, (8) disease, (9) residence / instruments, (10) clothing, (11) food / tableware, (12)
animals / hunting, (13) livestock / breeding, (14) birds, (15) fish, (16) insects, (17) plants,
(18) metal / jewelry, (19) direction, (20) number / measurement, (21) action, (22) pronouns, (23) property / state, and (24) the others.
3. Trip to Xining (西宁)
The entire period of this fieldwork study including the departure and the return was
August 18 ~ 26, 2006. So, we had no enough time to survey many informants.
We left Incheon International Airport at 14:01 on August 18, 2006, on Asiana Airlines
flight OZ333 and landed at Beijing Capital International Airport at 14:28 on the same
day. The local time of Korea is one hour ahead of that of China. We left this airport at
19:40 on China Southern Airlines flight CZ6992 and landed at Xining Airport at 21:39
on the same day. We moved in a van and arrived at Yong Chang Hotel (永昌大廈) at
22:32.
The survey with the informants took place on August 19~21 and 23~25. On August 22,
we made a trip to the Kumbum Monastery (塔尔寺), the Riyue Mountain (日月山),
Qinghai Lake (青海湖), etc. See
http://altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/fieldresearch/m_viewphotothumb_full.asp?
rcode=rid0044&ccode=c01&ecomment=China+Qinghai+Xining,+Lake+of+Qinghai,+fo
ods+and+landscapes (retrieved 26.04.2014)
During 14:14~23:22 on August 24, the Turkic language team visited with the second
informant several places like Jishi Town (积石镇) and Mengda Village (孟达村) of
Mengda Township ( 孟 达 乡 ) in Xunhua Salar Autonomous County
(循化撒拉族自治县) and returned to Xining. See
689
YONG-SŎNG LI
http://altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/fieldresearch/m_viewphotothumb_full.asp?rcod
e=rid0044&ccode=c04&ecomment=Xunhua,+Landscapes and
http//altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/fieldresearch/m_viewphotothumb_full.asp?rcod
e=rid0044&ccode=c09&ecomment=Salar+(Sala)+consultant,+Han+Liang
(retrieved
26.04.2014)
We left Xining Airport at 08:45 on August 26 and landed at Beijing Capital International Airport at 10:48. We left this airport at 16:16 and landed at Incheon International Airport at 18:42 on the same day.
4. Informants
Ma (马) and Han (韩) are the two most widespread [sur]names among the Salar
(http://en.wikipedia.org/wiki/Salar_people, retrieved 19.04.2014). This was also the
case for our three informants.
The survey with the informants took place in the room No. 8623 of Yong Chang Hotel
(永昌大廈). See
http://altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/fieldresearch/m_viewphotothumb_full.asp?rcod
e=rid0044&ccode=c03&ecomment=China+Qinghai+Xining+city,+landscapes
(retrieved 26.04.2014)
4.1 Hán Jiàn-yè (韩建业, male, 70-year-old, born in October 1936)
He was born in Ashijiang Village (阿什匠村) of Qingshui Township (清水乡) of
Xunhua Salar Autonomous County (循化撒拉族自治县). He lived here until he was
six years old, then moved to Xining, attended elementary school, and learned Chinese.
In 1956 he was trained for Uyghur language and literature at Minzu University of
China and studied at the Institute of Minority Languages in the Chinese Academy of
Social Sciences (中国社会科学院) in Beijing. From 1961 to 1968 he took a college course
at Minzu University of China. After he graduated from the university, he began to
teach Uyghur at Xinjiang University of Finance and Economics (新疆财经大学) in
Urumqi. In 1971 began to work as a teacher for Chinese and politics at the 10th Middle
School in Xining and then worked as the vice-principal and the principal of the Middle School attached to the Xining Woolen Mill. He began to work as a specialist in
language and literature at the Institute of Nationalities in Qinghai Nationalities University (靑海民族学院) in 1979 and retired under the age limit in 1996. He died on
December 29, 2010 (http://xuewen.cnki.net/ CJFD-QHMJ201102036.html, retrieved
20.04.2014).
He married a Hui. He has two daughters, two sons, and five grandchildren. His
daughters-in-law and sons-in-law are also Huis. He usually speaks Chinese at home,
with his grandchildren, and outside of the home. He said us that the Salar are more
than 60 % of the population in Xunhua Salar Autonomous County
(循化撒拉族自治县) and the rest of population was comprised of the Tibetans, the
Huis, and the Chinese, etc.; even the children spoke Salar at home and Chinese in
school in this region.
690
A FIELDWORK REPORT ON SALAR
See http://altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/fieldresearch/m_viewphoto thumb_full.asp?
rcode=rid0044&ccode=c08&ecomment=Salar+(Sala)+consultant,+Han+Jianye and
http://altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/fieldresearch/m_viewphotothumb_full.asp?
rcode=rid0044&ccode=c13&ecomment=Interview+with+Salar+consultants (retrieved
26.04.2014)
4.2 Hán Liáng (韩良, male, 28-year-old, born in 1978)
His Salar name is Ālì (阿力). He was born in Jishi Town (积石镇), the center of Xunhua
Salar Autonomous County (循化撒拉族自治县). Here he entered Xigoucun (西沟村)
Elementary School in September 1985 and then entered Xunyang (循阳) Middle
School in September 1991. In September 1995 he moved to Xining and entered here
the Finance School of Qinghai Province (青海省 财政学校), a kind of commercial high
school, and specialized in business financial management. After he graduated from
school, he began to run a Muslim restaurant.
He married a Salar but got a divorce. He has one son. He speaks Salar with his eight
brothers. He said us that his mother in Xunhua Salar Autonomous County
(循化撒拉族自治县) could speak only Salar and did not know Chinese; the majority of
the Salar there has the surname Hán (韩) and very few of them have the surname Mǎ
(马).
See http://altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/fieldresearch/m_viewphoto thumb_full.asp?
rcode=rid0044&ccode=c09&ecomment=Salar+(Sala)+consultant,+Han+Liang and
http://altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/fieldresearch/m_
viewphotothumb_full.asp?rcode=rid0044&ccode=c13&ecomment=Interview+with+Salar+consul
tants (retrieved 26.04.2014)
4.3 Mǎ Wén-lán (马文兰, female, 20-year-old, born in 1986)
She was born in Xunhua Salar Autonomous County (循化撒拉族自 治县) and lived
here until she graduated from high school. She is unmarried and the eldest out of two
daughters and three sons of her family. She moved to Xining and entered a university.
She is a university student and lives with her grandmother. She speaks Salar with her
but Chinese in school, etc.
She is a so devout Muslim. She covers her head alone despite the ban on headscarves
in public schools. In order to survey with her, the author was asked to replace two
men with two women. So, the participants were the following three persons:
Yong-sŏng LI (male; transcription), Yun-shin KIM (female; audio and video recording), Qing-fen WU (吴清芬, female, Chinese; questioning).
See http://altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/fieldresearch/m_viewphoto thumb_full.asp?
rcode=rid0044&ccode=c10&ecomment=Salar+(Sala)+consultant,+Ma+Wenlan and
http://altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/fieldresearch/m_viewphotothumb_full.asp?rcod
e=rid0044&ccode=c13&ecomment=Interview+with+Salar+consultants
(retrieved
26.04.2014)
691
YONG-SŎNG LI
5. Result
As mentioned above, all the three informants are from Xunhua Salar Autonomous
County (循化撒拉族自治县) where the majority of the Salar lives. One informant is
female, while two informants are male. They are 70-year-old, 28-year-old, and
20-year-old respectively.
The survey with the first informant Hán Jiàn-yè (韩建业) took place for 14 hours 25
minutes on August 19~21, 2006. We recorded 1,890 words out of 2,066 asked (250
words out of 253 asked in the first degree, 525 words out of 557 asked in the second
degree, 890 words out of 973 asked in the third degree, and 225 words out of 280
asked in the fourth degree), 344 conversational expressions, and 379 sentences and
constructions for the grammatical structure. We also recorded his self-introduction of
the informant and his explanations on some Salar proverbs.
The survey with the second informant Hán Liáng (韩良) took place for 7 hours 32
minutes on August 23~24, 2006. We recorded 910 words out of 1,184 asked (229 words
out of 253 asked in the first degree, 401 words out of 557 asked in the second degree,
275 words out of 369 asked in the third degree, and all of the 5 words asked in the
fourth degree), 344 conversational expressions, and 379 sentences and constructions
for the grammatical structure. We also recorded his self-introduction of the informant.
The survey with the third informant Mǎ Wén-lán (马文兰) took place for 5 hours 42
minutes on August 25, 2006. We recorded 726 words out of 809 asked (240 words out
of 253 asked in the first degree and 486 words out of 556 asked in the second degree),
344 conversational expressions, and 379 sentences and constructions for the grammatical structure. We also recorded her self-introduction of the informant.
The Salar material from these informants is not yet processed. The number of words
of Chinese origin in the first and second degree is 27, 33, and 125 respectively.
The first informant was for a long time in a bad position in use of Salar. Therefore, he
could not make out long sentences in Salar when we recorded his self-introduction.
Moreover, he was seemingly influenced by Uyghur in pronunciation of some words.
Although the second informant had a good command of Salar, he could not answer
properly many words, conversational expressions, and sentences and constructions
for the grammatical structure. Sometimes he passed the questions without thinking
the answer. He gave altï on, yidi on, sakïs on, and toqus on as the answer to ‘60’, ‘70’, ‘80’,
and ‘90’ respectively. These are seemingly the literal translations of Chinese 六十
[liùshí] ‘60’ (“six ten”), 七十 [qīshí] ‘70’ (“seven ten”), 八十 [bāshí] ‘80’ (“eight ten”),
and 九十 [jiǔshí] ‘90’ (“nine ten”) respectively.
Although the third informant also had a good command of Salar, she gave many
words of Chinese origin. Moreover, she could not answer the numbers over twenty in
Salar. She gave otus as the answer to ‘20’.
692
A FIELDWORK REPORT ON SALAR
Bibliography
Golden, P. B. (1988). The Turkic Peoples: A Historical Sketch. The Turkic Languages
edited by Lars Johanson & Éva Á. Csató London & New York: Routledge. pp.
16-29.
Hahn, R. F. (1988). Yellow Uyghur and Salar. The Turkic Languages edited by Lars Johanson & Éva Á. Csató London & New York: Routledge. pp. 397-402.
Johanson, L. (1988). The History of Turkic. The Turkic Languages edited by Lars Johanson & Éva Á. Csató London & New York: Routledge. pp. 81-125.
Kim, J. et al. (2008). Documentation of Endangered Altaic Languages. Paju: Taehaksa.
[김주원 외. (2008). 사라져가는 알타이언어를 찾아서. 파주: 태학사.]
Kim, J. et al. (2011). Documentation of Altaic Languages for the Maintenance of Language
Diversity. Paju: Taehaksa. [김주원 외. (2011). 언어 다양성 보존을 위한
알타이언어 문서화. 파주: 태학사.]
Li, Y. (2011). A Study of Dolgan. Altaic Languages Series 5. Seoul: Seoul National University Press.
Lín, Lián-yún. (1985). Sǎlāyǔjiǎnzhì. Běijīng: Mínzú Chūbǎnshè. [林莲云. (1985).
撒拉语简志. 北京: 民族出版社.]
Lín, Lián-yún. (1992). Sǎlā-Hàn Hàn-Sǎlā Cíhuì. Chéngdū: Sìchuān Mínzú Chūbǎnshè.
[林莲云. (1992). 撒拉汉汉撒拉词汇. 成都: 四川民族出版 社.]
Tekin, T. (1991). A New Classification of the Turkic Languages. Türk Dilleri
Araştırmaları (Researches in Turkic Languages) 1. pp. 5-18.
— & Ölmez, M. (1999). Türk Dilleri – Giriş –. İstanbul: Simurg.
Tenišev, E. R. (1976). Stroj salarskogo jazyka. Moskva: Nauka.
http://altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/ (retrieved 26.04.2014)
http://altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/enqpdf/enq_0023.pdf (retrieved 26.04. 2014)
http://altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/fieldresearch/m_viewphotothumb_full.asp?rcod
e=rid0044&ccode=c01&ecomment=China+Qinghai+Xining,+Lake+of+Qingha
i,+foods+and+landscapes (retrieved 26.04.2014)
http://altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/fieldresearch/m_viewphotothumb_full.asp?rcod
e=rid0044&ccode=c03&ecomment=China+Qinghai+Xining+city,+landscapes
(retrieved 26.04.2014)
http://altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/fieldresearch/m_viewphotothumb_full.asp?rcod
e=rid0044&ccode=c04&ecomment=Xunhua,+Landscapes
(retrieved
26.04.2014)
http://altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/fieldresearch/m_viewphotothumb_full.asp?rcod
e=rid0044&ccode=c08&ecomment=Salar+(Sala)+consultant,+Han+Jianye (retrieved 26.04.2014)
http://altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/fieldresearch/m_viewphotothumb_full.asp?rcod
e=rid0044&ccode=c09&ecomment=Salar+(Sala)+consultant,+Han+Liang (retrieved 26.04.2014)
http://altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/fieldresearch/m_viewphotothumb_full.asp?rcod
e=rid0044&ccode=c10&ecomment=Salar+(Sala)+consultant,+Ma+Wenlan
(retrieved 26.04.2014)
693
YONG-SŎNG LI
http://altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/fieldresearch/m_viewphotothumb_full.asp?rcod
e=rid0044&ccode=c11&ecomment=China+Qinghai+Xining,+Researchers (retrieved 26.04.2014)
http://altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/fieldresearch/m_viewphotothumb_full.asp?rcod
e=rid0044&ccode=c13&ecomment=Interview+with+Salar+consultants
(retrieved 26.04.2014)
http://altaireal.snu.ac.kr/askreal_v25/fieldresearch/m_viewphotothumb_full.asp?rcod
e=rid0044&ccode=c14&ecomment=China+Qinghai+Xining,+Researchers+an
d+collaborators (retrieved 26.04.2014)
http://www.cld-korea.org/eng/archives/archives_1.php (retrieved 26.04.2014)
http://www.cld-korea.org/eng/fieldwork/fieldwork3.php (retrieved 26.04. 2014)
http://www.cld-korea.org/eng/fieldwork/fieldwork4_1.php (retrieved 26.04. 2014)
http://www.cld-korea.org/eng/fieldwork/fieldwork4_2.php (retrieved 26.04. 2014)
http://www.cld-korea.org/eng/fieldwork/fieldwork4_3.php (retrieved 26.04. 2014)
http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_ethnic_groups_in_China (retrieved 14. 04.2014)
http://en.wikipedia.org/wiki/Salar_people (retrieved 19.04.2014)
http://xuewen.cnki.net/CJFD-QHMJ201102036.html (retrieved 20.04.2014)
http://zh.wikipedia.org/wiki/%E6%92%92%E6%8B%89%E8%AF%AD
(retrieved
14.04.2014)
694
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
KARADENİZ BÖLGESİNDE HRİSTİYAN OĞUZ BOYLARI
Z E K İ YE TUN Ç
GİRİŞ
Karadeniz
Bölgesinde
Türk
varlığını
milattan
önceki
yüzyıllara
dayandırabilmekteyiz. Araştırmalara göre bölgeye ilk olarak MÖ 3. bin ile 2. bin
yılları arasında Oğuzların kollarından sayılan “Gas/Kas” ve “Gud/Gutiler” in
geldiğinden bahsedilir (İnan, 2003, s. 72). Bölgeye MÖ 8. yy.da Türk oldukları iddia
edilen Kimmerler İskitlerin baskıları sonucu Gürcistan’dan Orta Anadolu’ya doğru
göçe başlamışlardır. Bir kısmı Orta Anadolu’da devlet kurarken diğer bir kısım
Kimmer boyları ise Karadeniz’de yayılmışlardır. Karadeniz Ereğlisi’nden Trabzon’a
kadar olan alanı yaklaşık bir yüzyıl hâkimiyetleri altına almışlardır. Kimmerleri
izleyen İskitlerin MÖ 665’ten itibaren Anadolu’ya gelip yerleştikleri ve bunun
sonucu olarak yayılma sahalarına Sinop’tan Trabzon’a kadar olan sahil şeridi de
dâhil olmuştur (Tellioğlu, 2007, s. 665). Karadeniz’de Türk kavimleri yerleşmeye
bundan sonra da devam edecektir. MÖ 336 yılında Gürcü kaynaklarından anlaşıldığı
kadarıyla Hazar denizinden Çoruh boylarına kadar olan saha da Kıpçak yerleşmeleri
tespit edilmiştir (Tellioğlu, 2007, ss. 665-656). Milat sonrasına gelindiğinde 530’dan
itibaren Bizans tarafından Bulgarlar Trabzon çevresi ve Çoruh boylarına
yerleştirilmişlerdir (Tellioğlu, 2007, ss. 656). Karadeniz’e Selçuklu öncesi yukarıda
saydığımız Türk grupları dışında Hun, Karluk, Macar, Hazar, Uz, Peçenek adlı Türk
kavimleri de yerleşmişlerdir (Metin, 2008, s. 24).
Karadeniz Bölgesinin Oğuzlar tarafından yerleşim alanı haline gelmesi ve bölgenin
demografik olarak Türkleşmesinde Selçuklu komutanı Çağrı Bey’in 1018 yılında
keşif harekâtı ile başlayıp devam eden Selçuklu akınlarının etkisi büyük olmuştur
(Tellioğlu, 2007, ss. 657).
1. Oğuzların Hristiyanlığına Dair Görüşler
Türk boylarının MS 2. yy.dan itibaren Hristiyanlık ile temasta oldukları
bilinmektedir. Bilgiye ait kaynak olarak St. Jerom, miladi dördüncü yüzyılda
695
ZEKİYE TUNÇ
yazılmış Latin patolojisinin 12. c. 870 sayfasındaki 107 nolu mektubu gösterilmiştir
(Anzerlioğlu, 1999, s. 114). Eserde belirtildiğine göre Türk boylarının günümüzde
Azerbaycan, geçmişte Schythiae’da yaşayanlarından bazıları Hristiyan olmuşlardır
(Anzeroğlu, 2003, s. 8). Türklerin MS 5. yy. sonrasında Hristiyanlıkla temasları biraz
daha fazladır. Bu yüzyıllardan itibaren Semerkant, Kaşgar ve Tangut şehirleri
Nasturi Hristiyanlığı için önemli merkezlerdir (Anzeroğlu, 2003, s. 8). Nasturilerin
İran’a sığındıktan sonra Türklerin arasına girdikleri ve böylece Türklerin
Hıristiyanlıkla tanıştıkları bilinmektedir. Zaman içerisinde Maveraünnehir’de
yerleşen din MS 323 yılında Merv’de bir Hristiyan Piskoposluğunun meydana
getirilebilmesi sonucunda hızla gelişmiştir. MS 718 yılında Merv Nasturi Patrikliği
bu şehirde oturan bir Türk hakanının ve halkının Hristiyan olduklarını kaydetmiştir.
Bunun dışında yine MS 7.- 8. yy.lara ait Asya ve Urallarda var olan Hristiyan
eserlerinin sahiplerinin Karluklar olduğu bilinmektedir (Güngör, 2002, s. 486).
Nasturilik inancının başka Türk boyları tarafından da benimsendiği bilinmektedir.
Kırgızlar ve Uygurlar gibi. Kâşgarlı Mahmut’un Divanı Lugati-t Türk eserinde geçen
“becek” terimi Hristiyan orucu anlamına gelmektedir. Barthold Türklerde
Hristiyanlığın devam ettiğini bu terime bağlı olarak ifade etmiştir (Güngör, 2002, s.
486).
Oğuzların Hristiyanlığına dair Zeki Velidi Togan tarafından yazılan “Oğuzların
Hristiyanlığı Meselesine Ait” makalede iki aydının çalışmaları ön plana çıkmaktadır.
Birincisi Barthold ve ona ait çalışma ise “Orta Asya’da Hristiyanlık” adlı makaledir.
Makalede Oğuzların Hıristiyan olduklarına dair düşünceler Oğuzlar arasında
“Mikail, Yunus, Davud” adlarının kullanılmasına dayandırılır. Diğer bir aydın
Zekeriya Kazvini ise Oğuzların Nasrani (Hristiyan) oldukları üzerine düşünceler ileri
sürmüştür (Togan, 2012, ss. 527-529). Bunun yanı sıra aynı çalışmada İbn-i Fadlan’ın
Oğuzlar hakkındaki düşüncelerine yer verilmiş ve O, Oğuzların Şaman olduklarını
Hristiyanlığa ait herhangi bir iz taşımadıkları görüşündedir (Togan, 2012, ss. 527).
Bizans Ortodoks kilisesi misyonu gereği Türkler arasında Hristiyanlığı yaymaya
çalışmıştır. MS 6.-13. yy.lar arasında Bizans’ın misyonu sonucu Karadeniz’in kuzey
kıyıları ve Balkanlara gelip yerleşen Bulgarlar, Peçenekler, Uzlar, Kuman- Kıpçaklar
Ortodoks Hristiyanlığı kabul eden Türk boylarıdır. Yine Karadeniz’in kuzeyinde ve
Romanya’da özellikle 13. yüzyılda Katolikliğin de misyonerlik sonucu Kumanlar
tarafından kabulü söz konusudur (Anzerlioğlu, 2004, s. 74). Türklerin Hristiyanlığın
farklı mezheplerini kabul ettikleri ve bu dine yabancı olmadıkları verilen bilgilere
göre anlaşılmaktadır. Bizans Hristiyanlık telkinlerini Selçuklu sultanlarının taht
kavgasını fırsat bilerek de gerçekleştirmiştir. MS 13. yy.da Selçuklu Sultanı İzzeddin
Keykavus ile kardeşi IV. Kılıç Arslan arasındaki taht kavgası dolayısıyla İzzeddin
Keykavus’un Bizans’a sığınması sonucunda onu izleyen binlerce askerinin aileleri ile
birlikte Bizans tarafından Balkanlara iskân edilip bazılarının ise Hristiyan oldukları
bilinmektedir (Anzerlioğlu, 2009, s. 109).
2. Karadeniz Bölgesinde Hristiyan Türk/ Oğuz Toplulukları
2.1. Bulgarlar
Hristiyanlık dini içerisinde özellikle Ortodoksluk ve kısmen diğer mezhepleri
benimseyen Türk toplulukları mevcuttur. Doğu Avrupa, Balkanlar, Anadolu, Rusya
696
KARADENİZ BÖLGESİNDE HRİSTİYAN OĞUZ BOYLARI
ve Sibirya bölgelerinde yaşayan bu topluluklar içerisinde Bulgarlar önemli bir
örnektir. 680 yılı sonrası Balkanlara giden bu Türk topluluğunun öz benliğini
yitirerek Slavlaştığı ve bunun bir etkisi olarak Hristiyan oldukları bilinir (Güngör,
2002, s. 488).
Bulgarlar Slavlaşmadan önce Bizans topraklarına 482 ile 559 yılları arasında
saldırıları sıralarında Bizans’a esir düşmüşlerdir. 530 yılında bir Bulgar birliğinin
yenilmesi sonucunda Bizans ordularına alınıp Armenie ve Lazique bölgelerine yani
Çoruh ve Yukarı Fırat çevresi sahalarına yerleştirilmişlerdir (Anzerlioğlu, 2002, ss.
354-355). Bulgarların özellikle nakledildikleri Armenie ve Lazique olarak
adlandırılan bölgenin bugün aşağı yukarı Trabzon’dan Sinop’a oradan da güneye
Tuz Gölü’nün doğusundan geçerek Kayseri’yi de içine alan bir hat takip ettiği
söylenebilir (Anzerlioğlu, 2003, s. 66). Bu Bulgarların Hristiyan olduğu
düşünülmektedir. Şer’iye Sicilleri’nden öğrenildiğine göre Anadolu’ya gelen Selçuk
Türkleri bölgede yerleşmiş Hıristiyan Türkler ile karşılaşmışlardır. Bu Türklerden
Bulgarların izleri yer, oymak ve insan adlarında mevcudiyetleri olmakla birlikte
bunların Ankara ile Kayseri arasına, Bursa çevresine, Antalya ve Milas taraflarına
yerleştikleri bilinmektedir (Ekincikli, 2002, s. 377). Bu yerleşmeler içerisinde en fazla
Bulgarın Trabzon ve çevresi ile Tarsus sahasında yerleştikleri tespit edilmiştir (Eröz,
1983, s. 377). Belirtilen coğrafi bölgede Trabzon yakınlarında ve güneyde bugün
Toros dağlarının bir parçası olan ve Bolkar şeklinde isimlendirilen Bulgar Dağı’nın
varlığı Bulgar Türklerinin bu coğrafyadaki izlerine örnek verilebilir. Âşık Paşazȃde
Tarihi’nde Fatih Sultan Mehmet’in Uzun Hasan ve onun annesi Sara Hatun ile
birlikte Trabzon’a giderken Bulgar dağına çıktığından bahsedilmektedir
(Anzerlioğlu, 2003, s. 66).
2.2. Kıpçaklar
Kıpçaklar Ten/ Don ırmağı boylarını vatan edinmiş iken Peçenek- Karakalpak- Uz/
Tork ve Rus knezlikleri ile yapılan 1109, 1111 ve 1116 yıllarındaki üç savaşta yenilgi
almaları, onlarn vatanlarını terk ederek Kuban/ Terek boylarına yerleşmelerine sebep
olmuştur. Kıpçakların Kafkasya’nın güneyine yerleşmeleri ve Hristiyan olma
süreçleri de bununla paraleldir. Konuya dair Fahrettin Kırzıoğlu’nun “Hristiyan
Atabekler Hükûmeti” adlı çalışmasında Kartlis Çkhovreba’nın resmi Gürcistan
tarihindeki eserinin özeti şöyledir: “ Kral David (Bagratlı II 1089-1125), bu sırada
coşkun isteklerini gerçekleştirebilmek için, büyük sayıda orduya sahip olmadığını
gördü. Çünkü onun tebaası, haddinden de aşırı derecede azdı… O, Kafkaslar
kuzeyindeki komşu Kıpçak milleti ahalisinin çokluğunu, onların savaştaki
cesaretlerini, yürüyüşteki çevikliklerini (atlı seferlerini) çok iyi biliyordu. Onların
kendi idaresine (akraba sayılan güveylerine) tabi olmaya hazır ve (1109-1116
yıllarındaki savaşlarda yenilip, yurtlarını bırakıp göçtüklerinden) yoksulluklarını,
yakın komşu olarak yaşayan yerli halk olduklarından başkalarına göre (tarihi
rakipleri Oğuz-Türkmen Selçuklular ile savaşarak fetihle yurt edinmek üzere
güneye) gelmelerinin daha kolay olacağını kestirmişti. Hem bu kral, yıllarca önce
Kıpçak prenslerinin en soylusu Şaragan oğlu Atrak’ın kızı, güzelliği ile ünlü ve çok
mutlu Guran Dukht ile nikâhlanıp, onu Kartli’nin (Gürcistan’ın) Kraliçesi yaptı.
Bütün bu istekleri için Kıpçakların ve (hükümdarları olan) kaynatasının gelmesini
temin etmek üzere güvenilir adamlarını gönderdi. Bu ahali de yapılan teklifleri
697
ZEKİYE TUNÇ
severek kabul ettiler” (Kırzıoğlu, 2008, s. 15.) Bu şekilde güneye gelen Kıpçaklar
giderek Hristiyan olacaklardır (Kırzıoğlu, 2008, s. 16). Kür nehrinin güneyinde
Ani’nin doğusunda Elegez dağı eteklerinde Kıpçak- Avank adında bir manastır
bulunmaktadır. Dolayısıyla Kafkaslar’da Gürcü ordusunda hizmet eden KumanKıpçakların ismini taşıyan bir manastırın bulunması bu Türk boyunun Hristiyanlığı
kabulünü gösterir (Anzerlioğlu, 2003, s. 37).
Karadeniz’in kuzeyinde ve Balkanlardaki Kıpçakların Hristiyanlığa girişi ile ilgili
olarak MS 11. yy.ın son çeyreği tarihi genel olarak kabul görmüştür. Kıpçakların
Hristiyanlığı benimsemelerinde misyonerlerin girişimleri etkilidir. Ruslarla birlikte
özellikle Kırım’da Cenovalı ve Venedikli Katolik misyonerler ile Fransiskan
rahiplerin Kıpçaklara bu dini telkinleri sonucu Kıpçakların bir kısmı Katolik, diğer
bir kısmı ise Ortodoks olmuştur. Yine öte tarafta Balkanlar tarafına giden Kıpçaklar
ise Bizans tarafından Hristiyanlaştırılmıştır. MS 13. yy.da bölgedeki Hristiyan
Kıpçakların çoğalması ile 1227-1228 yılında Boğdan vilayetinin Bacau şehrinde
Kıpçaklar için “Piskoposluk” kurulduğu belirtilmiştir (Gökbel, 2002, ss. 320-321).
Bizans izlediği politika gereği Balkanlara ve Anadolu’ya Kumanları yerleştirmiştir.
Bu coğrafyalarda tespit edilen yer isimleri Kumanları anımsatmaktadır. Makedonya
sahasında Kumanova, Yunanistan’da Veris bölgesinde yer alan Koman isimli
yerleşimler mevcuttur. Anadolu’daki yer isimleri şöyle tespit edilmiştir: Kırşehir’de
Toklu Kuman ve Kaman yerleşim birimleri, Şereflikoçhisar’da Koman köyü,
Ankara’da Kamanlar, Kayseri’de Kiman, Ordu’da Komanlar (Aydın, 2009, s. 9).
Tokat yakınlarında da Hristiyan Kumanlara ait olduğu düşünülen Komana isimli
mevkii vardır. Bölgedeki Hristiyan Kumanların Bizans ordusunda görev yapan
Kumanlardan olduğu düşünülmektedir (Anzerlioğlu, 2003, s. 121).
Kıpçakların Gürcülerle ittifakları sonunda Anadolu’da Ahlat’a kadar gidenleri
olmuştur. MS 13. yy.ın ilk yarısında Moğol istilası ile Kıpçaklardan bir kısmının
Balkanlara, diğer bir kısmının ise Kırım’a geçtikten sonra Sinop’a geçerek
Karadeniz’in güney sahillerinde yerleştikleri bilinir. Moğol baskısı sonucu bir başka
Kıpçak kolunun ise Gürcistan üzerinden Doğu Karadeniz’e geçtiğine bakıldığında
Karadeniz’e çeşitli yollardan Kıpçak göçlerinin olduğu sonucu ortaya çıkacaktır
(Acun, 1999, s. 27). Bölgenin Çoruh vadisi kısmında 1124’den itibaren Gürcüler
tarafından yerleştirilen Kıpçaklar vardı. Kubasar ailesinden olan Kıpçakların
Karadeniz Bölgesine göçü sonucu önemli bir kısmı Artvin, Rize, Trabzon,
Gümüşhane, Giresun ve Ordu’ya yerleştirilmişlerdir (Tellioğlu, 2007, s. 658).
Karadeniz Bölgesinde Hristiyan nüfus için %52,7’sinin Rum kökenli olmadığı ve
büyük oranını Kıpçak Türklerinden meydana geldiği kaynaklara dayalı olarak ifade
edilmiştir. Grek kayıtlarındaki Komnenosların Kıpçaklar ile akrabalıkları evlilik
sonucu isimlerine de yansımıştır. İkinci isimleri Türkçe olan adlar şu şekilde
verilmiştir: Komnenos krallarından I. Jean’ın (1235-1238) diğer adı Aksuh (Aksu),
Kral II. Aleksios’un (1297-1330) çocuklarının ikinci isimleri Michel Azahutlu
(Atakutlu), Georges Ahpugas (Akboğa), Anna Anahutlu (Anakutlu)’dur (Tellioğlu,
2007, s. 658).
1177 Kıpçak ülkesinin başkumandanı Ku-Basar Bek sülalesinden gelen aileler için
kullanılan ad. (Bkz. Kırzıoğlu, 2008, s. 16.)
698
KARADENİZ BÖLGESİNDE HRİSTİYAN OĞUZ BOYLARI
Yukarıda değinildiği gibi Kıpçakların göçleri bir kereye mahsus olmayıp
tekrarlanmıştır. Kıpçak göçleri sırasında Çoruh vadisi sahasına yerleştirilen 40.000
kadar Ortodoks Kıpçak “Atabek”ler devletini kurarak Çoruh boyu ve Yukarı Kür
bölgelerinin yarı bağımsız hâkimiyetini sağlayarak 1267-1578 yıllarında
Anadolu’nun Ortodoks mezhebinde olan en uzun ömürlü beyliğini kurmuşlardır
(Albayrak, 2010, s. 110). Bu bilgiler ışığında Kıpçakların Doğu Karadeniz’e gitmeden
evvel Hristiyan oldukları ama bölge tarihindeki rolleri tam olarak açıklanmamakla
birlikte Trabzon Rum Devleti döneminde bir ara idareyi bile ele geçirerek o dönem
için Trabzon ve çevresindeki Hristiyan toplumun önemli bir kısmını meydana
getirdikleri bilinmektedir (Tellioğlu, 2005, s. 8).
2.3. Karaman Ortodokslar
Karamanlı isminin nereden geldiğine dair farklı yaklaşımlar tespit edilmiştir: “1)
Karamanlılardan ilk defa bahseden kişi 1533-1555 yılları arasında İstanbul ve
Anadolu’yu dolaşan Alman seyyah Hans Dernschwam olmuştur. İstanbul’da
Yedikule yakınlarında bir mahallede oturan ve Caramanos denilen bu insanlar
Dernschwam’a göre Karaman’dan gelmişlerdir. Ortodoks Hristiyan’dırlar. Hiç
Yunanca bilmemekte ve Türkçe konuşmaktadırlar, 2) Yunan harfli ilk Türkçe
gazeteyi çıkaran ve Temaşa-i Dünya adlı ünlü bir eserinde sahibi olan Evangelinos
Misaelidis sözü geçen bu eserinde Karamanlı isimlendirmesinin temelde
Karaman’dan gelenleri ifade etmek için kullanıldığının altını çizmektedir ve
“Anadolulara Karamanlı ismi ta Sultan Murad Han-ı Gazi hazretlerinin asrından
sehven (yanlışlıkla) İstanbul’un Karamanı’ndan dolayı kalmıştır. Şöyle ki,
Anadolu’dan İstanbul’a gelen taşçı, duvarcı, sıvacı ustalarının ve amelenin cümlesi
büyük Karaman ile Küçük Karaman’da otururlar idi ”, 3) Dilleri gibi bazen adları
bile Türkçe olan bu Ortodokslara Orta Anadolu’nun Karaman bölgesinde
rastlandığından dolayı Karamanlı Rumlar adı verilmektedir, 4) Aynı şekilde
çoğunluğun Anadolu Türkmen Beylikleri döneminde Karamanoğulları Beyliği’nin
hüküm sürdüğü topraklarda yaşadığından dolayı bu isimle anıldıklarını
belirtilmektedir” (Anzerlioğlu, 2003, s. 109).
Karaman Türklerinin kimliği ve Anadolu’ya geliş tarihleri de tartışmalıdır. Bir
görüşe göre bunlar 1071 yılından önce Anadolu’ya gelerek yerleşmiş Kuman/Kıpçak
veya Peçenek Türklerinin bir boyu olabilirler (Demir, 2010, s. 6). Karaman
Türklerinin diğer Türk boyları gibi Tuğrul Bey zamanında Anadolu’ya geldikleri
fikri de ileri sürülmüştür (Aydın, 2009, s. 11). Bir diğer görüşün sahibi Prof. J.
Eckmann, Karamanlılar Hristiyanlığı benimsemiş Selçuklu Türkleridir tezini
savunmuştur (Sevinç, 2006, s. 32). Selçuklu dönemi öncesi veyahut Selçuklularla
Anadolu’ya gelmeleri fikirleri yanı sıra Osmanlılar zamanında Hristiyan olarak
varlıklarını sürdürdükleri görülmektedir. Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde Hristiyan
Türklere tesadüf edilmiştir. Şeriyye sicillerine bağlı olarak Isparta, Konya, Kayseri,
Niğde, Ankara, Tokat, Sivas şehirlerinde gayrimüslim Türklerin yaşadıkları
anlaşılmaktadır. Necati Demir’e göre Grek harfli Türkçe kitabelerin bu yörelerde
tespiti de ilgi çekici görülmüştür (Demir, 2010, s. 7).
Karaman isminin Anadolu’da yer adı olarak geçmesi MÖ 400 yılına
tarihlendirilmiştir. Bugünkü Uşak ilimizin bulunduğu yerin yakınlarında MÖ 400’de
699
ZEKİYE TUNÇ
Keramonagora (Karamanpazarı, Karaman Halk Meydanı) adlı yerleşim merkezi
bulunmaktadır (Demir, 2010, s. 6).
Karaman sahası olarak gösterilen bölge içerisine Konya, Akşehir, Niğde, Aksaray,
Nevşehir, İçel, Ereğli, Ermenek, Antalya ve Fethiye girerken zaman içerisinde
Karamanlıların göçü sonucu İstanbul, Kırım, Basarabya, Karadeniz kıyıları ve
Balkanlar da bu kapsama girmiştir (Ekincikli, 2002, s. 381). Karamanlıların
Anadolu’da çoğunlukta oldukları şehirler şu şekilde verilmiştir: Konya, Niğde,
Nevşehir, Kayseri, Ankara, Trabzon, İzmir, İstanbul (Aygil, 1995, s. 63).
Karaman topluluğunda Ortodoks kilisesine bağlı Türklerin Rumca bilmedikleri
Yunan harflerini kullanarak Türkçe yazdıkları bilinir. Buna bağlı olarak Bizans
İmparatorluğu tarafından Hristiyan Türklerin Anadolu’ya iskânı sonucu bu
topraklarda yerleştikleri varsayımı ortaya çıkar (Ekincikli, 2002, s. 381). Konuştukları
dile dayalı olarak bu topluluğun Oğuz olduğu yalnızca inanç olarak Hristiyanlığı
kabul ettikleri söylenebilir (Yüce, 2010, ss. 156-157). Hristiyan Türkler içerisinde yer
alan Karamanlılar 11. yy.da Bizans ordusundaki paralı asker Türklerden de
olabilirler (Kâhya, 2008, s. 649). Bu paralı askerler için “Turkopol” tabiri
kullanılmıştır. Bunlar Türk kökenli, Müslüman iken Hristiyanlaşan, Bizans askeri
birliklerinde paralı askerlik yapan ve Grek kadınlarla evlilikleri olan askeri
birliklerdir (Aydın, 2009, ss. 9-10).
Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus kardeşi Rükneddin Kılıç Kılıçaslan arasında taht
mücadelesi sonrası İzzeddin Keykavus Bizans’a sığınmış ve sonrasında sultanı
izleyen bazı Anadolu Türk aileleri de Bizans topraklarına yerleşmişlerdir. Önemli
olan bu gelen aileler içerisinde Hristiyanlığı kabul eden Türklerin varlığıdır. Fakat
İzzeddin Keykavus’a destek veren Karamanlıların vaziyetini tam olarak bilmiyoruz.
Daha sonra Anadolu’ya Çanakkale-Balıkesir bölgesine 14. yy.da dönen bu Türkler
içerisinde Hristiyanların da olma ihtimali vardır. 15. yy.da aynı sahada yapılan tapu
tahrir defterlerinde gayrimüslim nüfus arasında Türkçe isimli Ortodoksların yoğun
oluşu tespit edilmiştir. Ortodoks olan köylerde Oğuzların Yüreğir ve Çepni
boylarının varlığı sonucunda bölgede Hristiyan inancını benimseyen Türklerin
mevcudiyetinden bahsedilebilmektedir (Anzerlioğlu, 2009, s.182). Bölgedeki Çepni
köylerinde Hristiyanların olması önemlidir. Çalışmamız açısından Karadeniz
Bölgesindeki Çepniler için aynı düşünceyi paylaşmamız mümkün müdür? Konuya
dair henüz bilgilerimiz net olmamakla birlikte Türkçe isim kullanan Hristiyanlar
tespit edilmiştir (Coşkun, 2011, s. 8).
Osmanlı dönemi tapu tahrir defterlerinde Ortodoksların yaşadığı Kayseri, Niğde,
Nevşehir, Ankara, Tokat, Sivas gibi şehirlerde Türkçe isimlerin çokça kullanımına
rastlanılmıştır. Araştırmalarda Tokat Zile-Artıkabad bölgesindeki gayrimüslim nüfus
arasında Türkçe isim yoğunluğunun olduğuna işaret edilerek (%50.7) böyle bir
artışın sadece Türkçenin dönem içerisindeki baskın güçte olmasıyla
açıklanamayacağı düşünülmektedir (Anzerlioğlu, 2009, s. 182). Yine isimlerin
verilişinde ticari zorunluluk ve dini baskı göz önüne alınmamaktadır. Anadolu’da
gayrimüslimler genelde Türkçe isimlere rağbet etmediklerinden yukarıda Tokat
bölgesinde isimleri kullananların Türk oldukları olasılığı ön plana çıkmaktadır (Kurt,
1993, s. 239). Tokat’a bağlı (Anzerlioğlu, 2003, s. 125) Zile ve Artıkabad (Artıkova)
çevresinde Kuh-ı Karakuş nahiyesinde isimlere bakıldığında bazılarının Rum ve
700
KARADENİZ BÖLGESİNDE HRİSTİYAN OĞUZ BOYLARI
Ermeni ismi taşımaları yanı sıra yarıya yakın kişinin isimleri Alagöz, Ayvaz, Bayram,
Budak, Gökçe, Yılbeyi, Bünyad, Karagöz, Kaplan gibi Türkçe isimlerden
oluşmaktadır (Kurt, 1993, ss. 237-238). Tokat’taki bu Hristiyan Türkler Karamanlı
Ortodokslar mıdır? Muhtemelen Tokat’ta yerleşen gayrimüslim Türklerin Bizans
tarafından yerleştirildiği tahmin edilebilir. Necati Demir’e göre Tokat’ta Karamanlı
Türkçesi ile yazılan kitabenin olması (Demir, 2010, s. 7) bu bölgede Hristiyan
Karamanlıların yaşadığı olasılığını güçlendirmektedir.
2.4. Urumlar
Bir Türk kolu olduğu düşünülen Urumların günümüzde Ukrayna’nın farklı
yerlerinde yaşadığı bilinmektedir (Anzerlioğlu, 2009, s. 107). Urumların, Ukrayna’ya
1780’li yıllarda II. Katerina tarafından Kırım’dan çıkarılıp gönderildikleri ve Azak
deniz kıyılarına yerleştikleri bilinmektedir (Altınkaynak, 2003, ss. 1-2). Azak tarafına
gelen bu halk Greko-Tatar olarak iki kola ayrılır ki biri Urumlar diğeri ise Rumeyler
olarak adlandırılmaktadır (Kasapoğlu, 2004, s. 58). Araştırmalarda Greko-Tatarları
oluşturan bu topluluklar farklı milletlere dayandırılır ki Rumeyler Helen ya da Roma
iken Urumlar Türk kökenlidir (Altınkaynak, 2003, ss. 1-2). 1821-1825 yılları arasında
Karadeniz bölgesinde yani Trabzon ve Giresun’da bulunan Urumların Ukrayna’ya
giderek kendi akrabalarının yanına göçtükleri de bilinmektedir (Altınkaynak, 2003, s.
2). Urumların isimlendirilmesinde farklı adlandırmalar tespit edilmiştir. Yunanlılar
tarafından Yunan ve Grek, Ruslar Grek, Gürcüler Berzen ve Türk araştırmacılar
arasında ise Hristiyan Türkler, Urum Türkleri ve Urumlar şeklinde kullanımlar
mevcuttur (Kalaycı, 2008, s. 144).
Urumlar farklı sınıflara ayrılmış ve toplamda beş madde altında gruplandırılmıştır:
"1) Bunlar önceden İslamiyet’i kabul etmiş ve daha sonra çeşitli nedenlerle din
değiştirmiş Türklerdir, 2) Türkçenin etkisinde kaldıkları için ana dillerini unutmuş,
dinî terimleri de Müslüman Türklerden öğrenmiş Türk olmayan topluluklardır, 3)
Daha önce Hristiyanlığı benimsemiş, Müslüman Türklerle birlikte yaşamaya
başladıklarında da kendilerinden olmayan misyonerlerin terimlerini terk edip
ırkdaşlarının terimlerini kullanan Türk topluluklarıdır, 4) Kıpçakların, Anadolu
Selçukluları ile bağlanan kollarıdır, 5) MS 2.-5. yüzyıllar arasında ve daha sonra 14.
yüzyıllara varıncaya kadar Süryani ve Yakubi misyonerlerden Hristiyanlığı öğrenen
Türklerin bakiyeleridir" (Altınkaynak, 2005, s. 13).
Urumların Türk olduğu bu Türklerin ise Hristiyan Kıpçaklar yanı sıra farklı Türk
gruplarını da içerisinde barındırdıkları düşünülmektedir (Altınkaynak, 2005, s. 45).
Ortodoksluğu kabul eden bu halkın Kıpçak kökenli oldukları fikri Barthold
tarafından ileri sürülmüştür (Kasapoğlu, 2004, s. 58). Hazar Hakanlığının Bizans
Devleti ile ilişkileri sonucu iki millet arasında evliliklerin oluşu Hristiyan Türk
topluluğunun meydana gelmesine bir etken iken Bizans devleti içerisinde Türk
ırkından komutanlar, siyaset adamları, Türkopol olarak isimlendirilen birliklerin
(Altınkaynak, 2005, s. 14) yer edinmeleri Hristiyan Türk zümresinin ortaya çıkmasına
sebepler olarak değerlendirilebilir.
Urumların uzun yüzyıllar boyunca yaşadıkları sahanın Deşt-i Kıpçak olduğu ve
bugünde bu bölgede yaşadıkları bilinmektedir (Kalaycı, 2008, s. 94). Dil, adet,
gelenek ve görenekleri açısından Türklük özelliklerine sahiptirler. Türkçe kullanan
701
ZEKİYE TUNÇ
Urumlar Kıpçak- Oğuz Türklerinin karışımıdırlar (Anzerlioğlu, 2009, s. 109). Deşt-i
Kıpçak sahası birden fazla Türk topluluğun geçtiği bölgedir. Bulgar, Hazar, Peçenek,
Kuman ve Uz Türklerinin geldikleri sahada Roma Katolik-Bizans Ortodoks
kiliselerinin misyonerlik çalışmaları sonucu Hristiyanlık adı geçen Türk kavimleri
tarafından benimsendi. Hristiyanlığın Ukrayna’daki Kuman- Kıpçaklara ait mezar
taşlarına sirayet ettiğini gösteren izler de vardır. Mezar taşlarındaki insan
figürlerinde elinde dikdörtgen tutulan tasvirdeki nesnenin İncil olarak tanımlanması
bölgede Hıristiyanlığın konumunu gösterir (Anzerlioğlu, 2009, s. 109).
Giresun, Trabzon, Rize ve Ordu’da Urumların mevcudiyeti tahrir defterleri, şeriye
sicilleri, vakfiyeler gibi birinci elden kaynak ve diğer eserlerden elde edinilen bilgiler
sonucu anlaşılmakla beraber bunların Türkçe kullanan Hıristiyan Türk oldukları da
belirtilmiştir (Altınkaynak, 2004, s. 40). Urumların Giresun, Trabzon dışında
Erzurum, Kars gibi illerde de yaşadıkları fakat 1821-1825 yıllarında göç ettikleri ve
Gürcistan’a yerleştikleri bilinmektedir. Bir bilgiye göre ise Doğu Karadeniz
Bölgesinden 1920’li yıllardan önce Gürcistan sahillerine, daha sonra ise Stalin’in Orta
Asya’da Kazakistan’ın Kentav şehrine sürgün ettiği Urumların da olduğu
bilinmektedir (Altınkaynak, 2005, s. 19).
Türkiye’den Gürcistan’a gidip yerleşen Hristiyan Türklerin yeni yerleşim yerlerinde
eski bölge isimlerini kullandıkları tespit edilmiştir. 32 yer adı belirlenmiş olup bu
isimler şöyledir: Bektaş, Haraba, Olenk, Tarson, Tek Kilise, Hadik, Handa, Özni,
Gunekala, Yedi Kilise, Karakom, Bayburt, Şinek, Aşkala, Ayazma, Haçkov, Çift
Kilise, Nardevan, Daşbaş, Cinisi, Karak, Başkom (Altınkaynak, 2005, s. 23).
2.5. Karadeniz Bölgesinde Boy Adını Bilmediğimiz Hristiyan Türklere Dair Bazı
Tespitler
Karadeniz Bölgesinde Osmanlı döneminde yapılan Osmanlı nüfus kayıtlarında tespit
edilenlere göre Samsun Kazasına bağlı Kab-ı Maden oymağında 26 köy tespit
edilmiştir. Köy isimlerinin Türkçe olması sebebiyle bunların Hristiyan Ortodoks
Türkler dediğimiz nüfusu meydana getirdikleri düşüncesi ortaya çıkmaktadır. Bu
isimlere şu örnekleri verebiliriz: Sinme Taş, Çelik Alan, Sarı Yurt, Bağbasan, Kışla,
Gökçe, Yayla Krişi ve Çırakman. Yine Samsun kazasına bağlı Hristiyan köylerinde
yer alan Kocabaş ve Kâhyaların unvanları Türkçedir. Mesela Yunbat adlı Hristiyan
köyünde Kocabaş olan Çolakoğlu Lefter, Öksüz Panayut, Bağbasan Köyü Kocanıyık
ve Kâhyası Yanak Dimitri isimlerindeki unvanları sayabiliriz (Erler, 2009, ss.170- vd).
Samsun Ayvacık kazasında da benzer örnekler vardır. Burada Müslüman ve
Hristiyan köyler art arda sayılmaktadır. Aslolarak kullanılan isimlere dikkat edilirse
yani Tuna Oymağı, İtil Başı, Bölükbaşı Oymağı, Keskin Oymağı köy adları yukarıda
değindiğimiz Türkçe isim kullanımlarına örnek olarak gösterilir. Bölgeye bu
Türklerin ise Hazar İmparatoru kızı Çiçek Hatun döneminde 750-925 yıllarında
geldikleri ihtimali bir görüş olarak savunulmuştur. İkinci bir görüş ise Don-Volgaİdil havzasında Hunlarla birlikte Tuna’yı aşıp Balkanlara giderek Bulgaristan’a
yerleşen ve sonradan Karadeniz’e göçen Bulgar Türkleri olmaları ihtimali
yönündedir (Erler, 2009, s. 176).
702
KARADENİZ BÖLGESİNDE HRİSTİYAN OĞUZ BOYLARI
1515 yılı Trabzon Uz (günümüzde Özdil) köyünde yapılan tahrirde Hristiyan halkın
Türkçe isimler kullandıkları tespit edilmiştir: Küçük İskender, Çelebi Lefter, Kadusak
Saka, Katakalos Saka, Katakalos İskender gibi isimler Türkçedir (Coşkun, 2011, s. 8).
Osmanlı Tımar defterlerinde isim, unvan, soyad olarak geçen “Çıtak” sözcüğü
Balkan Türklerine verilen ad olması ve genelinin Hristiyanlığından dolayı bunların
Osmanlılardan önce Balkanlara inen Türk boylarından olmaları ihtimali yönündedir.
Trabzon ve çevresine gelip Hristiyanlığı devam ettikleri ve kullandıkları isimlerde
Bahtiyar, Devlet, Şeyh, Said kullanımlarına yer verdikleri bilinmektedir. Böylece
bölgedeki gayrimüslim Türklerden Çıtakları Karadeniz Bölgesindeki Hristiyan
Türkler çatısı altında değerlendirme sonucu ortaya çıkarılmıştır (Albayrak, 2010, s.
137).
SONUÇ
Karadeniz Bölgesi eski çağlardan itibaren Türklerin yaşadığı bir saha olmuştur.
Selçuklulardan önce yerleşmeler geçicidir ve yoğun olmamıştır. Selçuklulardan sonra
etnik yapıda Türklerin etkisi artmakla kalmamış bölge zaman içerisinde tamamen
Türk yurdu haline gelmiştir. Bölgede Hristiyan olan Bulgar ve Kıpçak Türklerinin
yanı sıra Ortodoks Karamanlılar ile Hristiyan Urumların varlığı da tespit edilmiştir.
19. yüzyılda Osmanlı nüfus defterinde Ortodoks Türklerin yaşadığı düşünülen
Hristiyan köylerin varlığı tespit edilmiştir.
Karaman Ortodoksları ve Urumlar Anadolu’ya Bizans tarafından yerleştirilen Türk
boylarından Bulgar, Peçenek ve Kıpçaklardan olabilirler mi? Yine bu Türkler
Müslümanken Hristiyanlığa geçen Türkopoller dediğimiz paralı askerler midir? Bu
konuda kesin yaklaşımlarımız olmamakla birlikte Karadeniz’deki Türklerin
Hristiyan oluşlarında Bizans kısmen etkili bir faktör olmuştur, diyebiliriz.
KAYNAKÇA
Acun, F. (1999). Tarih Boyunca Pontus. Milli Mücadele Döneminde Giresun
Sempozyumu, 6-7 Mart 1999 Giresun. İstanbul. 19-34.
Albayrak, H. (2010). Tarih Boyunca Doğu Karadeniz’de Etnik Yapılanmalar ve Pontus.
İstanbul.
Altınkaynak, E. (2003). Ukrayna’dan Hristiyan Türkler: Urumlar ve Onların Folklor
Ürünlerinden Örnekler. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi 27.
Ankara. 1-26.
Altınkaynak, E. (2004). Ukrayna’daki Hristiyan Türkler “Urumlar”. Karadeniz
Araştırmaları I. Çorum. 37-51.
Altınkaynak, E. (2005). Ortodoks Türkler Urumlar. Ankara.
Anzerlioğlu, Y. (1999). İç Asya’da Nasturilik. Kök Araştırmalar 1/1. Ankara. 113-132.
Anzerlioğlu, Y. (2003). Karamanlı Ortodoks Türkler. Ankara.
Anzerlioğlu, Y. (2004). Geçmişten Günümüze Türk Dünyasında Hristiyan Türkler.
Karadeniz Araştırmaları 2. Çorum. 73.91.
Anzerlioğlu, Y. (2009). Kırım’ın Hristiyan Türkleri: Urumlar. Milli Folklor 84. Ankara.
107-113.
703
ZEKİYE TUNÇ
Anzerlioğlu, Y. (2009). Tarihi Verilerle Karamanlı Ortodoks Türkler. Türk Kültürü ve
Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi 51. Ankara. 171-188.
Aydın, M. (2009). Türk Ortodoks Hristiyanları ve Türk Ortodoks Patrikhanesinin
Kuruluşu. Türk-İslam Medeniyeti Akademik Araştırmalar Dergisi 8. Konya. 722.
Aygil, Y. (1993). Hristiyan Türklerin Kısa Tarihi. İstanbul.
Coşkun, O. (2011). Kayıtlara Göre Özdil. Kocaeli.
Demir, N. (2010). Türkiye’de Bulunan Grek Harfli Türkçe Kitabeler ve Karaman
Türklerinin Dili. ZfWT Zeitschrift für die Welt der Türken Journal of World of
Turks ZfWT 2/1. 3-23.
Ekincikli, M. (2002). Türk Ortodokslarının Kimliği Üzerine Bir Değerlendirme.
Türkler 6. Ankara. 376-389.
Erler, Y. (2009). Osmanlı Nüfus Kayıtlarına Dair Alternatif Bir Kaynak: Defter-i Liva-ı
Canik (1837). Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi 2/8. 169-190.
Eröz, M. (1983). Hristiyanlaşan Türkler. Ankara.
Gökbel, A. (2002). Kıpçaklarda Sosyo-Kültürel ve Dini Yapı. Türkler 3. Ankara. 308341.
Güngör, H. (2002). Eski Türklerde Din ve Düşünce. Türkler 3. Ankara. 463-503.
İnan, K. (2003). Trabzon’un Osmanlılar Tarafından Fethi. Erciyes Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi 14/1. Kayseri. 71-84.
Kahya, H. (2008). Kitap Eleştiri. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi 1/4. 648-652.
Kalaycı, Ü. (2008). Gürcistan’ın Tsalka (Parmaksız) Rayonunda Yaşayan Urum
Türklerinin Dil Ürünlerinden Örnekler. Karadeniz Dergisi 1/1. Ankara. 143161.
Kalaycı, Ü. (2008). Gürcistan’ın Tsalka (Parmaksız) Rayonundaki Urumların Yaşamı.
Karadeniz Araştırmaları 18. Ankara. 93-106.
Kasapoğlu, H.Ç. (2004). Ukrayna’daki Urum Türkleri ve Folkloru. Milli Folklor 16/61.
Ankara. 58-67.
Kırzıoğlu, F. (2008). Ahıska-Ardahan-Artvin ve Oltu’da Hristiyan Atabekler
Hükûmeti-I. Bizim Ahıska 10. Ankara. 12-17.
Kurt, Y. (1993). Sivas Sancağında Kişi Adaları (XVI. Yüzyıl). OTAM 4. Ankara. 223290.
Metin, T. (2008). Türkiye Selçuklu Devleti’nin Karadeniz’deki Siyasi ve Askeri
Faaliyetleri, Akademik İncelemeler 3/2. Sakarya. 13-26.
Sevinç, B. (2006). Hristiyan Olan Türkler ve Türk Misyonerler. İstanbul.
Tellioğlu, İ. (2005). Doğu Karadeniz Bölgesinin Bugünkü Etnik Yapısına Tesir Eden
Göçler. Karadeniz Araştırmaları 5. Çorum. 1-10.
Tellioğlu, İ. (2007). Doğu Karadeniz Bölgesinin Türk Yurdu Haline Gelmesi
Hakkında Bir Değerlendirme. Turkish Studies 2/2. Ankara. 654-664.
Yüce, N. (2010). Karamanlı Türkleri. İstanbul Üniversitesi Türk Dili Edebiyatı Dergisi.
İstanbul. 156-165.
704
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
OĞUZCANIN ORTA TÜRKÇE DÖNEMİNİ OLUŞTURAN ESKİ
ANADOLU TÜRKÇESİNİN TARİHÎ, SOSYAL VE KÜLTÜREL
GELİŞMELERDEN KAYNAKLANAN DİL YAPISI ÜZERİNDE
GENEL BİR DEĞERLENDİRME
ZE YN EP KO RK MA Z
I. Bilindiği üzere bir dil ya da lehçenin yapı ve işleyiş özellikleri, onun temelini oluşturan sistem yapısı dışında; tarihî, coğrafî ve kültürel çeşitli etkenler altında, zaman
içinde yol alan birtakım değişimlere de bağlı bulunmaktadır.
Türk dili tarihinin Orta Türkçe dönemini oluşturan ve eldeki belgelere göre, Oğuz
Türkçesinin ilk kez güçlü bir yazı dili olarak tarih sahnesine çıkışını temsil eden Eski
Anadolu Türkçesi de tıpkı öteki Türk lehçeleri gibi, zaman içinde kendi sistem yapısından kaynaklanan temel özellikler dışında, Kuzeydoğu Asya’dan Orta ve Batı
Asya’ya kadar uzanan çok geniş bir coğrafya alanında, başlangıçtan beri birbirini
izleyen farklı yerleşim bölgelerindeki yaşayış biçimleri ile tarihî, sosyal ve kültürel
ilişkilerin ortaya koyduğu çeşitli etkenlere bağlı olarak yol alabilmiştir. Bu nedenle
Türk dilinin Orta Türkçe dönemini temsil eden ve Oğuzcaya bağlı daha sonraki lehçe
ve yazı dillerini içine alan Güneybatı Türk Lehçeleri grubunun oluşumunda da sağlam
bir temel görevi yüklenmiş olan Eski Anadolu Türkçesinin, hangi etkenlere bağlı olarak
yol alıp şekillendiğinin tespiti için öncelikle Oğuzların ve Oğuzcanın Anadolu coğrafyasından önceki tarihî alt yapı dönemlerine kısaca göz atma gereği vardır.
II. Oğuzların Tarihî Alt Yapısını Oluşturan Dönemler ve Bunun Oğuzca ile Olan
Bağlantıları
Oğuz Türkçesinin Gelişimi (2013) adlı kitabımızda oldukça ayrıntılı bir biçimde ele
alındığı üzere, Oğuzların tarih sahnesine çıkışı, milattan birkaç bin yıl öncesine uzanan eski tarihlere kadar götürülebiliyor. Bu eskiliği, içine aldığı dönemlerin birbirinden farklı belirgin özellikleri açısından kendi içinde dört ayrı alt döneme ayırmak
mümkündür. Şöyle ki:
705
ZEYNEP KORKMAZ
1. Oğuzların ve Oğuz Türkçesinin yazılı kaynakların bulunmadığı, ancak, tarihî
kaynaklardaki sınırlı bilgilerin arkeoloji kazılarından elde edilen belgelerdeki elle
tutulur verilere dayanan bazı kayıtların ve karşılaştırmalı dil bilgisi çalışmalarının
ortaya koyduğu sonuçlar ile belirli belgeler ışığındaki bilimsel yorumlara dayanılarak ileri sürülen ve MÖ 3500- MS VI. yüzyıllar arasını kaplayan ve bizim bu gün için
“Karanlık Dönem” veya “Bulanık Dönem” diye adlandırdığımız Altyapı dönemidir.
Her ne kadar Oğuzların siyasi varlıkları eldeki kaynaklara göre, ilk kez Köktürk tarihinde yer almakta ise de Oğuzlar bu döneme gökten inercesine gelmediklerine göre,
herhalde onların Hun Devleti ve Hun tarihi yoluyla daha gerilere uzanan bir geçmişleri olduğu da şüphesizdir.
MÖ III. yüzyıldan başlayarak Orta Asya’nın doğu ve kuzeydoğusunda varlık gösteren ve MS IV.-V. yüzyıllarda da Asya’dan Avrupa’ya uzanan sistemli bir devlet
yapısı içindeki Hun Devleti’ni oluşturan kavimler arasında Oğuzların adına rastlanmaması, tarihçilerin yorumuna göre, bu dönemde Oğuzların daha kavmî bir oluşum
ortaya koyamamış; tarihî varlıklarını herhalde başka bir ad altında sürdürmüş olmaları ile ilgilidir. Çin kaynaklarında eski Hun kaynaklarından biri olarak gösterilen ve
içindeki elli kadar budunla Doğu ve Orta Asya’ya yayılmış olan Tölösler (Çince Tieleler), varlıklarını Köktürkler döneminde de devam ettirdiklerine ve Oğuzlar daha
sonra bu birlikten ayrıldıklarına göre (Kafesoğlu, 1993, s. 91), Oğuzların Tölösler içinde yer almış oldukları düşünülebilir.
Tarihçilerin ve dilcilerin MÖ 1500’den daha gerilere uzanan araştırmalarının ortaya
koyduğu sonuçlarla ilgili olarak Hint Avrupalıların Anadolu, İran ve Hindistan’a
gelmeden önce, Anadolu’dan Kuzey Hindistan’a uzanan bir eklemeli dil kuşağının
bulunduğu yolundaki tespitler (Ercilasun, 2004, s. 33) yanında, Afif Erzen’in Doğu
Anadolu ve Urartular (1986) adlı eserinde Hattiler, Hurriler ve Hurrilerin torunları olan
Urartuların MÖ 4000 yılından başlayarak Anadolu’da çok güçlü bir kültür birliğinin
varlığını ortaya koyan Erken Hurri Kültürü dönemi ile ilgili olarak verdiği bilgiler,
O.N. Tuna’nın Sümerce ile Türkçe arasında ortaklaşa kelimeler ve kelime alışverişi
dolayısıyla Türklerin ve özellikle Oğuzların MÖ 4000-3500 yıllarında, Doğu Anadolu’da Hurriler ve Mezopotamya’da Sümerler ile olan ilişkiler konusundaki açıklamaları (Tuna, 1997; Ercilasun, 2004, s. 36), arkeoloji kazılarından elde edilen bazı tabletlere dayanılarak M. Erdal tarafından Hurriler ile Oğuzlar arasında hem tarihî ve coğrafî bir ilişki hem de Hurri Oğuz adları arasında birbirine geçiş sağlayan bir benzerlik
ve mitolojik bir uyuşma tespit edilmesi; ayrıca, yapılan arkeolojik tespitlere göre,
Hurrilerin MÖ 4000 yıllarında Aral Gölü çevresi ile bugünkü Türkmenistan ve Hazar
Denizi’nin Güneydoğusundaki Gargan arasında oturmaları; kaynaklarda, Tibetlilerin
Oğuzları Hor diye adlandırmaları; Hurri ve Oğuz sözleri arasındaki ses değişimlerine
dayanarak her iki adın da aynı kökten gelmiş olabileceğine işaret eden açıklamalar
(Erdal, 2004, ss. 935-936; Korkmaz, 2013, s. 17) bir yana; Türkçenin yaşı konusunda
yapılan araştırmaların bu yapıyı MÖ 5000’den başlayıp, 4000, 3500 yıllarına kadar
götürebilen tespitler (Aksan, 1975-1976, ss. 133-141; Korkmaz, 1989-1994, ss. 357-370;
2005, ss. 217-231; Sertkaya, 2010, s. 196; Kormuşin, 2010, ss. 201-205; Korkmaz, 2010,
ss. 206-211), Oğuzların bu ilk alt yapı dönemlerini hayli erken tarihlere kadar uzandırmaktadır. Yalnız, elimizdeki bu bilgilerin bir kısmı yorum ve tahminlere dayanmakta olduğundan elle tutulur bilgiler için çivi yazılı Hurri metinleri ile Oğuzca
706
OĞUZCANIN ORTA TÜRKÇE DÖNEMİNİ OLUŞTURAN ESKİ ANADOLU TÜRKÇESİ
arasında karşılaştırmalara dayanan bir köprü kurulması gerekli ise de daha bu aşamada bile eldeki ipuçları, Hurri-Oğuz bağlantısı dışında, Oğuzların tarihteki eskiliğini ortaya koymakta ve Oğuzca-Sümerce ilişkisinde Oğuzcanın kültürel açıdan komşu bir dile kelimeler ve ekler verebilecek derecede sağlam bir yapıya sahip olduğu
izlenimini vermektedir.
2. Tarihî gelişme süreci açısından bizce Oğuzcanın 2. sırada yer alan alt yapı dönemi,
VI-IX. yüzyıllar arasına giren ve Oğuzların gerek Köktürk İmparatorluğu gerek Uygur
Devleti içindeki tarihî, siyasi ve sosyal varlığı ile ilgili olan ve birinci dönemin bulanıklığından sıyrılarak elle tutulur birtakım bilgilere ulaşıldığı dönemdir. Çünkü
Oğuzların bu dönemi hakkındaki bilgilerimiz, doğrudan doğruya dönemin yazılı
kaynaklarında yer alan belge ve bilgilere dayanmaktadır.
İki yüzyıla yakın siyasal varlığı boyunca (MS 552-630; 682-745) doğuda Güney Çin
sınırından batıda Hazar Denizi ve Karadeniz kıyılarına kadar uzanarak Bizans’la
komşu olan ve sınırları içinde Türk ve Türk olmayan birçok etnik unsurları barındıran Köktürk Devleti’nde bilindiği üzere Oğuzların ağırlıklı bir yerleri vardır. Orhun
ve Yenisey Yazıtlarında yer alan bilgilerden anlaşıldığına göre, bu dönemde Oğuzlar,
siyasi ve sosyal açıdan kimi zaman, devletin “Kentü Budunum“ sözleri ile dile getirilen sadık bir metbuu olmuş; kimi zaman da gergin, dövüşlü ve mücadeleli süreçlerden geçmiştir. O dönemin toplum yapısında siyasi ve sosyal açıdan önemli bir yer
tutan Oğuzların, özellikle ikinci Köktürk Devleti’nin kurucusu İlteriş Kagan ile kardeşi Kapagan Han dönemlerinde devletin çok köklü bir etnik kolu olarak bağımsızlıklarını elde edebilmek için verdikleri, devleti temelinden sarsan savaşlar (Sümer, 1999,
s. 33; Korkmaz, 2005, 2006, 2013, ss. 19-23; Tüysüz, 2002, ss. 278-280; Gündüz, 2002, s.
263), onların bu dönemdeki siyasi ve sosyal güçlerinin belirgin bir göstergesidir.
Yenisey Yazıtları’nda görüldüğü üzere, Oğuz Beyleri adına mezar taşlarının da dikilmiş olması, onların toplum içindeki sosyal değerleri ile orantılı bir başka göstergedir. Ötüken yöresinde yurt tutmuş olan Oğuzlar asıl varlıklarını İstemi’nin ve oğlu
Talu’nun iradesindeki ve İli Vadisi ile Isıkköl, Yedisu ve Talas çevresindeki Batı Köktürk
Devleti’nde göstermişlerdir. Yalnız, eldeki tarihî bilgilere göre, Oğuzlar bu dönemde
Batı Köktürk Devleti içinde Oğuz adı ile değil, on kabileden oluşan ve On-Ok diye
adlandırılan Batı Köktürkler içinde aynı adla anılmakta veya bunlara bağlı Türgişler
olarak görünmektedirler (Kafesoğlu, 1993, ss. 91, 132). Oğuzların aşağı Seyhun bölgesine göçmeden önce bugünkü Kırgızistan’da yaşadıklarına dair tarihî kayıtlar da
vardır (Ercilasun, 2008, s. 228).
Oğuzların bu siyasi ve sosyal ağırlıkları, Köktürklerin yerini alan Uygurlar (MS 745840) döneminde de süregelmiştir. F. Sümer, Köktürk-Oğuz, Köktürk-Uygur mücadeleleri dönemlerinde, Köktürklerin Oğuz hücumları karşısında epey sarsıntıya uğramış, Oğuzların da bu mücadelelerde bitkin düşmüş olmaları nedeniyle, hükümranlığın Köktürklerden Oğuzlara değil, Uygurlara geçtiği görüşündedir.
Kaynaklarda yer alan açıklamalara göre, Uygurlar döneminde Orhun Irmağı bölgesinde yer alan Oğuzlar, Köktürkler döneminde olduğu gibi bu dönemde de Uygur
Devleti ile kimi zaman mücadeleli kimi zaman da dostluk ilişkileri içinde bulunmuşlardır. Moyunçur (Moyen-Çor) adına dikilen Moyunçur Yazıtı’ndan elde edilen bilgilere göre, Oğuzların devlet içindeki sosyal durumları, Köktürkler dönemindeki gibi
yine devletin ağırlıklı ikinci bir temel unsuru niteliğindedir (Tüysüz, 2002, s. 281).
707
ZEYNEP KORKMAZ
Bunula birlikte Oğuzlar, tıpkı Köktürkler döneminde olduğu gibi Uygurlar döneminde de zaman zaman isyan ederek bağımsızlık savaşı açmışlardır (ayrıntı için bk.
Çandaroğlu, 2002, ss. 194-195; Tüysüz, 2002, s. 281; Korkmaz, 2013, ss. 19-26).
Oğuzların bu ikinci alt dönemdeki belirgin özellikleri, Köktürk ve Uygur toplumları
içinde göçebe yaşam biçimini devam ettirdikleri hâlde, sosyal açıdan sahip oldukları
ağırlıklı durum, siyasi açıdan da birkaç kez bağımsızlık savaşı verecek derecede bir
güce sahip oldukları şeklindedir.
Bu alt yapı dönemindeki Oğuzcaya gelince: Bu dönem, Oğuzların adları ve kimlikleri
bilinen geniş bir etnik kol olarak tarih sahnesine çıktıkları ve her iki devletin sınırları
içinde önemli bir güç olarak varlıklarını ortaya koyabildikleri hâlde, siyasi bağımsızlıkları olmadığı için başlı başına yazı diline sahip olmadıkları dönemdir. Ancak, bu
dönem toplumun etnik yapı açısından birbirinden farklı lehçelerin yer aldığı karışık
durumları dolayısıyla ŋ lehçesi, n lehçesi, y lehçesi gibi sınıflandırmadan geçirilen eski
Türkçe dönemine Oğuzların da önemli bir etki ve katkısı söz konusudur. Dolaysıyla
dil yapısında Oğuzcanın da elle tutulur bir yeri vardır. Nitekim Köktürkler dönemindeki Yenisey Yazıtları ile n lehçesi metinlerinde ve Uygurlar dönemine ait Mani
metinlerinde Oğuzca dil özellikleri belirgin bir biçimde göze çarpmaktadır. Buna
Bizanslıların Uz (Oğuz) diye adlandırdığı Batı Köktürklerinin (Onoklar) kağanı İstemi’nin Bizans imparatoru Justinyen’e gönderdiği resmî mektup da eklenince bu dönemde Oğuzcanın bir kısım özellikleri ile olsun yazı diline girmiş olduğu ve kendine
özgü bir şekillenme içinde bulunduğu görülüyor (Korkmaz, 2005, ss. 205-216; Gülsevin, 2004, ss. 119-125). Ayrıca, G.Doerfer’in, Orhun Yazıtları’nı Oğuz Türkçesinin ilk
basamağı olarak değerlendirmiş olması da Eski Türkçede Oğuzca özelliklerin hatırı
sayılır ölçüde yer almış bulunmasıyla ilgilidir.
3. Oğuzların siyasi ve sosyal varlıklarının üçüncü alt yapı dönemi, aşağı Sirderya
boylarındaki dönemidir. Tarihî kaynaklarda yer alan bilgiler, Oğuzların daha VIII.
yüzyılın ikinci yarısından sonra başlayan (MS 760-766) kitleler hâlindeki yoğun göçlerle Karlukların önünden çekilerek aşağı Sirderya bölgesine geldiklerini gösteriyor.
Bunlar IX. ve X. Yüzyıllar içinde Seyhun Irmağı’nın aşağı kesimleriyle Aral Gölü kuzeyindeki steplerde yani Karahanlı Devleti’nin batı kesiminde kısmen göçebe yaşamlarını devam ettirirken kısmen de bundan önceki dönemden farklı olarak yerleşik
yaşama geçmişler ve Yeni Kent merkez olmak üzere yüksek kültürlü bir Yabgu Devleti
kurmuşlardır (Salman, 1998, s. 86). Bu dönemde Oğuzlar, çeşitli kaynaklarda Oğuz
dışında Guz ve Uz adları ile de adlandırılmışlardır. Bu devlete Yabgu Devleti adının
veriliş nedeni de Oğuz boylarının başındaki en yüksek yöneticinin “ Yabgu ” unvanını taşımasından dolayıdır.
İstahrî, İbnî Havkal, Mukaddesî, Mes’udî ve Kaşgarlı Mahmut gibi İslam ve Türk kaynaklarının verdiği bilgilere ve arkeolojik kazıların ortaya koyduğu sonuçlara göre, bu
bölgede Oğuzlar tarafından kurulan veya onlara ait olan başlıca şehirler Haˇare, Cend,
Mangışlak, Sepren (Sabran, Savran), Yenikent, Suğnak, Karaçuk, Fârab (Sütkent)’tir. Bunlara XII. yüzyıldaki Barçınlıg Kent, Eşnas, Sırlıtam gibileri de eklenebilir (Korkmaz,
2005, s. 268; Tolstov, 1947, s. 96; Jimnunskiy, 1961, ss. 479-481). O dönemde bu şehirlerin her biri ayrı bir önem taşıyor ve daha uzak bölgelerle ticarî bağlantıları bulunuyordu. Söz gelişi Yeni Kentten İrtiş sahillerine kadar uzanan bir ticaret yolundan söz
edilmesi ve Suğnak’ın Oğuzların önemli ticaret merkezlerinden biri olması bu şehir708
OĞUZCANIN ORTA TÜRKÇE DÖNEMİNİ OLUŞTURAN ESKİ ANADOLU TÜRKÇESİ
den her tarafa yay ve koyun ihraç edilmesi, bu dönemin yerleşik hayattaki farklılığına işaret eden özelliklerdir. Oğuzların bu coğrafyada şehir yaşamının gereklerine
uymuş olmaları, onların sosyal yaşam biçimlerindeki önemli bir değişimin göstergesidir. Kaşgarlı Mahmut, Bozok ve Üçok diye iki kola ayrılmış olan Oğuzlar için yirmi
iki oğuz boyunun adını sıralarken bunlara Türkmen adının verildiğini de bildirmektedir. İbni Fadlan’ın verdiği bilgiye göre, Oğuzlar iç ve dış işlerinin yönetimini keŋeş
(istişare) denilen, aşiret beylerinin de yer aldığı konfederasyon nitelindeki bir mecliste karara bağlarlardı. Dolayısıyla Yabgu bu mecliste mutlak bir otoriteye sahip bulunmuyordu (Sümer, 1967, s. 53; Gündüz, 2002, s. 266). Verilen bu sınırlı bilgiler bile
yerleşik hayata geçmiş olan Oğuzların o dönemin koşulları içinde oldukça gelişmiş
bir yapıya uzandıklarını ortaya koymaktadır. Göçebe Oğuzlar ise, yine steplerdeki
eski yaşamlarını sürdüregelmişlerdir.
X. yüzyılın ikinci yarısı, Türk kültür tarihi açısından Orta Asya’da aynı zamanda
İslamiyet’in kabul edildiği ve yayılmaya başladığı bir dönemdir. Olayların gelişmesinden anlaşıldığına göre, göçebe Oğuzlar değilse bile, yerleşik Oğuzlar arasında
İslamlık bu dönemde yayılmaya başlamış ve XI. yüzyılda yaygın bir nitelik kazanmıştır (Sümer, 1992, ss. 59-60). Oğuzların XII-XIII. yüzyıllardaki İslamî eserlerle olan
bağlantısında önemli bir etken olmuştur denebilir. Oğuzlar XI. yüzyılda batıda Hazar Denizi kıyısındaki Mangışlag adını verdikleri yarımadayı da ele geçirerek orada
da yerleşmişlerdir (Sümer, 1959, s. 135). Bu bölgedeki Oğuzların da kısmen göçebe
kısmen yerleşik kültürlü bir yaşam tarzları olmuştur. Oturdukları bölgede bir taraftan da Karahanlı, Yağma, Çiğil, Argu ve Karluklar ile komşuluk ilişkilerini sürdürmüşlerdir.
3. altyapı döneminin Oğuzcasına gelince: Kaşgarlı Mahmut’un XI. yüzyıl Oğuzcası
için verdiği bilgiler, bu lehçenin Oğuzcaya özgü özellikleri dışında azçok Karahanlı
Türkçesinin etkisinde kaldığı yeni bir aşamasını da temsil etmektedir (Korkmaz,
2005, ss. 241-253). Bununla birlikte bu dönemin Oğuzcası kendine özgü özellikleri
daha belirgin bir duruma getirmiştir. Bu da demektir ki XI. yüzyılda Oğuzca, dil
yapısı ve tarihî gelişme koşulları açısından, ET döneminde görülen belirtiler niteliğinden sıyrılarak yerli ağız özelliklerinin daha belirginleştiği bir aşamaya ulaşmıştır.
Dolayısıyla bu dönemdeki Oğuzcayı; a) Yer yer Karahanlı Türkçesinin etkilerini de
içine alan Yabgu dönemi Oğuzcası b) Göçebe Oğuz boylarının yine kendi ağız yapısına bağlı şekillenmelerle yol alan Oğuzca olmak üzere iki alt dala ayırmak uygun
olur diye düşünüyoruz.
Oğuzlara ait diğer kültürel özellikler ve bunların destanî eserlere yansıması:
Elimizde Oğuzların üçüncü alt dönemine ait yazılı kaynaklar bulunmadığı için onların bu döneme ait bazı özelliklerini, dolaylı olarak destanî nitelikteki eserlerden çıkarabiliriz. Oğuzların Orta Asya’da Hun İmparatorluğu döneminden başlayıp IX.-X. ve
hatta XI. yüzyıllara kadar uzanan göçebe yaşam dönemlerine ilişkin birtakım özellikler, sembolik ifadesini mitolojik halk yaratıcılığının eseri olan destanlara da yansıtmıştır. Oğuz Kağan Destanı bu durumun tipik bir örneğidir.
Yabgu Devleti X. yüzyıl sonlarına doğru zayıflamış ve kuzeyden gelen Kırgızların
işgali ile dağılmaya yüz tutmuştur. Bu dağılma sırasında Selçuklu ailesi de ana kütleden koparak Cent şehrine doğru yol almıştır. Bir kısmı da Karadeniz’in kuzeyinden
Balkanlara yönelmiş, güneye inen kolları ise Cent’te Selçuklu ailesi etrafında toplan709
ZEYNEP KORKMAZ
mıştır. Bu göç sırasında hiçbir yere gitmeyerek yerinde kalmayı tercih edenler, daha
sonra bugünkü Türkmenistan halkının temelini oluşturmuştur.
4. Burada bir süre sonra İran ve Horasan üzerinden Anadolu’ya kadar uzanacak olan
Oğuzlar ve Oğuzca açısından üzerinde durulması gereken dördüncü bir alt yapı
dönemi de Harezm Türkçesi dönemidir. Aral Gölü’nün güneyinde ve bu göle Amuderya (Ceyhun) Irmağı’nın iki tarafına uzanan Harezm bölgesi, aslında coğrafi konumu
açısından Batı Türkistan’ın en eski kültür merkezlerinden biridir. Bu bölgenin 1017
yılında Gazneli Mahmut tarafından fethi ile Harzemşahlardan Gaznelilere geçmesi
ve bölgenin idaresinin Türk asıllı valilere verilmesi, Harezm’in, Gazneliler ve Selçuklular döneminde Kanglı, Oğuz, Kıpçak, Kalaç, Kimek gibi Türk boylarının göçü ile
Türkleşerek yeni bir Türk dili ve edebiyatı döneminin başlamasına ortam hazırlamıştır (Ayrıntı için bk. TDÜA/III., 2007, s. 53 ve öt.).
Bu bölgede varlık gösteren dil ve edebiyat dönemi aslında XIII. yüzyılda Harezm ile
ona bağlı Sirderya Irmağı bölgesinde kurulan ve daha sonra bir yandan Çağatay yazı
diline, bir yandan da Kıpçak ve Oğuz temelindeki yazı dillerine uzanan bir geçiş
dönemidir.
Oğuzcanın bu dönem için önemi, bölgenin Türkleşmesinde oynadıkları rol dışında,
Ahmet Yesevi’nin tasavvuf ilkelerini halkın diliyle anlatan Oğuzca temelindeki Hikmetler’i bir yana, daha başka önemli bir kısım eserlere de damgasını vurmuş olmasıdır.
Oğuzcanın bu dönem yazı diline girmiş ilk güçlü belirtilerini XII-XIII. yüzyıl eserleri
olarak kabul edilen Anonim Kur’an Tefsiri’nde buluyoruz. Karahanlı Türkçesinden
Harezm Türkçesine geçiş sürecinde yazılan ve Karahanlı Türkçesine daha yakın olan
bu eserin sözlüğünü hazırlamış olan A.K. Borovkov, birtakım örnekler sıralayarak
(1963, s. 12) daha yazılış döneminde bir Oğuz tabakasının varlığına işaret etmiştir.
Borovkov’un bu konuda yaptığı açıklamalardan anlaşılmaktadır ki bu eserde görülen Oğuzca özellikler, Kuzey Oğuzcası diye adlandırılan Orhun-Yenisey dönemi
Oğuzcasının daha belirgin biçimde ortaya çıkmış olmasıdır (Usta-Amanoğlu, 2002, s.
19). Görülüyor ki Anonim Kur’an Tefsiri’nde yer alan Oğuzca ile ilgili dil tabakası, eski
Türkçe döneminden orta Türkçe dönemine uzanan bir süreci yansıtması açısından da
ilgi çekicidir.
Oğuzca özellikler, yine Harezm Türkçesini temsil eden Rabguzi’nin Kısasül-Enbiya’sı,
Nehçül-Feradis (Gülsevin, 2003, ss. 166-173), Muinü’l-Mürid (Korkmaz, 2013, ss. 70-75)
gibi eserlerde de belirgin niteliktedir. Öyle ki bu etkiyi, yer yer Karahanlı Türkçesini
temsil eden ürünlerde bile görmek mümkündür. Şimdi gelelim Anadolu bölgesindeki Oğuzcaya.
III. ANADOLU BÖLGESİNDE OĞUZCA:
5. bilindiği üzere, Oğuzların XI. yüzyılda Batı Türkistan’dan Horasan ve Anadolu’ya
gerçekleştirdikleri yoğun nitelikteki göçler ile MS 1040 yılında Horasan’da Büyük
Selçuklu Devleti, 1071 yılı Malazgirt Savaşı ile de 1077 yılında Anadolu’da bağımsız bir
Anadolu Selçuklu Devleti kurulmuştur. Ne var ki o dönemin burada ayrıntılarına inemeyeceğimiz siyasal, sosyal ve idari koşulları dolayısıyla her iki devlette de resmî dil
Farsça olmuştur. İslam dini alanında gittikçe yaygınlaşan otorite dolayısıyla din dili,
bilim dili ve dış yazışmalar dili olarak da Arapça ağırlık kazanmıştır. Bu yüzden de
710
OĞUZCANIN ORTA TÜRKÇE DÖNEMİNİ OLUŞTURAN ESKİ ANADOLU TÜRKÇESİ
yüksek düzeydeki eserler hep Arapça ve Farsça olarak kaleme alınmıştır. Bu koşullar
altında Oğuzcanın bir yazı diline dönüşmesi de ister istemez siyasal ve sosyal yapıdaki değişim ve gelişimlerin zamana bağlı bir süreçten geçmesini gerekli kılmıştır.
Ancak, halkın konuşma dili Türkçe olduğu için, devletin halkla olan ilişkilerinde
ister istemez Türkçeye başvurulmuştur. Ayrıca, dinî nitelikli ve basit içerikli eserler
ile tasavvuf felsefesinin esaslarını halka benimsetmek amacı ile kaleme alınan eserlerde ve destanî nitelikteki Halk Edebiyatı ürünlerinde de konuşma dili olan Türkçe
varlık gösterebilmiştir. Ahmet Fakih’in Çarhnâme’si ile Efsaf’ı Mesacidüş-Şerife’si, Hoca
Dehhanî’nin Manzumeleri ve Şeyyad Hamza’nın Yûsuf ve Zelihâ’sı, Mevlana ve Sultan Veled’in Türkçe beyit ve manzumeleri bu nitelikte eserlerdir. Bunlara varlıklarını
ancak yazılı kaynaklardaki bilgilerle yahut da XIII. yüzyıldan sonraki kopyaları ile
ulaşabildiğimiz Şeyyad İsa’nın Salsal-Name’si, Şeyh San’an Hikayesi, Battal-nâme, Danişmend-nâme gibi eserler de katılabilir. Ancak, eldeki verilere göre sayıları sınırlıdır.
XII-XIII. yüzyıllar Selçuklu dönemini temsil ettiği kabul edilen eserler arasında
Ali’nin Kıssa-i Yûsuf (MS 1233)’u, Behçet’ül-Hadaik fi Mevizetil-Halaik, Kudurî tercümesi,
Kitab’ül Ferâiz gibi dil yapısı bakımından hem Oğuzca hem de Doğu Türkçesi özelliklerini içerdiği için karışık dilli eserler diye adlandırılan eserler ise bizce, Selçuklu
dönemi Oğuzcasının Horasan ağzını temsil eden bir dil yapısındadır (Korkmaz,
2010, ss. 503-511). Bu bakımdan ilk kez Anadolu bölgesindeki bazı yazılı eserlerde
varlık gösteren ve Oğuzcaya dayalı yazı dilinin ilk aşamasını temsil eden Selçuklu
dönemi Oğuzcası, bir bakıma eski Anadolu Türkçesine uzanan bir ön hazırlık aşaması görünümündedir. Şimdi gelelim bu tarihî gelişme sürecinin güçlü bir dönemini
oluşturan ve Anadolu Beylikleri dönemini kapsayan Eski Anadolu Türkçesine:
6. ESKİ ANADOLU TÜRKÇESİ:
XIII. yüzyıl sonlarından XV. yüzyıl ortalarına kadar uzanan ve Anadolu Selçuklu
Devleti’nin mirası üzerinde kurulan Eski Anadolu Türkçesinin oluşumu konusunda,
Türklük bilimi alanında yerleşmiş olan genel yargı, bu oluşumu esas itibariyle Anadolu Beylikleri dönemindeki gelişmelere bağlamıştır. Bu görüş, Anadolu’nun batısından doğusuna, kuzeyinden güneyine uzanan yirmi kadar beyliği içine alan ve
içlerinde en güçlüleri durumunda olan Karamanoğulları, Germiyanoğulları, Osmanoğulları, Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Menteşeoğulları, Ramazanoğulları vb. beylik merkezlerinin başlarında bulunan ve Arap, Fars dillerine pek aşina olmayan Karamanoğlu
Mehmet Bey başta olmak üzere, Oğuz-Türkmen beylerinin Arapça ve Farsçaya karşı
koyarak bilinçli bir tutumla Türkçeye sarılmış olmaları, bu beylik merkezlerindeki
saraylarda şair, edip, din, düşünce ve bilim erbabına yer verme, onları himaye ve
teşvik etme konusundaki duyarlılıkları ile kısa sürede, dil, edebiyat, düşünce ve
kültür hayatında yeni bir filizlenme ve gelişme döneminin başlamasına öncülük
ettikleri yönündedir.
Bunlar elbette yabana atılacak görüşler değildir. Oğuzcanın Anadolu’da bir yazı
diline uzanabilmesinde ilk anda göze çarpan önemli etkenlerdir. Ancak, Beylikler
dönemini temsil eden; şair, edip, düşünce ve bilim erbabınca telif, tercüme ve uyarlama yolları ile ortaya konmuş olan, konuları açısından da çok yönlü ve kapsamlı
manzum ve mensur nitelikteki yığınlarca eser, dilin dış ve içyapı özellikleri açısından
incelendiğinde, elde edilen sonuçlar, Oğuz yazı dilinin kuruluş şartları açısından
Orta Asya ile bağlantılı olmayıp Anadolu’da Arapça ve Farsça ile çarpışa çarpışa
711
ZEYNEP KORKMAZ
ancak XIII. yüzyılın ikinci yarısından sonra bir yazı dili olabilme kıvamına gelebildiği biçimindeki yaygın görüşü geri plana itmektedir. Çünkü Oğuzcanın Anadolu’da
güçlü bir yazı diline dönüşebilmesinde yalnızca Anadolu’daki Arapça ve Farsçaya
karşı direnme ve Beyliklerin himayesine ulaşma gücünün değil, Oğuz Türkçesinin
yapı ve işleyişinde var olan yukarıki bölümlerde işaret edilen tarihî alt yapı dönemlerinde elde ettiği zengin birikimlerden kaynaklanan özelliklerin de önemli bir etken
olduğu görülmektedir. Bir konuşma dilinin, tarihî gelişme süreçleri açısından oldukça kısa sayılabilecek bir dönemde güçlü ve bereketli bir yazı diline dönüşmesi, görünüşteki dış etkenler yanında, yapı ve işleyişinde geliştirdiği uzun süreli temel özelliklerle ilgilidir. Eski Anadolu Türkçesi ürünlerinden olan Yunus Emre Divanı, Mantıkut-Tayr, Garipnâme, Süheylü Nevbahar, Kısasül-Enbiya, Kelîle Dimne, Marzubân-nâme,
Kabus-nâme tercümeleri, Işknâme, Taberî Tercümesi, Dede Korkut Hikayeleri, Mevlid gibi
birçok eserin dil yapılarındaki çok yönlü şekil ve anlatım gücünü sergileyen özellik
ve derinlikler ele alındığında, bu eser sahiplerinin kendi dillerini kullanma yönündeki başarıları yanında, Oğuzcanın uzun yıllar boyunca bir konuşma dili olarak yol
almasına rağmen, Anadolu dışındaki gelişmeleri Anadolu dönemi ile birleştirip
kaynaştıran önemli bir sentez gücüne ulaştığı izlenimi ağır basmaktadır.
Eski Anadolu Türkçesinin yalnız Anadolu’daki gelişmelerle değil, aynı zamanda
tarihî dönemlerdeki yol alışı ile de bağlantılı olan bazı özellikleri şu noktalarda toplanabilir:
1. Eski Anadolu Türkçesinde daha Anadolu şartlarından kaynaklanan klişeleşmiş bir
itibarî imla geleneği oluşmadığı için metinlerde, bir yandan İslamî temeldeki hareke
sistemi kullanılırken bir yandan da ünlüleri karşılamak üzere eski Türkçe döneminden aktarılan Elif ()ا, Vav ()و, Ye ( )ىharfleri kullanılmış (“ اُو ْدateş”, “ ا َ َرا ِﺳ ْﻨﺪَهarasında”,
ْ ﺳ
ْ “ ُﭼçok”, ﻮردى
ار
ْ “ َوvar”, ﻮق
ْ “ ُﻛgördi”, َﭘﻮ
ُ “söz” vb.) ve bu işaretlerin
ُ “ دdapu: hizmet”, ﻮز
yer yer de ünlü uzunluklarına işaret etmiş olması,
2. Oğuzcanın Yabgu Devleti döneminde oluşturduğu, yer yer Doğu Türkçesi özelliklerini de içine alan ve araştırmalarda olgay / bolgay veya olga / bolga dili diye adlandırılan karışık dil yapısının, Horasan Oğuzcası yolu ile Anadolu’ya kadar uzanmış olması.
3. XIII. yüzyıl Moğol akını dolayısıyla, Anadolu’nun Orta Asya’dan gelen yoğun
nitelikte yeni Oğuz göçleri ile beslenmiş olmasının Anadolu bölgesinde ortaya çıkardığı dil güçlenmesi,
4. Eski Anadolu Türkçesinin oluşma koşulları açısından tek bir ağız yapısına dayanmayıp, Oğuz boyları arasındaki ağız ayrılıkları dolayısıyla, bu lehçe ağızlarını birbirine kenetleyen ortak özellikler yanında, aynı zamanda kaynağı Orta Asya’daki gelişme ve çeşitlenmelere dayanan bir nitelik de taşımış olması. Bu nitelik dolayısıyladır ki Beylikler dönemi Oğuzcasının, tek bir yönde ve tek bir ağız etrafında şekillenmeyip her biri ayrı bir kaynaktan fışkıran ve dolaysıyla birbirinden farklı ağız ayrılıklarını da içeren zengin bir yapı sergilemiş olması (Develi, 2008, ss. 213-230; Gülsevin, 2008, ss. 1953-1962; Karahan 2006, ss. 1-12),
5. Eski Anadolu Türkçesi döneminde telif, tercüme ve uyarlama yolları ile ilk olmasına rağmen çeşitli ve zengin bir yazı dili döneminin başlayabilmesinin, şüphesiz
onun tarihî dönemlerdeki ağız yapısında kendini gösteren birikimlerle de ilgili bulunması,
712
OĞUZCANIN ORTA TÜRKÇE DÖNEMİNİ OLUŞTURAN ESKİ ANADOLU TÜRKÇESİ
6. Türklerin XI. yüzyıldan başlayarak yavaş yavaş İslam öncesi dil ve kültür alanı
çevrelerinden uzaklaşıp İslamî temeldeki yeni kültür alanına girişlerinin Arap ve
özelikle İranlılarla olan kültürel ilişkileri bu dönemin kültür yapısını da etkilemiş,
çeviri ve uyarlama yolu ile yapılan çeşitli aktarmalar ile EAT’nin dil ve edebiyatında
bir kültür çeşitlenmesine de aracılık etmiş olması. Bu aracılıkta elbette dil önemli bir
etken olmuştur.
7. Tarihî dönemlerin alt yapısından aldığı değerler ile Anadolu bölgesinden aldığı
değerlerin karışıp kaynaşmasından oluşan eski Anadolu Türkçesinin, geliştirdiği
ölçülerle bu dönemin sonu olan XV. yüzyıl ortalarında bir yandan güçlü bir yazı
dilini oluştururken bir yandan da yazı dilinden ayrı yol alan gelişmelerle günümüz
Türkiye Türkçesi ağızlarının çok yönlü zengin yapısına ulaşabilmiş olması ve GüneyBatı Oğuz lehçeleri grubunu oluşturan bir dallanma gücü gösterebilmesi, onun yalnız Anadolu bölgesinden aldığı güçle değil, aynı zamanda daha önceki tarihî dönemlerden gelen zengin alt yapı ile de ilişkili olduğuna işaret etmesi,
8. Eski Anadolu Türkçesini temsil eden Yunus Emre Divanı başta olmak üzere, eldeki
eserler, dilin dış ve içyapı özellikleri açısından dikkatli bir değerlendirmeden geçirildiğinde, yukarıda işaret edildiği üzere, bu dönemdeki gelişmelerin güçlü bir alt
yapıya dayandığını ve bu alt yapının EAT’deki özellikler ile kaynaştırıldığını ortaya
koymaktadır. Böyle bir kuruluşun temelinde yer alan gelişmeyi somut bir örnekle
belirtmek gerekirse, Yunus Emre’nin şiirleri ile Dede Korkut Hikâyeleri’nin dilinden bir
iki örnek verilebilir. Hiç şüphe yok ki eğer Oğuzca, Yunus gibi bir şairin elinde, onun
sanat dehasını ortaya koyan bir anlatım gücü kazanabilmişse, bunda bir yandan
Yunus’un sanat dehası, bir yandan da Oğuzca’nın yapı ve işleyişinde var olan özellikler etken olmuştur denebilir.
Yunus’un şiirleri; A. Fakih’in, Hoca Dehhanî’nin, Şeyyad Hamza ve Sultan Veled gibi
halkı dinî yönden uyarma amacı ile kaleme aldıkları kuru, didaktik nitelikteki manzumeler ile kıyaslanamaz. O dili bir sanat aracı olarak kullandığı içindir ki Oğuzca
onun elinde üstün düzeyde felsefî bir anlatım gücüne ulaşabilmiştir. Bu ulaşımda
Oğuzca’nın kendi içyapısında geliştirdiği gelişmeye yatkın özellikleri de unutmamak
gerekir. Nitekim:
Işkuŋ aldı beni benden, baŋa seni gerek seni,
Ben yanarım dün ü günü, baŋa seni gerek seni,
Ne varlığa sevünürem ne yokluğa yerünürem,
Işkuŋ ıla avunuram baŋa seni gerek seni.
Şiirindeki tasavvuf ilkelerine bağlı canlı anlatım ile dertli dolap şiirindeki:
Benüm adum dertli dolap
Suyum akar yalap yalap
Böyle emreylemiş Çalap
Anuŋ uçun iŋilerim
Şiirinde, günlük olaylara ve nesnelerin özelliklerine dayanılarak ortaya konan Tanrı
sevgisinin ve tasavvuf felsefesinin özünün, somut benzetmelerle anlatılabilmesi, bir
yandan onun üstün anlatım gücüne ulaşmış sanat yeteneğini sergilerken bir yandan
da daha yazı diline yeni adım atmış Oğuzcanın ehil ellerde nasıl yüksek düzeyde
713
ZEYNEP KORKMAZ
felsefî bir anlatım gücüne ulaşabildiğinin göstergesidir. Yunus’un edebî başarısındaki önemli sırlardan biri de dilindeki duruluk, bundan kaynaklanan güzellik ve coşkunluktur. O dilindeki bu özellikler ile EAT’nin kuruluşuna yön vermiş bir şairdir.
Gelelim Dede Korkut Hikâyeleri’ne:
Bilindiği üzere Türk destan edebiyatının doruğa yükselmiş bir örneğini oluşturan
Dede Korkut Hikayeleri’nde de metin kuruluşu itibari ile, Oğuzların hem IX.-X. Yüzyılları içine alan Sirderya bölgesindeki İslamlık öncesi Şamanlık dönemine hem de XIII.XIV. yüzyıllarda Türkmen adıyla yer tuttukları Doğu Anadolu ve Azerbaycan bölgelerindeki hanlar ve beyler zümresinin İslamî dönemi de içine alan destani hatıralarına dayanmaktadır. Manzum ve mensur ölçülerle dile getirilen bu hikâyelerde, Oğuzca, çok canlı, elle tutulur tasvir ve benzetmelere dayanan, akıcı ve etkileyici halk
dilini yansıtan gelişmiş bir üslup özellikleri sergilemektedir. Dilin çatısı açısından
EAT’nin öteki eserler ile ortaklaşan bir yapıda olmasına karşılık, dilin ses, şekil bilgisi özellikleri ile anlatım güç ve inceliklerinden yararlanılarak biçimlendirilen üslup
yapısı, ona müstesna bir halk dili özelliği katmış; sadelik ve akıcılık içindeki bu özellik de onu destan dilinin doruğuna yükseltmiştir. Dede Korkut’un dilinde görülen bu
özellikler, elbette Oğuzcanın anlatım gücünden kaynaklanmıştır. İşte küçük bir örnek: Deli Dumrul’un Azrail’le Konuşması:
Mere Azrail aman
Tanrının birliğine yoktur güman
Men seni böyle bilmez idüm
Ogrulayın can aldugıŋ tuymaz idüm
Dökmesi büyük bizim taglarumuz olur
Ol taglarumuz da baglarumuz olur
Ol bağların kara salkumlu üzümi olur
Ol üzümi sıkarlar al şarabı olur
Ol şaraptan içen esrük olur
Şarapluyidum tuymadum
Ne söyledüŋ bilmedüm
Bilgiye usanmadum yiğitliğe toymadum
Canım alma Azrail medet (Ergin, 1994, s. 179) vb.
Yalnız burada belirtmek gerekir ki Dede Korkut Hikayeleri’nde kendini gösteren bu
sade fakat akıcı ve etkileyici dil ve üslup özelliklerinin bir kısmı da varlığını, doğrudan doğruya Oğuzcanın Anadolu öncesi Orta Asya döneminden gelen şekillenmelerine borçludur. Bu eserin, hele doğayı canlandıran tasvirlerle dolu söyleyişlerinde
Oğuzcanın halk dilinde şekillenen yapı ve anlam gücü ile doğa sanki iç içe girip
kaynaşmış gibidir.
Yukarıda belirtilenler dışında, Oğuz kavminin tarihî yapısı üzerinde Oğuz Kağan
Destanı ile ilgili çeşitli yorumların ortaya koyduğu sonuçlar ile Dede Korkut Hikâyeleri’nden Oğuzlara ve Oğuzcaya uzanan değerlendirmeler bir yana, Oğuzlar üzerinde
yapılan tarihî araştırmalarda bu kavmin çok eski bir tarihî varlığının günümüze
uzanan dallanma ve şekillenmelerini sergilemektedir. Ayrıca, Oğuzların çeşitli alt
yapı dönemlerine ilişkin oluşum ve gelişmeler gösteriyor ki Oğuzca, bu alt yapı
dönemlerine giren birikimlerinde, bir yazı dili olabilme olgunluğuna ulaşmıştır.
Ancak, Oğuzlar daha siyasi bir bağımsızlık elde edemedikleri içindir ki dillerindeki
714
OĞUZCANIN ORTA TÜRKÇE DÖNEMİNİ OLUŞTURAN ESKİ ANADOLU TÜRKÇESİ
bu düzey yalnızca öteki yazı dillerini derece derece etkileme biçiminde kendini gösterebilmiştir diye düşünüyoruz.
Sonuç olarak diyebiliriz ki yapı ve işleyiş özellikleri açısından Eski Anadolu Türkçesi;
yalnızca Anadolu bölgesindeki gelişmelerle şekillenip güçlenmiş bir yazı dili olmayıp, Anadolu öncesi coğrafyalardaki çeşitli tarihî, sosyal ve kültürel koşulların etkilediği değişim ve birikimlerle olgunlaşarak, yazı dili olma kıvamına gelmiş bir lehçenin Anadolu bölgesinin elverişli siyasal ortamındaki etkilerle de karışıp kaynaşarak
olgunlaştırdığı ve Doğu Türkçesinin kalıntılarından da arındırılmış olan bir dil yapısının, yani Muhammed Bali’nin ifadesi ile (Arat, 1960, ss. 225-232)1 “fasih ve ruşen”
Türkçenin ifadesidir.
KAYNAKÇA
Aksan, D. (1975-76). Eski Türk Yazı Dilinin Yaşıyla İlgili Yeni Araştırmalar. TDAYBelleten. 1975-76. Üçüncü Baskı
Arat, R. R. (1960). Anadolu’da Türk Yazı Dilinin Tarihî İnkişafına Dair. V. Türk Tarih
Kongresi (Ankara 12-17 Nisan 1956). Ankara: TDK Yay. 1960. 225-232
Borovkov, A. K. (1963). Leksika Sirednnaziatskogo Tefsira XII.-XIII. vv, Moskva Akad.
Nauk SSSB (Türk. Çev.: H. İ. Usta ve E. Amanoğlu, Orta Asya’da Bulunmuş
Kur’an Tefsirinin Söz Varlığı XII.-XIII. Yüzyıllar). Ankara: TDK, 2002.
Çandarlıoğlu, G. (2002) Uygur Devletleri Tarihi ve Kültürü. Türkler, C. 2. Yeni Türkiye Yay., 193-214
Doerfer, G. (1975-76), “Das Vorasmanische” (Die Entwicklung der Ogusischen
Sprachen von der Orchon Insehriften bis zu Sultan Veled). TDAY- Belleten,
81-131.
Doerfer, G. (1997). Das Chorantürkische. TDAY-Belleten, 127-204
Ercilasun, A. B. (2004). Başlangıçtan Yirminci Yüzyıla Türk Dili Tarihi. Ankara: Akçay
Yay.
Ercilasun, A. B. (2008). Oğuzlar ve Oğuz Adı Üzerine. Türk Kültürü Araştırmaları
Dergisi, 2008/2, Ankara, 226-233
Erdal, M. (2004a). A Grammar Of Old Turkic, Leiden-Boston Brill Yay.
Erdal, M. (2004b). Türkçe’nin Hurrice ile Paylaştığı Ayrıntılar. V. Uluslar Arası Türk
Dili Kurultayı Bildirileri. Ankara: TDK Yay., 929-939.
Erzen, A. (1986). Doğu Anadolu’da Urartular. Ankara: TTK Yay. S. 1-17.
Gülsevin, G. (2004). Eski Türk Yazı Dilinde Oğuz Lehçesinin Ses, Şekil ve Söz Varlığı
Unsurları. Amanzholov Readings 2004: The İnternational Science - Paractical
Conferance. 119-125.
Gülsevin, G. (2006). Oğuzca Olmayan Türk Lehçelerindeki Oğuzca Unsurlar ve Bunlara Teorik Bir Yaklaşım. Büyük Türk Dili Kurultayı Bildirileri, 75-92.
1
Muhammed Bali, karışık Olga-Bolga dili yazısındaki kitab-ı güzideyi Akait-i İslam
adıyla Eski Anadolu Türkçesinin aydın diline çeviren yazardır (Manisa KTP. NU:
6886 AKAİDİ İSLAM YAZMASI)
715
ZEYNEP KORKMAZ
Gülsevin, G. (2007). Oğuzca Olmayan Tarihî Metinlerde Oğuzca Unsurlar ve NehcülFeradis Örneği. 46. Uluslar Arası Altaistik Konferansı (DİAC), 22-27 Haziran
2003, Ankara: TDK Yay., 163-175.
Gülsevin, G. (2008). Eski Anadolu Türkçesi Ağızları Üzerine. VI. Uluslar Arası Türk
Dili Kurultayı. 2008/2, Ankara: TDK Yay. 1953-1962.
Gündüz, T. (2002). Oğuzlar- Türkmenler. Türkler, C. 2, Yeni Türkiye Yay. 263-288.
Kafesoğlu, İ. (1993). Türk Milli Kültürü. İstanbul: Boğaziçi Yay.
Karahan, L. (2006). Eski Anadolu Türkçesinin Kuruluşunda Yazı Dili Ağız İlişkisi.
Turkish Studies. Vol I/1, 2-12.
Korkmaz, Z. (1989-1994). Yazılı Devirlerdeki Gelişmelere Göre Eski Türkçe’nin Yaşı.
TDAY-Belleten. Ankara: TDK Yay. 353-379.
Korkmaz, Z. (2005). Eski Türkçedeki Oğuzca Belirtiler. Türk Dili Üzerine Araştırmalar
I. Ankara: TDK Yay., 1. Baskı, 205-216.
Korkmaz, Z. (2010). Yine Karışık Dilli Eserler Üzerine. HÜ. III. Uluslararası Türkiyat
Araştırmaları Sempozyumu Bildirileri. C. II, 503-511.
Kormuşin, İ. (2007). 75. Dil Bayramı Konuşmaları: Dünden Bugüne Türkçe Oturumu.
Ankara: TDK Yay, 200-205.
Muhammed Balî, Akaid-i İslam, Manisa Ktb. Yazma Eserler Böl. nu: 6886
Salman, H. (1998). Türgişler. Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.,
Tuna, O. N. (1997). Sümer ve Türk Dillerinin Tarihî İlgisi ile Türk Dillerinin Yaşı Meselesi.
Ankara: TDK Yay.
Tüysüz, C. (2002). Oğuzlar. Tükler, C. 2. Yeni Türkiye Yay. 277-288.
Sertkaya, O. F. (2007). 75. Dil Bayramı Konuşmaları: Dünden Bugüne Türkçe Oturumu.
Ankara: TDK Yay. 194-197.
Sümer, F. (1992). Oğuzlar (Türkmenler): Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları. Türk Dünyası
Araştırmaları Vakfı Yay. İstanbul, 59-60.
716
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
ANADOLU AĞIZLARINDA ETNİK YAPININ TESPİTİ
VE ÇEPNİ AĞZI ÖRNEĞİ
ZEYN EP ŞİMŞ E K U MA Ç
Giriş
Günümüzde Anadolu Ağızları üzerine yapılan çalışmalar, nitelik ve nicelik yönünden önemli yol almış durumdadır. Ağız özelliklerinin etnik yapıyla ilişkilendirilmesi
ve ağızlardaki etnik unsurların belirtilmesi yapılan ağız çalışmalarının değerini arttıran unsurlardan biri olmuştur. Özellikle Zeynep Korkmaz’ın 1971 yılında yayınlanan
“Anadolu Ağızlarının Etnik Yapı ile İlişkisi Sorunu” adlı makalesi, ağız araştırmalarında etnik yapının araştırılmasının ne denli önemli olduğunu ortaya koyması ve
daha sonra yapılacak çalışmaların istikâmetini belirlemesi yönünden son derece
önemlidir. Gürer Gülsevin’in “Anadolu Ağızlarında Etnik (Boysal) Özellikler ve
Çepni Ağızları Üzerine” (2009) adlı çalışmasında; ağız farklılıklarının ortaya çıkmasındaki sebeplerden biri olarak gösterilen “boyların yerleşik hayata geçtikleri dönemdeki boysal farklılıklara dayalı tarihî farkların süregelmiş olabileceği” düşüncesi
de ağızlardaki etnik yapıya dayalı farkların araştırılmasının gerekliliğini ortaya
koymuştur.
Bu bildiride de, Oğuz Boylarının ağız özelliklerini koruyup korumadığı ve bu özelliklerinin tespitinin mümkün olup olmadığı sorularına Çepni Ağzı örneğinden yola
çıkılarak cevap verilmeye çalışılacaktır. Burada Çepni Ağzı örneğinden yola çıkılmasının nedeni Gürer Gülsevin danışmanlığında hazırlamış olduğumuz doktora tezimizin Çepni Ağızları (2011) üzerine oluşudur. 2011 yılında tamamlanan çalışmamızda, Türkiye’nin çeşitli bölgelerine dağılmış olan Çepnilerden derleme metoduyla
toplanan malzeme incelenmiş, aynı boyun ağzında korunmakta olan ortaklıklar ve
oluşmuş farklılıklar ile bunların nedenleri tespit edilmeye çalışılmıştır. Gelişen teknoloji ve iletişim şartları boy kimliklerinin ve ağız özelliklerinin hızla yok olmasına
neden olmaktadır. Bu durum, günümüzde ağız çalışmalarının önemini ve gerekliliğini arttırmakta, bu çalışmalara ivedilik kazandırılmasını gerekli kılmaktadır. Hâlen
boy kimliğinin farkında olan bir boyun ağız özelliklerinin incelenmesinde de bu
717
ZEYNEP ŞİMŞEK UMAÇ
bilinçle hareket edilmiş ve boy kimliğine bağlı bir ağız araştırmasıyla Çepni boyunun
ağız özelliklerinin tespit edilmesi amaçlanmıştır.
Çepni Ağızları ve Tarihî Çepni Ağzı
Çepni Ağızları; Balıkesir, İzmir, Manisa, Aydın, Trabzon, Ordu, Rize, Giresun, Gümüşhane, Kastamonu, Çorum, Konya, Kırşehir, Sivas, Gaziantep ve Afyon illerinin
bazı köylerinde kendilerini Oğuzların Çepni boyuna mensup olarak niteleyen kişilerin konuştukları ağızlardır.
Özellikle belli bir yörede yaşayan Çepni Boyuna mensup kişiler tarafından konuşulan tarihî bir Çepni Ağzının varlığından bahsetmek mümkündür. “Tarihî Çepni
Ağzı” ifadesi ile boyların yerleşik hayata geçtiği dönemdeki özellikleri koruyan ağız
kastedilmektedir.
Bildirimizde “Çepni Ağzı” ifadesi ile belirtilmek istenen “Tarihî Çepni Ağzı”dır.
“Çepni Ağzı vardır.” diyebilmemizde en büyük dayanağımız; araştırmalarımızda
tespit ettiğimiz ve tezimizde I. Alt Grup olarak adlandırdığımız Balıkesir, Manisa,
İzmir ve Aydın’ın Çepni köylerinin ağızları olmuştur. Bu ağızların kendilerini çevreleyen yerleşim birimlerinde kullanılan ağızlardan farklı oluşu, kolay ulaşım ve ortak
yaşam şartlarına rağmen bu farkları koruyor oluşu ve bu ağzı konuşanların kimliklerinin bilincinde olarak kendilerini Çepni olarak nitelendirmesi, bu ağızların “Çepni
Ağzı” olarak adlandırılmasını sağlamıştır. Aynı zamanda tarihî kaynaklar da buralardaki Çepni yerleşimi bilgisini desteklemektedir. Burada tespit ettiğimiz Çepni
ağzının yapısı Çepni ağızlarını tasnif etmemizde de bize yol gösterici olmuştur.
Çepni Ağzını ses ve şekil bilgisi yönünden tanımlamak gerekirse bu ağız; damak
n’sinin korunduğu, ö ve ü seslerinin özellikle damak ünsüzleri yanında kalınlaştığı,
büyük ünlü uyumunun ve ötümlüleşmenin yazı dilinden ileri olduğu, ḳ sesinin sızıcılaşmasıyla arka damak ḫ sesinin yaygın olarak duyulduğu, ünlülerin açıklığı sebebiyle ünsüz kaybolmalarının ve ünsüz benzetmelerinin yaygın olduğu, dar şekilli
şimdiki zaman ekinin karakteristik olduğu, -IcI ekinden gelen gelecek zaman şekillerinin kullanıldığı; öğrenilen geçmiş, şimdiki, geniş ve gelecek zamanın iyelik kökenli şahıs ekleriyle çekimlendiği, -IncA ve –kEn zarf-fiil eklerinin çok çeşitli şekillerinin kullanıldığı bir ağızdır.
Çepni Ağızlarının Tasnifi
Bütün yörelerdeki kendisini Çepni boyuna mensup olarak tanımlayan kişilerin farklı
ağız özellikleri gösteriyor olması tek bir Çepni Ağzı ile karşı karşıya olmadığımızı
görmemize neden olmuş ve Çepni Ağızlarının tasnif edilmesini gerekli kılmıştır.
Sadece bir bölgede görülebilen özellikler göz ardı edildiğinde üç ses bilgisi ve bir
şekil bilgisi verisi; ağız bölgelerinin tasnifi için temel alınmıştır. Bu özellikler şunlardır:
1. ö ve ü ünlülerinin yerine özellikle g, k, d ünsüzlerinin yanında ortaya çıkan ó ve ú
seslerinin kullanılıp kullanılmaması.
2. Eski Türkçe Döneminden bu yana var olan damak n’sinin n;g şeklinde kullanılması veya iki ayrı sese ayrılarak “n” veya “g” şeklinde kullanılması.
3. Arka damak ünsüzü olan ḳ sesinin, gırtlak ünsüzü ḫ ünsüzüne dönüşmesi.
4. Şimdiki zaman ekinin geniş-yuvarlak ünlülü veya dar ünlülü hâlde bulunması.
Bu tasnif ölçütlerine göre ağız grupları şunlardır.
718
ANADOLU AĞIZLARINDA ETNİK YAPININ TESPİTİ VE ÇEPNİ AĞZI ÖRNEĞİ
1. Ağız Bölgesi: Balıkesir-İzmirManisa-Aydın illerinde bulunan
Çepni köyleri
2. Ağız Bölgesi: Trabzon-Ordu-RizeGiresun-Gümüşhane illerinde bulunan Çepni köyleri
3. Ağız Bölgesi: Gaziantep ilinde
bulunan Çepni köyleri
4. Ağız Bölgesi: Kastamonu-ÇorumKonya-Kırşehir-Sivas illerinde bulunan Çepni köyleri
5. Ağız Grubu: Afyon ilinde bulunan Çepni köyleri
o-u
/
ó-ú
n
/
ŋ
ḳ>ḫ
ó-ú
ŋ
Karakteristik
Şimdiki
Zaman Eki
Dar / Geniş
Şekilli
Düz-Dar
ö-ü
n
Seyrek
Düz-Dar
ö-ü
ŋ
Karakteristik
Düz-Dar
ó-ú
ŋ
Geniş
ö-ü
ŋ
Sadece Kırşehir
için kurallı –
Yaygın
Çok seyrek
Geniş
Bu tasnif neticesinde bu ağız bölgelerini komşu ağızlar içerisindeki durumlarına göre
değerlendirecek olursak şu sonuçlara ulaşabilmekteyiz:1
I., II. ve III. Ağız Bölgeleri, Çepni yerleşiminin yoğun olduğu bölgelerdir.
Özellikle II., III., IV. ve V. Ağız Bölgelerinde incelenen özelliklerin komşularıyla
paralellik göstermekte olduğu görülmüştür.
I., II. ve III. Ağız Bölgeleri Çepni Ağızlarını temsil eden temel ağız bölgeleri; IV. ve V.
Ağız Bölgeleri ise bulundukları bölgede tek olan yerleşim yerlerinden oluşan, komşu
ağızların yoğun etkisi altında kalmış ikinci dereceden ağız bölgeleri durumundadır.
I. Ağız Bölgesine ait belirleyici özelliklerin, komşularında görülme sıklığı oldukça
azdır. Komşularında seyrek görülen pek çok özelliğin Çepni Ağızları için karakteristik olduğu gözlemlenmiştir. Bu da I. Ağız Bölgesini diğer ağız bölgeleri içinde farklı
bir yere oturtmaktadır.
Araştırmamız göstermektedir ki Çepni Ağızlarının özgün özelliklerinin belirlenmesinde dil verileri tarihî kaynaklarla da desteklendiğinde daha anlamlı sonuçlara
ulaşmak mümkün olabilmektedir. Tarihî kaynaklar Karadeniz’de bulunan Çepnilerin en geç XV. yüzyılda yerleşik hayata geniş bir kitle hâlinde geçtiklerini ve yöredeki hâkim inanç olan Sünni İslam inancını benimsemiş olarak geniş kitlelerle etkileşim
hâlinde bulunduklarını göstermektedir. Bu da Trabzon, Ordu, Giresun Ağızlarıyla
Çepni Ağızlarının iç içe geçmiş durumda olmasını açıklar niteliktedir.
Aynı şekilde Gaziantep yöresinde bulunan Çepnilerin de en geç XVI. yüzyılda yerleşik hayata geçtiği ve bölge halkıyla kaynaşarak, paralel ağız özellikleri gösterdiği
görülür.
Batı Anadolu Çepnilerinde ise durum biraz daha farklıdır. Uzun süre konar-göçer
hayatı devam ettirmeleri ve yörede Sünni İslam anlayışı hâkim durumdayken Alevi
İslam inancını benimsemiş olmaları Balıkesir, İzmir, Manisa ve Aydın’da bulunan
1
Burada komşu ağızları değerlendirmede kullanılan kaynaklara metinde adları geçmemesine
rağmen kaynakçada ayrıca belirtilerek yer verilmiştir.
719
ZEYNEP ŞİMŞEK UMAÇ
Çepnilerin hem ağız özelliklerini hem gelenek ve göreneklerini daha iyi muhafaza
etmelerine neden olmuştur.
Bu çıkarımlara dayanarak, tarihî bir Çepni Ağzı var ise bunun yaşayan ağızlardaki
en iyi temsilcisinin Balıkesir, Manisa, İzmir ve Aydın’ın Çepni köylerinde konuşulan
Çepni Ağzı olduğunu öne sürmek yanlış olmayacaktır.
Sonuç
Oğuz boylarının etnik ağız özelliklerinin korunup korunmadığı sorusunun en iyi
cevabını; birbirine yakın mesafelerde ve kuvvetli kültür alışverişi şartlarında bile
farklılıklarını koruyarak yaşayan ağızlar, varlıklarıyla vermektedirler. Ancak bu
özelliklerin tespiti için her zaman elverişli şartların bulunup bulunmayacağı noktasında Çepni Ağzının tespitinde yakaladığımız şansın her boyun ağzı için geçerli
olabileceği yönünde bir iyimserlik taşımamaktayız. Özellikle Çepni Ağzı tasnifimizdeki II., III., IV. ve V. ağız bölgelerinin boy kimliğine bağlı ağız özelliklerini yitirerek
çevredeki kalabalık ve baskın ağzın özelliklerini aldığı yönündeki tespitimiz etnik
ağız özelliklerini çalışmanın ne kadar zor ve dikkat isteyen bir iş olduğunu düşündürmektedir.
KAYNAKÇA
Gülsevin, G. (2009). Anadolu Ağızlarında Etnik (Boysal) Özellikler ve Çepni Ağızları
Üzerine. Turkısh Studies, 4/3, 1067-1080.
Korkmaz, Zeynep. (1971). Anadolu Ağızlarının Etnik Yapı ile İlişkisi Sorunu. Türk Dili
Araştırmaları Yıllığı Belleten, 1971, 21-32
Şimşek Umaç, Z. (2011). Çepni Ağzı (Dil İncelemesi-Metinler-Sözlük). Yayınlanmamış
Doktora Tezi. Balıkesir: Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Komşu Ağızları Değerlendirmede Kullanılan Yayınlar
Aksoy, Ö. A. (1945). Gaziantep Ağzı I Gramer (Fonetik-Morfoloji-Sintaks) Başlıca Diller ve
Ağızlarla İlgiler-Halk Ağzından Parçalar. İstanbul: İbrahim Horoz Basımevi.
Boz, E. (2006). Afyonkarahisar Merkez Ağzı (Dil Özellikleri-Metinler-Sözlük). Ankara: Gazi
Kitabevi.
Caferoğlu, A. (1994). Anadolu Ağızlarından Toplamalar, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Demir, N. ve Aydoğdu Ö. (2009). Giresun İli ve Yöresi Ağızları (Tarih-Dil İncelemesi-MetinlerSözlük). Giresun: Giresun Valiliği Yayınları.
Demir, N. ve Şen, Ü. (2006). Sivas İli ve Yöresi Ağızları (Boysal Yapı-Dil İncelemesi-MetinlerSözlük). Ankara: Gazi Kitabevi.
Demir, N. (2001). Ordu İli ve Yöresi Ağızları (İnceleme-Metinler-Sözlük). Ankara: Türk Dil
Kurumu Yayınları.
Demir, N. (2006). Trabzon ve Yöresi Ağızları Cilt I-II-III. Ankara: Gazi Kitabevi.
Günay, T. (2003). Rize İli Ağızları (İnceleme-Metinler-Sözlük). Ankara: Türk Dil Kurumu
Yayınları.
Günşen, A. (2000). Kırşehir ve Yöresi Ağızları İnceleme-Metinler-Sözlük). Ankara: Türk Dil
Kurumu Yayınları.
Karahan, L. (1996). Anadolu Ağızlarının Sınıflandırılması. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Korkmaz, Z. (1994). Güney-Batı Anadolu Ağızları Ses Bilgisi (Fonetik). Ankara: Türk Dil
Kurumu Yayınları.
Mutlu, H. K. (2008). Balıkesir İli Ağızları (İnceleme-Metinler-Sözlük). Cilt I-II. Yayınlanmamış
Doktora Tezi. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Ankara.
720
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
TÜRKÇEDEN FARSÇAYA GEÇMİŞ KELİMELER (SAFEVİLER DÖNEMİ)
ZİVER HÜSEYNLİ
Safeviler dönemi, yani 16-17 ve 18. yüzyılın üçüncü on yılına dek Azebaycan-Türk
tarihinin en önemli dönemidir. Siyasi, askerî, ekonomik ve kültürel tarih bakımdan
Azerbaycan’da devlet olgusunun temeli olarak değerlendirilen bu devletin sadece
Azerbaycan ve İran değil, aynı zamanda İslam âlemindeki Türk devletlerinin
gelişmesinde rolü büyük olmuştur. Özellikle kültürel bakımdan bu dönem kendi
bölgesinde ve Türk kültürüne büyük katkıda bulunmuş, edebi bakımdan ve dil
bakımından bir Türk ocağına çevrilmiştir. Yıllardan beri bölgede resmî, ilmî ve edebi
dil olarak kullanılan Fars dilinin yanı sıra Türk dili de bu devlette geniş olarak
yayılmıştır. Bu konuda farklı ülkelerden gelen seyyahların verdiği bilgilerden başka
İran yazarlarının da eserleri arasında da kanıtlar vardır.
Safeviler devletinin idarecileri, özellikle Şah’ın ailesi ile saray ehli bu dile üstünlük
veriyor, Kızılbaş tayfa büyükleri ve devletin diğer memurlardan başka ordu arasında
da bu dil kullanılıyordu.1 Bu nedenle Türk dili ve kültürü için adı geçen dönemde
büyük bir alan açılmış ve bu alanda Türk kültürüne çok değerli miraslar
sunulmuştur. Dilimizin bu şekilde gelişmesinde devlet resmıleri ve memurlarından
başka Türkdilli şair ve yazarların da katkısı büyük olmuştur. Zira bu dönemden
itibaren Türkler daha çok kendi dillerinde eserler yazmıştırlar.
Kızılbaşların desteği ile kurulmuş Safeviler devletinin banisi I. Şah İsmail’in kendisi
de ana diline çok değer veren bir padişah olmuştur. Onun Azerbaycan-Türk dili ve
edebiyatının gelişmesinde rolü eşsiz olmuştur.2 O, sadece padişah değil edebiyat
tarihimizde divan sahibi olan ünlü bir şairdir. Osmanlı padışahı Sultan Süleyman
“Safeviler Dönemi ve Türk Dili” adlı Dil ve Edebiyat Dergisinde yayımlanmış makalede bu
hakta geniş bilgi yer almaktadır. 2010, no. 4 (75), Dil və ədəbiyyat, Beynəlxalq elmi-nəzəri
jurnal, Bakı, Azərbaycan. “Səfəvi dönəmi və türk dili”. Ayrıca şuna bakınız: Tarih-i Edebiyat-ı
İran, c. V, s. 131-128.
2 5-6 aprel 2013 Beynəlxalq Şah Xətai və Solatan Səlim simpoziumu “Azərbayacan ədəbi dilinin
və ədəbiyyatının inkişafında Şah İsmayılın rolu”. Bakı. Azərbaycan
1
721
ZİVER HÜSEYNLİ
kendi divanını Fars dilinde yazdığı hâlde Şah İsmail ana dilinde şiirler söylemiş ve
divan yazmıştır. Onun bu adımı da ülkede Türk dilli kalem ehline örnek olmuştur.
Türk dilinin resmî yazışmalarda kullanılması da ilk olarak Şah İsmail tarafından
olmuş ve sonradan onun oğlu Şah Tahmasb, I Şah Abbası, II Şah Abbas, Şah Soltan
Hüseyin ve diğer devlet yöneticileri tarafından devam ettirilmiştir.3 Türk dili için
oluşmuş bu ortam dilimizin daha çok gelişmesi ve yazı dili olarak yayğınlaşması ve
diğer diller üzeinde etki bırakmasına yol açmıştır. Özellikle İran, Kafkasya ve
Anadolu bölgesinde uzun zaman ilim dili ve edebi dil olarak yaygın olan Fars dilinin
coğrafyası Osmanlı kalem ehlinin eli ile Avrupa’ya ve farklı dönemlerde farklı
sebepler yüzünden doğuya gitmiş kalem ehlinın eli ile de doğu toprakları, özellikle
Hindistan’a kadar genişlemiştir. Bilim ve edebiyat alanında uzun asırlardan beri
egemen olan Fars dilinin diğer dillerle beraber Türk dili üzerinde çok geniş etkisi
olmuştur. Lakin bu özelliklere sahip Fars dili Safeviler döneminde bu durumuna
rağmen Türk dilinin etkisinden kurtulamamıştır.
Aslında Türk dilinin Fars dili üzerinde etkisi Türklerin bölgede özellikle hâkim
dairelerde bulundukları dönemlerden itibaren başlamıştır. Gazneliler, Harezmşahlar,
Selçuklar, Moğollar döneminde her hükümet devri biraz daha artmakla Türk
dilinden Farsçaya çok sayıda sözcükler girmiştir.4
Safeviler döneminde ise Türkçenin Farsça üzerindeki etkisi daha da çoğalmıştır. O
dönem Farsça yazılmış tarihî ve edebi metinleri incelendiğinde Türkçenin bu dil
üzerindeki etkisinin daha derin olduğunu anlıyoruz. Bu etki yalnızca kelimelerle
sınırlı değil, Türkçe sözcükbirimler, cümleler, ata sözleri, beyitler, şiirler, mektup ve
belgelerden ibarettir ve bunlar Fars dilli metinlerde tercüme olunmadan yazılmıştır.
Buna örnek olarak şaha hitab ederken veya onun hakkında konuşurken “gurban
olduğum”5, dua ederken “Abbas muradını versün”6, halk padişahla konuşarken
“gurban olum”, “dinim imanım padişah”, “başuna dönüm”7 gibi kullandıkları
ifadeleri gösterebiliriz.
Farsçaya geçmiş Türkçe sözcüklerin tümünü Tesir-e Zeban-e Torki Der Farsi Der
Neveşteha-ye Tarihiye Dovre-ye Safevi “Safevi Dönemi Tarihî Yazılarda Türk Dilinin
Fars Diline Etkisi” adlı doktora tezimde 100 sayfa civarında olan sözlük bölümünde
yazıp üzerinde çalışma yaptım. Her bir kelimenin Türkçe olduğunu ispatlamak için
Divani-Lügati-Türk, Senglah, Burhan-e Gate, Sihahu’l-Acem gibi eski Türkçe ve Farsça
sözlüklerden ve Gerhard Doerfer’in, Turkische und Mongolise Elemente im
Neupersischen kitaplarından örnek aldım. Ayrıca Fars dilli metinlerden bulduğum
cümleler, beyitler, şiirler, mektup ve belgeleri de doktora tezimde ayrı paragraflar
olarak yazdım.
Azərbaycan tarixi üzrə qaynaqlar, s. 184-196
Bu hakta geniş bilgi almak için “İranda Türk dili (Gazneler döneminden Safeviler döneminin
sonunadek)”, Güney Kafkasya Halkları, Dil, Tarih, Kültür alakaları, Uluslararası Sempozyumun bildiri
kitabında 2012 yılında Türkçe yayımlanmış ve Khazar Journal of Humanities and Social
Sciences, Current Issue volume 14 number 2, 2011 yılında İngilis dilinde yayımlanmış
makalenin ilk beş sayfası ve Moğol dönemi Türk dilinin Farçaya tesiri hakkında bakınız
.Tarih-i Edebiyat-ı İran, c. III, s. 308
5 İskender Bey Münşi, Alem-Ara-yı abbasi, c. 2, s. 1301.
6 Peter Della Valle, Sefername-i Della Valle, s. 463
7 Sanson, Sefername-i Sanson, s. 169.
3
4
722
TÜRKÇEDEN FARSÇAYA GEÇMİŞ KELİMELER (SAFEVİLER DÖNEMİ)
Türkçeden Fars diline geçmiş sözcükler ve diğer Türkçe şiir ve belgeleri adı geçen
döneme ait tarihî kitaplardan araştırdım. Bilindiği üzere Fars dilinde farklı bilimler
hakkında çok sayıda eserler vardır ve bunların arasında en çok tarihî metinler yer
alır. Özellikle Safeviler döneminde sadece tarihî konuda yüzden çok kitap
yazılmıştır. Bunların arasında bilim adamlarının bildiği ve çok meşhur olan birkaç
eser vardır. Bu eserlerden Alem-ara-yi-Abbasi, Hulasetü’t-Tevarih, Ahsenü’t-Tevarih,
Alem-ara-yi-Şah İsmayıl, İran Der Zeman-e Şah Safi ve Şah Abbas-e-Dovvom ve bundan
başka daha bir kaç meşhur tarihî eseri incelemekle Türkçe örnekleri seçip yazdım.8
Türkçeden Fars diline geçmiş kelimeler konu bakımından insan hayatının farklı
alanlarına, yani siyasi, askerî, sosyal, kültürel ve diğer alanlarda yaşamlarına ait olan
sözcüklerdir. Bunlar ayrı başlıklar altında askerî, sosyal ve siyasi alanlara ayırmakla
üç başlık altında verilecek.
1. Askerî terimler
Aslında Safevi dönemi Fars dilinde kullanılan Türkçe askerî sözcüklerin bir kısmı bu
dönemden önce, Moğollar ve ondan önceki dönemlerde Fars diline girmiştir. Bunu
da söylemeliyiz ki, ilk Türk devleti olarak İran’da tanınan Gazneli devleti askerî bir
devletti ve askerlerinin çoğu Türk tayfalarından idi. Bu nedenle daha Gazneliler
döneminden bazı Türkçe terimler Fars diline girmiş ve hatta bu dilin taşıyıcıları
vesilesi ile Hindistan’a kadar ulaşmıştır.
Safeviler döneminde Türk illerinden oluşan Kızılbaşlar I Şah Abbas zamanına kadar
en büyük güç olmakla devlet erkanının çoğunu teşkil ediyordular ve ordu tamamen
Kızılbaşların elinde idi. Bu dönem kaynaklarına gore 16-17. yüzyıllar, yani Şah İsmail
ve ondan sonra gelen padişahların döneminde devletin en yüksek iki askerî makamı
Emirülümera ya bütün ordunun komutanı ve Gorçubaşı (Şahın özel muhafızlarının
komutanı) gibi iki yüksek makam devletin sütunu olarak Kızılbaşlardan seçilirdi.
Kızılbaşlar Şah İsmail döneminde devletin beş büyük makamından üçünü
yönetiyordular.9 Ordu mensupları Türk oldukları ve kendi ana dilleri olan Türk
dilinde konuştukları için bu dönemden itibaren Türkçeden Fars diline çok sayıda
askerî terim geçmiştir. Bu alana ait askerî görev isimleri, savaş araçları ve savaş
malzemeleri, o dönem yeni yapılmış savaş araçları ve silah adlarını ifade eden yeni
terimler Fars diline geçmış ve bu sebeple Fars metinlerinde Türkçe sözlerin sayısı
giderek çoğalmıştır.
Bu durum öyle bir hâl almıştır ki, Fars dilindeki askerî terimler, askerî makamlar ve
savaş malzemelerini ifade eden sözler arasında Farsça sözcükler çok az sayıya
inmiştir.
Askerî terimler bir kaç kısımdır:
1.1 Askerî görev adları
Örneğin, Orduda en önemli görevlerden biri silah anlamı veren “-qor-kor” ve “başı”
sözleri ile içerik olmuş korçubaşı ( )ﻗﻮرﭼﯽ ﺑﺎﺷﯽkelimesidir. Korçubaşı görevi Safevi
döneminin en yüksek makamlarından bir sayılırdı. Minorski bu konu hakkında şöyle
Sözlük şeklinde verilen Türkçe sözlerin gramer özelliği, etimolojisi, Farsça manası ve kitaptan
cümle örneği yazılmakla yer aldığı kitabın ismi ve sayfasını verilmiştir. Bu sözler haqqında
daha geniş bilgi almak için baknz. Hüseynova Z. 2009, Tesir-e Zeban-eTorki Der Farsi Der
Neveşteha-yeTarihi-ye Dovreye- Safevi. Doktora tezi. S. 94-192
9 Siyuri R., İrane Asre-Safavei, s. 33
8
723
ZİVER HÜSEYNLİ
yazıyor: “Eski dönemde İran’ın daimi ordusu olmadığından korçubaşı aslında
savunma bakanı sayılır ve Emirulümera da adlanırdı”.10 Korçubaşı görevi Fars dili
metinlerinde korçubaşıgeri ( )ﻗﻮرﭼﯽ ﺑﺎﺷﯿﮕﺮیolarak da geçmektedir.
Minorski Tezkiret-ül-mülk’e yazdığı notlarında aslî işinin dışında farklı görevlerin
sorumlusu olan korçulardan bahsediyor, bunlardan korçuyan-ı yarağ ()ﻗﻮرﭼﯿﺎن ﯾﺮاق
sadık korçular, mendil korçusu ()ﻣﻨﺪل ﻗﻮرﭼﯿﺴﯽ, kılıç korçusu ()ﻗﯿﻠﯿﺞ ﻗﻮرﭼﯿﺴﯽ, hencer korçusu
()ﺧﻨﺠﺮ ﻗﻮرﭼﯿﺴﯽ, keman korçusu ()ﮐﻤﺎن ﻗﻮرﭼﯿﺴﯽ, nize korçusu ()ﻧﯿﺰه ﻗﻮرﭼﯿﺴﯽ, qelqen (kalkan)
korçusu ()ﻗﻠﻘﻦ ﻗﻮرﭼﯿﺴﯽ, pehle korçusu ()ﭘﮭﻠﮫ ﻗﻮرﭼﯿﺴﯽ, çekme korçusu ()ﭼﮑﻤﮫ ﻗﻮرﭼﯿﺴﯽ, başmak
korçusu ()ﺑﺎﺷﻤﺎق ﻗﻮرﭼﯿﺴﯽ, cam korçusu ()ﺟﺎم ﻗﻮرﭼﯿﺴﯽ, hazir korçusu ( )ھﺎزﯾﺮﻗﻮرﭼﯿﺴﯽya korçu-yı
yarağ ( )ﻗﻮرﭼﯽ ﯾﺮاغveya zengu korçusu ( )زﻧﮕﻮ ﻗﻮرﭼﯿﺴﯽ-şaha ait atın üzengisini tutan
korçu, celov korçusu ()ﺟﻠﻮ ﻗﻮرﭼﯿﺴﯽ- şaha ait atın cilovunu tutan korçu, korçuye ecerlu
() ﻗﻮرﭼﯽ اﺟﺮﻟﻮ- jandarma görevini yerine getiren yüz kişilik korçu, kor yasavul ( ﻗﻮر
)ﯾﺴﺎولya yasavul-ı kor ( )ﯾﺴﺎول ﻗﻮرgibi görev isimleri vardır. Bu korçular padişah savaşa
gittiği zaman onun yanında olan korçulardır.
Diğer görev adlarından böğrekci ( )ﺑﻮﮐﺮﮐﭽﯽ-orduyu böğür (yan) tarafından koruyan,
yasakcı ( )ﯾﺴﺎﻗﭽﯽ- orduda geçici süre savaşan askerler, yasakcıbaşı ()ﯾﺴﺎﻗﭽﯽ ﺑﺎﺷﯽ- bu
grubun komutanı anlamına geliyor. Kullar ağası ( )ﻗﻮﻟﻠﺮ آﻗﺎﺳﯽ-kullardan oluşan alayın
komutanı, tüfengçi ağası ( )ﺗﻔﻨﮕﭽﯽ آﻏﺎﺳﯽya tüfengçi başı ( )ﺗﻔﻨﮕﭽﯽ ﺑﺎﺷﯽ-tüfekçi askerlerin
komutanı, subay ( )ﺳﻮﺑﺎیya ordubeyi ( )اردو ﺑﯿﮕﯽya da subaşı ( ﺳﻮﺑﺎﺷﯽya )ﺳﺒﺎﺷﯽ, alaybeyi
( )آﻻی ﺑﯿﮕﯽve yeniçeri ağası ( )ﯾﻨﮕﭽﺮی آﻗﺎﺳﯽgibi benzer anlamlı sözler vardır.
Gene görev adlarından binbaşı-minbaşı ()ﻣﯿﻦ ﺑﺎﺷﯽ, yüzbaşı ( )ﯾﻮز ﺑﺎﺷﯽve onbaşı ()اون ﺑﺎﺷﯽ
veya onbeyi, topçu ()ﺗﻮﭘﭽﯽ, tüfengçi ()ﺗﻔﻨﮕﭽﯽ, çavuş ()ﭼﺎوش, çarhçı, kalkancı ()ﻗﻠﺨﺎﻧﭽﯽ, yayçı
( )ﯾﺎﯾﭽﯽveya yayçı qolu ( )ﯾﺎﯾﭽﯽ ﻗﻠﯽokcu, ok atan askerlere manasında kullanılırdı.
Ordunun özel grupları ve onları yöneten tüfengçibaşı ( )ﺗﻔﻨﮕﭽﯽ ﺑﺎﺷﯽve tüfengçiağası
()ﺗﻔﻨﮕﭽﯽ آﻗﺎﺳﯽ, çavuşbaşı ( )ﭼﺎوش ﺑﺎﺷﯽçarhçıbaşı ( )ﭼﺮﺧﭽﯽ ﺑﺎﺷﯽisimleri vardır.
Genel olarak orduda ister geleneksel, ister ateşli silahlarla donatılmış olsun, silah
kullanan askerlere yarakdar ( )ﯾﺮاﻗﺪارya yaraği ( )ﯾﺮاﻗﯽdenilir ve yarak kelimesi “yaraq”
şeklinde ve silah anlamında günümüz Azerbaycan Türkçesinde vardır.
Kızılbaş ( )ﻗﺰﻟﺒﺎشterimi Türk illeri anlamından başka şaha yakın olan komutan ve
askerlere ait bir terimdir ve bu terim özellikle Safevi dönemine aittir.
1.2 Silah ve araç (savaş mazemeleri) adları
Bugün dilimizde Arapça “silah” sözü kullanıldığı hâlde Safeviler dönemi Fars
dilinde bu kelimenin yerine, Türkçe “yarak”, “ceba”, veya “kor” terimlerinin
kullanıldığını görüyoruz. Bu kelimeler Fars dilindeki “hane” kelimesi ile içerik silah
deposu anlamı veren cebahane ( ﺟﺒﺎﺧﺎﻧﮫ، )ﺟﺒﮫ ﺧﺎﻧﮫve korhane ( )ﻗﻮرﺧﺎﻧﮫterimlerini oluşturmuştur. Tophane ( )ﺗﻮپ ﺧﺎﻧﮫtermi de bu şekilde oluşmuş ve topların tutulduğu yer
anlamına gelmektedir.
Cebahane veya korhanede tutulan silahların türkce adı olanlardan biri, bıçak anlamında olan becek ( )ﺑﺠﻚveya beçek ( )ﺑﭽﻚbıçak, tobuz ( )ﺗﻮﺑﻮزveya topuz ( )ﺗﻮﭘﻮزyukarı
tarafı yuvarlak top şeklinde olan silah, sopa, ateşli silahlardan tüfeng-tüfek ( )ﺗﻔﻨﮓve
tapançe-tabança ()طﭙﺎﻧﭽﮫ, top ya tup ( ﺗﻮبya )ﺗﻮپve bu silahın bir çeşidi badlic ()ﺑﺎدﻟﯿﺞ
kelimelerini örnek verebilıiriz.
1.3 Orduya ait diğer askerî terimler
10
Minorski, Tezkiretül-muluk. s. 85
724
TÜRKÇEDEN FARSÇAYA GEÇMİŞ KELİMELER (SAFEVİLER DÖNEMİ)
Ordu, qoşun-koşun ( ﻗﺸﻮنya )ﻗﻮﺷﻮن, cog-cok-coq ( )ﺟﻮقkelimesi ordunun piyade ve atlı
grubuna ait terim, alay ( آﻻیya )آﻻ, kol- qol ()ﻗﻮل, qol-I sağ ( )ﻗﻮل ﺳﺎقordunun sağ kolu
anlamına geliyordu ve ilginçtir iki Türkçe kelime Farsça tamlama yapılarak
kullanılmıştı. Ordunun sağ tarfı anlamında olan değer bir terim boranğar ()ﺑﺮاﻧﻘﺎر, sol
kolu, sol tarafı manasında ise cevanğar ( )ﺟﻮاﻧﻘﺎرsözcükleri de vardır. Bunlardan başka
bu dönemde farklı görevlerde çalışan askerler ordunun önünde giden ve askerlere
yol gösteren bir grup heravul ()ھﺮاول, keşfiyaycı görevini yapan yezek ()ﯾﺰک, orduda
geçici süre savaşan askerler anlamında yasakcı ( )ﯾﺴﺎﻗﭽﯽve bu grubun komutanı anlamında yasakcıbaşı ( )ﯾﺴﺎﻗﭽﯽ ﺑﺎﺷﯽisimleri kullanılmıştır. Ordunun toplandığı yer manasında yurt ( ﯾﻮرتya )ﯾﻮردtoplandığı ve yurt ile eş anlamlı ordugah ( )اردوﮔﺎهve otraq
( )اﺗﺮاقsözleri de kullanılmıştır.
Diğer savaşa ait terimlerden yuruş ( )ﯾﻮروشyüyrüş, suron ()ﺳﻮرن
ya surun ( )ﺳﻮرونaskُ
erlerin karşı tarafı yendikleri zaman attıkları slogan manasında, ordudaki askerleri
saymak ve manevra geçirmek gibi iki anlamı olan san ( )ﺳﺎنsözleri vardır. Çepekleş
( )ﭼﭙﻘﻠﺶya çetekleş ( )ﭼﺘﻘﻠﺶ-savaş, mücadele, tarc ()ﺗﺎراج, talan ( )ﺗﺎﻻنve yeğma ()ﯾﻐﻤﺎ,
yeğmageri ( )ﯾﻐﻤﺎﮔﺮیyağma eden kişiye verilmiş isimdir. Bu kelimenin eş anlamında
olan ve Safeviler döneminde kullanılan diğer kelime elamançı ( )اﻻﻣﺎﻧﭽﯽkelimesindir.
Tokamişi ( )ﺗُﻜﺎﻣﯿﺸﯽ-yenilmiş, kaçış halinde olan askerler, ahtarma-axtarma ( )اﺧﺘﺎرﻣﮫsavaştan sonra ele geçen ganimet anlamındadır ve Safevi dönemine aittir..
2. Sosyal terimler
Fars dilinde sosyal sahaya ait olan çok sayıda sözler vardır ve bu sözler insanın
sosyal hayatı ve günlük yaşanısını ifade ediyor. Aynı coğrafya ve zaman zaman ayni
devleti paylaşan Türkler ve Farsların ortak veya benzer kültürleri olmakla birlikte
ortak kullandıkları kelimeler çok olmuştur. Bu sözler gelenek, töre, insanların yaşam
boyunca kullandıkları eşyalar, giysi, yemek, aile ve diger kategorilere ait sözlerdir.
Farsçadaki sosyal alana ait Türkçe kelimeler birkaç kısımdan ibarettir:
2.1 Gelenek ve töre
Bu alana ait sözlerden töre ( ﺗﻮرهya )ﺗﺮو-töre, toy ( ﺗﻮیya )طﻮی-düğün, toy aluşi ( طﻮی
)آﻟﻮﺷﯽ-düğün alış verişi, şenlik ()ﺷﻨﻠﯿﮏ, toy beyi ( )ﺗﻮی ﺑﯿﮕﯽve düğün görevlisi, sağdüş ( ﺳﺎق
)دوشve solduş ( )ﺳﻮل دوشgelin ve ya damadın sağ ve sol tarafında duran kişiler
anlamı veren sözler vardır.
Müzik sahesine ait çalğıcı ( )ﭼﺎﻟﭽﯽ-herhangi bir musiki aletini çalan, ve çalçıbaşı ( ﭼﺎﻟﭽﯽ
)ﺑﺎﺷﯽ, borğu ( )ﺑﺮﻏﻮya burguy ( )ﺑﻮرﻗﻮی-şeypura benzer musiki aleti, saçak ( ﺳﺎﺟﺎقya )ﺳﺎﭼﺎق
ve belik ( )ﺑﻠﯿﮏ-düğün öncesi damadın genilin ailesine yolladığı hediye ve ya ikram,
moştulug ( )ﻣﺸﺘﻠﻖ-müjde, moştulukçi ()ﻣﺸﺘﻠﻘﭽﯽ, ( )ﺑﺰک-bezek gibi töreye ait sözler
kullanılmıştır.
Halk oyunu adlarindan qepeq-kapak ( )ﻗﭙﺎقFars dilinde kullanılmıştır.
2.2 Yaşama ait sözcükler ve eşya adları
Oda manası veren otaq (اﺗﺎق, اوﺗﺎغ, اوﺗﺎق, اوطﺎغya ) اوﺗﺎقsözü Tarihi Beyhaki ve
Siyasetnameede “vesak- ”وﺛﺎقolarak geçmiş ve sözün Türkçe olduğu hakta açıklama
verilmiştir.11 Oturmak fiilinden gelmiş daha bir sözcük otrak sözüdür. Farsca
metinlerde اطﺮاقya اﺗﺮاقşekilinde yazılan bu söz günümüz Fars dilinde yolculuk
zamanı kısa süre bir yerde kalmak anlamında
اﺗﺮاق-otrak şekilinde hala
kullanılmaktadır.
11
Zərinəzadə H., Fars dilində Azərbaycan sözləri. s. 394-395.
725
ZİVER HÜSEYNLİ
Çadır anlamı alaçık ( اﻻﭼﻮق,آﻻﭼﯿﻖ, آﻻﭼﯿﻎ, اﻟﺠﻮق,)آﻻﺟﻮغ, sazlardan yapılmış küçük hisar
anlamında olan çeper () َﭼﭙَﺮ, kapi ya kapu ( ﻗﺎﭘﯽya ) ﻗﺎﭘﻮve bu kelimenin eş anlamı olarak
Senglahda da yazşlmış eşik kelimesi vardır. Evde kullanılan eşya ismilerinden yatak
ve yertal ( ﯾﺘﺎقya ) ﯾﺮﺗﺎل, örtük ()ارﺗﻮك, xalı-halı ()ﻗﺎﻟﯽ, töşek ya döşek ( ﺗﻮﺷﻚya دوﺷﮏ, boğça
()ﺑﻘﭽﮫ, kab anlamı veren qab-kab ( )ﻗﺎبsözcüklerden ayağ ( )اﯾﺎغkadeh, qaşıq- kaşık ()ﻗﺎﺷﻖ,
gazğan ya xazan ( ﻗﺎزﻏﺎنya ) ﺧﺰﻏﺎن-tencere manasını veren sözler kullanılmıştır.
Diger eşya isimlerinden tohmak ( ) ﺗﺨﻤﺎقtohmag şekilinde yazılan ve çivi vurmak için
büyük demir ya tahta başı olan çekic, çatu ( )ﭼﺎﺗﻮ-urgan kelimesi vardır.
2.2.1
Giysi adları
Tumar ( )طﻮﻣﺎر-tac, tacın üzerini bezemek için farklı kuşların tüyleri veya
mücevherden yapılmış bezek anlamı veren çiğe-çıqqa ( ﺟﯿﻐﮫya )ﺟﯿﻘﮫ, şapka manası
veren saruq ( ﺳﺎروقya )ﺳﺎرق, üst giyisisi totog-tutuk ()ﺗُﺘُﻖ, ayakabı manası veren çaroqçarok ( ﭼﺎروغ، ﭼﺎروق، ) ﭼﺎرق ﭼﺎرغve çekme ()ﭼﻜﻤﮫ, kepenek ()ﮐﭙﻨﮏ, yapunci ( )ﯾﺎﭘﻮﻧﺠﯽsözlerini
gösterebiliriz.
2.2.2
Yiyecek malzemeleri isimleri
Yiyecek anlamı veren sözlerden aş ( )آشve yemek ()ﯾِ َﻤﮏ, azuke () آذوﻗﮫ, bir yemek
çeşidinin adı tutmac ()ﺗُﺘﻤﺎج, yoğurt manasında qatiq-gatıg ()ﻗﺎﺗﻖ, ekmek anlamı veren
çorek ( )ﭼﻮرکkelimeleri vardır.
Eski zamanlar kale ve evlerde yemek ve suyu soğuk tutmak için buzluk yeri
yapılıyordu. Fars dilinde buna yahçal ( )ﯾﺨﭽﺎلdeseler de Safeviler dönemi metinlerinde
Türkçe karşılığı buzehane ( )ﺑﻮزه ﺧﺎﻧﮫya buzluk ( )ﺑﻮزﻟﻖsözcükleri kullanılmıştır.
2.2.3
Hayvancılığa ait eşya isimleri.
Örneğin, yazın dışarıda hayvanların kaldıkları, kenarları açık yere ağıl deniliyor ve
bu kelime Fars metinlerinde ağil ya ağel (آﻏِﻞya )ﻏﯿﻞ, ahor ya ahur ( آﺧﻮرya ) آﺧﺮ, otlak ve
oleng ( اطﻼقya اﺗﻼقve ) اُﻟﻨﮓ, çomag ve gergere ( ُﭼﻤﺎقya )ﻗﺮﻗﺮه, değenek ()دﮔﻨﻚ, ilhı-ilxı
()اﯾﻠﺨﯽ, ilhıçı ()اﯾﻠﺨﯿﭽﯽ, uzengu ()اوزﻧﮕﻮ, hurcin-xurcin ()ﺧﻮرﺟﯿﻦ, üzəngi ()ازﻧﮕﻮ, gemçigamçi( ﻗﻤﭽﯽya ) ﻗﺎﻣﭽﯽsözleri vardır.
3. Aileye ait sözcükler
Bibi ( )ﺑﯿﺒﯽ-hala ve ailenin sayğın kadını, qardaş ( )ﻗﺮداش-kardeş, qardaşi ( )ﻗﺮداﺷﯽkardeşlik, Arapça emu ()ﻋﻤﻮ- kelimesi ile içerik olan emuoğli ( )ﻋﻤﻮ اوﻏﻠﯽ-amcaoğlu
sözleri kullanılmıştır. Türkçedeki oğlu anlamında olan oğli-oğlu ( اوﻏﻠﯽya )اﻏﻠﯽ
sözcüğü Safevi dönemi metinlerinde hem tek kelime olarak, hem bir isimle birlikte
soyadı olarak geçıyor. Eşin kardeşi anlamı veren qayın-kayın ( )ﻗﺎﯾﻦkelimesi Safeviler
dönemi metnilerinde yol arkadaşı anlamında kullanılmıştır. Ataliq-atalık ( )اﺗﺎﻟﯿﻖsözü
Safeviler dönemine lele, koruyucu, terbiyeci, atabey manasında kullanılmıştır.
Yukarıda görev adlarından bahsederken han, bey ve ağa sözlerinin manasını yazdık.
Bu sözlerin diger manası erkek isimlerinin önüne ya sonuna eklenmekle saygı
manasında kullanılmış ve bu sözlerden “ağa” sözü hâlâ saygı manasında Farsçada
kullanılmaktadır. Bayanlara saygı, hürmet anlamında kullanılan kelimelerden xanımhanım ( )ﺧﺎﻧﻢve beyim ( )ﺑﯿﮕﯿﻢsözleri vardır ve bunlardan hanım sözü çok yayğın şekilde
hala kullanılıyor. Fars dilinde bu sözcüklerle eşanlamda olan hatun-xatun ( )ﺧﺎﺗﻮنsözü
de vardır.
Dede ( دَدهya ) ده ده-padişahların çocuklarını terbiye eden öğretmen, lele ve ailenin
büyüğü, baba veya dede kelimesi, ailenin saygın ve çok hürmetli ve yaşlı üyesi için
726
TÜRKÇEDEN FARSÇAYA GEÇMİŞ KELİMELER (SAFEVİLER DÖNEMİ)
kullanılan ağsakal ()آق ﺳﻘﺎل ya ağcasakal ( )آﻗﺠﮫ ﺳﻘﺎلve ağbirçek ()آق ﺑﺮﺟﮏ ﯾﺎ آق ﺑﺮﭼﮏ
özellikle Safeviler dönemi kullanılan sözcüklerdir.
4. Siyasi terimler
Diğer alan, siyasi, devlete ait olan alandır. Siyasi bakımdan Türk egemenliğinde
yaşamış Fars dili bu alanda dahi Türkçenin keskin etkisi altında kalmıştır. Saraydan
başlayarak beyliklerdeki hükümet, devlet, saray, iç ve dış işlerine ait görev adlarını
ifade eden Türkçe sözlerin sayısı da çoktur ve aşağıdaki bölümlerde bunların
örnekleri verilmiştir.
4.1 Saraya ait görev adları
Qorçibaşı ()ﻗﻮرﭼﯽ ﺑﺎﺷﯽ- burada saraydaki hizmetçilere başkanlık eden ve bu kelimenin
eşanlamında qullar ağası ya kullar ağası ()ﻗﻮﻟﻠﺮ آﻗﺎﺳﯽ, çure ağası ( )ﭼﻮره آﻗﺎﺳﯽsözleri
kullanılmıştır. Eşikağası ( )اﯾﺸﯿﮏ آﻗﺎﺳﯽ-hacib, teşrifat görevlisi ve divanin sahibi,
eşikağası başı ()اﯾﺸﯿﮏ آﻗﺎﺳﯽ ﺑﺎﺷﯽ, divan beyi ( )دﯾﻮان ﺑﯿﮕﯽya divan başı ()دﯾﻮان ﺑﺎﺷﯽ, kızlar ağası
( )ﻗﺰﻟﺮ آﻗﺎﺳﯽşahın kızlarını koruyan ve diğer yüksek makam adları bildiren isimler
vardır. Sarayda çalışan diğer orta ve aşağı düzeyleri ifade eden sözlerden cibadarbaşı
()ﺟﯿﺒﺎدار ﺑﺎﺷﯽ, giçaçıbaşı ( )ﻗﯿﭽﮭﭽﯽ ﺑﺎﺷﯽterzi başı, tuşmalbaşı ()ﺗﻮﺷﻤﺎل ﺑﺎﺷﯽ, çaşnigirbaşı ( ﭼﺎﺷﻨﯿﮕﯽ
)ﺑﺎﺷﯽ-mutfak sorumlusu, gullugçı ( )ﻗُﻠِّﻘﭽﯽ-hızmetci ve benzer anlamda işlenen at oğlanı
()آت اوﻏﻼﻧﯽ, çaker ( )ﭼﺎﮐﺮve nöker ( )ﻧﻮﮐﺮgibi Türkçe sözcükler vardır.
4.2 Saraydan kenar görev adları
Saraydan kenar yüksek görev adlarından hakan ()ﺧﺎﻗﺎن, han ()ﺧﺎن, hanlar hanı ))ﺧﺎﻧﻠﺮ ﺧﺎﻧﯽ,
bey ()ﺑﯿﮓ, beylerbeyi ()ﺑﯿﮕﻠﺮ ﺑﯿﮕﯽ, bölük başı ()ﺑﻮﻟﮏ ﺑﺎﺷﯽ, sancak beyi ) )ﺳﻨﺠﺎق ﺑﯿﮕﯽ, kul beyi )ﻗﻮل
(ﺑﯿﮕﯽ, ilçi ( )اﯾﻠﭽﯽgibi yüksek görev adaları vardır. Aşağı görev adlarından tavacı ()ﺗﻮاﺟﯽ
ya carçı ( )ﺟﺎرﭼﯽ-haberçi, avcı ()آوﺟﯽ, şikarcı ()ﺷﮑﺎرﭼﯽ, avcı başı ()آوﺟﯽ ﺑﺎﺷﯽ, sarugçi
( )ﺳﺎروﻗﭽﯽ-şapka yapan, keşikçi ( )ﮐﺸﯿﮑﭽﯽbekçi, keşikçibaşı ( )ﮐﺸﯿﮑﭽﯽ ﺑﺎﺷﯽve diğer örnekleri
gösterebiliriz.
4.3 Diğer görev adları
Diğer görev adlarını ifade eden isimlerden daruğa ()داروﻏﮫ, daruğabaşı ()داروﻏﮫ ﺑﺎﺷﯽ, savçı
()ﺳﺎوﺟﯽ, kuşçu ()ﻗﻮﺷﭽﯽ, kuş beyi ()ﻗﻮش ﺑﯿﮕﯽ, kuşhane ağası( )ﻗﻮﺷﺨﺎﻧﮫ آﻗﺎﺳﯽ, emir şikarbaşı )اﻣﯿﺮ
(ﺷﮑﺎر ﺑﺎﺷﯽ, betekçi ( )ﺑﺘﮑﭽﯽya yazıçı ( )ﯾﺎزﯾﭽﯽyazar vb. örnekler vardır.
Safevi dönemi özellikle Farsça tarihî metinlerde işlenen ve Afşarlar dönemi dahi
devam eden 12 hayvan ismini bildiren Türkçe yıl adları kullanılmıştır. Bir çok kitapta
hadiselerin yılı Arapça hicri kameri yılı ile yazıldıktan sonra Türkçe hayvan adı,
örneğin toşgan yılı- torki ( )ﺗﻮﺷﻘﺎن ﺋﯿﻞ ﺗﺮﮐﯽşeklinde verilmiştir.
Farsça metinlerde yılların adı aşağıdaki şekilde verilmiştir:
Sıçgan yılı ( )ﺳﯿﭽﻘﺎن ﺋﯿﻞ-sıçan, ud yılı ( )اود ﺋﯿﻞ-sığır, bars yılı ( ﺑﺎرسya )ﭘﺎرس ﺋﯿﻞ-pars,
tavışgan yılı ( ﺗﺎوﯾﺸﻘﺎنya ) ﺗﻮﺷﻘﺎن ﺋﯿﻞ-tavşan, lu yılı ( )ﻟﻮی ﺋﯿﻞ-ejderha, yılan yılı ( )ﯾﻼن ﺋﯿﻞyılan, yunt yılı ( )ﯾﻮﻧﺖ ﺋﯿﻞ-at, koy yılı ( )ﻗﻮی ﺋﯿﻞ-koyun, bıçın yılı ( ﭘﯿﭽﯿﻦ ﺋﯿﻞya ) ﺑﯿﭽﯿﻦ ﺋﯿﻞmaymun, takuk ya tohaguyi yılı ( )ﺗﻮﺧﺎﻗﻮی ﺋﯿﻞ-tavuk, it yılı ( )اﯾﺖ ﺋﯿﻞit ve tonguz yılı ( ﺗﻮﻧﻘﻮز
)ﺋﯿﻞ-domuz yıl isimleri vardır.
5. Gramer özellikleri
Türkçeden Farsçaya geçmiş sözcükler gramer bakımından isim, sıfat, söz birimi, fiil
ve nidalardan ibarettir. İsimlerin sayısı diğer kelimelerden daha çoktur.
Safevi derbarı ve Kızılbaşlar arasında saygın hürmetli ve yaşlı adam, Ağsakal padişah
tarafından seçilen ve devlet işlerinde söz sahibi olan kişi idi ve bu gelenek Kacarlar döneminin
sonuna kadar geçerli idi.
727
ZİVER HÜSEYNLİ
Bu sözler terkip bakımından üç çeşittir. Basit, türemiş ve bileşik sözler. Türemiş
sözler Türkçe isim ya da sıfat ve Farsça ekle içerik veya Farsça isim veya sıfat ve
Türkçe ekle içerik sözlerdir. Örneğin: Daruğageri, boğçe, yasvulu vb.
Bileşik sözlerin terkibi ise ya tamamı Türkçe olan sözlerdir, örneğin; Korçubaşı,
eşikağası, divanbeyi vb., ya da bir Türk bir Fars ya Arapça sözcüklerin bir araya
gelmesi ile oluşmuştur; öğrneğin; ilçidari, cibahane, emirahur vb. Bileşik sözlerin
terkibinde bazen iki sözcükten fazla sözcük ve ek de kullanılmıştır ve bu sözcük ve
eklerin de bazıları Türkçe, bazıları Farsça bazıları da Arapça sözcük ve eklerdir.
Hatta terkibinde üç dilin unsurları olan sözcükler de vardır. Kullarağasıgeri,
Korçubaşıgeri, yüzbaşıgeri, geyçaçıhane, cibadarbaşı, miraxurbaşıgeri, bostançibaşı vb.
sözcükleri gösterebiliriz.
Türkçeden alınmış kelimelerin bir kısmı Safeviler döneminden önce Fars diline
geçmiş adı geçen dönemde de kullanılmıştır. Birçok sözcük ise adı geçen dönemde
Farsçaya girmiştir. Sözlerin bazıları sadece Safeviler döneminde kullanılmış ve bu
dönemin sona ermesi ile Fars dilinde kullanılmaz olmuş, bir kısmı Safevilerden
sonrakı dönemlerde kullanılmış, hatta günümüz Farsçasında kullanılmaya devam
etmektedir.
Sonuç
Safevi döneminde Türk dilinin Fars diline etkisi daha da artmış ve Fars diline çok
sayıda Türkçe kelimeler girmişdir.
Fars diline geçmiş Türkçe kelimeler askerî, sosyal ve siyasi alana ait sözcüklerden
oluşmaktadır.
Fars diline geçmiş Türkçe kelimelerin bir kısmı Safeviler döneminden önce, bir kısmı
Safeviler döneminde Fars diline geçmiştir. Bu sözcüklerin bir kısmı Safeviler döneminden sonra kullanılmamış bir kısmı ise günümüz Fars dilinde hâlâ kullanılmaktadır.
Kaynakça
Della Valle, P. 1380 ş. Sefername-yi Peter Della Valle, c.1. tercüme: M. Behruzi Tahran: Qetre
yayınevi.
Əliyarov S. Mahmudov F. Əliyevaa F. Həsənova L. 1989. Azərbaycan tarixi üzrə qaynaqlar. Bakı.
Azərbaycan Universiteti yayınevi.
Hüseynli Z. 2012. İranda Türk dili (Gazneler döneminden Safeviler döneminin sonuna dek).
Güney Kafkasya Halkları, Dil, Tarih, Kültür alakaları, Uluslararası Sempozyumun bildiri
kitabı. Türkiye, Ordu. (Türkçe)
Hüseynli Z. 5-6 nisan 2013. Azərbayacan ədəbi dilinin və ədəbiyyatının inkişafında Şah
İsmayılın rolu. Beynəlxalq Şah Xətai və Solatan Səlim simpoziumu. Bakı. (yayında)
Hüseynova Z. 2009 Haziran. Tesir-e Zeban-e Turki Der Farsi Der Neveşteha-yi Tarihi-ye Dovre-yi
Safevi. Doktora tezi. Tahran.
Hüseynova Z. 2010. Səfəvi Dönəmi və Türk Dili. Dil və Ədəbiyyat. Beyəlxalq elmi nəzəri jurnal,
no. 4 (75). Bakı
İskender bey M. 1377 ş. Tarixi- Alem-ara-yi Abbasi, c. 2. neşr. İ. Rizvani Tehran. Dünyayi- Kitab
yayınevi.
Minorski. 1387. Tezkiretü’l-mülûk. Teshih Debirsiyaqi M. Tehran. Emir Kebir yayınevi
Sanson. 1346 ş. Sefername-ye Sanson, tercüme: T. Tefezzoli Tehran. Ziba yayınevi.
Zebihullah S. 1378 ş. Tarih-e Edebiyat Der İran, c.3 ve 5.(8.bs.) Tahran. Ferdous yayınevi.
Zerinnezade H. 1962. Fars Dilinde Azerbaycan Sözleri. Bakı. Az.SSR EA yayınevi.
728
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
EBULGAZİ’YE GÖRE OĞUZ BOYLARININ DAMGALARI VE KUŞLARI
ZÜ HA L ÖL M E Z
Şecere-i Terâkime ve Şecere-i Türk adında iki eserin yazarı olan Ebulgazi Bahadır Han,
aynı zamanda Harezm Şıban Özbek hanlarından bir hükümdar ve tarihçidir. İyi
derecede Farsça ve Arapça bilmesinin yanı sıra temel Türk tarihi bilgisine de sahiptir.
İki eserinde de Oğuzname rivayeti yer almaktadır. Bilindiği gibi Oğuz Kağan
Destanı’nın çeşitli rivayetleri bulunmaktadır. Bu destanın rivayetleri içinde en eskisi
ne zaman ve nerede yazıldığı bilinmeyen ama 12. yüzyıldan sonra yazıldığı tahmin
edilen Oğuz Kağan Destanıdır. Diğerleri ise şunlardır: Reşideddin Fazlullah’ın
Câmîü’t-tevârih’inin ikinci cildinde yer alan Târih-i Oğuzân ve Türkân bölümü, Cengiz
Han Tarihi tercümesi 1, Yazıcazâde Ali’nin Tevârîh-i Âl-i Selçuk adlı eserindeki rivayet,
Câmiü’t-tevârih-i Celâyirî’deki rivayet, Doğu Türkçesiyle Arap harfleriyle yazılmış
manzum Oğuz-nâme Destanı, Uygur Harfli Oğuz Kağan Destanı ve nihayet Şecere-i
Türk ve Şecere-i Terakime’de yer alan Oğuznâme rivayetleri. Bu eserlerin içinde yer
alan Oğuznâmelerin birbirleriyle örtüşen yerleri olduğu gibi birbirlerinden oldukça
farklı olan bölümleri de vardır. Daha önce bu rivayetleri Oğuz’un Doğumu’ndan
başlayarak Kara Han’la Oğuz’un Savaşı bölümüne kadar karşılaştırıp farklılık ve
benzerlikleri ortaya koyan bir çalışma yapmıştım 2.
Kimi Oğuzname rivayetleri içinde Oğuz boylarının adları ve anlamlarıyla ilgili
bilgiler de yer almaktadır 3 . Bunlar Reşideddin’in Câmiü’t-tevârih’i, Yazıcıoğlu’nun
Tevârîh-i Âl-i Selçuk’u ve Ebulgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terâkime ve Şecere-i Türk
adlı eserleridir. Söz konusu bilgileri Kaşgarlı’nın Divān-u Lugāti’t-Türk’ünde de
Bu tercüme, Tevârih-i Cihân-güşay’ın Cengiz Han devrine ait olan kısmın Doğu Türkçesine
çevirisidir.
2 “Oğuzname Rivayetleri Üzerine Karşılaştırmalı Bir Çalışma”, Çağdaş Türk Edebiyatına Eleştirel
Bir Bakış Nevin Önberk Armağanı, Ankara 1997, ss. 183-223.
3 Söz konusu boy adlarının kökeni ve anlamlarıyla ilgili olarak şu çalışmaya bakılabilir: Ahmet
Bican Ercilasun, “Oğuz Boy Adlarının Etimolojisi”, Dil Araştırmaları Dergisi, Sayı: 3 Güz 2008,
ss. 9-25
1
729
ZÜHAL ÖLMEZ
buluruz, ancak burada sadece 22 Oğuz boyunun adları ve damgaları yer alır. Bu
damgalar ayrıca Tevârih-i Al-i Selçuk ve Câmiü’t-tevârih ve Şecere-i Terâkime’de de
bulunur. Her Oğuz boyunun damgası ve ongunu olan kuşları ise eksiksiz olarak
sadece Tevârîh-i Âl -i Selçuk ve Şecere-i Terâkime’de verilir. Aynı yazarın elinden çıkan
Şecere-i Türk’te ise Oğuzlar hakkında anlatılanlar birebir örtüşmekle beraber,
boylara ait damgalar ve kuşlar yer almaz, sadece boy adları ve anlamları yer alır.
Bu çalışmanın asıl konusunu boyların damgalar kadar önemli olan kuş sembolleri
oluşturmasına rağmen kısaca Tevârîh-i Âl-i Selçuk’ta “tamga”ların ortaya çıkışıyla
ilgili cümleleri eseri yayımlamış olan Abdullah Bakır’ın çalışmasından okumak
istiyorum: “Oğuz Han vefat ettikten sonra yerine geçen oğlu Gün Han’ın müşiri ve
veziri olan aynı zamanda devrin bilgesi kabul edilen yengü Kinetlü Arkıl Hace adlı
kişi Gün Han’a kardeşlerinin aralarında ileride ortaya çıkabilecek anlaşmazlıkların
önüne geçmek için şu şu şekilde bir teklifte bulunur. “Oğuz’un her oğlu ve torunu
için birer nişan, tamga olarak tesbit olunsun. Yarlıg ve hazinelerini, yılkı ve
davarlarını bu nişanla tamga etsinler, bu sayede mal ve mülkten ötürü ileride
anlaşmazlıklar ortaya çıkmasın. Zaman içerisinde Oğuz’un oğul ve torunları kendi
adını ve lakabını unutmasın”. Bu teklifi beğenen Gün Han Yengi Kinetlü Arkıl
Hace’den her Oğuz boyu için bir nişanı damga olarak tespit etmesini ister, o da yirmi
dört boy için ayrı ayrı bir tamga hazırlar, böylelikle Oğuz damgaları ortaya
çıkmıştır 4.
Yukarıda anılan eserde Yazıcızade tarafından esere bizzat konulan tamgaların
tamamının ve boy adlarının hiç bir eserde bu şekilde gösterilmediği belirtilmiştir
ama Şecere-i Terâkime’de de Oğuz boyları, anlamları, damgaları, ülüşleri ve özellikle
kuşları eksiksiz olarak belirtilmiştir. Ayrıca Şecere-i Terâkime’de Kara evlinin damgası
“kamçı teg”, Ala Yuntlının damgası da “beşik teg” biçiminde tarif edilir. Bu
çalışmanın konusu esas olarak boyların kuşlarıyla ilgili olduğundan damgalar
üzerinde ayrıntılı olarak durulmamıştır. Konuyla ilgili sadece ekte karşılaştırmalı
olarak boyların damgalarını vermekle yetindik 5.
Boyların ‘tamga’lar dışındaki sembolü olan kuşlar ise sadece Şecere-i Terâkime’de her
bir boy için ayrı bir kuş adı verilerek gösterilmiştir. Kuş adlarının yer aldığı diğer bir
eser olan Tevârîh-i Âl-i Selçuk’ta ise, aynı kuş birkaç boy için gösterilir.
Boyların simgesi olan kuşlar iki eserde şöyle yer alır:
4
5
Dr. Abdulah Bakır, Yazıcızade Ali Tevarih-i Al-i Selçuk [Selçuklu Tarihi], İstanbul 2009, s. XLVI.
Türk kültüründeki damgalarla ilgili yapılmış birçok çalışma vardır. Bu çalışmanın esas
konusunu Oğuz boylarının sembolü olan kuşlar oluşturmaktadır. Bu konuda da birincil elden
kaynaklardan yararlanılmış; kuş adlarıyla ilgili köken çalışmalarına ve kuşların tanımlarıyla
ilgili kaynaklara yer verilmiştir. Kimi çalışmalarda dolaylı olarak burada söz konusu olan
kuşlar sadece zikredilmekle yetinilmiş herhangi bir yorumda bulunulmamıştır. Konununun
genişliği de göz önünde bulundurularak bu tür kaynaklara çalışmamızda yer verilmemiştir.
730
EBULGAZİ’YE GÖRE OĞUZ BOYLARININ DAMGALARI VE KUŞLARI
Şecere-i Terâkime’deki
Boy Adları
Şecere-i Terâkime
Tevârîh-i Âl-i Selçuk
Ḳayı
Şunḳar
Şahin
Bayat
Ügi
Şahin
Alḳa Evli
Köykenek
Şahin
Ḳara Evli
Göbek Sarı
Şahin
Yazır
Turumtay
Yasır/Yabır
Ḳırġu
Ḳartal Ḳuş
Dodurġa
Döger
Avşar
Ḳızıḳ
Ḳızıl Ḳarçıġay
Küçegen
Curra Laçın
Sarıca
Begdili
Bahrī
Ḳarḳın
Su Bürgüti
Bayındır
Laçın
Beçene
Ala Toġanaḳ
Çavuldur
Buġdayıḳ
Çepni
Humay
Salur
Bürgüt
Eymür
Encarı/Ancarı
Ala Yuntlı
Yaġalbay
Üregir
Pıġu/Bıġu
İgdir
Ḳarçıġay
Bügdüz
Ava
Ḳınıḳ
İtelgü
Tuyġun
Cürre Ḳarçıġay
Ḳartal Ḳuş
Ḳartal Ḳuş
Ḳartal Ḳuş
Tavşancıl Ḳuş
Tavşancıl Ḳuş
Ḳuzgun
Tavşancıl Ḳuş
Sunkur Ḳuş
Sunkur Ḳuş
Sunkur Ḳuş
Sunkur Ḳuş
Uç Ḳuş Ḳuş
Uç Ḳuş Ḳuş
Uç Ḳuş Ḳuş
Uç Ḳuş Ḳuş
Çakır Ḳuş
Çakır Ḳuş
Çakır Ḳuş
Çakır Ḳuş
Sembol olarak kullanılan kuşlar genellikle yırtıcı av kuşlarıdır. Şecere-i Terâkime’de
Orta Asya’daki av kuşlarının adlarını, Tevârîh-i Âl-i Selçuk’ta ise Anadolu sahasındaki
av kuşlarının adlarını öğreniyoruz. Dil malzemesi açısından her boy için ayrı bir
kuşun olduğu Orta Asya sahası daha zengindir. Anadolu sahasında sadece yedi kuş
adıyla karşılaşmaktayız. Yazıcızade’deki kuşlar yukarıdaki tabloda da görüldüğü
gibi şahin, kartal kuş, tavşancıl kuş, kuzgun, sunkur kuş, uç kuş kuş ve çakır kuştur.
Bu çalışmada boyların sembolü olan kuşların Türk dilinin tarihi dönemlerindeki ve
Çağdaş Türk dillerindeki varlığı incelenmiş; daha önce yapılan çalışmalardaki
bilgilere yer verilerek kuşların adlarıyla ilgili filololjik değerlendirmeler yapılmıştır.
Kimi kuşlar hakkında ulaşabildiğim ve incelediğim kaynaklarda hiç bir bilgiye
ulaşılamadım (Örneğin Göbek Sarı, Encarı ya da Encari). Söz konusu 24 kuş olunca
her biri belli çerçevede incelenmiştir. Burada adı geçen kuşlar hakkında daha
731
ZÜHAL ÖLMEZ
ayrıntılı incelemeler yapılabilir 6 ancak bu çalışmada amacımız 24 kuşun yukarıda
belirttiğimiz çerçevede incelenmesidir.
Şecere-i Terâkime ve Tevârîh-i Âl-i Selçuk’taki sırasıyla boylar ve kuş sembolleri
şöyledir:
KAYI BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terâkime’ye göre şunkar; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre şahin.
Şunḳar (Falco rusticolus = Falco gyrfalco) “şahin” < Mo. şoŋḳar < Tü. soŋḳur < *
sioŋḳor
Sözcük, ilk olarak Eski Uygurcada sıŋkur biçiminde tesbit edilmiştir (Laut-Zieme,
1990, s. 23: kaz ünlüg sıŋkur kılıklıg; Clauson, 1972, s. 838a). Türk dilinin tarihi
dönemlerinde de DLT, KB suŋkur, IM şunkar, Harezm Türkçesi şuŋkar biçimlerinde
görülür (Ayrıntılı bilgi için bk. Clauson, 1972, s, 838a, Schönig, 2000, s. 166,
Hauenschild 2003, s. 191, Hauenschild, 2006, s. 123, Csáki, 2006, s. 187, Räsänen, 1969,
§428b).
Şunḳar Çağatayca sözlüklerde şöyle tanımlanmıştır:
Abuşka: sonġar Sonġur dedükleri murġa derler ki Lisānu’t-Tayr’da münāżara da
gelür (Kaçalin, 2011, s. 623, 997).
Senglâh (259v19): ﺷﻨﻘﺎر1. Sungur, sunḳur da denir; 2. Hakanların ve sultanların
ölümü (şunḳar: Clauson 1960, s. 64b).
ŞSE: ﺷﻮﻧﻘﺎرşunġar, itelgü, ḳırġı, laçın (204a).
DTO: ﺷﻮﻧﻘﺎرdoğan, şahin, daha doğrusu akdoğan, sungur (Pavet de Courteille, 1870,
s. 378).
Türk dillerinin çoğunda bulunan sözcük, sözlüklerde şu biçimlerde yer alır: Yeni
Uyg. şuŋkar (UygRS-Kibirov, s. 226a), Kırg. şumkar ~ şunkar (KırgRS, s. 913b); Kzk.
suŋkar (KTS, s. 248a, KzTilS, s. 586a); Özb. şuŋkår (UzbLug. II, s. 433b, UzbRS, 549a);
Trkm. şunkar (TrkmTüS, s. 611a); Alt. şoŋkor (AltRS, s. 186a).
Moğolcanın ve Türkçenin ses tarihini göz önünde bulunduran Doerfer, sözcüğün
Moğolca için gelişimini şu biçimde kurar: Batı Orta Mo. şonkar < Mo. şiŋkor < *sıŋkor.
Ona göre Türkçeden Moğolcaya geçen sözcük, Moğolcadan geriödünçleme yoluyla
Türkçeye şoŋḳar ~ şonḳar biçimleriyle geçmiştir. Asıl sorunun ilk sesteki i sesinin
gelişimiyle ilgili olduğunu belirten Doerfer, sözcüğün ana biçimini ikiz ünlülü
düşünür: AT *sioŋḳor → AM sioŋḳor. Sözcük Moğolcanın diyalektlerinde io üzerinden
o’ya dönmüştür. Yazı dili: şiŋḳor, diyalektler: şonḳor. Doerfer bu gelişim sürecini
desteklemek için diğer sözcüklerden örnekler verir (Doerfer I, s. 360, § 237).
Räsänen ise sözcüğü, Moğolca-Türkçe bir biçim olarak düşünür. Alıntı olarak
değerlendirmez. Kutadgu Bilig’den başlayarak Orta dönem Türk dili eserlerinde
soŋkur, Doğu Türkçesinde şuŋkar, Çağataycada suŋkur, suŋġar biçimlerinde olduğunu
belirtir. Sözcüğün Moğolcasını siŋkur, şoŋkur olarak verir (Räsänen, 1969, s. 428b).
Lessing’e göre: Mo. singḫur [= şongḫur] şahin, doğan (Lessing, 1960: 712).
6
Buna örnek olarak bürküt üzerine yapılmış şu çalışmayı verebiliriz: Uwe Bläsing. (2008). Çift
Başlı Rus Kartalının İmparatorluğunda ‘Türkçe’ bir Avcı Kuşu veya Rusça bérkut ile Türkçe
bürküt sözcüklerinin tarihine ait malzemeler. Türk Dilleri Araştırmaları Festschrift in Honor of
Talat Tekin, cilt: 18, 77-134, İstanbul.
732
EBULGAZİ’YE GÖRE OĞUZ BOYLARININ DAMGALARI VE KUŞLARI
Ross’a göre, Şunkar’ın Latince adı Falco Gyr-falcon’dur. Mançuca adı Şongkon olan bu
kuş Sözlük’e göre, İtulhen’e benzer. Çevik ve hızlı uçar. Kuğu ve buna benzer kuşları
yakalar (Ross, 1994. s. 21, § 68).
Nuzhatu’l-Qulub’da şunkar şöyle tanımlanmıştır: Türkçe, Moğolca ve Farsçada
şunḳār diye bilinir. Avına şiddetle saldırır ve eğitilebilme yetisine sahiptir. Vücutça
doğandan (bāz) daha iridir ama şekil olarak benzer. Soğuk ülkelerde yaşar ve
Avrupa’da bol bulunur. Havada avının çevresinde döner ve onlardan kaç tane olursa
olsun asla kaçamazlar (Stephenson, 1928, s. 76).
BAYAT BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terakime’ye göre ügi; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre şahin
Ügi “baykuş”
Kaşgarlı’nın sözlüğünde ǖhi, Kutadgu Bilig’de ügi biçiminde yer alan sözcük
Kıpçakça sözlüklerde ügü ~ ügi biçiminde görülür (Clauson, 1972, s. 101b,
Hauenschild, 2003, s. 232, Räsänen, 1969, s. 519b), Kaşgarlı sözlüğünde Türklerin
çoğunun bu sözcüğü kef ile ügi biçiminde söylediğini belirtir ve doğrusunun da bu
olduğunu, Türklerde “h” harfinin olmadığını vurgular (Clauson, 1972, s. 101b,
Dankoff-Kelly I, 1982, s. 174). Sözlükte madde başı olarak ügi de yer alır (DankoffKelly II, 1984, s. 207, 275). Türkçeden Farsçaya geçen sözcük, bu dilde de aynı biçimle
ǖgǖ olarak yer alır (Doerfer II, 1965, s. 156, §612).
Sözcüğün Çağatayca sözlüklerdeki tanımı şöyledir:
Abuşka: yok
Senglâh (79v26): اوﻛﻮbaykuş, puğu (ügü: Clauson, 1960, s. 40a)
ŞSE: اوﻛﻮühü, cuġd; kėçe külāhı, su almak içün suyı deldikleri yėr (37a).
Kelürnâme: hügi baykuş (Kara, 2011, s. 335b).
DTO: اوﻛﻮbaykuş, buz çatlağı, yatak bonesi (Pavet de Courteille, 1870, s. 72).
Sadece Orta Asya’da değil, Anadolu’da da bu kuşun izlerine rastlarız.
Üğü (üği) baykuş cinsinden olan puhu kuşununu bir çeşidi (TarS VI, 4059).
Üğü Puhu kuşu, baykuş (SDD 4. cilt, 1707a)
Sözcük Türk dillerinde de yaşar: Kırg. ükü ‘puhu kuşu’, mıkıy ükü ‘baykuş’, kırgıy ükü
atmaca baykuş’ (KırgRS, s. 20a); Özb. ükki ‘yırtıcı gece kuşu’ (UzbLug. II, s. 270c);
Kzk. üki ‘puhu kuşunun tüyü’ (KzTilS, s. 694b, KTS s. 297); Yeni Uyg. üke ‘baykuş’
(UygRS-Rahimov, s. 131c); Tuv. ügü ‘puhu kuşu’ (TuvW, 287a), Hak. ügü ‘puhu
kuşu’ (HakRS, 254a), Alt. ükü ‘puhu kuşu, baykuş’, sarı ükü ‘baykuş’ (AltRS, 172a),
Şor ügü ‘puhu kuşu, baykuşgillerden bir kuş’ (ŞorS, s. 123b).
Denison Ross, Huy Kuş başlığı altında “puhu kuşu gibi bir çeşit baykuş” açıklamasını
verir (Ross, 1994 s. 29, § 92). Ayrıca “kartal” için de bu sözcüğün kullanıldığını
belirterek baykuşa benzer bir kartal olmalı açıklamasını yapar (Ross, 1994, s. 19, § 60).
Ögel ise, bu kuşun normal bir baykuş olmayıp gece doğanı olduğunu belirtir. Ögel’e
göre, ügi kuşu yırtıcı gece kuşlarından, baykuştan küçük ‘Atmaca Baykuş’lardı (Ögel,
1. Cilt, 19932, s. 357-358).
Oğuz boylarının kuşları incelendiğinde hemen hemen hepsinin atmaca, şahin,
doğan, kartal cinsinden yırtıcı avcı kuşları olduğu görülmektedir. Bu nedenle
ügü’nün de küçük bir baykuş olma olasılığından çok kartala benzer yırtıcı büyük bir
kuş olduğunu düşünebiliriz.
733
ZÜHAL ÖLMEZ
ALḲA EVLİ BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terâkime’ye göre köykenek; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre şahin
Küykenek (Falco tinnunculus, Circus cyaneus, Circus ceruginosus, Cerchneis
tinnunculu?) “muymul kuşu, delice doğan”
İlk olarak DLT’de közkenek biçiminde karşımıza çıkan sözcük için Clauson Hapax
Legomenon olduğunu belirterek alıntı olma ihtimali üzerinde durmuş, ayrıca
Kaşgarlı tarafından al’-caẓāya’nın “büyük kertenkele” olarak tanımlandığını ancak
caẓā’nın anlamının “incitmek, zarar vermek” olduğunu belirterek bunun bir av kuşu
olma ihtimalini de vurgulamıştır (Clauson, 1972, s. 760a). Sözcük Atalay’ın
çalışmasında şöyle yer alır: “küzkünek = çakıra ve kelere benzer bir kuş; hava
yutmakla geçinir” (Atalay IV, 1943, s. 403 ve I, 1939, s. 528). CTD’de ise yazıçevrimi
közkünek “doğana benzer kuş, kertenkele [tam böyle], rüzgârla yaşar” biçiminde
yapılmıştır (Dankoff-Kelly I, 1982, s. 387).
Küykenek, Çağatayca sözlüklerde şöyle tanımlanmıştır:
Abuşka: küykenek [= Mo. küykenek, küykünek] Muymul dėdükleri kuşa dėrler...
(Kaçalin, 2011, s. 755, 973)
Senglâh (311r10, 307v25): ﻛﻮﻛﺎﻧﺎك ﻛﻮﯾﻜﺎﻧﺎكbir çeşit kartal cinsinden av kuşu, delice
doğan. Bozdoğana benzer bir kuş. (kükenek, küykenek: Clauson, 1960, s. 73a, c)
ŞSE: ﻛﻮﯾﻜﺎﻧﺎكbir nev‘ kartal cinsinden şikār ḳuşıdur (263a).
DTO: ﻛﻮﯾﻜﺎﻧﺎكdoğan cinsinden yırtıcı bir kuş (Pavet de Courteille, 1870, s. 480).
Ünlüsü açısından küykenek ~ köykenek biçimlerinde değerlendirilebilen sözcük Türk
dillerinde de aynı durumu sergiler: Hak. köykenek bozdoğan, muymul kuşu (HakRS,
s. 88b), Yeni Uyg. kökének bozdoğan (?), Kzk. küykentay bozdoğan (KTS, 255a,
KzTilS, 335b), Alt. küygenek aladoğan (AltRS, 99a), Kırg. küykö şahin (KırgRS, s. 460b),
Şor küykenek atmaca, Teleüt küykenek toy kuşu, Başkır köygenek kerkenez, muymul
(Räsänen, 1969, s. 307a).
Hauenschild, közkenek’in uzunlamasına koyu kara çizgili bir kuş olduğunu doğana
aykırı olarak da sırtının koyu lekeli olduğunu belirtir. Doğu Türkçesi Kurgánák ve
Türkiye Türkçesi kerkenez de olduğu gibi ra’yı sükûn okumak gerekir. Bazı alıntı
ifadelerde küyken ~ köygen “yanmış” ile karıştırıldığını da görmekteyiz. Hauenschild
bu bilgilerin yanı sıra közkenek’in (daha doğrusu körgenek’in) halk etimolojisi yoluyla
koyu lekeli pas kızılı tüyleri olan doğan ile karıştırıldığını, ses olarak da
benzetildiğinden doğan için kullanıldığını belirtir (Hauenschild, 2003, s.116).
Räsänen sözcüğe iki ayrı maddede iki ayrı biçimle yer verir:
Doğu Türkçesi kökünäk “kerkenez, muymul, falco tinnunculus”, kögünäk “çayır kuşu,
tarla kuşu, toygar”, Tarançi kökänäk “kumru” verilerini sunarak sözcüğü *kȫk
“mavi”den getirir. Moğolca küykünäk ile karşılaştırır (Räsänen, 1969, s. 288a).
Ayrı bir maddede de Çağatayca için küykänäk “avcı akbaba” açıklamasını yaparak
sözcüğün Türk dillerindeki biçimlerini verir (Räsänen, 1969, s. 307 a, b).
Bu açıklamalara dayanarak közkenek ile köykenek’in birbirine benzeyen iki ayrı kuş
çeşidi olduğunu ancak köykenek’in doğana daha yakın bir avcı kuşu olduğunu
söyleyebiliriz.
Ross’un verdiği bilgiye göre, kökenek karanidun’a benzer. Gözleri ve ayakları sarıdır.
Kurbağa ve karakurbağa yer. Ross ayrıca Scully’e dayanarak İngilizce kestrel’in (=
kerkenez) Doğu Türkçesi karşılığı kurganak olduğunu belirtir (Ross, 1994, s. 20, § 64).
734
EBULGAZİ’YE GÖRE OĞUZ BOYLARININ DAMGALARI VE KUŞLARI
ḲARA EVLİ BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terâkime’ye göre Göbek Sarı Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre şahin.
Göbek Sarı “göbek kısmı sarı yırtıcı bir av kuşu?”
Kaynaklarda bu adla bir kuş adına rastlanmamıştır. “Sarı” sözcüğünün kullanıldığı
çeşitli kuş adları mevcuttur ama bunların metinde geçen göbek sarı kuşuyla aynı olup
olmadığını belirlemek güçtür.
Ross’un çalışmasında bu adda bir kuş yok, ancak göbek sarı’nın özelliğine benzeyen
farklı adlarla iki kuş var. Bunlardan biri göbek sarı olabilir: Sarig Ala Ḳarloġaç: Sözlük’e
göre gövdesi sarı olan kırlangıca aycirgan denir. (Ross, 1994, s. 76); Sariġ Ḳuçḳaç:
Sözlük’e göre sırtı kahverengi, göğsü sarıdır. Yazları göçer (Ross, 1994, s. 84, § 308).
Halil Ersoylu, “Türk Dünyasının Düşünce, Dil ve Edebiyatındaki Bazı Kuşlar” adlı
yazısında bu kuşun adının yanına parantez içinde çaylak yazmıştır, ancak bunu
nereden aldığını belirtmemiştir (Ersoylu, 1981, s. 98).
Ögel de böyle bir kuşu tespit edemediğini belirtir (Ögel, 1. cilt, 1993, s. 359).
Kara Evli boyunun kuşu olan Göbek Sarı’ya karşılık Yazıcızade’de “şahin” adı geçer.
“Kartalgillerden 50-55 cm. uzunluğunda Avrupa ve Asya’nın ormanlık ve çalılık
yerlerinde yaşayan yırtıcı bir kuş” olarak tanımlanan şahin “sarı” ile ilgili hiçbir
anlam taşımamaktadır.
Babürname’deki hayvan adlarını incelediği çalışmasında Hauenschild, sarıg kuş
“küçük gece kuşu/baykuş” adında bir kuştan söz eder (Hauenschild, 2006, s. 118).
Çağatayca sözlüklerde bu adla bir hayvan adı vardır ancak bunun bir kuş olduğuna
dair hiç bir bilgi yer almamaktadır. Ayrıca burada yer alan köpek sözcüğü “göbek”
değil hayvan adıdır.
Abuşka: yok
Senglâh (302r28): ﻛﻮﺑﻚ ﺳﺎرﯾﻎderisinden kürk yapılan, kedi iriliğinde sarı tüylü bir
hayvan, zerdeva (köpek sarıġ: Clauson, 1960, s. 72).
ŞSE: ﻛﻮﺑﻚ ﺳﺎرﯾﻎkediden büyük bir nev‘ hayvāndur, derisinden kürk yapılur, tiyin ve
māni gibi (269b)
DTO: ﺳﺎرﯾﻎ ﻗﻮشbir tür gece kuşu (Pavet de Courteille, 1870, s. 336).
“Sarı” sözcüğü kullanılarak yapılmış kuş adları vardır. Bunlardan biri Tarama
Sözlüğünde yer alan “baykuş cinsinden puğu tabir olunan kuştur, rengi sarımtrak ve
gözleri büyük olur” biçiminde tanımlanan sarıkebe’dir. (TarS V, 1971, s. 3315).
Göbek Sarı kuşu Türk dillerinin sözlüklerinde de yer almaz. Yalnız Kırgızcada Sarı II
“ bu söz yırtıcı kuş isimlerinin bir parçası oluyor” biçiminde tanımlanır (KırgRS,
637b).
Ross’un çalışmasında da Sarıg Kuş “baykuşa benzer ondan daha küçük bir kuş
olarak tanımlanmıştır” (Ross, 1994, s. 30, § 97).
Tam adıyla bulamadığımız bu kuş, öyle görünüyor ki, göbek kısmı sarı olan bir
baykuş türü için kullanılmaktadır.
YAZIR BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terâkime’ye göre turumtay; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre ḳartal ḳuş.
Turumtay (Lithofalco aesalin, Falco aescalon) “bozdoğan”
Turfanda bulunan son dönem Uygurcaya ait bir metin parçasında geçen bu kuşla
ilgili ilk veri bu zamana kadar DLT’deki bilgiye dayanıyordu. Peter Zieme’nin “Ein
735
ZÜHAL ÖLMEZ
alttürkischer Glücksvogel” adlı makalesindeki metin parçasında bu kuşun adı da
geçmektedir (Zieme, 2012, s. 182). Clauson’a göre ‘küçük bir doğan türü (Falco
aescalon) ya da ona benzer diğer kuşlar için kullanılır (Clauson, 1972, s. 550b).
DLT’de ‘yırtıcı bir kuşlardan birinin adı, av kuşu Bu ad erkeklere dahi ad olarak
verilebilir’ biçiminde tanımlanan sözcük, bir dörtlükte de geçer (Atalay III, 1941, s.
243, II, 1940, s. 110; Dankoff-Kelly II, 1984, s. 19 ve 277).
Çağatayca sözlüklerden Senglâh (261r28)’ta bulunan sözcük, sözlükte “ طﺮﻣﺘﺎيerkek
doğan” biçiminde yer alır (torumtay: Clauson, 1960, s. 65a).
Osm. turumtay “karagöz cinsinden alıcı bir kuş” (TTS V, s. 3857)
Bu kuşu aşağıdaki Türk dillerinde de buluruz:
Kzk. turımtay bozdoğan (KTS, s. 557a, KzTilS, 655a), Yeni Uyg. turumtay bozdoğan
(UygRS-Kibirov, s.191b), Özb. turumtåy doğan, şahin (UzbLug. II, s. 229b); Kırg.
turumtay (KırgRS, s.769b).
Doerfer ise, turumtay’ı bir kuş olarak belirlemenin zor olduğunu ve bu kuş hakkında
çok farklı tanımlamaların olduğunu belirtir. Tıpkı Türkçe torıga ve torgay’ın küçük,
yırtıcı olmayan kuşların genel adı olması gibi turumtay da, küçük yırtıcıların genel
adı olabilir. Doerfer sözcüğün köken itibariyle Moğolca olamayacağını ve *turum+toy
biçiminde açıklanabileceğini belirterek Türkçeden Farsçaya (turumtāy) ve Moğolcaya
(turimtay) geçtiğini söyler. Ona göre Haenisch’in dikkat etmediği nokta turumtay’ın
ilk hecesindeki u sesidir. İlk hecede u olması bu sözcüğün Moğolca olmadığını
gösterir. Moğolca olması için ilk hecede o olması gerekir, ancak sözcüğü Türkçe
olarak açıklamak da zordur. Her iki dile de sözcük ayrı bir kanaldan gelmiş
olmalıdır. Ayrıca sözsözcüğün sonunda tay ekinin olması da Moğolca olduğunu
göstermez, çünkü Moğolcadaki bu ek, dişiler için geçerlidir. (Doerfer II, 1965, s. 502,
§ 896).
Kimi arştırmacılar tarafından sözcüğün Moğolca olabileceği üzerinde durulmuştur
(bilgi için bk. Schönig, 2000, s. 182-183, Räsänen, 1969, s. 501a).
Ross bu kuş hakkında şu bilgileri verir: Latince adı: Lithofalco aesalin, Mançuca adı:
Karanidun, İngilizce adı: Merlin (=bozdoğan)’dır. Sözlük’e göre büyük başı fakat
küçük bir gövdesi vardır. Gözbebekleri siyahtır. Bıldırcın ve benzeri kuşları yakalar,
çok hızlı ve kurnaz’dır (Ross, 1994, s. 24, § 76).
Le Coq’a göre de, bu Merlin (bozdoğan) denen kuştur. Yavru turumtay, kahverengi
tüylü, koyu renk gözlü ve sarı pençelidir. Yetişkin olanının kanatları ise, koyu çelik
mavisi renginde, kuyruk tüyleri koyu renkli ve beyazdır. Bu kuş suyun az olduğu
Tienşan’ın ulaşılması güç kesimlerinde bulunur (Le Coq VI, 1922, s. 115). Küçük
yırtıcı bir kuştur. Bu ad Hindistan’da farklı türleri belirtir. Kuça’da daha çok tarla
kuşlarını avlamak için kullanılır (Le Coq IV, 1914, s.10).
Kalmukların Türk halklarının etkisinde kalarak bu cins doğanlara aynı adı (Turumte)
verdiklerini belirten Ögel, bu doğanın küçük bir kuş olduğunu; başının ve kanadının
mor, ayak ve bacaklarının ise, kırmızı olduğunu belirtir (Ögel, 1. cilt, 19932, s. 359360).
Kuş, Kazakistan’da ormanlı bozkırlarla bozkırın olduğu bölgelerde çok bulunur.
Ağırlığı 160-330 gr. arasındadır (Koşvar’, 2012, s. 31a).
YASIR/YABIR BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terâkime’ye göre ḳırġu; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre ḳartal ḳuş.
736
EBULGAZİ’YE GÖRE OĞUZ BOYLARININ DAMGALARI VE KUŞLARI
Ḳırgu (Accipiter nisus) “atmaca” ~ Mo. kirġui “ay.” (Lessing, 1960, s. 471b)
Turfanda bulunan son dönem Uygurcaya ait bir metin parçasında ḳırġuy biçiminde
geçen sözcük, DLT’de ḳırġuy, ḳarġuy biçimleriyle yer alır (Zieme, 2012, s. 182; Atalay
IV, 1943, s. 318, 319, 269, 271; III, 1942, s. 241; Dankoff-Kelly II, 1984, s. 275, Clauson
1972, s. 654b, Hauenschild 2003, s. 132).
Sözcükle ilgili Çağatayca veriler ise şöyledir:
Abuşka: yok
Senglâh (295r24): ﻗﯿﺮﻏﻮatmaca, doğandan kücük bir av kuşu (kırğu: Clauson, 1960, s.
70b)
ŞSE ﻗﯿﺮﻏﻮatmaca kuşı, bāz, karçıġay, şeh-bāz, çepek, ḳırġı (245a).
DTO ﻗﯿﺮﻏﻮatmaca, yırtıcı kuş (Pavet de Courteille, 1870, s. 446).
Kelürnâme: ḳırġu atmaca denilen av kuşu (Kara, 2011, s. 354).
Sözcüğün Türk dillerinde genel olarak ḳırġıy biçiminde yaşar:
Kzk. kırğiy bozdoğan KTS, s. 349a, KzTilS, 437a), Yeni Uyg. kurġuy aladoğan (UygRSKibirov, 252a), Özb. kirğiy aladoğan (UzbLug. II, s. 584a ) ~ kiyğir UzbLug. II, s. 76b),
Kırg. kırgıy aladoğan (KırgRS, s. 494a), Kumukça kırgıy aladoğan (KuRS, s. 214).
Tarama Sözlüğünde bulamadığımız sözcük, Derleme Sözlüğünde “gırğı atmaca”
biçimiyle yer alır (DS VI, s. 2056b).
Doerfer’e göre sözcük, Türkçeden hem Farsçaya, hem de Moğolcaya geçmiştir. Daha
çok çakır kuşa benzer. İkisinin de sırtı koyu çizgili ve kırımsı; alt kısmı ise, koyu
çizgili ve beyazdır. Kırguy ikincil olarak “aladoğan” anlamıyla karşımıza çıkar.
Bununla daha çok dişi aladoğan kastedilir. Aladoğan için Orta Asya halkları daha
çok turumtay’ı kullanır (Doerfer III, s. 443, § 1461).
Räsänen ise, sözcüğün Moğolcada da olduğunu belirtir ancak Türkçeden Moğolcaya
geçtiğini değil, Türkçe-Moğolca (bunu ~mo. biçimindeki gösteriminden
anlamaktayız) bir sözcük olduğunu kabul eder (Räsänen 1969, s. 266b). Hasan Eren
de çalışmasında Doerfer’e dayanarak sözcüğün Türkçeden Moğolcaya geçtiğini
belirtir (Eren, 1999, s. 237b).
Ross, Kuş adları ile ilgili çalışmasında bu kuş hakkında şu bilgileri verir: Latince adı,
Accipiter nisus; Mançuca adı Silmen’dir. Silmen bıldırcın ve benzerini yakalayan
kuşlara verilen genel bir addır. Scully’ye göreyse, karġay, İngilizce ‘sparrow-hawk (=
atmaca)’ın Doğu Türkçesi karşılığıdır (Ross, 1994, s. 24, § 77).
Ögel’e göre, ‘bu kuşun adının ve türünün en orjinal biçimini ve zoolojik tespitini yine
Anadolu’da ve Osmanlıcada buluyoruz. Anadolu Türkçesinde kırgay ve kırgaw/kırgav
atmaca türünden (Accipiter nisus) bir kuştur (Ögel, 1. cilt, 1993, s. 360-361).
Le Coq ise kısaca şu bilgileri verir: ‘Tam olarak yetişmiş bir kuş olarak ağla avlanır.
İnsanlar, çeşitli güvercin ve keklikleri avlamakta kullanırlar. Kuça’da fiatı 5 tenge’dir’
(Le Coq IV, 1914, s. 8).
Nuzhatu’l-Kulub’da Bāşaḳ [Atmaca] başlığı altında iyi bilinen bir kuş olduğu belirtilir.
Türkler ona ḳarḳū der. Şahine benzer ve avcı bir kuştur ve eğitilebilir. Beyni yarım
dirhem Dağ Melisası ile [alındığında] melankoli çarpıntılarına faydalıdır
(Stephenson, 1928, s. 40).
Kazakistan’daki hayvanlarla ilgili bir kaynakta kuşun ormanda yaşayan gerçek bir
yırtıcı kuş olduğu belirtilir. Kuşun ağırlığı 150-300 gramdır. Kısa yassı kanatlı uzun
kuyruklu bir kuştur (Koşvar’, 2012, s. 27b).
737
ZÜHAL ÖLMEZ
DODURGA BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terâkime’ye göre ḳızıl ḳarçıġay; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre kartal kuş
Ḳızıl Ḳarçıġay “kızıl doğan?” (bk. Ḳarçıġay)
Kaynaklarda ḳızıl ḳarçıġay adında bir kuşa rastlanmamıştır, karçıgay’ın bir türü
olduğu açıktır. Kızıl sıfatının kuş adları için kullanılması mümkündür. Üzerinde
duracağımız sözcük karçıgay olduğu için kızıl ile yapılmış diğer kuş adlarıyla ilgili
ayrıntıya girilmemiştir.
Türk dillerinden Kazakçada ḳızıl balaḳ yırtıcı kuş, kartal (KTS, s. 344a) tesbit
edilmiştir; ayrıca Söz Derleme Dergisinde kızıl kuş 1. doğan kuşu, şahin (SDD 2. cilt,
s. 935b) sözcüğü de kızıl sözcüğünün yırtıcı kuşları tanımlamada kullanıldığını
göstermektedir.
DÖGER BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terâkime’ye göre küçegen; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre ḳartal ḳuş
Küçegen “kartal”
Daha önceki dönemlerde rastlanmayan bu sözcük, Çağatayca sözlüklerde de
bulunmamaktadır. Sözcüğün metnimizdeki yazımıyla kaynaklardaki yazımı farklılık
göstermektedir. İkinci ünlüsü vav ile yazılan sözcüğün Türk dillerindeki biçimi de bu
yazıma uygunluk gösterir. Şecere-i Terâkime’nin nüshalarında iki türlü yazım söz
konusudur: ﻛﻮﺟﻜﻦya da ﻛﻮﺟﻜﺎن. Metnin yazıçevriminde bu yazıma uygun olarak
sözcüğü küçegen biçiminde okuduk.
İncelediğimiz sözlüklerden Radloff ve Zenker’in sözlüğünde tesbit ettiğimiz sözcük
söz konusu sözlüklerde şöyle yer alır:
gücen ~ ﻛﻮﭼﻦgüçügen ﻛﻮﺟﻜﺎنOsm. “akbaba” (Radloff II, 1960, s. 1645).
güçügen ﻛﻮﺟﻜﺎن, gücen “ ﻛﻮﺟﻦakbaba” (Zenker, 1866, s. 767)
Doerfer’in verdiği bilgiye göre Türkçeden Farsçaya (küçigen) geçmiştir. Farçadaki
anlamı “beyaz kuyruklu kartal”dır (Doerfer III, s. 631, § 1666).
Türk dillerinden Hakasçada kücügen “kartal” anlamıyla yer alır. (HakRS, s. 278)
Kırgızcada küçügön biçiminde yer alan sözcük için coru I maddesine gönderme
yapılarak “bir cins akbaba kuşu” anlamı verilmiştir. (KırgRS, s. 474b)
Kazakçada küşigen “kartalgillerden yırtıcı bir kuş” biçiminde anlamlandırılmıştır.
(KTS, 21a, KzTilS, s. 344a).
Kaynaklarda bu kuşun adına rastlanmadığını belirten Ögel, “Osmanlı Türkçesiyle
ilgili sözlüklerde göçgen adlı bir kuş vardır. Bu sözlükler göçgen kuşunu sûred kuşu ile
karşılarlar. Ahmet Vefik Paşa, “göçgen, yani boyun-buran kuşu diyor, ama bu doğru
olmasa gerek” bilgisini verir (Ögel, 1. cilt, 1993, s. 362).
Sözcük yaygın olmasa da Anadolu ağızlarında da vardır:
gücügen kartal (Karamaslı, Çarşamba, Samsun) (SDD, 2. Cilt, s. 678b).
göceğen bir çeşit kuş (Konya) (DS, VI. cilt, s. 2118b)
gücüğen kartal (*Çarşamba –Sm) (DS, VI. cilt, 2. 2208b)
AVŞAR BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terâkime’ye göre Curra Laçın; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre tavşancıl ḳuş
Curra Laçın “erkek şahin, doğan”, (bk. Laçın)
738
EBULGAZİ’YE GÖRE OĞUZ BOYLARININ DAMGALARI VE KUŞLARI
Kaynaklarda Curra Laçın adıyla bir kuş mevcut değildir. Farsça curra sözcüğü, “uçan
her kuşun erkeği; beyaz doğan” demektir (Steingass, s. 361a: curra-baz “beyaz
doğan”; ayrıca bk. Eren, 1999, s. 73a, Tietze I, 2002, s. 456a ).
Sözcük Senglâh’ta da “genel olarak vahşi kuşların hususen de doğanın erkeği”
biçiminde tanımlanır (212v11, Curra: Clauson 1960: 56b).
ḲIZIḲ BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Şecere-i Terâkime’ye göre Sarıca; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre tavşancıl ḳuş
Sarıca “Av kuşu”
Bu kuşun adı aşağıdaki Çağatayca sözlüklerde tesbit edilmiştir:
Abuşka: yok
Senglâh (231r5): ﺳﺎرﯾﺠﮫBir avcı kuş; atlarda oluşan bir yara; Bu kuşun bir türüne
sarıca, bir türüne de karaca denir (Clauson, 1960, s. 60b).
ŞSE: ﺳﺎري ﺟﮫbaşıbozuḳ ‘asker; devabb hastalığı; şikar ḳuşları; ol tarafca, ol canibce
(179a)
DTO: ﺳﺎرﯾﭽﮫav kuşu (Pavet de Courteille, 1870, s. 335).
Bu kuşun adı Türk dillerinden sadece Karaçay-Malkarcada tesbit edilmiştir:
Sarıça sarı asma (KrçMRS, s. 543a).
Kononov, bu kuşun, Buteo türünden bir av kartalı olabileceğini belirtir (Kononov, s.
104, not: 187).
Ögel’den edindiğimiz bilgiye göre ise, Osmanlıcada Buteo türünün içinde yer
alabilecek sarı-doğan adlı bir av kuşu (Hypotriorchis subbuteo) vardır (Ögel, 1. cilt,
1993, s. 363).
BEGDİLİ BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terâkime’ye göre Bahri; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre ḳuzgun
Bahri (Falco peregrinus) “doğan”
Şecere-i Terâkime’nin dışında Babürnâme’de de bulunan bu kuş için Le Coq, Bäri
(bahri) adı altında bu kuşun değerli bir av kuşu olduğunu ve kaz, ördek, toy kuşu ile
bunları yakalayarak eğitildiğini belirtir. Burton’un bu kuşu Falco calidus olarak
adlandırmasına karşılık, Phillot bunu Falco peregrinus ile birleştirir (Le Coq, IV 1914,
s.9).
Ögel ise, Osmanlı kaynaklarının bu kuşu daha ziyade Pandion haliaetus olarak kabul
ettiklerini; kuşun gerçek deniz doğanı olduğunu ve nehirlerde bulunduğunu belirtir.
Türklerin deniz ördeğine de bahrî dediklerini ve bunun deniz doğanı ile
karıştırılmaması gerektiğini vurgular (Ögel, 1. cilt, 1993, s. 363).
Hauenschild, Babürle ilgili şu bilgileri aktarır: Biagram’a yaptığımız bilimsel gezi
sırasında Babür’ün en sevdiği şahini kaçmıştı. Bu doğan mükemmel bir bahri idi ve
çok sayıda turna ve leylek yakalamıştı. Babür’ün kendi anlattığına göre başlarda kuş
avına fazla merakı yoktu. Ancak bu doğan onu öyle çok etkilemiş ki, sonunda o da
tutkuyla doğancı (şahinci) olmuş (Hauenschild 2006, s. 74).
Türk dillerinin hiç birinde tesbit edemediğimiz sözcük, Anadolu ağızlarında atmaca
türü kuşların dışında bir anlam taşır:
Behrī küçük yaban ördeği (*Kargı –Ks.; -Hat.; Keşenuz *Ayaş –Ank.) (DS II, 599; SDD,
1. cilt, 182b).
739
ZÜHAL ÖLMEZ
KARKIN BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terâkime’ye göre Su Bürgüti; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre tavşancıl ḳuş.
Su Bürgüti “Su Kartalı?” (bk. bürgüt)
Kaynaklarda bu adla bir kuş adına rastlamadım. Muhtemelen “bürgüt”ün bir
türüdür.
BAYINDIR BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terâkime’ye göre Laçın; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre sunḳur ḳuş
Laçın (Falco peregrinator) “şahin”
Eski Türkçeden başlayarak tarihi dönem metinlerinde ve sözlüklerinde tesbit edilmiş
bir kuştur (ayrıntılı bilgi için bk. Clauson, 1972, s. 763b; Doerfer IV, 1975, s. 11, 12
§1728; Hauenschild, 2003, s. 162).
Sözcük Çağatayca sözlüklerde şöyle tanımlanmıştır:
Abuşka: yok
Senglâh (317r27): ﻻﭼﯿﻦ1. beyazlı şahin; bir Türk boyunun adı; Anadolu Türkçesinde
kuh-ı saḫt denir (laçın: Clauson, 1960, s. 74b).
ŞSE: ﻻﭼﯿﻦbeyazlu şahin, ḳadim bir türk ‘aşiretidür; sarp, şedid, tazi, gürci (273a).
DTO: ﻻﭼﯿﻦşahane doğan; dağ silsilesi (Pavet de Courteille, s. 494)
Türkçeden Moğolcaya geçen sözcük, burada naçin biçimini alır. Türk dillerinin
çoğunda bulunan laçın, Kırgızca, Kazakça ve Nogayca’da ise laşın biçimindedir
(Doerfer IV, 1975, s. 12, § 1728).
Moğolca naçin, geriödünçleme yoluyla Tuvacaya da geçmiştir:
Tuv. naçın “güreşçi, pehlivan; doğan, şahin” (Ölmez, 2007, s. 221b)
Sözcüğün kökeniyle ilgili farklı görüşler vardır. Clauson’a göre büyük bir ihtimalle
ödünçlemedir, belki de Toharcadır. (Clauson, 1972, s. 763b).
Sözcüğün etimolojisinin tartışmalı olduğunu belirten Doerfer, Poppe’nin sözcüğü
Türkçede Moğolcadan ödünçleme olarak görmesini yanlış bulur. Doerfer’e göre
Türkçe olan biçim daha eskidir. Ramstedt ise sözcüğü anadilde Moğolca-Türkçe
olarak kabul eder ama bu da yanlıştır. Doerfer, bunun doğru olmadığını gerçek
Türkçe ve Moğolca sözcüklerin anadildeki ses sisteminde söz başında lolamayacağını belirterek ifade eder. Ramstedt Sino-Korece la-tje̮n biçimini verir.
Şunu belirtmek gerekir ki Kaşgarî’de bu kişi adı değil, şahindir. Ramstedt ikisini
karıştırmıştır. Orkun’un çalışmasında Runik harfli metinlerde Laçin Bayluk geçer
ancak metin kısmında eksik ama isimler kısmında tamdır; dördüncü ciltte
tamamlanmıştır. Korece biçim son dönem Moğolca Korece olabilir Ramstedt’in
kasttettiği Çince kelime açık değil, bir ihtimalle lagzın gibi kaybolmuş bir dile ait
kültür alıntısıdır. Bu dil de o dönem Moğolistan bozkırında yaşamış olan Ruan
ruanların dili olmalıdır. Doerfer bunu kültür alıntısı olarak kabul eder (Doerfer IV, s.
13, 14, §1728).
Ross’un sözlüğünde bu kuş için kısaca şu bilgiler yer alır: Scully’ye göre Laçin, Falco
barbarus’tur. Fakat, Colonel Phillott bunun Hindistan’ın şahini olduğunu
söylemektedir (Ross, 1994, s. 23). Sözcüğün Mançucası da naçin ise, Moğolcadan
alıntıdır. Le Coq ise, laçini Falco peregrinus adı altında verir. Hem küçük hem de
büyük avlanır. Avlarken ördek, keklik, kaz, güvercin kullanılır (Le Coq, IV, 1914, s.
6).
740
EBULGAZİ’YE GÖRE OĞUZ BOYLARININ DAMGALARI VE KUŞLARI
Ögel ise, Redhouse’un bu kuşa Falco peregrinus demesini eleştirir. Çünkü bu cins
doğanların başı ve kanatları açık mor renktedir. Ayrıca Osmanlı kaynaklarının laçini
ak-şahin olduğunu açıkça belirttiklerini söyler (Ögel, 1. cilt, 1993, s. 363).
İri sunkarlardan grubunun Kazakistan’da dört türü vardır: Laşın, bidayık, itelgi,
aksunkar. Laşın’ın ağırlığı 500-1000 gr. arasındadır, kanadının uzunluğu 113 cm.’dir
(Koşvar’, 2012, s. 117b).
BEÇENE BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terâkime’ye göre Ala Toġanaḳ; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre sunḳur ḳuş
Ala-toġanak “Ala doğancık” < togan+aḳ 7
Togan (falco lanarius) sözcüğüne +ak küçültme ekinin getirilmesiyle oluşmuş toġanaḳ
sözcüğü, Clauson tarafından Senglâh’ta toġan maddesinin içinde toġanaḳ biçiminde
verilmiştir (Clauson, 1960, s. 52a). Yazmada 179v2’de geçen bu sözcüğün sonunda
bence nun ve kef vardır. Bu nedenle sözcüğün yazıçevrimini toganaḳ değil, toġaŋ
biçiminde yapmak gerekir.
Senglâh (179v2): ﺗﻮﻏﺎنcevahir-i şikari, ötelgü de denir. toġaŋ ﺗﻮﻏﺎﻧﻚdoğana benzer bir
kuş, ala togan ve ala togaŋ da denir (toġan: Clauson, 1960, s. 52a)
Aynı sözcükleri hem Pavet de Courteille’nin hem de Şeyh Süleyman Efendi’nin
sözlüğünde buluruz:
ŞSE ﺗﻮﻏﺎنÖtelgü denilen bir nev‘ şikar ḳuşıdur, çarḫ ve çarġ (120b).
ŞSE: ﺗﻮﻏﺎﻧﻚbaşeye şebih bir nev‘ şikar ḳuşıdur (121a).
DTO: ﺗﻮﻏﺎﻧﻚdoğana benzer, ama daha küçük bir kuş (Pavet de Courteille, s. 236).
Çağatayca sözlükler birbirinin tekrarı olduğu için hepsinde aynı sözcüklerin yer
alması normaldir. Metinde ﺗﻮﻏﻨﺎقbiçiminde yazılan sözcük, yukarıda belirttiğim gibi
bu şekliyle Çağatayca sözlüklerde (bence Senglâh da buna dâhildir) yer almaz.
Ögel, bu kuş hakkında bilgi verirken Şeyh Süleyman Efendi’nin sözlüğünde toganaḳ
için “şahbaza benzer bir av kuşudur” dediğini belirtir (Ögel, 1993, s. 364). Ancak bu
doğru değildir, Şeyh Süleyman Efendi’nin sözlüğünde toġanaḳ için şu açıklama
yapılmıştır: “palanḳa, manısḳa, halḳa, ġırġıra, maḳara, pehlevanlaruŋ ayaḳ
toladurması, pay-peç etmeleri” (ŞSE, 121a).
Bu kuşla ilgili diğer tarihi metinlerde ve sözlüklerde herhangi bir veriye
ulaşamadım. Türk dillerinden sadece Kırgızcada ala togonok vardır:
Kırg. togonok: ala togonok küçük saksağan kuşu (KırgRS, s. 740b).
Bu kuş adı, Çağataycada bulunan togdak “mora yakın, mavi iri bir kuş; togaŋ”
sözcüğüne benzetilerek yapılmış bir sözcük de olabilir (togdak için bk. Doerfer II, s.
519, § 906; Senglah 179v4, ŞSE 121a).
Üzerinde daha geniş bir araştırma yapılarak farklı sonuçlara uluşılabilir, ancak
araştırmamızın konusu sadece bu kuş olmadığı için ayrıntıya girilmemiştir.
ÇAVULDUR BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terâkime’ye göre Buġdayıḳ; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre sunḳur ḳuş
Buġdayıḳ “hüma kuşu”
Kuşun adı ilk olarak Turfanda bulunan son dönem Uygurcaya ait bir metin
parçasında geçmektedir. Zieme tarafından yayımlanan “Ein Alttürkischer
7
Ek hakkında bilgi için bk. Marcel Erdal, Old Turkic Word Formation, Vol. 1, 1991, s. 40
741
ZÜHAL ÖLMEZ
Glücksvogel” adlı makalede zikredilen kuşlar arasında bugdayak şekliyle yer alan
kuşun anlamı burada “hüma, soru işaretiyle de buğday kuşu” olarak verilmiştir.
Zieme yazısında sözcüğün diğer anlamları (örn. Yeni Uyg. Adem elması) ve benzer
başka sözcükler (örn. buğdaycık) hakkında da bilgi vererek sözcüğe verilen “siğil”
anlamıyla, gözde çıkan arpacık sözcüğünü de değerlendirir.
Zieme’ye göre, satırları az (6-8 satır) olan bu metin parçasında henüz
karşılaşmadığımız çok sayıda kuş vardır. Bu metinin nerede bulunduğuna dair bir
işaret yoktur. Bu kuş için sözlüklerde “hüma, anka, simurg” gibi anlamlar
verilmiştir. Bunların hepsi soylu kuşlar dünyasına işarettir. Zieme, ayrıca bu sözcüğü
açıklayabilmek için Kırgızcadaki kumay ve kumayık (< Far. humay)’dan, özellikle de
kumayık’ın “efsanevi bir köpektir (ki ondan hiç bir yabani hayvan kurtulamaz)”
anlamından yola çıkarak ve köpeği doğuranın da kumay kuşu olduğu varsayımını da
göz önünde bulundurarak efsanevi bir köpek karşısında olduğumuzu ama bu
konuda ayrıntıya girmek istemediğini belirtir. Buna benzer biçimde bugdayık da
Kırgız halk kültüründe önemli bir yere sahiptir ve efsanevi bir kuş olarak tanımlanır.
Zieme karşımızda doğaüstü bir kuş, bir talih kuşu söz konusudur der. Ayrıca
buğday’ın “sarı” renginin de değerlendirilmesi gerektiğini düşünerek “buğday rengi
bir kuş” olduğu konusu üzerinde de durur (Zieme, 2012, s. 183).
Sözcük Çağatayca sözlüklerde “huma kuşu, balık kartalı” biçiminde tanımlanmıştır:
Abuşka: yok
Senglâh (136v1): ﺑﻮﻏﺪاﯾﯿﻖhüma kuşu, balık kartalı (buġdayıḳ: Clauson, 1960, s. 47a).
ŞSE: ﺑﻮﻏﺪاﯾﯿﻖhüma ḳuşı, ‘anḳa, simurġ (82a).
DTO: ﺑﻮﻏﺪاﻧﯿﻖhüma kuşu (Pavet de Courteille, s. 172)
Sözcük aşağıdaki Türk dillerinde bulunur:
Kırg. buudayık II efsanevi yırtıcı bir kuş (KırgRS, s. 163b)
Kzk. bidayık II karşıga tukımdas, äŋ kıran kus (KzTilS, 100a).
Kazakistan’ın doğasıyla ilgili bir ansiklopedide bidayık’ın Latince adının falco
pelegrinoides olduğu belirtilmiştir. Kaynağa göre, sunkarlar takımından yırtıcı bir
kuştur. Kanatlarının uzunluğu 27-30 cm, ağırlığı ise, 330-350 gramdır (Ayağan, 2008,
s. 250b).
Ögel bu kuşun kartal türünün en büyüğü ve en yırtıcısı olduğunu, Orta Asya’da bu
büyük kartalların birçok türünün olduğunu belirtir (Ögel, 1993, s. 364)
Çavuldur boyunun kuşu olan bugdayık kuşu Şecere-i Terâkime’nin Kononov
tarafından hazırlanan yayımında bugdaynık biçiminde yer alır (Kononov, 1953, arap
harfli metin, s. 36).
ÇEPNİ BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terâkime’ye göre Hümāy; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre sunḳur ḳuş
Hümāy < Far. humā “devlet kuşu” (Tietze, cilt 2, 2009, s. 341a).
SALUR BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terakime’ye göre Bürgüt; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre uç ḳuş ḳuş
Bürgüt “yırtıcı bir kuş, kartal” < Mo. bürgüt/d < Tü. bürküt
742
EBULGAZİ’YE GÖRE OĞUZ BOYLARININ DAMGALARI VE KUŞLARI
Bu kuş hakkında Uwe Bläsing tarafından ayrıntılı bir makale yazılmıştır. Bu
makalede bürgüt hakkında bütün bilgileri bulabiliriz 8 . Orta Asya coğrafyasında
yaygın olarak bulunan ve bilinen bu kuşla ilgili Kazakistandaki hayvanların
anlatıldığı kaynakta kısaca şu bilgiler yer alır: Çok iri bir kuştur, kanadının
uzunluğu 225 cm, ağırlığı 6 kg.’dır. Tüyleri kahverengidir (Koşvar’, 2012, s. 91b).
Türkçe bürküt Moğolcaya bürgüt biçiminde geçtikten sonra geri ödünçlemeyle
Çağataycada ikincil biçim olarak bürgüt biçiminde yer alır; sözcüğün Çağataycada
Kef-i Farisi ile g okunması gerektiği Uwe Bläsing tarafından vurgulanmıştır (ayrıntılı
bilgi için bk. a.g.m., s. 115-116).
Bürgüt belirttiğmiz gibi ayrıntılı bir biçimde incelendiği için sadece Çağatayca
sözlüklerdeki verileri vermekle yetineceğiz:
Abuşka: bürgüt kartal (Kaçalin, 2011, s. 917)
Senglah (132v28): ﺑﻮرﻛﻮتkartal, tavşancıl, karakuş (börgüt: Clauson, 1960, s. 46b).
ŞSE: ﺑﻮرﻛﻮتheykel, büt-ḫāne; bürgüt ḳuşı; Asya-yı vustā’da bir ḳabile ismidür (79a)
DTO: ﺑﻮرﻛﻮتsiyah kartal, ﺑﻮرﮔﻮتkapama, kapsama (Pavet de Courteille, s. 167)
EYMÜR BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk
Kuşu: Şecere-i Terâkime’ye göre Encarı&Ancarı; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre uç ḳuş ḳuş
Encarı&Ancarı ?
Kaynaklarda böyle bir kuş bulunmamaktadır. Sözcük, eserin nüshalarında farklı
biçimlerde yazılmıştır: T اﻧﺠﺎريL, T1 اﻧﺠﺎزي, T2 اﻧﺠﺎﺑﻲ, A اﻧﺠﺎزﻧﻲ.
Sözcük Encar şehriyle ilgili olabilir. Bu şehre ait bir kuşu ifade etmek için kullanılan
bir sözcük olmalı.
Encar ()اﻧﺠﺎر, “Bir şehir adı” (Steingass, s. 106a).
ALA YUNTLI BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terâkime’ye göre Yagalbay; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre uç ḳuş ḳuş
Yagalbay “şahin, doğan”
Sözcük Çağataycadan önceki dönem metinlerinde ve kaynaklarda yer almaz.
Çağatayca sözlüklerde ise farklı biçimlerde yer almaktadır:
Abuşka: yok
Senglâh (333v1): ﯾﻐﻠﺒﺎي ﻗﻮﺷﻲyağlı bay kuşu (yağlı bay kuşı: Clauson, 1960, s. 77c).
ŞSE: ﯾﺎﻏﻠﺒﺎى ﻗﻮﺷﻲBir nev‘ ḳuş ismidür, meydān-ı harbde dahı ‘ālemüŋ ayaġına ilk öŋce
başına getürildigi hālde bunda dahı ‘alemi yaglamış ta‘bir ederler (295b).
DTO: ﯾﻐﻠﺒﺎى ﻗﻮﺷﻲbir kuş türü (Pavet de Courteille, s. 529).
Kırg. cagalmay ‘1. Latince Falco subbuteo denilen doğan; 2. Latince Falco vespertinus
denilen doğan’ (KırgRS, s. 210a); Kzk. cagaltay ‘ufak kuşları avlayan orta
büyüklükteki yırtıcı kuş’ (KzTilS, s.118b), Alt. caŋalbay kanarya (AltRS, s. 47a).
Radloff’un sözlüğünde Çağatayca için ﯾﺎﻏﯿﻠﺒﺎى ﻗﻮيadı altında ‘bir tür kuş’ tanımıyla
yer alan sözcüğü, Türk dillerindeki biçimlerini de göz önünde bulundurarak yaġalbay
okuduk (Radloff III, 1960, s.48b).
Ross ise Scully’nin kuşun adını jagalbay biçiminde verdiğini belirtir (Ross, 1994, s. 28).
8
Uwe Bläsing. (2008). Çift Başlı Rus Kartalının İmparatorluğunda ‘Türkçe’ bir Avcı Kuşu veya
Rusça bérkut ile Türkçe bürküt sözcüklerinin tarihine ait malzemeler. Türk Dilleri Araştırmaları
Festschrift in Honor of Talat Tekin, cilt: 18, 77-134, İstanbul.
743
ZÜHAL ÖLMEZ
Räsänen de Çağatayca için herhangi bir kaynak belirtmeden jagilbay, jaglabay “bir
kuş” biçimini verir, ayrıca sözcüğün Teleüt dilinde jaŋalbay, djaŋalbay kara başlı
iskete” olduğunu belirtir (Räsänen, 1969, 186b).
Kuşun adını s. 219’da yağalbay(?), s. 366’da ise, yagılbay biçiminde veren Ögel,
Korecedeki mai, sözcüğü ile Türkçedeki bay’ın eski çağlarda av kuşları için kullanılan
genel bir ad olabileceğini belirtir. Sözcüğün ilk bölümünün ise, yagıl-mak ile
karşılaştırmak gerektiğini söyler (Ögel 1. cilt, 1993, s. 366).
Sözcüğün Türk dillerindeki biçimlerinden yola çıkarak yagalbay olduğu
görüşündeyim.
ÜREGİR BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terâkime’ye göre Pıku&Bıku; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre uç kuş kuş
Pıku/Bıku “doğana benzer bir tür av kuşudur” Metinde ﺑﯿﻘﻮbiçiminde yazılmıştır.
Çağataycadan önceki dönem metinleri ve kaynaklarında tesbit edemediğimiz bu kuş,
Çağatayca sözlüklerde şöyle yer alır:
Abuşka: yok
Senglâh (147v5): ﺑﯿﻐﻮ1. Doğana benzer, doğandan daha küçük avcı kuşu, puhu, serçe
gibi kuşlar onunla avlanır; 2. Selçuk’u Harezm hükümetine atayan ünlü bir sultan
(pığu: Clauson, 1960, s. 48b).
ŞSE: ﺑﯿﻐﻮtoġana beŋzer bir nev‘ şikār ḳuşıdur (92b).
DTO: ﺑﯿﻐﻮdoğana benzer yırtıcı bir kuş (Pavet de Courteille, s. 187).
Kelürnâme: payġu: av kuşu yani atmaca, şahin gibi av avlamaya alışık kuşlar (Kara,
2011, s. 376).
A. v. Le Coq, bu kuşu şöyle tanımlar: ‘Atmaca türünden bir kuş. Kendi türü
kırgu’dan daha küçüktür. Tüyleri kahverengimsidir. Göğsü beyazla karışıktır,
ayakları kükürt sarısıdır. Gözünün irisi açık mavidir’ (Le Coq. VI, 1922, s. 114-115,
ayrıca geniş bilgi için Le Coq, IV, 1914 s.9’a bk.).
Sözcüğün Burhān-ı Ḳātı’da Türkçe olarak verildiğini belirten Doerfer, böyle
düşünülmesine sebep olacak iki hususun bulunduğundan bahseder. Bunlardan ilki,
bu sözün Bāz-nāme-yi nāsıri (=HUSAM)’da –q- ile yazılmış olmasıdır ancak bu biçim
aynı zamanda ikincil de olabilmektedir; zira bu yapıt geç bir dönemde, 1868’de
kaleme alınmıştır ve o tarihte Farsça telaffuzda قve غsesleri çoktan birbirinin yerini
almaya başlamıştı. Diğer bir husus ise, bu sözün Ebulgazi’deki totem [Çev. notu:
ongun, damga] listesinde geçiyor olmasıdır. Ancak bu listenin geç dönemde
hazırlanmış olması nedeniyle burada da ikincil bir biçimden söz etmemiz
mümkündür. Farsça ve Doğu Türkçesinde sözün başında bir p- sesinin bulunması
ise, bu biçimin Farsça kökenli bir sözcük olduğunu bizlere göstermektedir. (Normal
şartlarda Çağataycanın imlâsında b بve p پsesleri hala aynı işaretle, yani بharfi ile
gösterildiğine göre, Çağ. ﺑﯿﻐﻮ, ﺑﯿﻘﻮimlâsı, hiç kuşkusuz piġu ve piḳu biçimlerinde
okunabilmektedir). Ayrıca yansımalı bir sözcük olan bu sözün, daha eski Türkçe
metinlerde bulunmadığını da görmekteyiz (Doerfer II, 1965, s. 427, § 846).
İGDİR BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terâkime’ye göre ḳarçıġay, Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre çaḳır ḳuş
Ḳarçıġay (astur palumbarius) “çakır doğan” < Mo. harçagay “şahin, doğan” (Lessing,
1960, s. 936a).
744
EBULGAZİ’YE GÖRE OĞUZ BOYLARININ DAMGALARI VE KUŞLARI
Türkçede ilk olarak İbn-i Mühenna lugati ve Codex Cumanicus’ta bulduğumuz
sözcük, daha sonra Çağataycada karşımıza çıkar. Metnimizin dışında Babürname’de
de bulunur (bk. Hauenschild, 2006, s. 107, 2003, s. 67, Doerfer I, 1963, s. 404, §278).
Sözcük Çağatayca sözlüklerde şu biçimde yer alır:
Abuşka: ḳarçıġay (< Mo. hari-ça-ġay, haçir+ġay) [çakır] toġana dėrler (Kaçalin, 2011, s.
953).
Senglâh (271v25): ﻗﺎرﭼﻐﺎيavcı doğan (karçığay: Clauson, 1960: 66c)
ŞSE ﻗﺎرﭼﯿﻐﺎيbaz, toġan, ḳartal, ḳırġuy, çepek, cıġılbay, şeh-bāz (217b).
DTO: ﻗﺎرﭼﯿﻐﺎيbir tür doğan (Pavet de Courteille, 1870, s. 399).
Kelürnâme: ḳarçıġay doğan denilen yırtıcı av kuşu (Kara, 2011, s. 346).
Sözcük Türk dillerinin çoğunda “doğan, aladoğan, atmaca” anlamlarıyla
bulunmaktadır: Tuv. hartıga < *ḳartıka (Ölmez, 2007, s. 164b); Hak. hartığa, hartha
(HakRS, 277b); KrçM. kartçıga (KrçMRS, s. 396a); Yeni Uyg. karçigay (UygRSRahimov, s. 435b?); Kzk. karşığa (KzTilS, s. 384a); Alt. karçaga ~ karçıga (ORS, s. 74b);
Özb. karçiğay (UzbLug. II, s. 557c), ŞorT kartıga (ŞorS, s. 43b).
Doerfer’in verdiği bilgiye göre Özbekçe üzerinden ve Batı Orta Moğolcadan Farsçaya
geçen sözcüğün ḳarçıġay biçimi, Türkçede de Moğolcadan ödünçlemedir. Ana Türkçe
*ḳartıḳa ve Ana Mo. *ḳartıġa tarihi ve çağdaş Türk dillerindeki biçimleri oluşturan ana
şekillerdir. Ana Moğolca *ḳartıġa Moğolcanın ses özelliği açısından sonraki
dönemlerde karçigay biçimine değişir. Türk dillerinin çoğunda bulunan sözcük,
Moğolcadan bu biçimiyle alınır. Mo. ḳarçiġay’ın sonundaki -y, taulay ‘tavşan’, noḳay
‘köpek’, moġay ‘yılan’ ġaḳay ‘domuz’ gibi hayvan adlarından benzetme yoluyla
ortaya çıkmıştır. Sıklıkla karışık (hybride) bir biçim olarak ḳarçıġa’yı da buluyoruz.
(Doerfer I, 1963, s. 404, § 278).
Ross, Scully’ye göre, kuşun Latince adının Astur palumbariusu olduğunu, Kaşgar’da
bu atmaca ile kuş avlandığını ve Vambery’ye göre de karçiga ve karçuga’nın ‘kara
başlı’ anlamına geldiğini belirtir (Ross, 1994, s. 21).
Ögel’e göreyse, Karçıga sözcüğü bütün atmaca, doğan ve şahinlere verilen genel bir
addır. Bu kuşun güvercin doğanı olması da muhtemeldir (Ögel, 1. cilt, 1993, s. 366367).
Le Coq, bu kuşu şöyle tanımlar: “Yetişkin olanının sırt tüyleri mavi-gri rengindedir,
ihtişamlı bir görünüşü vardır. Sık sık av için kullanılır. Dişisi daha değerlidir.
Tavşan, kaz, sülün, ördek, güvercin ve keklik ile avlanır (Le Coq IV, 1914, s. 6).
Nuzhatu’l-Kulub’da bāz maddesinde kuş şöyle tanımlanır: Bāz [Şahin] iyi bilinir.
Türkler ona ḳārcīḳā der. Mağrur bir kuştur, avlanır ve eğitilebilir. Çoğunlukla dişi
olurlar; erkekleri ya büyük beyaz şahin, ya çaylak ya da başka bir tür kuş olur. Bu
nedenle şahinlerin biçimleri çeşitlidir. Renk ne kadar beyaz olursa kuş o kadar iyi
olur. Avrupa’da beyaz şahinler boldur. Birisi hasta olduğunda bir serçe yer ve
sağlığına kavuşur; eğer bir sıçan yerse tüylerini döker. Göze sürülen ödü katarakttan
korur, ama belirtiler iyice ortaya çıkmadan önce kullanılırsa zarar verir; yüz felcinde
faydalıdır, bütün avcı kuşların ödü aynı özelliklere sahiptir (Stephenson, 1928, s. 63).
Kazakistan’da bulunan üç tür karşığa’nın en irisinin kanadının uzunluğu 105 cm.
Ağırlığı ise, 750 ile 1200 gr. arasında değişir (Koşvar’, 2012, s. 119b).
BÜGDÜZ BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terâkime’ye göre itelgü; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre çaḳır ḳuş
745
ZÜHAL ÖLMEZ
itelgü (Falco Sacer) “doğan, bir tür av kuşu” < Mo. İtelgü (Lessing, 1960, s. 418a).
Çağataycadan önceki dönemlerde bulunmayan bu sözcük, döneme ait sözlüklerde
ve Türk dillerinde ön ünlülü bulunmasına rağmen metnimizde art ünlülü yazımla da
karşılaşmaktayız. Sözcüğün metinde geçtiği yerlerdeki yazımları şöyledir:
Taşkent nüshası 83a-17, 105a-17, 105b-1, 105b-4: اﯾﺖ اﻟﻐﻮ
Leningrad nüshası 25b-12: اﯾﺘﺎﻟﻐﻮ
Leningrad nüshası 55a-2, 3: اوﺗﻠﻜﻮ
Leningrad nüshası: 55a-6: اﯾﺖ اﻟﻜﻮ
Kononov s. 78: اﯾﺖ اﻟﻐﻮ
Nüshalarda farklı yazımların, özellikle art ünlülü yazımların olması sözcüğün bir de
art ünlülü biçiminin olduğunu göstermez. Nüshalardaki bu yazım eseri
kopyalayanların sözcüğü başka bir sözcükle karıştırdıklarını ve yanlış yazdıklarını
göstermektedir. Sözcüğün Klasik ve Modern Moğolcadaki biçimlerini çalışmasında
gösteren Nugteren kimi Türk dillerinde var olduğu ileri sürülen *ıtalgu biçiminin
Moğolcada yer almadığını vurgular (Nugteren, 2011, s. 377).
Çağatay Türkçesiyle yazılmış Mahbûbü’l-kulûb’da da sözcük ön ünlülerle itelgü
biçiminde yer alır (Kargı-Ölmez, 1993, s. 294).
Sözcüğün Çağatayca sözlüklerdeki yazımı ve tanımları şöyledir:
Abuşka: yok
Senglah (95v11): اﯾﺘﺎﻟﻜﻮak doğan, dişi sungur, kerkes, uşak kapan (itelgü: Clauson,
1960, 41b).
ŞSE: اوﺗﻠﻜﻮbir nev‘ şikār ḳuşı, kerkes, uşaḳ ḳapan (25b)
ŞSE: اﯾﺘﺎﻟﻜﻮçarḫ, bir nev‘ şikār ḳuşıdur [kerkes, uşaḳ ḳapan] (46b).
Kelürnâme itelgü doğan (Kara, 2011, s. 341).
DTO: اﯾﺘﺎﻟﻜﻮbir tür doğan (Pavet de Courteille, s. 94).
ĆagSS: اﯾﺘﺎﻟﻜﻮitelgü bir tür beyaz doğan (Vambery, 1867, s. 230b).
Aşağıda tespit ettiğimiz Türk dillerinde de sözcük, ön ünlülüdür:
Kırg. itelgi bir tür doğan kuşu (KırgRS, s. 305b), Kzk. itelgi sarı şubar, kanatı uzun,
moynı ak, jagal, kişkene kıran kus (KzTilS, s. 284a), Özb. itålgi laçinler ailesinden
yırtıcı bir kuş (UzbLug I, s. 339b).
Sözcük, Türkçeye ve Farsçaya Moğolcadan geçmiştir. (bu konuda ayrıntılı bilgi için
bk. Doerfer I, 1963, s. 186, § 62, Räsänen, 1969, 376b, Schönig, 2000, s. 104).
Bu kuş hakkında sırasıyla Le Coq ve Ross, şu bilgileri verirler: Büyük bir atmaca
büyüklüğünde güzel bir kuştur. Tüyleri açık kahverengidir, gagasının ve göğsünün
altındaki ince tüyler ise, maviye çalar, gözleri siyahtır (Le Coq VI, 1922, s. 144, ayrıca
geniş bilgi için Le Coq IV, 1914, s. 9’a bk).
Latince adı, Falco Sacer; Mançuca adı, İtulhen’dir. Scully’ye göre italgu sunḳar’ın
dişisidir. Fakat Colonel Phillot’a göre Hindistan’da ‘charkh [çarh]’ adı verilen Falco
sacer’dir. Bu atmacanın Doğu Türkçesi adı, bilhassa dişisininki aytalgu veya italgu’dur
(Ross, 1994, s. 23, § 72).
Menges ise bu kuşu, ‘kırmızı gözlü av kartalı’ diye tanımlar (Menges, Glossar, s. 733).
Bügdüz boyunun ongunu olan bu kuşu itelgü biçiminde veren Ögel, Bu kuşa
Anadoluda ötlegü, ötlegi adı verildiğini; Ahmet Vefik Paşa’nın bunu ‘havada çok
devir yapan bir nevi kerkes kuşu’ diye tanımladığını ve bu cins kartalın gerçekten
746
EBULGAZİ’YE GÖRE OĞUZ BOYLARININ DAMGALARI VE KUŞLARI
havada dönüp avını ararken birtakım sesler çıkararak sürekli öttüğünü belirtir (Ögel,
1. cilt, 1993, s. 367).
İtelgi, Kazakistandaki kartalgiller soyunun dokuz çeşidinin içindeki en iri kuş olarak
tanımlanmaktadır (Kovşar’, 2012, s. 26).
Anadolu ağızlarıyla ilgili sözlüklerde şu biçimler bulunmaktadır:
Ötlük çok öten kuş (Cebelibereket –Ada.) (DS IX, s. 3358a)
Ötleğen (sığırcık cinsinden siyah ve küçük kuş) = bozalak, garagıra, gavsi (SDD, 5.cilt,
s. 288b)
AVA BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terâkime’ye göre tuyġun; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre çaḳır ḳuş
tuyġun (Acciptier gentilis albidus) “beyaz doğan”
Yine ilk kez Çağataycada görülen bir kuş adıyla karşıkarşıyayız. Şecere-i
Terâkime’nin dışında Babürname’de de görülür (Hauenschild, 2006, s. 132). Sözcük
Çağatayca sözlüklerde de aynı biçim ve anlamla yer alır:
Abuşka tuyġun ak togana derler ki gāyetde yavuz olur (Kaçalin 2011, s. 500).
Senglah (261v12): طﻮﯾﻐﻮنakdoğan (toygun: Clauson 1960, s. 65a)
ŞSE: ﺗﻮي ﻏﻮنtoyḳar, aḳ ve çaḳır toyġan (129a)
DTO: ﺗﻮﯾﻐﻮن/ ﺗﻮﯾﻘﺎرbeyaz doğan (Pavet de Courteille, 1870, s. 250).
Le Coq’a göre Doğu Türkistan’da bazen ortaya çıkan ya da orada olduğu tahmin
edilen beyaz doğanın adıdır. Doğu Türkistan’da terbiye edilen küçük bir av kuşudur,
daha çok Kızıl’da serçeleri avlayan kırmızı kafalı örümcek kuşudur (Le Coq VI, 1922,
s. 115).
Sözcüğün Türkçeden Farsçaya (tuykun) ve Moğolcaya (tuyigun) geçtiğini belirten
Doerfer, Le Coq’un tuygun ile togan’ı birleştirmesini fonetik kurallar açısından yanlış
bulur. Aynı zamanda Ramstedt’in Moğolca tuyigun ile Osmanlıca toygan ve
Çağatayca togan’ı birleştirmesinin de yine ses kuralları açısından yanlış olduğunu
belirtir. Modern Türk dillerindeki (Özbekçe ve Karakalpakça) tuygun biçiminin
sözcüğün toygun değil, tuygun olduğunu belirttiğini ifade eder (Doerfer II, s. 657, §
1003).
Anadolu sahasında da bulunan sözcük Tarama Sözlüğnde toygun (toykun) biçiminde
verilmiştir: toygun (toykun) ak ve çakır doğan (TarS V, s. 383b).
KINIK BOYU: Damgası için ekteki tabloya bk.
Kuşu: Şecere-i Terakime’ye göre curra ḳarçıġay; Tevârîh-i Âl-i Selçuk’a göre çaḳır ḳuş
curra ḳarçıġay (curra için bk. curra laçın, ḳarçıġay için bk. ḳarçıġay)
KISALTMALAR
Alt.
CTD
ĆagSS
DLT
DS
DTO
Far.
Hak.
= Altayca
= Dankoff/Kelly
= Vambery
= Divânü Lûgat-it-Türk
= Derleme Sözlüğü
= Pavet de Courteille
= Farsça
= Hakasça
747
ZÜHAL ÖLMEZ
HakRS
IM
KB
Kelürnâme
Kırg.
KırgRS
KrçM
KrçMRS
KTS
KuRS
Kzk.
KzTilS
Mo.
ORS
Osm.
Özb.
SDD
ŞorS
ŞSE
TarS
Trkm.
TrkmTüS
Tuv.
TuvW
UygRS-Kibirova
UygRS-Rahimov
UzbLug.
UzbRS
Yeni Uyg.
= Baskakov/İnkijekova-Grekul
= İbn-i Mühennâ
= Kutadgu Bilig
= Kara
= Kırgızca
= Yudahin
= Karaçay-Malkar
= Tenişeva
= Koç
= Bammatova
= Kazakça
= Kazak Tiliniŋ Sözdigi
= Moğolca
= Baskakov/Toşçakova
= Osmanlıca
= Özbekçe
= Söz Derleme Dergisi
= Kurpeşko-Tannagaşeva
= Şeyh Süleyman Efendi
= Tarama Sözlüğü
= Türkmence
= Tekin
= Tuvaca
= Ölmez
= Kibirova
= Rahimov
= Akabirov
= Akabirov 1959
= Yeni Uygurca
KAYNAKÇA
Ayağan, B. (2008). Kazakstan Tabiğatı, 1 Tom A-E. Almatı
Bakır, A. (2009). Yazıcızâde Ali, Tevârîh-i Âl-i Selçuk [Selçuklu Tarihi]. İstanbul: Çamlıca
Basım Yayın.
Baskakov, N. A. ve Toşçakova, T. M. (1947). Oyrotsko-russkiy slovar’. Moskva: Ogiz
Bläsing, U. (2008). Çift Başlı Rus Kartalının İmparatorluğunda ‘Türkçe’ bir Avcı Kuşu
veya Rusça bérkut ile Türkçe bürküt sözcüklerinin tarihine ait malzemeler.
Türk Dilleri Araştırmaları. Festschrift in Honor of Talat Tekin, cilt: 18, 77-134,
İstanbul.
Akabirov, S. F. (ve diğerleri). (1959). Uzbeksko-russkiy slovar’. Moskva: Akademiya
Nauk Uzbekskoy SSR.
Atalay, B. (1941). Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi III. Ankara: TDK
Atalay, B. (1943). Divanü Lûgat-it-Türk Dizin “Endeks”. Ankara: TDK
Bammatova, Z. Z. (1969). Kumıksko-Russkiy Slovar’. Moskva.
Baskakov, N. A. ve İnkijekova-Grekul, A. İ. (1953). Hakassko-russkiy slovar’. Moskva.
Clauson, Sir G. (1972). An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth-Century Turkish.
Oxford.
748
EBULGAZİ’YE GÖRE OĞUZ BOYLARININ DAMGALARI VE KUŞLARI
---------, (1960). Sanglax, A Persian Guide to the Turkish Language. London.
Csáki, É. (2006). Middle Mongolian Loan Words in Volga Kipchak Languages. Wiesbaden:
Harrassowitz Verlag.
Dankoff, R. ve Kelly, J. (1982-1985). Maḥmūd al-Kašgarī: Compendium of the Turkic
Dialects (Dīwān Lugāt at-Turk), I-III. Cambridge.
Derleme Sözlüğü II. (1965). Ankara: TDK
Derleme Sözlüğü VI. (1972). Ankara: TDK
Derleme Sözlüğü IX. (1977). Ankara: TDK
Doerfer, G. (1963). Türkische und mongolische Elemente im Neupersischen. I. Wiesbaden.
---------. (1965). Türkische und mongolische Elemente im Neupersischen. II. Wiesbaden.
---------. (1967). Türkische und mongolische Elemente im Neupersischen. III. Wiesbaden.
---------. (1975). Türkische und mongolische Elemente im Neupersischen. IV. Wiesbaden
Erdal, M. (1991). Old Turkic Word Formation: A Functional Approach to the Lexicon. I-II.
Wiesbaden.
Eren, H. (1999). Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü. Ankara:
Ersoylu, H. (1981). Türk Düşünce, Dil ve Edebiyatındaki Bazı Kuşlar. Türk Dünyası
Araştırmaları, 2. cilt, s. 11.
Hauenschild, I. (2003). Die Tierbezeichnungen bei Mahmud al-Kaschgari. Eine
Untersuchung aus sprach-und kulturhistorischer Sicht. Wiesbaden:
Harrassowitz Verlag.
Hauenschild, I. (2006). Botanica und Zoologica im Babur-name. Eine lexikologische und
kulturhistorische Untersuchung. Wiesbaden: Harrassowitz Verlag.
Iskakov, A. I. (1983). Kazak Tiliniŋ Tüsindirme Sözdigi, Tom: 7, K-P. Almatı.
Kaçalin, M. S. (Hazırlayan). (2011). Niyāzi. Nevâyî’nin Sözleri ve Çağatayca Tanıklar,
Ankara: TDK.
Kara, F. (2011). Muhammed Ya‘kub-ı Çingi Zeban-ı Türki (Kelürname) İnceleme-MetinDizin, Erzurum: Fenomen.
Kargı-Ölmez, Z. (1993). Mahbûbü’l-kulûb, İnceleme-Metin-Sözlük. Hacettepe
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. Basılmamış Doktora Tezi, Ankara.
Kazak Tiliniŋ Sözdigi. (1999). Almatı: A. Baytursınulı Atındağı Til Bilimi İnstitutı.
Kibirova, Ş. ve Tsunvazo, Yu. (1961). Uygursko-russkiy slovar’. Alma-Ata: Akademiya
Nauk Kazahskoy SSR
Koç, K., Bayniyazov, A. ve Başkapan, V. (2003). Kazak Türkçesi Türkiye Türkçesi
Sözlüğü. Ankara: Akçağ.
Kononov, A. N. (1958). Rodoslovnaya Turkmen. Moskva-Leningrad: Akademiya Nauk
SSSR.
Koşvar’, A:F, Koşvar, B. A. (2012). Kazakstandağı Januvarlar Älemi. Almatı:
Almatıkitap Baspası.
Kurpeşko-Tannagaşeva, N. N. ve Akalın, Ş. H. (1995). Şor Sözlüğü. Adana.
Laut, J. P. und Peter Z. (1990). Ein zweisprachiger Lobpreis auf den Bäg von Koco un
seine Gemahlin. Buddhistische Erzählliteratur und Hagiographie in türkischer
Überlieferung, hrsg. von J.-P. Laut u. K. Röhrborn, VSUA 27, Wiesbaden: 1536.
Le Coq, A. von. (1914). Bemerkungen über türkische Falknerei, Baessler-Archiv, Band
IV, 1-12, Leipzig und Berlin.
749
ZÜHAL ÖLMEZ
---------, (1922). Bemerkungen zur türkische Falknerei. Baessler-Archiv, Band VI. 114122.
Lessing, Ferdinand D. (1960). Mongolian-English Dictionary. Berkeley and Los
Angeles.
Ma’rufov, Z. M. (1981). Uzbek Tiliniŋ İzåhli Luğati I-II. Moskva: Uzbekistån SSR Fanlar
Akademiyası.
Menges, K. H. (1954). Glossar zu den volkskundlichen Texten aus Ost-Türkistan, II.
Wiesbaden.
Nugteren, H. (2011). Mongolic Phonology and the Qinghai-Gansu Languages.
Netherlands: LOT
Ögel, B. (19932). Türk Mitolojisi, 1. cilt. Ankara: TTK
Ölmez, M. (2007). Tuwinischer Wortschatz mit alttürkischen und mongolischen Parallelen
– Tuvacanın Sözvarlığı Eski Türkçe ve Moğolca Denklikleriyle. Wiesbaden:
Harrassowitz Verlag.
Pavet de Courteille, A. (1870). Dictionnaire Türk Oriental, Paris.
Radloff, W. (1960). Versuch eines Wörterbuches der Türk-Dialecte I-IV. Leiden
Rahimov, T. R. (1968). Uygursko-russkiy slovar’, Moskva
Räsänen, M. (1969). Versuch eines Etymologischen Wörterbuchs der Türksprachen.
Helsinki.
Ross, E. D. (1994). Kuş İsimlerinin Türkçesi, Mançuca ve Çince Sözlüğü. Çev.: E. GürsoyNaskali, Ankara: TDK
Schönig, Claus. (2000). Mongolische Lehnwörter im Westoghusischen. Wiesbaden:
Harrassowitz Verlag.
Söz Derleme Dergisi (1939). Cilt: 1. A-D. İstanbul: TDK
Söz Derleme Dergisi (1941). Cilt: 2. E-K. İstanbul: TDK
Söz Derleme Dergisi (1951). Cilt: 4. Ulama. A-Z. İstanbul: TDK
Söz Derleme Dergisi (1957). Cilt: 5. A-Z. Ankara: TDK
Steingass, F. (1892). A Comprehensive Persian-English Dictionary. London: Routledge
Stephenson, J. (1928). The zoological section of the Nuzhatu-l-Qulub of Ḥamdullah
al-Mustaufi al-QAZWiNi, London. The Royal Asiatic Society Oriental
translation fund new series. vol. XXX.
Şeyh Süleyman Efendi, (1298). Lûgat-ı Çağatay ve Türkî-i Osmanî İstanbul.
Tanıklarıyla Tarama Sözlüğü I-VIII. (1963-1977). Ankara: TDK
Tenişeva, E. R. (1989). Karaçayevo-Balkarsko-russkiy slovar’. Moskva.
Tietze, A. (2002). Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugatı. Sprachgeschichtliches und
etymologisches Wörterbuch des Türkei-Türkischen, Birinci Cilt A-E. İstanbulWien: Simurg-Österreichische Akademie der Wissenschaften
Vámbéry, H. (1867). Ćagataische Sprachstudien. Leipzig
Yudahin, K. K. (1965). Kirgizsko-russkiy slovar’. Moskva: İzdatel’stvo «Sovetskaya
Entsiklopediya»
Zieme, P. (2012). Ein alttürkischer Glücksvogel. Botanica und Zoologica in der
türkischen Welt. Festschrift für Ingeborg Hauenschild, Herausgegeben von
Marcel Erdal, Barbara Kellner Heinkele, Elisabetta Ragagnin und Claus
Schönig, s. 181-186.
Zenker, J. T. (1866) (19672). Türkisch-arabisch-persisches Handwörterbuch. Hildesheim.
750
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
OĞUZLAR: DİLLERİ, TARİHLERİ VE KÜLTÜRLERİ
DEĞERLENDİRME VE KAPANIŞ OTURUMU*
Dursun YILDIRIM (Oturum Başkanı)
Bu da son oturumu sempozyumun ve bunu da tamamlamak bana düştü. Şimdi bu
oturumda dört değerli bilim adamı kongrede verilmiş olan bildirilerin genel bir
değerlendirmesini yapacak. Çünkü bildirilerin hakikaten bir kısmı aklımızı
karıştırdı. Dokuz Oğuzlar gitti elimizden, efsane ile tarih birbirine karıştı, karıştırıldı.
Güzel bildirilerle aklımız karıştı. Şimdi bu değerli bilim adamlarımızı buraya davet
edeceğim hiç değilse bizi birazcık neden böyle olduğu konusunda aydınlatacaklar.
Eğer aklımız daha çok karışırsa Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü yeni bir Oğuzlar
Sempozyumu düzenleyerek orada verilecek bildiriler ile burada ortaya çıkan
sonuçlar
değerlendirilmeye
çalışılır.
Aklımız
yerine
oturmuş
olur.
Konuşmacılarımızın konuşma süresi 15 dakika ile sınırlandırılmış bulunmaktadır.
Ben doğrusu müdahale etmeyeceğim. Çünkü hep konuşmada sözü kesen adam
rolüne çıkmış bulunuyorum. Bu defa ihtiyarlarına bırakacağım konuşmacılarımızın.
İlk sözü Prof. Dr. Ahmet Bican ERCİLASUN’a veriyorum. Buyurun lütfen.
Ahmet Bican ERCİLASUN
Teşekkür ediyorum. Dursun Bey’in kullandığı son cümledeki “ihtiyarlarına
bırakacağım” ibaresinde “ihtiyarlarına” ihtiyar anlamında değil biliyorsunuz. Yani
onların iradelerine bırakacağım demektir. Önce bunu belirteyim. Efendim ben birkaç
yıl önce Kosova’daki bir bildirimde Oğuzları aşağı yukarı bir sayfa süren ama tek
cümle ile anlatmıştım. Şimdi onu okuyayım müsaade ederseniz. Neden okuduğumu
söyleyeceğim sonra. “Oğuzlar 9. ve 10. yüzyıllarda Seyhun boylarında yaşayan,
ikinci binin ilk yıllarında Maveraünnehir ve Horasan’a akmaya başlayan, 1037’de
Nişabur’da Batı Türk Devletinin Büyük Selçuklu Hanedanını kuran, 1040’ta
Dandanakan’da Gazneli Sultan Mesut’u yenerek Horasan ve İran’a hâkim olan,
1055’ten itibaren Abbasi halifelerini himayeleri altına alan, 1050’lerde Kuzeybatı
İran’daki güney Azerbaycan’ı, 1064’ten itibaren bugünkü Kars, Gürcistan,
Ermenistan ve Azerbaycan’ı içine alan Güney Kafkasya’yı fetheden, 1071’de
*
23 Mayıs 2013 tarihinde gerçekleştirilen Sempozyum Değerlendirme ve Kapanış
Oturumunun ses kaydı İpek Demir tarafından deşifre edilmiştir.
751
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
Malazgirt’te Doğu Roma’yı yenerek Anadolu’yu fethe başlayan ve dünyanın o
zaman bir numaralı gücü hâline gelen, 1074’te Marmara Bölgesi’ndeki İznik’te
kurduğu daha sonra Konya merkezinden yönettiği Anadolu Selçuklu Hanedanıyla
12. ve 13. yüzyıllar boyunca Anadolu’yu Haçlılara karşı savunan, Selçuklu,
Danişmentli, Mengücekli, Saltuklu, Artuklu Hanedanları ile Anadolu’yu Türk yurdu
hâline getiren, 1176’da Miryakefalon’da Bizans ve Haçlı ordusunu bozguna
uğratarak Anadolu’da kök salıp Akdeniz ve Adalar Denizi kıyılarına açılan, 1220’den
itibaren Cengiz ve çocuklarının önünden çekilerek yeni dalgalar hâlinde Azerbaycan
ve Anadolu’yu dolduran, 1250’den itibaren Karamanoğulları, Candaroğulları,
Germiyanoğulları vs. ondan fazla beylik ile bütün Anadolu’yu yayla yayla, köy köy,
kasaba kasaba, şehir şehir meskûn hâle getiren, 1299’da Söğüt’te dünyanın en büyük
imparatorluklarından biri olan Osmanlı yüce devletini kuran, Aydınoğlu Umur Bey
ve Balıkesir’deki Karasu Beyleri ile Trakya ve Balkanları keşfe başlayan, 1354’te
Gelibolu’yu geçen Osmanoğlu Süleyman Paşa ile Trakya’ya geçip yüce devleti önce
Edirne’den 1453’ten itibaren İstanbul’dan yöneten, 1389 I. Kosova, 1396 Niğbolu,
1444 Varna ve 1448 II. Kosova Savaşlarıyla Balkanları da Türk yurdu hâline getiren,
1453’te İstanbul’u fethederek Doğu Roma İmparatorluğunu yıkıp onun yerini alan,
1526’da Mohaç Meydan Muharebesi ile Macaristan’ı alarak sınırlarını Avusturya’ya
kadar uzatan, 15. yüzyılda Karakoyunlu ve Akkoyunlu Hanedanlarıyla Doğu ve
Güneydoğu Anadolu’yu, Kuzey Irak’ı, Kuzey ve Güney Azerbaycan’ı yöneten,
1502’de kurduğu Safevi Hanedanlığıyla iki Azerbaycan ve bütün İran’ı idaresi altına
alan, Safevi, Avşar ve Kaçar Hanedanlarıyla İran’ı 1925 yılına kadar idare eden,
Yavuz Sultan Selim ile Mısır ve diğer Arap ülkelerini alarak Hint Okyanusuna
dayanan, 1533’te Barbaros Hayreddin Paşa ile Cezayir ve Tunus’u topraklarına
katan, 19. yüzyılın sonları 20. yüzyılın başlarına kadar Balkanları, Anadolu’yu,
Güney Kafkasya ve Azerbaycan’ı, İran’ı, Irak’ı, Suriye’yi, Arabistan Yarımadasını,
Mısır ve Kuzey Afrika’yı idare eden, bugün Türkiye, KKTC, Azerbaycan ve
Türkmenistan bağımsız ülkelerinin esas halklarını oluşturan, İran nüfusunun yarısını
teşkil eden, Kosova, Makedonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Suriye, Irak ve
Afganistan’da azınlık topluluklar olarak, başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa
ülkesinde, Amerika ve Avusturalya’da göçmen olarak yaşayan büyük bir Türk
boyudur.”
Bunu neden okudum? Bu sempozyumdan sonra bu tarifi bir sayfa daha uzatmak
gerekiyor. Oğuzların başlangıçları bir problem olarak duruyor. Dursun Bey’in
kafasını karıştırdı ama bilim adamlarının kafasının biraz da karışık olması gerek. O
başlangıç kısmı karışık olmaya bir süre daha devam edecek. Herhâlde sorunlardan
birisi bu Oğuzların başlangıcı, ne zaman ortaya çıktıkları, Göktürk Anıtlarında geçen
Dokuz-Oğuz, Sekiz-Oğuz gibi terimler ve Göktürkler Oğuzlar mıdır, değil midir? Bu
sorunlar için belki özel olarak sadece bu kısmı için ayrı ve daha küçük çapta bu
konular üzerinde çalışan adamların bir çalıştay yapması bana gerekli gibi görünüyor.
Yani sadece bu konular Dursun Hoca’nın da dediği gibi. Reşat Hoca diyor ki
“Göktürkler Oğuzlardır.” Bir başkası diyor ki “Hayır Göktürkler Oğuzlar değildir.”
Birisi diyor ki “Dokuz-Oğuzlar Oğuzların esasını oluşturur.” Bir başkası ki ben de
bunların içindeyim “Dokuz-Oğuzlar Uygurlardır.” Yani bütün bunları ayrıca özel
olarak tartışacak ve sadece bu konunun uzmanlarından meydana gelecek bir çalıştay
gerekiyor. İşin tarih kısmı da bence işin en önemli kısımlarında bir tanesidir.
752
DEĞERLENDİRME VE KAPANIŞ OTURUMU
Oğuzların destanları için de belki ayrı özel bir çalıştay gerekebilir. Oğuz Kağan
Destanı, diğer Oğuzhan rivayetleri ve Oğuzların diğer destanları için de belki ayrı bir
çalıştay gerekir ama orada bu kadar kafa karışıklığı yok. Orada da bazı sorunlar var
o sorunları ortaya koymak için. Dillerini çeşitli çalıştaylarda, kurultaylarda,
sempozyumlarda zaten tartışıyoruz, konuşuyoruz. Oğuzların dilleri öyle küçük bir
çalıştayla halledilecek iş değil ama bu konuda çok çalışma var. Burada özellikle son
oturumlarda dinlediğim, Özbekistan’daki Oğuz yerleşimleri ve onların dilleri,
lehçeleri üzerindeki çalışmaları ilginç buldum. Onlardan gerçi daha önce
haberdardık ama burada doğrudan doğruya o konuda bazı şeyler dinledik. Bu
önemli benim için. Tabi Oğuzların dilleri deyince bu Selçuklu, Selçukca, Osmanlıca
vs. var. Bu terimler bazı arkadaşlar için oldukça karmaşık, onlara karışık geliyor ama
dilciler için bunlar karmaşık değil. Dilciler Türkçenin çeşitli tarihî dönemlerine ayrı
ayrı isimler veriyorlar. Bu bir terminolojidir. Türk dili araştırmalarında bir
terminoloji konusudur. Bu ayrı ayrı isimleri, terimleri vermenin hiçbir mahsuru
yoktur. Gerçi Türkler kendi dillerine doğuda olsun, kuzeyde olsun, batı da olsun her
zaman Türkçe demişlerdir onu belirteyim. Türkler kendi dillerine Çağatayca,
Karahanlıca, Uygurca dememişlerdir hep Türkçe demişlerdir metinlerde kendi
dillerine veya Türkçe anlamında Türkî demişlerdir. Doğudakiler Türk dili batıdakiler
Türk dili demişlerdir ama genel isim başka, bir şey dildeki terminoloji başka bir
şeydir. O terminolojiyi biz dilciler olarak kullanmak zorundayız. Terminolojide hata
var mı yok mu bunlar ayrıca tartışılabilir.
Osmanlı Türkçesi çok defa zannediliyor ki bu Eski Türk Edebiyatı derslerinde
okutulan divan şairlerinin o ağdalı dillerinden ibarettir. Genel kamuoyunda da böyle
bir yanlış kanaat var. Yani öyle zannediliyor ki Kanuni Sultan Süleyman şiirlerinde
yazdığı gibi konuşuyor yahut Baki şiirlerinde yazdığı gibi konuşuyor. Öyle
zannediliyor. Bir arkadaşımızın burada Osmanlıların konuşma Türkçesi üzerinde
verdiği bildiride anladık ki bugün konuştuğumuz gibi konuşuyorlarmış. “Bre nereye
gidiyorsun, ne yapıyorsun” filan gibi yani bugün konuştuğumuz gibi
konuşuyorlarmış. Gerçi onlar tarihçilerin özellikle Osmanlı Tarihi üzerinde
çalışanların malumu ama bu geniş halk kitlelerin hatta doğrudan doğruya bu alan
üzerinde çalışan dilcilerin de açık bir şekilde malumu değil. Onun için Osmanlıların
konuşma dilini araştırmak fevkalade önemlidir.
Keşke Selçuklulardan da kalan belgeler olsa onları da araştırabilsek. Maalesef ikiye
ayrıldığı için salonlar hepsini takip edemedik. Ben K Salonundaki sadece bir
oturuma gidebildim genellikle buradaydım. O tarih oturumundakileri de ayrı ayrı
dinlemek isterdim. Çünkü onlar ayrı ayrı Oğuz boylarının yerleşimleri ve onların
çeşitli faaliyetleri hakkında bildirilerdi yani daha spesifik bildirilerdi ve herhâlde
onlardan çok bilgi edinecektim ama inşallah kitap yayımlanınca o bilgileri oradan
sağlayacağız.
Sonuç olarak fevkalade faydalı, yararlı bilgiler edindik. Arkadaşlarımızın bir kısmı
daha önce üzerinde çalışmış ve yayımlamış oldukları bilgileri nakletmekle birlikte
bunlar bizim bilgilerimizi yeniden tazeledi, onun üzerine bazı yeni şeyler kattılar,
bundan sonra da ebette katılacak. Zaten bilim böyle üst üste, kat kat, tabaka tabaka
gelmekle olur. Bilim de bir nevi destan gibi tabaka tabaka, kat kat, üst üste yığılarak
olacak. Gerek yurtiçinden gerekse yurtdışından katılan arkadaşlar bence son derece
753
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
bizi zenginleştirdiler. Bu toplantıdan herhâlde zihnimiz ve gönlümüz daha zengin
olarak ayrılacağız.
Düzenleyenlere teşekkür ediyorum. Tebliğ sunanlara teşekkür ediyorum. Ve elbette
ki dinleyenlere veya sorularıyla katkılarıyla bu toplantıyı zenginleştirenlere teşekkür
ediyorum. Sağ olun efendim.
Marcel ERDAL
Sayın Arkadaşlar,
Ben ilk önce Türkiyat Araştırmaları Enstitüsünde çalışanlara özellikle Yunus Bey ve
Mikail Bey’e çok teşekkür etmek istiyorum. Teşebbüs mükemmel bir teşebbüstü.
Oğuzlar konusu bizi, hepimizi burada beraber düşünmeye sevk etti. Çok şey
öğrendik. Organizasyon da zaten mükemmeldi. Oğuzlar konusunda tabii ki herkes
kendi konusunu seçti. İşlenen veya işlenmeyen konular bulundu. Örneğin Güney
Oğuzcası konusunda galiba bir arkadaş söyledi, Kaşgaylar konusunda bir bildiri
olmadı. Birçok şey öğrendik. Hem öğrenmiş hem de bilgimizin eksikliğini görmüş
olduk. Ben çok konuşmayacağım. Benim şöyle bir teklifim var. Bence 1959’dan beri
çeşitli genel Türk el kitapları hazırlandı. Bence Oğuzlar konusunda bir el kitabı
hazırlansa hem dil hem kültür hem tarih konuları daha ayrıntılı ve daha düşünce
dolu bir şekilde işlenebilecektir. Bence Oğuzlar, dilleri ve kültürleri bakımından
bildiğimiz şeyler ve çeşitli bilmediğimiz şeyler bu arkadaşların bildirilerinde yahut
da genellikle çalıştayda dile getirecekleri konuların daha ayrıntılı bir şekilde bir el
kitabında hazırlanmasını teklif ediyorum. Çok önemli bir teşebbüs olur. Belki de
Yunus Bey bu işi üzerine alır ve çok faydalı olur. Hepinize çok teşekkür etmek
istiyorum. Hem bildiri sunan arkadaşlar hem hepimizin yaptığı katkılar sahiden çok
ilginç oldu. Teşekkür ediyorum.
Dursun YILDIRIM
Hem hocamızın hem de Ahmet Bey’in önerilerinin birleştirilerek her ikisi bir arada
götürülmek suretiyle böyle bir el kitabı tüm yönleriyle hem kültür dokusu hem dil
dokusu hem tarih dokusu ve belki biz konuyu çözebilirsek o zaman Türk tarihini
daha doğru bir hat üzerinden incelememiz mümkün olabilir. Çünkü 400 yıllık bir
evre var tarihimizde ondan sonra tekrar bir diriliş var. Ergenekon meselesi de onunla
ilgili olan bir süreç olsa gerek. Onun için Oğuzlar mıydı diğerleri miydi gibi
meşruiyet mitleri üzerinden gitmek yerine daha sağlıklı bir yol bulup onun
üzerinden gidebilmek için bu iki önerinin birleştirilerek bir el kitabına
dönüştürülmesi gerçekten Türk tarihini de Türk kültürüne de Türk dilini
öğrenilmesine de büyük katkıda bulunacaktır. Teşekkür ediyoruz.
Reşat GENÇ
Teşekkür ederim Sayın Başkan. Değerli meslektaşlarım, Sevgili Gençler,
Son oturumdaki bildirilerden birinin konusu ile sözlerime başlayayım istedim.
Mustafa Aksoy kardeşimin. Türk damgaları mı? Oğuz damgaları mı? Tabi her ikisi
de. Türk damgaları bir derya onun içerisinde bir bölümü Oğuz damgaları. Bunu
neden ifade etme gereği duydum. İlk günkü bildirilerimizden birisi Feridun Bey’in
Osmanlılar ve Kayılar konusu idi. Osmanlılar gerçekten Kayılardan mı? Tarihsel
kaynaklar ile veriler ile bu kanıtlanmış mı doğrulanmış mı konusunu gayet detaylı
bir şekilde irdeledi. Sonuç itibari ile Osmanlı Kayı bağlantısının varlığı kanaatinde
olduğunu ifade etti. Biz de dedik ki Osmanlı Kayı’dandı ya da değildi. Kaldı ki Kayı
754
DEĞERLENDİRME VE KAPANIŞ OTURUMU
damgasının Mustafa Bey’in bildirisiyle ta Kobrat Han’a, Saruhan’a kadar uzanan bir
damga olduğunu da gördük. Tabii demek ki Türk damgasının birini almış Kayılar
kullanmış, öbürünü almış Bayındırlar kullanmış filan ama 24 tanesini Oğuzlar
kullanmıştır. Onun dışında yüzlercesini de diğer Türk toplulukları kullanmıştır.
Onun için hem Türk damgaları hem Oğuz damgaları ikisi beraber desek daha iyi
olur dedim. Osmanlı kendisinin Kayı’dan olduğunu kabul etti. Bu, o veya bu
araştırmalarla telkinle oldu diyelim ama insanlar kendilerine neye ait hissederlerse
odurlar değil mi? Osmanlı da biz Kayı’danız ama Türkmeniz Oğuzuz dedi. Türkmen
olduğunu biliyoruz. Osmanlı doğuda en geniş sınırlara uzandığı vakit Hazar
Denizine kadar gitti. Hazar’ın ötesine geçemedi fetih olarak ama onun öte tarafında
da karşı yakada da Türkmenlerin olduğunu biliyordu Osmanlı. Divanı ve karşı
taraftan hep Yaka Türkmeni, Yaka Türkmenleri olarak söz etti Osmanlı yazışmaları
ya da eserleri. Ben Türkmenim, denizin öte tarafında da karşı yakanın da
Türkmenleri var. Yaka Türkmenleri… Onlara Sayın Hanlı Türkmenleri de denildi
Osmanlı kayıtlarına böyle de intikal etti. Onlardan bir kısmı gidip Stavropol
Türkmenleri oldu. Göçürüldüler. Stavropol ile ilgili galiba bir bildirimiz olmadı.
Bir başka şey söyleyeyim. 13. yüzyılın başlarında Mısır Eyyübî Sultanı Mısır’a bağlı
ülkelerden biri olan Yemen’de karışıklık çıkınca komutanlarından Resul’ü ki Resul
Oğuz idi, Türkmendi Yemen’e gönderdi. Resul orada asayişi zapturaptı sağladı ve
Resul’ün oğulları orada bir hanedan kurdular ve iki buçuk asra yakın Yemen’i idare
ettiler. Ahmet Bey’in o bir sayfasına malzeme olsun diye bunu söylüyorum. Bu
hemen bütün Oğuz Türkmen asıllı arkadaşlarımızın ya da çoğunun dikkati dışında
kalmış noktalardan biri ama Oğuzlar tarihinin büyük araştırıcısı merhum Sümer
buna işaret etmişti eserinde.
Yine Karakoyunlular ile ilgili bir çalışmasında bir başka şeye de işaret etmişti
arkadaşlar. Bir Karakoyunlu Türkmen boyu, Oğuz boyu bir şekilde böyle
dargınlıklar kırgınlıklar oluyor zaman zaman. Vaktiyle Hazar’ın doğusundaki
Mangışlak Yarımadasına gidip de Bin kışla, Mangışlak Oğuz yurdunu teşkil eden
Oğuzlar tabii iç kavga sonucunda gelip oraya yerleşmiş veyahut göçüp yerleşmiş
idiler. Tıpkı onun gibi bir boy ana kitleden Karakoyunlu kitlesinden camiasından
ayrılır. Kavgalar maceralar filan nereye kadar gider? Hindistan’ın en güneyine
Dekken Yarımadası’na kadar gider. Dekken Yarımadası’nda Nizamşahlılar diye bir
devlet kurar. Nizamşahîler Devleti şu kadar zaman Kutupşahîler, Nizamşahîler,
Adilşahîler. Bu üç devlet Baburlular ile birlikte şu kadar zaman Hindistan’da Türk
egemenliğini hâkimiyetini devam ettirdiler. Onlardan biriydi. Hükümdarı da ayrılıp
geldikleri yerlerde neler oluyor bitiyor, kimler var, kimler kalmış filan diye elçide
gönderdi bu tarafa ve adamcağız iyi akıllı bir adammış “Tarih-i Elçi-i Nizamşah”
Nizamşah’ın Elçisinin Yazdığı Tarih anlamında bir güzel eser bir kaynak da
bırakmıştır. Kısacası arkadaşlar elbette Oğuzların tarih sahnesine çıkışları, Bican
Hoca 8. yüzyıldan filan başlamış galiba, Barlık Çayı’ndan başlatır Sümer Hoca o
daha eski Hocam. Dolayısıyla Özyiğen Alpturan Altı Oğuz Budunun beyiydi…
Varlık Irmağı, yukarı Yenisey… Oradan başlayarak ondan öncesi Üç Oğuz da
kaynaklarda geçiyor. Üç Oğuz… Altı Oğuz… 6 çok tipiktir. Oğuzhan’ın 6 oğlundan
neşet etmiş olmak destani bilgisini de teyit eder, doğrular ya da besler anlamında
olmak itibariyle. Oradan Sekiz Oğuz, galiba 9 boya ulaşmışlardı ama galiba bir boy
küsmüş ayrılmış onlardan. Onun için Sekiz Oğuz diye ifade edilmiş kitabelerde öyle
755
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
yer almış derdi Sümer Hoca yine. Zaten küslükler oluyor arada, birbirleriyle
uğraşıyorlar da. Arada ben espri de yapıyorum bazen ben çocuklar “Türk’ün seyreği
sıkından iyidir” diye. İşte seyrek olunca birini alın Resul’ü gönderin Yemen’e
oğullarıyla orada koca bir hanedan kursun devlet kursun 250 yıl oraya hâkim olsun
ama kalabalık olunca sen olacaksın, ben olacağım, sen misin, ben miyim? Özeleştiri
de yapalım.
Hâsılı Varlık Çayı kıyılarından yola çıkabiliyoruz ama ondan önceki dönem yazılı
olmayan dönem… Ya da bizim kendi yazıtlarımızda ondan önceki dönemi ait bilgi
yok. Çin kayıtları bu konuda bir bilgi vermiş mi Oğuz adıyla bağlı olarak, bunu
bilmiyoruz. Bu kayıtlara göre genel Türk adı dışında bir boy, bir budun adı olarak o
kayıtlarda adı geçen en eski ad Kırgız adıdır. Belki Oğuz da geçti ama henüz bize
kadar intikal etmedi, o kayıtları görmedik ama elbette 6. yüzyılda Barlık Çayı
kıyısında Oğuzlar gökten inerek gelmediler oraya. Gökten inen ışıktan çıkmış olan
kızla Oğuz Kağan atamızın evlenmesi hadisesi destani motif ama O Oğuzlar orada
gökten inmediler. O zaman Hun dönemi Hun öncesi dönemin elbette araştırılmaya
ihtiyacı var.
Başka bir şeye de dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Dursun Bey’in dediği o aklımız
karıştı. Tabii beyin fırtınası olacak, akıl karışacak ki arana arana doğrusu bulunsun.
Değerli arkadaşlar bakınız Veli Sevin diye bir değerli kardeşimiz İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin Eski Çağ hocalarındandı. Sonra Yüzüncü Yıl
Üniversitesi’nde de görev yaptı arkadaşımız. Veli Bey Hakkâri Balbalları ile ilgili çok
güzel yayınlar yapmıştır. Hakkâri’de bir kazı sırasında bir ev genişletme çalışması
sırasında balballar bulundu ve bu balballar Orta Asya balballarının hınk demiş
burnundan düşmüş balballardır. Belki de tersi Orta Asya’dakiler bunların
burnundan düşmüş olabilir. Veli Bey bir konferans verdi. Urartularda toplu mezar
geleneği. Konferans bittikten sonra ben de o zaman Yüksek Kurum Başkanıyım diye
bize torpil geçildi. İlk soru sorma hakkı bana verildi. Dedim ki “Veli Bey siz rahmetli
Faruk Sümer Hoca’nın 10. yüzyılda Oğuzlarda defin gelenekleri ile ilgili yazdıklarını
okumuş muydunuz?” “Hayır. Maalesef okumadım” dedi. Dedim ki “keşke
okusaydınız. Urartularda bir mezara birden fazla ölünün cesedinin konulması
bölümünü istisna ederseniz 10. yüzyılda Oğuzlar için Faruk Sümer Hocanın
yazdıklarının tamamını kelime kelime, cümle cümle siz anlattınız Urartular için.”
MÖ 1000 – 1500’ler, MS 1000. 2000 – 2500 yıl fark vardı arada.
Sovyet Bilimler Akademisinin Novosibirsk Şubesi çalışmaları Türklerin en kadim
yurdunun Hazar etrafı olduğu kanaatindedir ve Azerbaycan İlimler Akademisi
bünyesindeki bir hayli meslektaşımız da özellikle Azerbaycan’daki kaya resimleri ve
kayalar üzerine hak edilmiş olan runik yazıları dikkate alarak bu görüşü
desteklerlerdi. Merhum Kemal Balkan Hoca bu konuyu ciddi ciddi el alan bir eser de
yazdı. Vefatından sonra eser kayboldu, basılamadı. Tabi diğer unsurlar mesela
Tepegöz hikâyesi de dâhil kadim Yunanca eserlerde bunların varlığı ve bunların
Yunan kaynaklarına intikalini ancak Doğu Anadolu Azerbaycan civarındaki
temaslarla intikal etmiş olabileceği tarzında Taner Tarhan arkadaşımızın çalışmaları
var. Belki de Türkler bizim Doğu, Güneydoğu Anadolu’muz ve Kafkaslar da dâhil
olmak üzere, Hazar Denizi iç deniz gibi kalacak tarzda bir coğrafyada vaktiyle
yaşıyorlar iken çeşitli nedenlerle Kadırgan Dağlarına kadar göçtüler. Bizim meşhur
bildiğimiz Türklerin ana yurdu ve göç yolları hikâyesiyle haritalarıyla bildiğimiz göç
756
DEĞERLENDİRME VE KAPANIŞ OTURUMU
belki gerisin geriye ikinci bir göç dalgası idi. Bakınız araştırılması gereken çok ciddi
konular var.
Rüstem Bey kardeşimiz burada. Azerbaycan’daki bir takım tarihçi dostlarımız
Azerbaycan ve civarı coğrafyasının Oğuz Türkmen göçlerinden çok eski yıllardan,
MÖ yıllardan beri Türk yurdu olduğu tarzındaki görüşlerinde de hâlâ ısrarlılar. O
zaman yine Oğuzlar deyince elbette koskoca bir deryadır. Bu deryanın her bir yerine
hangimiz bir kova daldırdıysak oradan bir kova bir tas su çıkardık. Onu getirmeye
çalıştık buraya. Deryanın bütün derinlikleriyle, bütün muhteviyatıyla enine boyuna
araştırılmaya hâlâ büyük ölçüde ihtiyacı var. Bu söz kime aittir bilemiyorum ama
merhum Köprülü “Oğuz Etnolojisine Dair” diye bir makale yazmış idi Türkiyat
Enstitüsünde. Sümer Hocam için de demişti ki “Faruk Sümer, Köprülü’nün Oğuz
Etnolojisine Dair yazdığı bir makaleden devasa bir Oğuzlar kitabı çıkardı” demişti.
Çok devasa eserler çıkarılmak ihtiyacında olunan bir konudur Oğuzlar konusu.
Meğer bugüne kadar şu katıldığımız, katılmaktan da bir hayli mutlu olduğumuz bu
sempozyumdan önce doğrudan Oğuzlar konulu böyle bir uluslararası bilimsel
toplantı düzenlenmiş miydi onu da bilmiyorum galiba bu bir ilk ve bir hayli de geç
de kalınmış demek ki. Onun için Oğuzları konu alan böyle bir sempozyumu
düzenleyenleri, bu fikri ortaya getirenleri, bunu hayata geçirenleri ve bunun hayata
geçirilmesinde her boyutta katkısı olanları ben de kutluyorum, hizmetleri için
teşekkür ediyorum. Bu tür beyin fırtınalarından kaçınmamamız gerektiğini bir daha
vurgulamak istiyor ve sizlere saygılar sunuyorum.
Dursun YILDIRIM
Çok teşekkür ediyorum Hocam. Tabii ben kafamız karıştı derken zaten onu
kastediyorum. Güzel bir beyin fırtınası oldu. Dokuz-Oğuzların 9 adamın sembolik
olarak kullanıldığı gerçeği ile karşılaşmamız benim için yeni bir bilgi. Onun için
Oğuzlar konusunda sayılar konusunda çok farklı düşünmemiz gerektiğini bana
anlattı o bakımdan söyledim.
Refik TURAN
Teşekkür ederim Sayın Başkan. Çok Değerli Katılımcılar,
Fransız tarihçi Jean Paul Roux Türklerle ilgili şöyle bir kanaat belirtiyor. “Türkler
bozkırdan çıkarak tüm Avrasya Bölgesinde bölge bölge, ülke ülke, yer yer çok geniş
bir alana yayıldılar. Çok sayıda etnik yapıyla karşılaştılar, çok sayıda milletle beraber
oldular. Bunları bir dönem yönettiler, yönetildiler. Bazılarını kendilerine benzettiler,
bazılarına kendileri benzediler ve şekilden şekile girdiler. Ve sonuç olarak dünyanın
en zor işlerinden biri bu Türk Tarihini yazmak oldu.” diyor.
Gerçekten de önceki günden itibaren dinlediğimiz bildirilerde de Oğuzların
tarihinde böyle bir espriyi yakaladık. Yani Oğuzlar da aynı durumda.
Kim bu Oğuzlar? Belki bu sorunun cevabını net bir şekilde bulamadık. Ben
bulamadık derken bunu hayıflanarak söylemiyorum. Dursun Hocamın da söylediği
gibi belki kafamız karıştı ki karışmalıydı da. Bu da bir kârlı yönü işin. Bu işin devamı
için devamlılığı açısından böyle bir durum var.
Gerçekten kim bu Oğuzlar? Oğuzlar Oğuz Han ile başlayan bir yapı. Oğuzların
Oğuz Hanı var. Gerçi arkadaşım Ayhan Pala bunu bir Türk tahayyülatı yani tek bir
şahıstan öte şahıslar birimi hâline getiren bir bildiride sundu ama olsun. O da farklı
bir görüş, o da bir zenginlik elbette. Ama Oğuz Han bir kenarda öyle teğet geçilecek
757
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
tarihî bir şahsiyet değil. Bir kere tarihî şahsiyetlerin büyüklüklerini ifade eden yazılar
var, tarihî olaylar var. Şunu naçizane belirtecek olursak haklarında en çok kitap
yazılan kişilerdir tarihî şahsiyetler. Geçmişten itibaren Oğuz Han hakkında en çok
yazılar yazılan bir şahsiyettir. Ve bunu ortaya koyan bir sempozyum oldu bu bir
noktada. Ve tarih boyu devamlılığı olan yani düşünebiliyor musunuz milattan önce
başlıyor, hâlen daha günümüzde yaşayan bir şahsiyet. Ve topyekûn bütün kendisini
Oğuz kabul edenler Oğuz Hanla ilişkilendiriyor kendilerini. Yani böyle ihtişamlı bir
yapı. Dolayısıyla topyekûn Oğuz Han ile birlikte Oğuzları da bu ihtişamlı vasfından
ötürü tarif etmek de çok zor.
Dolayısıyla bazı yerlerde Oğuz olmuş, Ogur olmuş, Oğuş olmuş, Guz olmuş. Aynı
Türklerin tarihinde olduğu gibi değişik telaffuzlarda değişik şekiller de karşımıza
çıkıyor.
Oğuzların elbette çok çeşitli özellikleri var. Bu sempozyumda bunu ortaya koydu. Bir
kere kadim bir tarihi var, çok geniş bir coğrafyası var, yani bu çok geniş coğrafya
derken öyle basit bir ülkeden bahsetmek mümkün değil. Dünyanın en eski
coğrafyası Asya… Asya Kıtası en büyüğü. Avrasya diyoruz bir kere Avrupa ile
beraber 54 milyon km2.
Geçenlerde, Reşat Hocam Yemen’den bahsetti. Resuloğullarından, Tuareglerle ilgili
bir röportaj vardı. Afrika’da en az bir 15 – 20 milyon km2’lik bir alanı da katarsanız
75 km2’lik bir alan Oğuz coğrafyası. Böyle bir coğrafyadır.
Yine Oğuzlar dünya tarihinin en teşkilatçı yapılarından bir tanesidir. Hocam, Ahmet
Bican Hocam, bir sayfalık bir cümle okudu demin. Hakikaten heyecanlı bir cümle idi.
Bakın Osmanlı Devletini kurdu diyoruz ama şunu da belirtmemiz lazım. Bu sıradan
bir kuruluş değil. Arnold Toynbee “Dünyanın gelmiş geçmiş 3 imparatorluğundan
biridir” diyor. Başka imparatorluklar da var tabi. Bu bir Oğuz İmparatorluğu kuruluş
olarak ama bir de bunu doğuran ata var Selçuklu. Selçuklu da bir Oğuz
imparatorluğudur. Kuruluşunda Tuğrul Bey’in Bağdat’a Abbasi Halifesine yazdığı
bir mektup var ve o mektupta tabii ki kendisini İslam dünyasına kabul ettirmek, tabii
ki itibar sahibi olmak amaçlı bu mektubu yazıyor. Diyor ki “Ben 1040’ta Gaznelileri
yendim ve onların iktidarını elinden aldım, onların yerine geçtim. Artık bütün
bölgenin, Türklerin, Oğuzların iktidar sahibi benim. Ama bu benim hakkım diyor
çünkü benim soyum ben Mikail oğluyum. Ceddim Selçuk Bey, onun atası Dukat Bey,
o da Oğuz Han’dan geliyor. Oğuz Han’dan gelen soylu bir yapının sultanıyım ben. O
ise bir kölemendi bir Memlüktü diyor.” Belki bu rakibini alt etmek için ortaya attığı
bir fikir ama burada karşımıza bahsedilen Oğuz Han’ın dev figürü ister istemez
çıkıyor.
Yine Oğuzun çok çeşitli tarafları var. Yani Oğuz neslinin, Oğuz kültürünün, Oğuz
yapısının tekâmüle açık bir yapıdır. Bana yıllar önce bir sınıfta uygulamaya
gidiyoruz lise öğrencilerinden biri dedi ki “Hocam batılıların ilim alanında çok
büyük gelişmeleri var. Pasteur’u var, Kopernik’i var. Türkler olarak bizim neyimiz
var? Bizim bir şeyimiz yok” dedi arkasından da cevabını verdi. Tabii hiç de öyle
değil. Elbette her milletin, her kültürün her medeniyetin bir katlısı var. Oğuz
açısından söylüyorum. 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Atatürk medreseleri
kapattı. Yeni bir sisteme geçti ama 1924’te kapatılan bu medresenin açılış tarihi
1064’tü. Sultan Alparslan’ın emriyle açılmış 1064’ten 1924’e kadar devam eden bir
758
DEĞERLENDİRME VE KAPANIŞ OTURUMU
müessesidir. Bunu ortaya çıkaran Oğuz kültürü, Oğuz gelişmişliğidir. Malazgirt’te
hep Alparslan, Romen Diyojen’i yendi diyoruz. Tamam yendi. Bu kılıç, asker, askerî
nitelik, pazu gücü ilk akla gelen bunlar ama Sevim Tekeli Hoca bir tespitte
bulunuyor. “O tarihte Selçuklu Türklerinin matematiği Bizans’tan üstündü.” diyor.
İşte Oğuz’un bir yönü de bu.
Dün Mualla Uydu arkadaşımız bir ifadede bulundu. “Ruslar, Oğuzlara Türkler
diyor.” Dedi. Burada Oğuzların bir niteliği daha ortaya çıkıyor. Bu sempozyumun da
bir sonucudur bu. Anadolu’da aynı şekilde Selçuklu Dönemi’nde Mervezî’de, daha
önceki dönemde İbn Fadlan’da, Oğuzlardan bahsediyor İbn Fadlan, elbette
Başkırtlardan, Bulgarlardan bahsediyor. Ama bir de Türkler diyor, Oğuzlardan
geçerken genel isim olarak da Türkler diyor.
Ayrıca bir husus daha var ve bu çok önemli. Bizans kaynaklarının neredeyse tamamı
Anna Commene, yine Cogtanes, Aleksiad, Ducas tamamı hep Türkler diyor.
Anadolu’ya gelenleri biz biliyoruz ki artık göçüp gelenlerin tamamı Türkler ama en
az yüzde doksanı Oğuz kitlesi kastedilen ama burada bir şey çıkıyor ortaya. Türk
uluslarının içerisinde kendisine Türkler dedirten bir yapı Oğuzlar yani bu açıdan da
çok önemli.
Bir küçük noktaya daha temas etmek istiyorum. Prof. Dr. Kazım Yaşar Kopraman
Hoca buna sık sık espri konusu olarak da takılır. Arapça lügatlarına da girmiş bu
Oğuz artık uç derecede saf adam demektir, kandırılan adam. Bir tarafta bu bunu da
takdirlerinize sunuyorum. Oğuz akıllı deyimi de buradan çıkmış. Dolayısıyla ben
burada son söz olarak gerçekten başta Yunus Bey kardeşime, Tufan Bey kardeşime,
Mehmet Öz Hocama ve topyekûn Hacettepe Üniversitesine bize bu Oğuz günlerini
yaşattıkları için teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum.
Dursun YILDIRIM
Demek ki sorunlarımız yeni birkaç çalıştayı kapsayacak kadar önemli ve hayati.
İnşallah Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü ilk adımı attı. Bu projeyi de hayata geçirirse
gerek Ahmet Bey’in gerekse Marcel Bey’in ifade ettiği şekilde çalıştaylarla bir
Oğuzlar el kitabını dünya üzerinde yani eski kıtalar üzerindeki varlığı ile birlikte
kültürel mirasını ele alacak yansıtacak şekilde düzenlenirse hem insanlık hem de
medeniyet tarihi bir kazanç sahibi olmuş olur hem de bizim burada ortaya çıkarmış
insanlar olarak bu dünyadan atlara biner gideriz. Şimdi oturumu kapatmadan önce
değerli katılımcılar arasında ülkelerini temsilen birkaç kişi konuşmak istediler.
Onlara söz vereceğim. Kısa beş dakikadan fazla olmamak kaydıyla lütfen
duygularını, düşüncelerini ifade ederlerse bize memnun olacağız. Afganistan’dan
Firuz Fevzi kardeşimiz.
Firuz FEVZİ (Afganistan)
Çok teşekkür ederim Hocam.
Bizi Güney Türkistan’dan, Kuzey Afganistan’dan davet ettiğiniz için teşekkür ederiz.
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’ne ve diğer çalışanlarına ayrıca teşekkür ederiz.
Hakikaten benim için çok verimli oldu. Biz yıllarca eğitime susamış bir milletiz,
oradaki Afganistan’daki Türk boyları. Böyle çalışmalar hakikaten bizim ufkumuzu
açıyor ve çok şeyler öğreniyoruz çok değerli hocalarımızdan.
Bu tür sempozyumların oralarda da yapılmasını arzu ediyoruz. Afganistan’da da
oradaki Türkler arasında da böyle sempozyumlar yapılmasını istiyoruz. Biz küçük
759
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
çaplı ulusal sempozyumlar yapıyoruz ama uluslararası sempozyumlar maalesef şu
ana kadar yapamadık. Mesela Afganistan’ın Herat şehrinde Ali Şir Nevai’nin Türbesi
var. Burada sempozyum yapılabiliyor. Ali Şir Nevai Türbesi’nin yanında Hüseyin
Baykara’nın Türbesi var. Maalesef bu 1. Dünya Savaşı sırasında bu türbe yıkılmıştır
ve türbenin 1940’lı yıllarda türbeyi açmışlar ve değerli eşyalarını çıkarmışlar. Bugün
de içler acısı durumdadır ve bunun yanında Emir Timur’un gelini Gevherşad
Begüm’ün Türbesi vardır. Yalnızca bu Gevherşad Begüm Türbesi ayakta kalmıştır.
Burayı da maalesef Afganistan Kültür Bakanlığı kütüphane olarak kullanıyor. Bir
türbeyi kütüphane olarak kullanıyorlar. Gevherşad Begüm ve oğulları ve torunları
yatmaktadır. 7 tane kabir var. Burayı az bir şekilde restore etmişler ve kütüphane
olarak kullanıyorlar. Burada bir sempozyum düzenlenebilir.
Hüseyin Baykara’nın yaptırmış olduğu kendi mezarında “heft kalem” diyoruz “yedi
kalem” şu masa büyüklüğünde bir taş ve onun kendi dönemini anlatıyor bu taşta. 7
kalem, 7 harf, 7 satırdan oluşuyor bu taş. Buradan bir heyet olarak gidilirse bunun
okunması için. Biz gidiyoruz ama karanlık bir odaya kapatmışlar, sadece uzaktan bir
gösteriyorlar. Bu taş UNESCO kültür mirasları arasına girmiştir ama daha
okunmamıştır bu 7 kalem, 7 harf, 7 satırdan oluşan bu tarihî eser. Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü’nden bunu istiyoruz. Eğer bunu yaparlarsa biz de çok şey
öğreniriz.
Afganistan’ın Gazne şehrinde Gazneli Mahmut’un türbesi var ve Gazne de 2002
yılında UNESCO tarafından Dünya Kültür Başkenti olarak kabul edildi. Maalesef
buraya da Türk bilim adamları davet edilmediler ya da gidemediler. Burada da
Oğuz boylarından yaşayanlar vardır ve birçoğu asimile olmuştur. Bunlar üzerinde
bir araştırma olabilir.
Başkent Kabil’de Babür Şah’ın Türbesi var. Babür Şah’ın bağı var aynı zamanda sağ
olsun sarayı özel bir şirket bunu restore etti, eski hâliyle restore etti ve bugün bu
sarayda toplantılar oluyor ve maalesef hep yabancılar yapıyor. Gidiyoruz
Fransızların toplantısı var, Almanların toplantısı var, Amerikalıların toplantısı var.
Burada bir sempozyum olabilir.
Mesela kuzeyde Afganistan’ın Belh şehrinde Mevlana’nın Türbesi var ki TİKA’nın
buranın restorasyonu ile ilgili çalışması 2006 yılından beri devam ediyor, maalesef şu
ana kadar sonuçlanmadı. Burada da Oğuz boylarıyla ilgili çalışmalar olabilir diye
düşünüyorum. Sağ olun, teşekkür ederim.
Fuzuli BAYAT (Azerbaycan)
Saygıdeğer Bilim Adamları,
İlk önce Hacettepe Üniversitesine, onun nezdinde Türkiyat Araştırmaları
Enstitüsü’ne bu son derece yararlı bu bilimsel toplantıyı, uluslararası sempozyumu
düzenledikleri için teşekkür ederiz. Ve bu teşekkür Azerbaycan’dan gelen bilim
adamları için daha önemlidir. Çünkü biz Oğuz yurdundan geldik ve burada Oğuzlar
ile ilgili düzenlenen sempozyuma azıcık da olsa bir katkımız dokunduysa kendimizi
çok mutlu hissetmiş oluruz. Tabii ki böyle son derece geniş son derece büyük bir
konunun bir sempozyumda ortaya konulması, seksenin üzerinde bildiri ile
sınırlanması mümkün olmadığı için gelecekte herhâlde Oğuzlar ile ilgili bu
sempozyumun devam edeceği ümidindeyiz.
760
DEĞERLENDİRME VE KAPANIŞ OTURUMU
Azerbaycan’da Oğuzlarla ilişkili tarihî, onlarla ilgili olan eserler her ne kadar azsa da
halkbilimi açısından yapılan çalışmalar bir hayli çoktur. Çünkü halkbilimi
denildiğinde zaten onunla da tarih ve dili kapsayan bir alanı göz önünde
bulunduruyoruz. Oğuzlarla ilgili yapılan bu çalışmaların hepsini bir araya getirmek,
Oğuzlarla ilgili bütün bağlantıları ve Oğuzlarla ilgili ister dil, ister tarih, ister kültür
bakımından değerlendirmek son derece güzel olacaktır düşüncesindeyim.
Ben sempozyumdaki bildirilerin büyük bir kısmını çok büyük bir zevkle dinledim.
Eski bilgilerimizle beraber yenilerini hepimiz öğrenmiş olduk. O yüzden
sempozyumun çok faydalı olduğunu, sempozyumu düzenleyenlerin bunu göz
önünde bulundurduğunu burada ifşa etmek isterim.
Öyle zannediyorum ki, Oğuzlar konusu bütün Türk dünyasında tarihe yön veren bir
millet olarak Türk dünyasının en büyük kavmi olarak Oğuzların ele alınması elbette
ki son derece değerlidir. Sözü burada çok uzatmadan sempozyumu düzenleyenlere
emeği geçenlere başta Yunus Bey olmak üzere herkese teşekkür ederek sözlerimi
bitirmek istiyorum. Sağ olun.
Rejepmuhammet GELDİYEW (Türkmenistan)
Ben ilk önce sempozyumu organize eden ve emeği geçen herkese, düzenleme kurulu
üyelerine teşekkür ediyorum. Ayrıca bu sempozyumun Oğuzlar/Türkmenler üzerine
yapılması, şahsen benim için ve tüm Türkmenler için ayrıca önem taşıdığını
düşünüyorum. Çünkü burada öyle veya böyle her konuşan ve her dinleyen
Oğuz/Türkmen sözünü kelimesini söylemeden duramadı yani. Bu bakımdan
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’ne, Hacettepe Üniversitesi’ne tüm Türkiye’ye
teşekkür etmek istiyorum.
Şimdi biz 22 sene evvel ilk Türkmenistan’dan Türk dünyasından gelen öğrencileriz.
Onun için ben buraya geldiğimde o zaman gördüğüm hocaları görmekten çok mutlu
oldum. Sayın Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun, o zaman Türk Dil Kurumu
Başkanıydı ve biz hep ona giderdik. Kütüphanesinden çok faydalandık. Hep de
ayrıcalık tanırdı bize. Kitapları eve kadar, yurda kadar götürürdük, yasaktı tabi. 22
sene geçti tabi artık suç olarak saymazlar herhâlde.
Sayın Prof. Dr. Reşat Genç hocam o zaman Yüksek Kurum başkanıydı ona da çok
teşekkür ediyorum.
Sayın Prof. Dr. Zeynep Korkmaz Hoca buradaydı. Ona da çok teşekkür etmek
istiyorum. Çünkü burada oturan tüm dilcilerin edebiyatçıların hocasıdır.
Yine ben sağlık sorunları nedeniyle buraya gelemeyen kendi hocam Mustafa
Canpolat’a içten teşekkürlerimi sunuyorum.
O zaman Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi Türk Dili Bölümü Başkanı şimdi Türk Dil
Kurumu Başkan Yardımcısı olan Prof. Dr. Hamza Zülfikar’a buradan teşekkür etmek
istiyorum.
Burada Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Müdür Yardımcısı Prof. Dr. Tufan
Gündüz’den bahsetmek istiyorum. Buradan 15 yıl önce elime bir kitap geçmişti
Bozulus Türkmenleri - Anadolu’da Türkmen Aşiretleri diye o zaman Türkmen tarihi ile
ilgili ne varsa tercüme ediyorduk. Sempozyuma davetinizden dolayı Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü’nün araştırmaları nedir diye bakarken Sayın Prof. Dr. Tufan
Gündüz’ün ismi geçti. Onun o kitabını 13-14 sene önce aktarmıştım Türkmenceye.
Yani demek istediğim biz burada kendimizi yabancı hissetmedik.
761
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
Konferansa katılan tüm misafirlere, öğrencilere, konuşmacılara bir Türkmen olarak
teşekkür etmek istiyorum. Hiç kimse Türkmen ya da Oğuz adını anmaktan alamadı
kendini. Bu benim için ayrıca önemli. Ve sempozyum düzenleyenlerden küçük bir
ricam, kendi seçtiğiniz sunumlardan bir kaçını bana mail atabilirseniz ben
Türkmenistan’da Türkmenceye çevirerek yayımlamayı düşünüyorum. Hepinize
teşekkür ediyorum. Yeniden görüşmek üzere.
Andrey KUBATİN (Özbekistan)
Saygıdeğer katılımcılar, bilim adamları,
Evvela bu konferansı düzenleyen tüm kurumlara, emeği geçen tüm kişilere ve ayrıca
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Yunus Koç’a teşekkür etmek isterim. Ben
her Türkiye’ye geldiğimde kendi evimmiş gibi hissediyorum. Ben isterim ki böyle
kurultaylar çok olsun. Ben isterim ki sadece burada değil, biliyorsunuz Oğuzların
ana yurdu bizim taraftır Türkistan’dır. Oradaki Oğuz şehirleri, kültürleri
öğrenilmeli. Gelecek seferde Türkistan’daki Oğuzlar olsun, Karluklar olsun,
Kıpçaklar olsun. Bu konular da olsa çok güzel olur. Belirtmek isterim ki
Afganistan’daki Türk olmayan bilim insanları Türk varlığını inkâr ediyorlar. Bir
sonraki sempozyumun başlığı şöyle olsa çok güzel olur; Geçmişten Bugüne kadar
Afganistan’daki Türk Varlığı. Bu kitapları biz Özbekçeye, Farsçaya çevirip oraya
göndersek Türk arkadaşlarımıza destek olacağız. Ben biliyorum çünkü bir sürü
arkadaşım var, durum çok kötü. Kitap yetişmiyor. Güzel Türk tarihini yazan kitaplar
yok. Bu başlıklı bir konferans düzenlense ve orada düzenlense çok güzel olurdu.
Hepinize teşekkür ederim, sağ olun, var olun.
M i h ál y D O B R O V I T S ( M a c a r i s t a n )
Değerli katılımcılar,
Biliyorsunuz ben batıdan geldim. Bizde doğu milletinin o ses ve söz sanatı yoktur.
Biraz daha kısa daha net konuşuyoruz ama yine de bu toplantı beni duygusal olarak
çok etkiledi, çok duygulandım. Çünkü ilim dünyasına 1985 yılında başladım daha
öğrenciyken. İlk yazımı Oğuzlar konusunda yazdım. Ondan sonra dergilerde
yayımlanan ilk eserim de Oğuzlar konusunda. Şimdi kendimi 30 sene önceki
hâlimde hissediyorum ve bu sebepten dolayı gerçekten içim duygulandı. Aynı
zamanda bu gerçekten çok değerli, çok önemli bir toplantıydı. Herhâlde hepiniz
bunun bilincindesinizdir, bu sebepten benden öğrenmeyeceksiniz. Bu toplantıda
emeği geçen herkese kendim ve Macar milleti, Macar Türkolojisi adına teşekkür
etmek isterim. Hem de bir şeyi anlamamız lazım. Macarların yabancı ülkelerin,
Türkiye hariç kullandığı Hungary ismi nereden kaynaklanıyor, On-Ogur isminden
kaynaklanıyor. Mehmet Bey arkadaşımızla kendi aramızda dalga geçiyoruz. OnOgurla Dokuz-Oğuzlar bir araya gelmiş ve şimdi bu Dokuz-Oğuzların arasında bir
On-Ogur var… Çok teşekkür ederim.
N u r d i n U S A E E V ( Kı r g ı z i s t a n )
İlk önce bu sempozyumu düzenleyen Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’ne,
düzenleme kuruluna ve çalışma kuruluna çok teşekkür ederim.
Şimdi “Oğuzların ele alındığı bir sempozyumda Kırgızların ne işi var?” şakasıyla
başlamak istiyorum. Ama baktığımızda doğrudan doğruya ilişkisi vardır. Çünkü
Sayın Reşat Genç hocamızın da söylediği gibi Kırgızlar ortaya çıkan, en erken
kayıtlarda geçen ilk Türk boyudur.
762
DEĞERLENDİRME VE KAPANIŞ OTURUMU
Kırgızistan’dan üç arkadaş geldik ve ele aldığımız bildirilerde Kırgız Türkçesindeki
Oğuzca unsurları ele aldık. Kayrat Belek arkadaşımız da Kırgızistan’daki Oğuz
yazıtlarını ele aldı. Kırgızlar ile Oğuzlar arasındaki bağın kanıtını görmüş olduk. Bir
de Aristov isimli bir Rus bilim adamı Kırgızların Kırk-Oğuzlardan geldiğini, KırkOğuz şeklinde anlamlandırıyor. Şimdi o artık biraz eski bir görüş ama yine de millî
gururumuz olan Manas Destanı’nın başkahramanı olan Manas’ın dedelerinin dedesi
Oğuz Kağan’dır. İşte biz bu bildirilerimizle Oğuz araştırmalarında küçücük bir katkı
sağladıysak memnun oluruz. Saygılar sunarım. Teşekkür ederim.
Abdurrahman DEVECİ (Türkmensahra)
Teşekkür ederim. Sayın Hocalarım.
Ben bu fırsattan yaralanarak sadece Türkmen Sahra’yı açıklamak istiyorum. Nasılsa
Türk dünyası araştırmacıları, bilim adamları bir araya gelmiş. Ben İran tarafındanım.
İran Türkleri içerisinde sayılırız. İran’ın yarısı Azerbaycan Türkleri var, bir de bizler
2 – 3 milyonu arası Türkmen Sahra Türkmenleriyiz. Ben birkaç sene önce Türkiye’ye
doktora yapmaya geldiğim zaman hiç Türkmen Sahra’yı bilmiyorlardı. Türkmenim
deyince Irak – Kerküklü müsün diye sorarlardı. Hayır, ben İran’danım derdim. O
zaman Azerisin derlerdi. Ondan sonra bunu nasıl anlatabiliriz diye makale yazmaya
başladık. Türkiye aydınları yeni yeni duymaya başlamışlar, buna seviniyoruz.
Türkmen Sahra’da, Türkmen – Oğuz orada daha asil, geleneksel Türkmenleri
görebilirsiniz. Siz araştırmacıları davet etmek istiyorum bölgemize. Gelip orada
araştırma yapmanızı istiyorum. Türkiye için vize de uygulanmıyor. 3 ay
gezebilirsiniz. İsterseniz biz size yardımcı da olabiliriz bölgede arkadaşlarımız da
çok. Büyük Türkmen klasik şairi Mahtumgulı Firâgî’nin mezarı da orada. Selçuklu
Dönemi metinlerinde oradan “Cürcan” olarak bahsedilir. “Horasan” değil.
Horasanla karıştıranlar var. Horasan bizden 400 kilometre sonra başlıyor. Biz
Hazar’ın ötesindeyiz ve aynı gelenekler, gözlerimiz çekik, elbiselerimiz Orta Asya
tarzı. İranlılar bile geldiklerinde “Burası İran mı? Yoksa biz sınırdan mı geçtik
diyorlar.” Yani bu durumda lütfen biz de Türk dünyasında tanınmak istiyoruz,
sizinle irtibatta olmak istiyoruz. Biz de Türk dünyasının bir parçasıyız. Sizleri
görünce, bizim büyük abilerimiz olduğuna seviniyoruz ve biz büyük bir milletiz
diyoruz. Daha önce kendimizi 2 milyon nüfuslu millet sayıyorduk ama Türkiye
geldikten sonra ben 250 milyonun bir parçası olduğumu gördüm. Teşekkür ederim.
Dursun YILDIRIM
Her şeyin bir sonu var. Gönül ister ki günlerce devam etsin. Ancak hepimizin
yapacağı yapması gereken, hepimizi bekleyen işler var. Ben espri olarak kafamız
karıştı derken aslında bildiride bizi yeni şeyler düşünmeye sevk ettiğini belirtmek
istemiştim. Bunu da belirteyim. Değerli katılımcılara, bilim adamı arkadaşlarıma,
meslektaşlarıma ve bu toplantıyı düzenleyen Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
müdürü Yunus Koç’a ve cümle arkadaşlara sizler adına teşekkür ediyorum ve
oturumu kapatmadan önce sizlere elveda demeden önce kendisini bir iki söz etmesi
için kürsüye davet ediyorum.
Yunus KOÇ
Hocalarıma öncelikle çok çok teşekkür ediyorum. Katılımlarıyla, fikirleriyle, oturum
yönetimleriyle çok sıkı bir sempozyum oldu.
763
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
Verdikleri görevler itibariyle de teşekkür ediyorum. Bundan sonraki çalışmalarımız
konusunda bize yol gösterdiler, ışık tuttular. Tüm katılımcılara bu manada teşekkür
ediyorum.
Şimdi bu sempozyumun uluslararası olması tabi önemli. Macaristan’dan Güney
Kore’ye kadar çok geniş bir alandan katılımcılarla yapıldı. Bu bundan sonra da böyle
olacak. Bu bize renk katıyor, bu bize bilgilerimize farklı açılardan bakma imkânı
veriyor ve sağlam bilgi üretirken, sağlam bilim yaparken nerelere dikkat etmemiz
gerektiği konusunda da genç arkadaşlarımıza önemli mesajlar veriyor.
Hocalarımızın söylediği gibi az önce İran’dan katılan katılımcılardan çok şey
öğrendik. Genç nesiller özellikle master/doktora aşamasında arkadaşlarımız tüm
Türk dünyasına ya da ilgili konularına, gitmek istedikleri yere ya da konu
edindikleri yere mutlaka gitmeleri gerektiğini öğretti. Çünkü burada oturarak tez
yapılmıyor. Alana giderek Türkmence nasıl konuşuluyor, nasıl duyuluyor, âdetleri
nasıldır bakmak gerekiyor. Şimdi Oğuzluk meselesi güncel hayatımızda devam
ediyor. Ben son olarak onu söyleyeceğim.
Haberlerde de dinledik aslında Rektör Bey’in konuşmasında da vardı. Soma
faciasında hayatını kaybedenlerin altmışı Kınık Beldesi’nde toprağa verildi. Kınık
burada. Onun için ben tüm hayatını kaybedenlere Allahtan rahmet diliyorum.
Katılımınız için çok teşekkür ediyorum. Bir başka sempozyumda buluşmak ümidiyle
hepinize saygılar sunuyorum.
764
KATILIMCILAR
Shahrouz Aghatabai
Ankara Üniversitesi / TÜRKİYE
Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi
sh_atabay@yahoo.com
Ferruh Ağca, Doç.Dr.
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi / TÜRKİYE
Fen-Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
ferruhagca@yahoo.com
Ali Ahmetbeyoğlu, Yrd.Doç.Dr.
İstanbul Üniversitesi / TÜRKİYE
Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı
aliahmetbeyoglu@hotmail.com
Ali Akar, Prof.Dr.
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi / TÜRKİYE
Fen-Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
aliakar2023@gmail.com
Fatma Akın, Araş. Gör.
Hitit Üniversitesi / TÜRKİYE
Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
fatma_akn@windowslive.com
Mustafa Aksoy, Yrd. Doç.Dr.
Marmara Üniversitesi / TÜRKİYE
Atatürk Eğitim Fakültesi
Orta Öğretim Sosyal Alanlar Bölümü
Tarih Öğretmenliği Anabilim Dalı
mustafa.aksoy@marmara.edu.tr
Erhan Aktaş, Yrd. Doç. Dr.
Kırklareli Üniversitesi / TÜRKİYE
Fen-Edebiyat Fakültesi
Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü
erhanaktas35@hotmail.com
Rysbek Alimov, Yrd.Doç.Dr.
Mardin Artuklu Üniversitesi / TÜRKİYE
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü
alimoff@gmail.com
Mustafa Alkan, Doç.Dr.
Gazi Üniversitesi / TÜRKİYE
Edebiyat Fakültesi
Tarih Bölümü
alkanm@gazi.edu.tr
Rasoul Arabkhani, Dr.
Departmet of History, University of Payam-e
Noor, Tehran, IRAN
Ayşe Atıcı Arayancan, Yrd.Doç.Dr.
Hitit Üniversitesi / TÜRKİYE
Fen-Edebiyat Fakültesi
Tarih Bölümü
ayse.atici2@gmail.com
Ergin Ayan, Prof.Dr.
Ordu Üniversitesi / TÜRKİYE
Fen-Edebiyat Fakültesi
Tarih Bölümü
alpsunkar@hotmail.com
Suavi Aydın, Prof.Dr.
Hacettepe Üniversitesi / TÜRKİYE
İletişim Fakültesi
İletişim Bilimleri Bölümü
suavi@hacettepe.edu.tr
Fuzuli Bayat, Prof.Dr.
Azərbaycan Milli Elmlər Akademiyası /
AZERBAYCAN
Folklor Enstitüsü
fuzulibayat@yahoo.com
Cahandar Bayoğlu
Azerbayan Türkiye Evi Yönetim Kurulu Üyesi /
AZERBAYCAN
Ccahandar@gmail.com
Kayrat Belek, Araş.Gör.
Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi /
KIRGIZİSTAN
Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
kayratbek@gmail.com
Ali Sinan Bilgili, Prof.Dr.
Kafkas Üniversitesi / TÜRKİYE
Eğitim Fakültesi
sbilgili@atauni.edu.tr
Fuat Bozkurt, Prof.Dr.
Akdeniz Üniversitesi / TÜRKİYE
Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
fbozkurt@akdeniz.edu.tr
Cengiz Buyar, Dr.
Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi /
KIRGIZİSTAN
Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
cengizbuyar@gmail.com
Sıddık Çalık, Yrd.Doç.Dr.
Kırıkkale Üniversitesi / TÜRKİYE
Fen Edebiyat Fakültesi
Tarih Bölümü
siddikcalik@gmail.com
rasoularabkhani@yahoo.com
765
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
Hüseyin Çınar, Prof.Dr.
Ahmet Bican Ercilasun, Prof.Dr.
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi / TÜRKİYE
Emekli Öğretim Üyesi / TÜRKİYE
İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi
bican@gazi.edu.tr
Tarih Bölümü
Marcel Erdal, Prof.Dr.
hcinar@ybu.edu.tr
Berlin Freie Üniversitesi /ALMANYA
Özkul Çobanoğlu, Prof.Dr.
erdal4@gmail.com
Hacettepe Üniversitesi / TÜRKİYE
Firuz Fevzi, Dr.
Edebiyat Fakültesi
Kabil Devlet Üniversitesi / AFGANİSTAN
Türk Halk Bilimi Bölümü
Dil ve Edebiyat Fakültesi
ozkul@hacettepe.edu.tr
Türkoloji Bölümü
Nurettin Demir, Prof.Dr.
firuz6262@gmail.com
Hacettepe Üniversitesi / TÜRKİYE
Rejepmuhammet Geldiýev, Dr.
Edebiyat Fakültesi
Türkmenistan İlimler Akademisi /
Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü
TÜRKMENİSTAN
demirn@hacettepe.edu.tr
Milli Elyazmalar Enstitüsü
Abdurrahman Deveci, Yrd.Doç.Dr.
mrejep@gmail.com
Güzel Sanatlar Fakültesi / TÜRKİYE
Reşat Genç, Prof.Dr.
Sanat Tarihi Bölümü
Emekli Öğretim Üyesi / TÜRKİYE
rahmandeveci@gmail.com
Saadettin Yağmur Gömeç, Prof.Dr.
Feruza Djumaniyazova, Arş.Gör.
Ankara Üniversitesi / TÜRKİYE
Özbekistan Bilimler Akademisi / ÖZBEKİSTAN
Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi
El-Biruni Şarkşinaslık Enstitüsü
Tarih Bölümü
Taşkent
sgomec@yahoo.com
feruza84@yandex.ru
Tuncer Gülensoy, Prof.Dr.
Mihály Dobrovits, Dr.
Emekli Öğretim Üyesi / TÜRKİYE
Szeged Üniversitesi / MACARİSTAN
t.gulensoy@gmail.com
MTA-SZTE
Turcological Research Group
dobrovits@yahoo.com
Ersin Gülsoy, Doç.Dr.
Atatürk Üniversitesi / TÜRKİYE
Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi
Nagihan Doğan, Dr.
Tarih Eğitimi Anabilim Dalı
Hacettepe Üniversitesi / TÜRKİYE
egulsoy@atauni.edu.tr
Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
nagihan@hacettepe.edu.tr
Sadullah Gülten, Doç.Dr.
Ordu Üniversitesi / TÜRKİYE
Somayeh Easy Cengiz
Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
Ege Üniversitesi / TÜRKİYE
sadullah-gulten@hotmail.com
Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü
somayeheasy@yahoo.com
Tufan Gündüz, Prof.Dr.
Hacettepe Üniversitesi / TÜRKİYE
Erkin Ekrem, Doç.Dr.
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Hacettepe Üniversitesi / TÜRKİYE
tufan@hacettepe.edu.tr
Edebiyat Fakültesi
Tarih Bölümü
Dilaram Hamraeva, Doç.Dr.
eekrem@hacettepe.edu.tr
Özbekistan Bilimler Akademisi / ÖZBEKİSTAN
Feridun Mustafa Emecen, Prof.Dr.
yezided@yahoo.com
İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi / TÜRKİYE
İsmail Hassanzadeh, Dr.
Edebiyat Fakültesi
Al Zahra Üniversitesi / İRAN
Tarih Bölümü
Edebiyat ve Tarih Fakültesi
femecen@29mayis.edu.tr
Tarih Bölümü
ismailhassanzadeh@yahoo.com
766
KATILIMCILAR
Munire Hatamova, Arş.Gör.
College of Humanities
Özbekistan Bilimler Akademisi / ÖZBEKİSTAN
Department of Asian Languages and
Tarih Enstitüsü
Civilizations
khatamova.2014@yandex.ru
yongsongli1964@empal.com
Hasan Hazreti, Yrd.Doç.Dr.
Irina Nevskaya, Prof.Dr.
Tehran Üniversitesi / İRAN
Frankfurt University / GERMANY
Edebiyat ve İnsani Bilimler Fakültesi
Institute of the Oriental and East-Asian
Tarih Bölümü
Philology (Turcology) Frankfurt
hazrati@ut.ac.ir
nevskaya@em.uni-frankfurt.de
Ziver Hüseynli, Yrd.Doç.Dr.
Zühal Ölmez, Prof.Dr.
Hazar Üniversitesi / AZERBAYCAN
Yıldız Teknik Üniversitesi / TÜRKİYE
zevarus@hotmail.com
Fen-Edebiyat Fakültesi
Hasan İsmaeili, Dr.
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Departmet of History, University of Payam-e
zuolmez@gmail.com
Noor, Tehran, IRAN
Mehmet Ölmez, Prof.Dr.
h.esmaeeli564@gmail.com
Yıldız Teknik Üniversitesi / TÜRKİYE
Yaşar Kalafat, Dr.
Fen-Edebiyat Fakültesi
Türk Halkbilim Araştırma Kültür Strateji
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Merkezi / TÜRKİYE
olmez.mehmet@gmail.com
yasarkalafat@gmail.com
Mehmet Öz, Prof.Dr.
Akartürk Karahan, Doç.Dr.
Hacettepe Üniversitesi / TÜRKİYE
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi / TÜRKİYE
Edebiyat Fakültesi
İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi
Tarih Bölümü
Türk Dili ve Edebiyat Bölümü
mehoz@hacettepe.edu.tr
akartrk@yahoo.com
Sadettin Özçelik, Prof.Dr.
Yavuz Kartallıoğlu, Doç.Dr.
Dicle Üniversitesi / TÜRKİYE
Gazi Üniversitesi / TÜRKİYE
Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi
Fen-Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi
Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü
Anabilim Dalı
yavuzkartallioglu@gmail.com
sozcelik@dicle.edu.tr
Mustafa Koç, Prof.Dr.
İsa Özkan, Prof.Dr.
Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi / TÜRKİYE
Gazi Üniversitesi / TÜRKİYE
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Edebiyat Fakültesi
sirderya@gmail.com
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Kazım Yaşar Kopraman, Prof.Dr.
Emekli Öğretim Üyesi/TÜRKİYE
Zeynep Korkmaz, Prof.Dr.
Emekli Öğretim Üyesi/TÜRKİYE
Andrey Kubatin, Dr.
Özbekistan Bilimler Akademisi / ÖZBEKİSTAN
El-Biruni Şarkşinaslık Enstitüsü
akubatin84@yandex.com
Yılmaz Kurt, Prof.Dr.
Ankara Üniversitesi / TÜRKİYE
Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü
ykurt@ankara.edu.tr
Yong-Song Li, Prof.Dr.
iozkan@gazi.edu.tr
Nevzat Özkan, Prof.Dr.
Erciyes Üniversitesi / TÜRKİYE
Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
nozkan@erciyes.edu.tr
Ayhan Pala, Yrd. Doç.Dr.
Ahmet Yesevi Üniversitesi / KAZAKİSTAN
Tarih ve Pedagoji Fakültesi
ayhanpala2003@yahoo.com
Yaghoob Rahimidashliboroon
Ankara Üniversitesi / TÜRKİYE
yildirimyakub@gmail.com
Seoul National University /
REPUBLIC OF KOREA
767
5. ULUSLARARASI TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU
Sabir Rüstemhanlı
Refik Turan, Prof.Dr.
Bakü Devlet Üniversitesi / AZERBAYCAN
Gazi Üniversitesi / TÜRKİYE
Filoloji bölümü
Gazi Eğitim Fakültesi
azeriturk@mail.ru
Tarih Eğitimi Bölümü
Tenzile Rüstemhanlı, Dr.
rturan@gazi.edu.tr
Azerbaycan Türk Kadınlar Birliği Başkanı /
Zeynep Şimşek Umaç, Yrd. Doç. Dr.
AZERBAYCAN
Balıkesir Üniversitesi / TÜRKİYE
www.tenzilerustemhanli.az
Fen-Edebiyat Fakültesi
Arif Sarı, Okutman
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Gazi Üniversitesi / TÜRKİYE
zeynepsimsekumac@balikesir.edu.tr
Edebiyat Fakültesi
Nurdin Useev, Yrd.Doç.Dr.
Tarih Bölümü
Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi /
arif.sari@gazi.edu.tr
KIRGIZİSTAN
Banu Sıtkı, Okutman
Edebiyat Fakültesi
Orta Doğu Teknik Üniversitesi / TÜRKİYE
Türkoloji Bölümü
Türk Dili Bölümü
nuruseev@gmail.com
banus@metu.edu.tr
Aydın Usta, Doç.Dr.
Ahmet Taşağıl, Prof.Dr.
Mimar Sinan Üniversitesi / TÜRKİYE
Mimar Sinan Üniversitesi / TÜRKİYE
Fen-Edebiyat Fakültesi
Güzel Sanatlar Fakültesi
Tarih Bölümü
Tarih Bölümü
aydinusta@gmail.com
atasagil@hotmail.com
Umut Üren, Arş. Gör.
Saule Tazhibayeva
Ege Üniversitesi / TÜRKİYE
L.N.Gumilev Milli Üniversitesi / KAZAKİSTAN
Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü
Faculty of International Relations, Mirzoyan Str.
Türk Tarihi Anabilim Dalı
Astana
umuturen@gmail.com
Semih Tezcan, Prof.Dr.
Dursun Yıldırım, Prof.Dr.
Bilkent Üniversitesi / TÜRKİYE
Emekli Öğretim Üyesi / TÜRKİYE
İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi
dyildirm@hacettepe.edu.tr
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Emine Yılmaz, Prof.Dr.
stezcan@bilkent.edu.tr
Hacettepe Üniversitesi
Turgut Tok, Doç.Dr.
Edebiyat Fakültesi
Pamukkale Üniversitesi /TÜRKİYE
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Fen-Edebiyat Fakültesi
eminey@hacettepe.edu.tr
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Iryna Yuzvyak
ttok@pau.edu.tr
Ukrayna Ulusal Bilimsel Akademisi /
Zekiye Tunç, Yrd.Doç.Dr.
UKRAYNA
Sinop Üniversitesi / TÜRKİYE
Şarkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Fen-Edebiyat Fakültesi
iryna_yuzvyak@yahoo.com
Tarih Bölümü
Mualla Uydu Yücel, Prof.Dr.
zekiye.tun1@gmail.com
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Fikret Turan, Prof.Dr.
Tarih Bölümü
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi /
Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı
TÜRKİYE
muallauyduyucel@hotmail.com
Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
fturan@fsm.edu.tr
768